"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Yirmi Dördüncü Söz

Şu Söz Beş Daldır. Dördüncü Dala dikkat et. Beşinci Dala yapış, çık, meyvelerini kopar, al.
اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَۤاءُ الْحُسْنٰى ŞU aYET-İ CELÎLENİN şecere-i nuraniyesinin çok hakikatlerinden bir hakikatinin Beş Dalına işaret ederiz.

BİRİNCİ DAL
Nasıl ki bir sultanın kendi hükumetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alametleri vardır. Mesela, adliye dairesinde hakim-i adil; ve mülkiyede sultan; ve askeriyede kumandan-ı azam; ve ilmiyede halife—daha buna kıyasen sair isim ve ünvanlarını bilsen anlarsın ki, birtek padişah, saltanatının dairelerinde ve tabaka-i hükumet mertebelerinde bin isim ve ünvana sahip olabilir. Güya o hakim, herbir dairede şahsiyet-i maneviye haysiyetiyle ve telefonuyla mevcut ve hazırdır; bulunur ve bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizamıyla, mümessiliyle meşhud ve nazırdır; görünür, görür. Ve herbir mertebede, perde arkasında hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle mutasarrıf ve basirdir; idare eder, bakar.

Öyle de, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbül-alemin için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şen ve namları; ve uluhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnüma icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufatında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyatında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı var. Ve efalinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufatı var. Ve rengarenk sanatında ve mütenevvi masnuatında çeşit çeşit, fakat birbirini temaşa eder haşmetli rububiyatı vardır.

Bununla beraber, kainatın herbir aleminde, herbir taifesinde Esma-i Hüsnadan bir ismin ünvanı tecelli eder. O isim o dairede hakimdir; başka isimler orada ona tabidirler, belki onun zımnında bulunurlar.

Hem mahlukatın herbir tabakasında, az ve çok, küçük ve büyük, has ve amm, herbirisinde has bir tecelli, has bir rububiyet, has bir isimle cilvesi vardır. Yani, o isim herşeye muhit ve amm olduğu halde, öyle bir kast ve ehemmiyetle birşeye teveccüh eder; güya o isim yalnız o şeye hastır.

Hem, bununla beraber, Halık-ı Zülcelal herşeye yakın olduğu halde, yetmiş bine yakın nurani perdeleri vardır. Mesela, sana tecelli eden Halık isminin, mahlukıyetindeki cüzi mertebesinden tut, ta bütün kainatın Halıkı olan mertebe-i kübra ve ünvan-ı azama kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin. Demek, bütün kainatı arkada bırakmak şartıyla mahlukıyetin kapısından Halık isminin müntehasına yetişirsin, daire-i sıfata yanaşırsın.

Madem perdelerin birbirine temaşa eder pencereleri var. Ve isimler birbiri içinde görünüyor. Ve şuunat birbirine bakar. Ve temessülat birbiri içine girer. Ve ünvanlar birbirini ihsas eder. Ve zuhurat birbirine benzer. Ve tasarrufat birbirine yardım edip itmam eder. Ve rububiyetin mütenevvi terbiyeleri birbirine imdat edip muavenet eder. Elbette gerektir ki, Cenab-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hakeza, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şenleri içinde inkar etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmaya intikal etmezse zarar eder. Mesela, Kadir ve Halık isminin eserini görse, Alim ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalaletine düşebilir. Belki lazım gelir ki, onun nazarı, daima karşısında Hüve, Hüvallah okusun, görsün. Onun kulağı herşeyden قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ dinlesin, işitsin. Onun lisanı La ilahe illahu beraber mizened alem desin, ilan etsin.

İşte, Kuran-ı Mübin, اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَۤاءُ الْحُسْنٰى fermanıyla, zikrettiğimiz hakikatlere işaret eder.

Eğer o yüksek hakikatleri yakından temaşa etmek istersen, git, fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Ya Celil, ya Celil, ya Aziz, ya Cebbar” dediklerini işiteceksin.

Sonra, deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Ya Cemil, ya Cemil, ya Rahim, ya Rahim” diyecekler.

Semayı dinle. Nasıl “Ya Celil-i Zülcemal” diyor. Ve arza kulak ver. Nasıl “Ya Cemil-i Zülcelal”diyor. Ve hayvanlara dikkat et. Nasıl “Ya Rahman, ya Rezzak” diyorlar. Bahardan sor. Bak, nasıl “Ya Hannan, ya Rahman, ya Rahim, ya Kerim, ya Latif, ya Atuf, ya Musavvir, ya Münevvir, ya Muhsin, ya Müzeyyin” gibi çok esmayı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor. Bak, nasıl bütün Esma-i Hüsnayı okuyor ve cephesinde yazılı; sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kainat azim bir musika-i zikriyedir. En küçük nağme, en gür nağamata karışmakla, haşmetli bir letafet veriyor. Ve hakeza, kıyas et.

Fakat, çendan insan bütün esmaya mazhardır; fakat kainatın tenevvüünü ve melaikenin ihtilaf-ı ibadatını intaç eden tenevvü-ü esma, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebep olmuştur. Enbiyanın ayrı ayrı şeriatleri, evliyanın başka başka tarikatleri, asfiyanın çeşit çeşit meşrepleri şu sırdan neşet etmiştir. Mesela, İsa , sair esma ile beraber, Kadir ismi onda daha galiptir. Ehl-i aşkta Vedud ismi ve ehl-i tefekkürde Hakim ismi daha ziyade hakimdir.

İşte, nasıl eğer bir adam hem hoca, hem zabit, hem adliye katibi, hem mülkiye müfettişi olsa, onun herbir dairede birer nisbeti, birer vazifesi, birer hizmeti, birer maaşı, birer mesuliyeti, birer terakkiyatı; ve muvaffakiyetsizliğine sebep birer düşman ve rakipleri oluyor. Ve padişaha karşı çok ünvanlarla görünüyor ve görür. Ve çok lisanlarla ondan medet ister ve amirinin çok ünvanlarına müracaat eder. Ve düşmanların şerrinden kurtulmak için, muavenetini çok suretlerle talep eder.

Öyle de, çok esmaya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara müptela olan insan, münacatında, istiazesinde çok isimleri zikreder. Nasıl ki, nev-i insanın medar-ı fahri ve elhak en hakiki insan-ı kamil olan Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselam, Cevşenül-Kebir namındaki münacatında bin bir ismiyle dua ediyor, ateşten istiaze ediyor.

İşte, şu sırdandır ki, Sure-i قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ مَلِكِ النَّاسِ اِلٰهِ النَّاسِ مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ de üç ünvan ile istiazeyi emrediyor ve Bismillahirrahmanirrahimde üç ismiyle istianeyi gösteriyor.

İKİNCİ DAL
Çok esrarın anahtarlarını tazammun eden iki sırrı beyan eder.

Birinci sır: Evliya ne için usul-i imaniyede ittifak ettikleri halde meşhudatlarında, keşfiyatlarında çok tehalüf ediyorlar. Şuhud derecesinde olan keşifleri bazan hilaf-ı vaki ve muhalif-i hak çıkıyor. Hem niçin ehl-i fikir ve nazar, herbiri kati bir burhanla hak telakki ettikleri efkarlarında, birbirine mütenakız bir surette hakikati görüyorlar ve gösteriyorlar; bir hakikat niçin çok renklere giriyor?

İkinci sır: Enbiya-yı salife, niçin haşr-i cismani gibi bir kısım erkan-ı imaniyeyi bir derece mücmel bırakmışlar, Kuran gibi tafsilat vermemişler; sonra ümmetlerinden bir kısmı, ileride o mücmel olan erkanı inkara kadar gitmişler? Hem niçin hakiki arif olan evliyanın bir kısmı yalnız tevhidde ileri gitmişler? Hatta derece-i hakkalyakine kadar gittikleri halde, bir kısım erkan-ı imaniye onların meşreplerinde pek az ve mücmel bir surette görünüyor. Hatta, onun içindir ki, onlara tebaiyet edenler, ileride o erkan-ı imaniyeye lazım olan ehemmiyeti vermemişler; hatta bazıları sapmışlar. Madem bütün erkan-ı imaniyenin inkişafıyla hakiki kemal bulunur, niçin ehl-i hakikat bazısında çok ileri ve bir kısmında çok geri kalmışlar? Halbuki, bütün esmanın mertebe-i azamlarının mazharı ve bütün enbiyanın serveri olan Resulallah aleyhissalatü vesselam ve bütün kütüb-ü mukaddesenin reis-i enveri olan Kuran-ı Hakim, bütün erkan-ı imaniyeyi vazıh bir surette, pek ciddi bir ifadede ve kasdi bir tarzda tafsil etmişlerdir.

Evet, çünkü hakikatte hakiki kemal-i etemm öyledir. İşte, şu esrarın hikmeti şudur ki:

İnsan çendan bütün esmaya mazhar ve bütün kemalata müstaiddir. Lakin, iktidarı cüzi, ihtiyarı cüzi, istidadı muhtelif, arzuları mütefavit olduğu halde, binler perdeler, berzahlar içinde hakikati taharri eder. Onun için, hakikatin keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor; bazılar berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor; bazıların kabiliyeti, bazı erkan-ı imaniyenin inkişafına menşe olamıyor. Hem esmanın cilvelerinin renkleri mazhara göre tenevvü ediyor, ayrı ayrı oluyor; bazı mazhar olan zat, bir ismin tam cilvesine medar olamıyor. Hem külliyet ve cüziyet, ve zılliyet ve asliyet itibarıyla, cilve-i esma başka başka suret alıyor; bazı istidat cüziyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bazan bir isim galip oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor; o istidatta onun hükmü hükümran oluyor. İşte, şu derin sırra ve şu geniş hikmete, esrarlı, geniş ve hakikatle bir derece karışık bir temsille bazı işaretler ederiz.

Mesela, Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve kamere aşık hayatlı bir Katre ve güneşe bakan safvetli bir Reşhayı farz ediyoruz ki, herbirisinin bir şuuru, bir kemali var ve o kemale bir iştiyakı bulunuyor.

Şu üç şey de, çok hakikatlere işaret etmekle beraber, nefis ve akıl ve kalbin süluklerine işaret eder ve üç tabaka ehl-i hakikate misaldir.

Birincisi: Ehl-i fikir, ehl-i velayet, ehl-i nübüvvetin işaratıdır.

İkincisi: Cismani cihazatla kemaline say edip hakikate gidenleri; ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimaliyle mücahede etmekle hakikate gidenleri; ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.

Üçüncüsü: Enaniyeti bırakmayan ve asara dalan ve yalnız istidlaliyle hakikate giden; ve ilim ve hikmetle ve akıl ve marifetle hakikati aramaya giden; ve iman ve Kuran ile, fakr ve ubudiyetle hakikate çabuk giden, ayrı ayrı istidatta bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilaflarına işaret eden temsillerdir.

İşte, şu üç tabakanın terakkiyatındaki sırrı ve geniş hikmeti Zühre, Katre, Reşha ünvanları altında bir temsille bir derece göstereceğiz.

Mesela, güneşin, kendi Halıkının izniyle ve emriyle, üç çeşit tecellisi ve inikası ve ifazası var: Birisi çiçeklere, birisi kamere ve seyyarelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı inikaslarıdır.

Birincisi üç tarzdadır:
Biri, külli ve umumi bir tecelli ve inikasdır ki, bütün çiçeklere birden ifazasıdır.
Biri de has bir tecellidir ki, herbir neve göre bir hususi inikası vardır.
Biri de cüzi bir tecellidir ki, herbir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifazasıdır.
Şu temsilimiz o kavle göredir ki, çiçeklerin süslü renkleri, güneşin ziyasındaki yedi rengin istihale-i inikasiyesinden neşet ediyor; ve bu kavle göre çiçekler dahi güneşin bir çeşit ayineleridir.

İkincisi: Güneşin, kamere ve seyyarelere, Fatır-ı Hakimin izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu külli ve geniş feyiz ve nurdan sonra, kamer, o ziyanın gölgesi hükmünde olan nuru, güneşten külli bir surette istifade eder, sonra hususi bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir suret-i cüziyede denizin kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifade ve ifazasıdır.

Üçüncüsü: Güneşin, emr-i İlahi ile, cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer ayine ederek, safi ve külli ve gölgesiz bir inikası var. Sonra o güneş, denizin kabarcıklarına ve suyun katrelerine ve havanın reşhalarına ve karın şişeciklerine, herbirine birer cüzi aksi, birer küçük timsalini veriyor.

İşte, güneşin, herbir çiçeğe ve kamere mukabil herbir katreye, herbir reşhaya, mezkur üç cihette, ikişer tarikle teveccüh ve ifazası var:

Birinci tarik: Bilasale, doğrudan doğruya, berzahsız, hicapsızdır. Şu yol, nübüvvetin tarikini temsil eder.

İkinci yol: Berzahlar tavassut eder. ayine ve mazharların kabiliyetleri, şemsin cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velayet mesleğini temsil eder.

İşte, Zühre, Katre, Reşha, herbirisi, evvelki yolda diyebilirler ki: “Ben umum alem güneşinin bir ayinesiyim.” Fakat ikinci yolda öyle diyemez. Belki “Ben kendi güneşimin ayinesiyim”; veyahut “Nevime tecelli eden güneşin ayinesiyim” der. Çünkü güneşi öyle tanıyor. Bütün aleme bakar bir güneşi göremiyor. Halbuki, o şahsın veyahut nevinin veya cinsinin güneşi, dar berzah içinde mahdut bir kayıt altında ona görünüyor. Halbuki kayıtsız, berzahsız, mutlak güneşin asarını o mukayyet güneşe veremiyor. Çünkü bütün yeryüzünü ısıtmak, tenvir etmek, umum nebatat, hayvanatın hayatlarını tahrik etmek ve seyyaratı etrafında döndürmek gibi haşmetnüma eserleri, o dar kayıt ve mahdut berzah içinde gördüğü güneşe, şuhud-u kalbi ile veremiyor. Belki, o asar-ı acibeyi, eğer o şuurlu farz ettiğimiz üç şey, o kayıt altında gördüğü güneşe verse de, sırf akli ve imani bir tarzda; ve o mukayyed, ayn-ı mutlak olduğunu bir teslimiyetle verebilir. Fakat, o insan gibi akıllı farz ettiğimiz Zühre, Katre, Reşha, şu hükümleri, yani pek büyük asarı güneşlerine isnad etmeleri, aklidir, şuhudi değil. Belki, bazan hükm-ü imanileri, şuhud-u kevniyelerine müsademe eder; pek güçlükle inanabilirler.

İşte, hakikate dar gelen ve bazı köşelerinde hakikatin azaları görünen ve hakikatle karışık şu temsil içine üçümüz de girmeliyiz. Üçümüz de kendimizi Zühre, Katre, Reşha farz edeceğiz. Zira onlarda farz ettiğimiz şuur kafi gelmiyor; biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani, onlar maddi güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar; biz de manevi güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız.

İşte, sen, ey dünyayı unutmayan ve maddiyata tevaggul eden ve nefsi kesafet peyda eden arkadaş! Sen Zühre ol. Nasıl ki o Zühre çiçeği, ziya-yı şemsten inhilal etmiş bir renk alıyor; ve o renk içinde şemsin timsalini karıştırıp kendine ziynetli bir suret giydiriyor. Zira senin istidadın dahi ona benzer.

Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektepli feylesof ise, kamere aşık olan Katre olsun ki, kamer, güneşten aldığı ziya zıllini ona verir ve onun gözbebeğine bir nur verir, o da o nurla parlar. Fakat o Katre, o nurla yalnız kameri görür, güneşi göremez; belki imanıyla görebilir.

Hem şu herşeyi doğrudan doğruya Cenab-ı Haktan bilir, esbabı bir perde telakki eder fakir adam, o da Reşha olsun. Öyle bir Reşha ki, kendi zatında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp Zühre gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki ona teveccüh etsin. Halis bir safveti var ki, doğrudan doğruya güneşin timsalini gözbebeğinde saklıyor.

Şimdi, madem biz bu üç şey yerine geçtik. Kendimize bakmalıyız: Bizde ne var, ne yapacağız?

İşte, bakıyoruz ki, bir Zat-ı Kerim, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe layık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle süluk edeceğiz.

Ey Zühre-misal! Sen gidiyorsun. Fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede, ta bir mertebe-i külliyeye geldin. Güya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki, Zühre kesif bir ayinedir. Onda, ziyadaki yedi renk inhilal ve inkisar eder. Şemsin aksini gizler. Sen sevdiğin güneşin yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü, kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde suretlerin, berzahların ortaya girmesiyle neşet eden firaktan kurtulamazsın. Lakin bir şartla kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehasiniyle telezzüz ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki güneşin yüzüne atasın. Hem, başaşağı, celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki şemse çeviresin. Çünkü sen onun ayinesisin. Vazifen ayinedarlıktır. Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir.

Evet, nasıl bir çiçek, güneşin küçücük bir ayinesidir. Şu koca güneş dahi, gök denizinde, Şems-i Ezelinin Nur isminden tecelli eden bir lemanın katre-misal bir ayinesidir. Ey kalb-i insani! Sen nasıl bir güneşin ayinesi olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemalini bulursun. Fakat güneşi nefsülemirde nasılsa öyle göremezsin; o hakikati çıplak anlamazsın. Belki, senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir; ve kesafetli dürbünün bir suret takar; ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.

Şimdi, sen dahi, ey Katre içine giren hakim feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle, ta kamere kadar terakki ettin, kamere girdin. Bak, kamer kendi zatında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sayin beyhude, ilmin faidesiz gitti. Sen yesin zulümatından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervah-ı habisenin izacatından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlarla kurtulabilirsin ki: Tabiat gecesini terk edip hakikat güneşine teveccüh etsen ve yakinen inansan ki, şu gece nurları gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir.

Bu şartı yaptıktan sonra sen kemalini bulursun. Fakir ve karanlıklı kamer yerine, haşmetli güneşi bulursun. Fakat sen dahi, öteki arkadaşın gibi, güneşi safi göremezsin. Belki senin aklın ve felsefen ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği hicapların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.

İşte, Reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enaniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife, nar-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır.

Ey Reşha-misal! Madem doğrudan doğruya güneşe ayinedarlık ediyorsun. Sen hangi mertebede bulunursan bulun, ayn-ı şemse karşı, aynelyakin bir tarzda, safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o şemsin asar-ı acibesini ona vermekte müşkülat çekmeyeceksin. Ona layık haşmetli evsafını tereddütsüz verebilirsin. Saltanat-ı zatiyesinin dehşetli asarını ona vermekte hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne ayinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz, hilaf-ı hakikate sevk etmez. Çünkü sen safi, halis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve ayinelerde müşahede olunan güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun ünvanlarıdır; fakat bütün asar-ı haşmetini gösteremiyorlar.

İşte, şu hakikatle karışık temsilde, böyle başka başka üç tarikle kemale gidilir. Ve o kemalatın mezayasında ve mertebe-i şuhudun tafsilatında başka başkadırlar. Fakat neticede ve hakka izan ve hakikati tasdikte ittifak ederler.

İşte, nasıl bir gece adamı ki, hiç güneşi görmemiş, yalnız kamer ayinesinde bir gölgesini görüyor. Güneşe mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklit ediyor. Öyle de, veraset-i Ahmediye (a.s.m.) ile Kadir ve Muhyi gibi isimlerin mertebe-i uzmasına yetişmeyen, haşr-i azamı ve kıyamet-i kübrayı taklidi olarak kabul eder, “Akli bir mesele değildir” der. Çünkü, hakikat-ı haşir ve kıyamet, İsm-i azamın ve bazı esmanın derece-i azamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa, taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, haşir ve kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalble kabul eder.

İşte şu sırdandır ki, haşir ve kıyameti, en azam mertebede, en ekmel tafsilatla Kuran zikrediyor ve İsm-i azamın mazharı olan Peygamberimiz aleyhissalatü vesselam ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i irşadın iktizasıyla, bir derece basit ve iptidai bir halde olan ümmetlerine, haşri en azam bir derecede, en geniş bir tafsilatla ders vermemişler.

Hem şu sırdandır ki, bir kısım ehl-i velayet, bazı erkan-ı imaniyeyi mertebe-i uzmasında görmemişler veya gösterememişler. Hem şu sırdandır ki, marifetullahta derecat-ı arifin çok tefavüt ediyor.

Daha bunlar gibi çok esrar, şu hakikatten inkişaf eder. Şimdi şu temsil, hem bir derece hakikati ihsas ettiğinden, hem hakikat çok geniş ve çok derin olduğundan, biz dahi temsille iktifa ediyoruz. Haddimizin ve takatimizin fevkinde olan esrara girişmeyeceğiz.

ÜÇÜNCÜ DAL
Kıyamet alametlerinden ve ahirzaman vukuatından ve bazı amalin fazilet ve sevaplarından bahseden ehadis-i şerife güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim, onların bir kısmına zayıf veya mevzu demişler. İmanı zayıf ve enaniyeti kavi bir kısım da inkara kadar gitmişler. Şimdi tafsile girişmeyeceğiz. Yalnız “On İki Asıl”ı beyan ederiz.

BİRİNCİ ASIL: Yirminci Sözün ahirindeki sual ve cevapta izah ettiğimiz meseledir. İcmali şudur ki:

Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervah-ı aliyeyi ervah-ı safileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihi olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedahet derecesinde bir alamet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur.

İşte, bunun için, Mehdi ve Süfyan meseleleri gibi çok meselelerde çok ihtilaf olmuş. Hem rivayat dahi çok muhteliftir; birbirine zıt hükümler olmuş.

İKİNCİ ASIL: Mesail-i İslamiyenin tabakatı vardır. Biri bir burhan-ı kati istese, diğeri bir zann-ı galibi ile iktifa eder, başkası yalnız bir kabul-u teslimi ve reddetmemek ister. Öyle ise, esasat-ı imaniyeden olmayan mesail-i feriye veya vukuat-ı zamaniyenin herbirinde bir izan-ı yakin ile bir burhan-ı kati istenilmez. Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.

ÜÇÜNCÜ ASIL: Zaman-ı Sahabede Beni İsrail ve Nesara ulemalarından çoğu İslamiyete girdiler. Eski malumatları dahi onlarla beraber Müslüman oldu; bazı hilaf-ı vaki malumat-ı sabıkaları, İslamiyetin malı olarak tevehhüm edildi.

DÖRDÜNCÜ ASIL: Ehadis-i şerife ravilerinin bazı kavilleri veyahut istinbat ettikleri manaları, metn-i hadisten telakki ediliyordu. Halbuki, insan hatadan hali olmadığı için, hilaf-ı vaki bazı istinbatları veya kavilleri hadis zannedilerek zaafına hükmedilmiş.

BEŞİNCİ ASIL: اِنَّ فِى اُمَّتِى مُحَدَّثُونَ yani مُلْهَمُونَ sırrınca, bazı ehl-i keşif ve ehl-i velayet olan muhaddisin-i muhaddesun ilhamlarıyla gelen bazı maani, hadis telakki edilmiş. Halbuki ilham-ı evliya, bazı arızalarla hata olabilir. İşte, bu neviden bir kısım hilaf-ı hakikat çıkabilir.

ALTINCI ASIL: Beynennas iştihar bulmuş bazı hikayeler bulunuyor ki, durub-u emsal hükmüne geçer, hakiki manasına bakılmaz. Ne maksat için sevk edilir, ona bakılır. İşte, bu neviden, beynennas tearüf etmiş bazı kıssa ve hikayatı, Resul-ü Ekrem aleyhissalatü vesselam bir maksad-ı irşadi için temsil ve kinaye nevinden zikredivermiş. Şu nevi meselelerin mana-yı hakikisinde kusur varsa, örf ve adat-ı nasa aittir ve tearüf ve tesamu-u umumiye racidir.

YEDİNCİ ASIL: Pek çok teşbih ve temsiller bulunuyor ki, mürur-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-i maddiye telakki ediliyor, hataya düşer. Mesela, “Sevr” ve “Hut” isminde ve alem-i misalde sevr ve hut timsalinde, berri ve bahri hayvanat nazırlarından iki melaiketullah, adeta bir koca öküz ve cismani bir balık zannedilerek hadise ilişilmiş.

Hem mesela, bir vakit huzur-u Nebevide derin bir ses işitildi. Resul-ü Ekrem aleyhissalatü vesselam ferman etti ki: “Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, ta ancak bu dakika Cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.” İşte bu hadisi işiten, hakikate vasıl olmayan, inkara sapar. Halbuki, yirmi dakika o hadisten sonra katiyen sabittir ki, biri geldi, Resul-ü Ekrem aleyhissalatü vesselama dedi ki: “Meşhur münafık yirmi dakika evvel öldü.” Yetmiş yaşına giren o münafık, Cehennemin bir taşı olarak, bütün müddet-i ömrü tedennide, esfel-i safiline, küfre sukuttan ibaret olduğunu, gayet beliğane bir surette, Resul-ü Ekrem aleyhissalatü vesselam beyan etmiştir. Cenab-ı Hak, o vefat dakikasında o sesi işittirip ona alamet etmiştir.

SEKİZİNCİ ASIL: Cenab-ı Hakim-i Mutlak, şu dar-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda, çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla, çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Mesela, Leyle-i Kadri umum Ramazanda, saat-i icabe-i duayı Cuma gününde, makbul velisini insanlar içinde, eceli ömür içinde ve kıyametin vaktini ömr-ü dünya içinde saklamış.

Zira, ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, ahiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve reca ortasında bulunmak maslahatı, iktiza eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde, müphem tarzdaki yirmi sene müphem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır.

İşte, kıyamet dahi, şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurun-u ula ve vusta gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurun-u uhra dehşette kalacaktı. İnsan nasıl hayat-ı şahsiyesiyle, hanesinin ve köyünün bekàsıyla alakadardır. Öyle de, hayat-ı içtimaiye ve neviyesiyle, küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alakadardır. Kuran اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ der, “Kıyamet yakındır” ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez. Zira kıyamet dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir iki gün veya bir iki dakika gibidir. Saat-i kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baid görülsün. İşte bunun içindir ki, Hakim-i Mutlak, kıyameti, Mugayyebat-ı Hamseden olarak ilminde saklıyor. İşte, bu ipham sırrındandır ki, her asır, hatta asr-ı hakikatbin olan Asr-ı Saadet dahi daima kıyametten korkmuşlar. Hatta bazıları “Şeraiti hemen hemen çıkmış” demişler.

İşte bu hakikati bilmeyen insafsız insanlar derler ki: “ahiretin tafsilatını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan Sahabelerin fikirleri, niçin bin sene hakikatten uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, istikbal-i dünyevide bin dört yüz sene sonra gelecek bir hakikati asırlarında karib zannetmişler?”

Elcevap: Çünkü, Sahabeler, feyz-i sohbet-i Nübüvvetten, herkesten ziyade dar-ı ahireti düşünerek, dünyanın fenasını bilerek, kıyametin ipham vaktindeki hikmet-i İlahiyeyi anlayarak, ecel-i şahsi gibi dünyanın eceline karşı dahi daima muntazır bir vaziyet alarak, ahiretlerine ciddi çalışmışlar. Resul-ü Ekrem aleyhissalatü vesselam “Kıyameti bekleyiniz, intizar ediniz” tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşad-ı Nebevidir. Yoksa vuku-u muayyene dair bir vahyin hükmüyle değildir ki hakikatten uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte, Peygamber aleyhissalatü vesselamın bu nevi sözleri, hikmet-i iphamdan ileri geliyor.

Hem şu sırdandır ki, Mehdi, Süfyan gibi ahirzamanda gelecek eşhasları, çok zaman evvel, hatta Tabiin zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hatta bazı ehl-i velayet “Onlar geçmiş” demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlahiye iktiza eder ki, vakitleri taayyün etmesin. Çünkü her zaman, her asır, kuvve-i maneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak Mehdi manasına muhtaçtır. Bu manada her asrın bir hissesi bulunmak lazımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lakaytlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumi zayi olurdu.

Şimdi, Mehdi gibi eşhasın hakkındaki rivayatın ihtilafatı ve sırrı şudur ki:

Ehadisi tefsir edenler, metn-i ehadisi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik etmişler. Mesela, merkez-i saltanat o vakit Şamda veya Medinede olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyaniyeyi, merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kufe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı manevisine veya temsil ettikleri cemaate ait asar-ı azimeyi o eşhasın zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı harika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki, demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas, hatta o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman, çokları, hatta kendisi de bidayeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle o eşhas-ı ahirzaman tanınabilir.

Alamet-i kıyametten olan Deccal hakkındaki hadiste “Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyam-ı saire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer” rivayet ediliyor. İnsafsız insanlar bu rivayete muhal demişler—haşa—şu rivayetin inkar ve iptaline gitmişler. Halbuki, vel-ilmü indallah, hakikati şu olmak gerektir ki:

alem-i küfrün en kesafetlisi olan şimalde, tabiiyyunun fikr-i küfrisinden süzülen bir cereyan-ı azimin başına geçecek ve Uluhiyeti inkar edecek bir şahsın şimal tarafından çıkmasına işaret ve şu işaret içinde bir remz-i hikmet vardır ki, kutb-u şimaliye yakın dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür; altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. “Deccalın bir günü bir senedir” o daire yakınında zuhuruna işarettir. “İkinci günü bir aydır” demekten murat, şimalden bu tarafa geldikçe bazan olur, yazın bir ayında güneş gurub etmez. Şu dahi, Deccal şimalden çıkıp alem-i medeniyet tarafına tecavüzüne işarettir; günü Deccala isnat etmekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe, bir haftada güneş gurub etmiyor.

Daha gele gele, tulu ve gurub ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusyada esarette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurub etmeyen bir yer vardı; seyir için oraya gidiyorlardı. “Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek” olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi adi görüyorlar.

Alamet-i kıyametten olan Yecüc ve Mecüce ve Sedde dair bir risalede bir derece tafsilen yazdığımdan, ona havale edip şurada yalnız şunu deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol ünvanıyla içtimaat-ı beşeriyeyi zirüzeber eden taifeler ve Sedd-i Çininin yapılmasına sebebiyet verenler, kıyamete yakın, yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyeyi zirüzeber edecekleri, rivayetlerde vardır.

Bazı mülhidler derler: “Bu kadar acaibi yapan ve yapacak taifeler nerede?”

Elcevap: Çekirge gibi bir afat, bir mevsimde pek çok kesretle bulunur. Mevsim değiştikçe, memleketi fesada veren kesretli o taifelerin hakikatleri, mahdut bazı fertlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe, emr-i İlahi ile, o mahdut fertlerden gayet kesretli aynı fesat yine başlar. Güya onların hakikat-i milliyetleri inceliyor, kopmuyor; yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor.

Aynen öyle de, bir zaman dünyayı hercümerc eden o taifeler, izn-i İlahi ile, mevsimi geldiği vakit, aynı o taife, medeniyet-i beşeriyeyi hercümerc edecekler. Fakat onların muharrikleri başka bir surette tezahür eder. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ

DOKUZUNCU ASIL: Mesail-i imaniyeden bir kısmın netaici, şu mukayyet ve dar aleme bakar. Diğer bir kısmı, geniş ve mutlak olan alem-i ahirete bakar. Amellerin fazilet ve sevabına dair ehadis-i şerifenin bir kısmı, tergib ve terhibe münasip bir tesir vermek için belağatli bir üslupta geldiğinden, dikkatsiz insanlar onları mübalağalı zannetmişler. Halbuki, bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından, mücazefe ve mübalağa, içlerinde yoktur.

Ezcümle, en ziyade insafsızların zihnini kurcalayan şu hadistir ki: لَوْ وَزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَۤاءٍ ev kema kàl. Meal-i şerifi: “Dünyanın, Cenab-ı Hakkın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kafirler bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler.” Hakikati şudur ki: عِنْدَ اللهِ tabiri, “alem-i bekàdan” demektir. Evet, alem-i bekàdan bir sinek kanadı kadar bir nur, madem ebedidir, yeryüzünü dolduracak muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek kanadıyla muvazene değil; belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususi dünyasını, alem-i bekàdan bir sinek kanadı kadar daimi bir feyz-i İlahiye ve bir ihsan-ı İlahiye muvazeneye gelmediği demektir.

Hem dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var: Biri, Cenab-ı Hakkın esmasının ayineleridir. Diğeri ahirete bakar, ahiret tarlasıdır. Diğeri fenaya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzi-i İlahi olmayan, ehl-i dalaletin dünyasıdır. Demek, Esma-i Hüsnanın ayineleri ve mektubat-ı Samedaniye ve ahiretin mezraası olan koca dünya değil; belki ahirete zıt ve bütün hatiatın menşei ve beliyyatın menbaı olan, dünyaperestlerin dünyasının, alem-i ahirette ehl-i imana verilen sermedi bir zerresine değmediğine işarettir.

İşte, en doğru ve ciddi şu hakikat nerede? Ve insafsız ehl-i ilhadın fehmettikleri mana nerede? O insafsız ehl-i ilhadın en mübalağa, en mücazefe zannettikleri mana nerede?

Hem mesela, insafsız ehl-i ilhadın mübalağa zannettikleri, hatta muhal bir mübalağa ve mücazefe tevehhüm ettikleri biri de, amellerin sevabına dair ve bazı surelerin faziletleri hakkında gelen rivayetlerdir. Mesela, Fatihanın Kuran kadar sevabı vardır; Sure-i İhlas, sülüs-ü Kuran; Sure-i İza Zülziletil-Ardu, rubu; Sure-i Kul Ya Eyyühel-Kafirun, rubu; Sure-i Yasin, on defa Kuran kadar olduğuna rivayet vardır. İşte, insafsız ve dikkatsiz insanlar demişler ki: “Şu muhaldir. Çünkü Kuran içinde Yasin ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için manasız olur.”

Elcevap: Hakikati şudur ki: Kuran-ı Hakimin herbir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Fazl-ı İlahiden, o harflerin sevabı sünbüllenir, bazan on tane verir, bazan yetmiş, bazan yedi yüz (ayetül-Kürsi harfleri gibi), bazan bin beş yüz (Sure-i İhlasın harfleri gibi), bazan on bin (Leyle-i Beratta okunan ayetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazan otuz bin (mesela, haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadirde okunan ayetler gibi). Ve “O gece bin aya mukabil” işaretiyle, bir harfinin o gecede otuz bin sevabı olur, anlaşılır. İşte, Kuran-ı Hakim, tezauf-u sevabıyla beraber, elbette muvazeneye gelmez ve gelemiyor. Belki asıl sevabıyla, bazı surelerle muvazeneye gelebilir.

Mesela, içinde mısır ekilmiş bir tarla farz edelim ki, bin tane ekilmiş. Bazı habbeleri yedi sünbül vermiş farz etsek, herbir sünbülde yüzer dane olmuşsa, o vakit tek bir habbe, bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. Mesela birisi de on sünbül vermiş, herbirinde iki yüz dane vermiş. O vakit bir tek habbe, asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hakeza, kıyas et.

Şimdi, Kuran-ı Hakimi, nurani, mukaddes bir mezraa-i semaviye tasavvur ediyoruz. İşte, herbir harfi, asıl sevabıyla birer habbe hükmündedir. Onların sünbülleri nazara alınmayacak. Sure-i Yasin, İhlas, Fatiha, Kul Ya Eyyühel-Kafirun, İza Zülziletil-Ardu gibi, sair faziletlerine dair rivayet edilen sure ve ayetlerle muvazene edilebilir. Mesela, Kuran-ı Hakimin üç yüz bin altı yüz yirmi harfi olduğundan, Sure-i İhlas, Besmeleyle beraber altmış dokuzdur. Üç defa altmış dokuz, iki yüz yedi harftir. Demek, Sure-i İhlasın herbir harfinin haseneleri bin beş yüze yakındır. İşte, Sure-i Yasinin hurufatı hesap edilse, Kuran-ı Hakimin mecmu-u hurufatına nisbet edilse ve on defa muzaaf olması nazara alınsa, şöyle bir netice çıkar ki: Yasin-i Şerifin herbir harfi, takriben beş yüze yakın sevabı vardır, yani o kadar hasene sayılabilir. İşte, buna kıyasen başkalarını dahi tatbik etsen, ne kadar latif ve güzel ve doğru ve mücazefesiz bir hakikat olduğunu anlarsın.

ONUNCU ASIL: Ekser taife-i mahlukatta olduğu gibi, efal ve amal-i beşeriyede bazı harika fertler bulunur. O fertler, eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medar-ı fahrleridir, yoksa medar-ı şeametleridir. Hem gizleniyorlar; adeta birer şahs-ı manevi, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sair fertlerin herbirisi, o olmaya çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek, o mükemmel harika fert mutlak, müphem bulunup, her yerde bulunması mümkün… Şu ipham itibarıyla, mantıkça kaziye-i mümkine suretinde, külliyetine hükmedilebilir. Yani, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Mesela, “Kim iki rekat namazı filan vakitte kılsa, bir hac kadardır.” İşte, iki rekat namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Herbir iki rekat namazda, bu mana külliyetle mümkündür.

Demek, şu nevideki rivayetler, vukuu bilfiil daimi ve külli değil. Zira kabulün madem şartları vardır; külliyet ve daimilikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattir, mutlaktır; veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehadisteki külliyet ise, imkan itibarıyladır.

Mesela, “Gıybet, katl gibidir.” Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır. Mesela, “Bir güzel söz, bir abdi azad etmek gibi bir sadaka-i azimenin yerine geçer.”Şimdi, tergib veya teşvik için, o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkanını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir.

Hem de şu alemin mikyasıyla alem-i ebedinin şeyleri tartılmaz. Buranın en büyüğü, oranın en küçüğüne muvazi gelemez. Sevab-ı amal o aleme baktığı için, dünyevi nazarımız ona dar geliyor, aklımıza sığıştıramıyoruz. Mesela مَنْ قَرَاَ هٰذَا اُعْطِىَ لَهُ مِثْلُ ثَوَابِ مُوسٰى وَهَارُونَ yani اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَرَبِّ اْلاَرَضِينَ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَلَهُ الْكِبْرِيَۤاءُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَرَبِّ اْلاَرَضِينَ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَلَهُ الْعَظَمَةُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ وَلَهُ الْمُلْكُ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

İnsafsız ve dikkatsizlerin en ziyade nazar-ı dikkatini celb eden, şu gibi rivayetlerdir. Hakikati şudur ki:

Dünyada, dar nazarımızla, kısacık fikrimizle, Musa ve Harun Aleyhimesselamın sevaplarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz? alem-i ebediyette, Rahim-i Mutlak, saadet-i ebediyede, nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine, birtek virde mukabil vereceği hakikat-i sevap, o iki zatın sevaplarına—fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevaplarına—müsavi olabilir.

Mesela, bedevi, vahşi bir adam, hiç padişahı görmemiş, saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder; o mahdut fikriyle, bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hatta bizde sade-dil bir taife var ki, eskiden diyorlardı ki: “Padişah kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor.” Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve adi bir surette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor! adeta bir yüzbaşı haşmetinde farz ediyorlar.

Şimdi, biri o adamlardan birisine dese, “Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim. Yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim”; o söz hakikattir. Çünkü, haşmet-i padişahiden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.

İşte, dünya nazarıyla, dar fikrimizle, ahirete müteveccih hakaik-ı sevabiyeyi o bedevi adam kadar da düşünemiyoruz. Musa (a.s.) ve Harunun (a.s.) meçhulümüz olan hakiki sevapları ile muvazene değil—çünkü teşbih kaidesi, meçhulü maluma kıyas eder—belki muvazene edilen, malumumuz olan ve tahminimize giren sevaplarıyla, bir abd-i müminin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakiki sevabıdır.

Hem de, deniz yüzü ile katrenin gözbebeği, güneşin tamam-ı aksini tutmakta müsavidirler. Fark keyfiyettedir. Musa (a.s.) ve Harunun (a.s.) deniz-misal ayine-i ruhlarına inikas eden mahiyet-i sevap, bir katre hükmünde bir abd-i müminin bir ayetten aldığı aynı mahiyet-i sevaptır. Mahiyetçe, kemiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete tabidir.

Hem bazan olur ki, birtek kelime, birtek tesbih öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bazı halat oluyor ki, birtek ayet, Kuran kadar faide verebilir.

Hem İsm-i azama mazhar olan Resul-ü Ekrem aleyhissalatü vesselamın bir ayette mazhar olduğu feyz-i İlahi, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile İsm-i azam zılline mazhar bir mümin, kendi kabiliyeti itibarıyla, kemiyetçe bir nebinin feyzi kadar sevap alıyor denilse, hilaf-ı hakikat olamaz.

Hem de sevap ve fazilet, nur alemindendir. O alemden bir alem, bir zerreye sığışabilir. Nasıl ki, bir zerrecik bir şişede, semavat, nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de, niyet-i halise ile şeffafiyet peyda eden bir zikirde veya bir ayette, semavat gibi nurani sevap ve fazilet yerleşebilir.

Netice-i kelam: Ey insafsız ve dikkatsiz ve imanı zayıf, felsefesi kavi, hodbin, münekkit adam! Şu On Asılı nazara al; sonra sen hilaf-ı hakikat ve kati muhalif-i vaki gördüğün bir rivayeti bahane ederek ehadis-i şerifeye ve dolayısıyla Resul-ü Ekrem aleyhissalatü vesselamın mertebe-i ismetine halel verecek itiraz parmağını uzatma. Zira, evvela o On Asılın on dairesi seni inkardan vazgeçirir. “Hakiki bir kusur varsa bize aittir” derler. “Hadise raci olamaz. Eğer hakiki değilse, senin su-i fehmine aittir” derler.

Elhasıl, inkar ve redde gitmek için, şu On Asılı tekzip ve iptal etmek lazım gelir. Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemal-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilaf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkarına kalkışma. “Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır” de, ilişme.

ON BİRİNCİ ASIL: Nasıl Kuran-ı Hakimin müteşabihatı var; tevile muhtaçtır veyahut mutlak teslim istiyor. Ehadisin de, Kuranın müteşabihatı gibi, müşkilatı vardır. Bazan çok dikkatli bir tefsire ve tabire muhtaçtır. Geçmiş misallerle iktifa edebilirsiniz.

Evet, nasıl ki hüşyar olan adam, yatmış olan adamın rüyasını tabir eder. Öyle de, bazan uykuda olan bir adam, yanında uyanık olan konuşanların sözlerini işitiyor, fakat kendi alem-i menamına tatbik eder bir tarzda mana veriyor, tabir ediyor. Öyle de, ey gaflet ve felsefe uykusu içinde tenvim edilen insafsız adam! Sırr-ı مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى ve تَنَامُ عَيْنِى وَلاَ يَنَامُ قَلْبِى hükmüne mazhar ve hakiki hüşyar ve yakzan olan zatın gördüğünü, sen kendi rüyanda inkar değil, tabir et.

Evet, uykuda bir adamı bir sinek ısırsa, müthiş bir harpte yaralar alır gibi bir hakikat-i nevmiye bazan telakki eder. Ondan sorulsa, “Hakikaten ben yaralandım.

Bana top, tüfek atıldı” diyecek. Yanında oturanlar, onun uykusundaki ıztırabına gülüyorlar.

İşte, bu nevm-alud nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-ı Nübüvvete mihenk olamazlar.

ON İKİNCİ ASIL: Nazar-ı Nübüvvet ve tevhid ve iman, vahdete, ahirete, Uluhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır.

Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i usulüd-din ve ulema-i ilm-i kelamın makàsıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir. İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakiki hikmet olan ulum-u aliye-i İlahiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir müminden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkıkin-i İslamiyeyi, hükemalara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i Nübüvvet ile makàsıd-ı aliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler?

Hem bir şey, iki nazarla bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikati gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-i katiyesi, Kuranın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve mualla damenine erişemez. Nümune olarak bir misal zikrederiz.

Mesela, küre-i arz, ehl-i hikmet nazarıyla bakılsa, hakikati şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi, hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahluk… Fakat ehl-i Kuran nazarıyla bakıldığı vakit, On Beşinci Sözde izah edildiği gibi, hakikati şöyledir ki: Semere-i alem olan insan en cami, en bedi ve en aciz, en aziz, en zayıf, en latif bir mucize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin, semaya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, manen ve sanaten bütün kainatın kalbi, merkezi; bütün mucizat-ı sanatının meşheri, sergisi; bütün tecelliyat-ı esmasının mazharı, nokta-i mihrakiyesi; nihayetsiz faaliyet-i Rabbaniyenin mahşeri, makesi; hadsiz hallakıyet-i İlahiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli enva-ı sağiresinden cevadane icadın medarı, çarşısı; ve pek geniş ahiret alemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegahı; ve mensucat-ı ebediyenin süratle işleyen destgahı; ve menazır-ı sermediyenin çabuk değişen taklitgahı; ve besatin-i daimenin tohumcuklarına süratle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegahı olmuştur. İşte, arzın bu azamet-i maneviyesinden ve ehemmiyet-i sanaviyesindendir ki, Kuran-ı Hakim, semavata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semavata karşı, küçücük kalbi büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semavatı bir kefede koyuyor, mükerreren رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ diyor.

İşte, sair mesaili buna kıyas et ve anla ki, felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri, Kuranın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için, ayrı ayrı görünür.

DÖRDÜNCÜ DAL
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللهَ يَسْجُدُ لَهُ مَنْ فِى السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِى اْلاَرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ وَالنُّجُومُ وَالْجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَۤابُّ وَكَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ وَكَثِيرٌ حَقَّ عَلَيْهِ الْعَذَابُ وَمَنْ يُهِنِ
اللهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُكْرِمٍ اِنَّ اللهَ يَفْعَلُ مَايَشَۤاءُ

Şu büyük ve geniş ayetin hazinesinden yalnız birtek cevherini göstereceğiz. Şöyle ki:

Kuran-ı Hakim tasrih ediyor ki, Arştan ferşe, yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere, seyyarattan zerrelere kadar herşey Cenab-ı Hakka secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri, mazhar oldukları esmalara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir. Biz, onların ibadetlerinin tenevvüünün bir nevini, bir temsille beyan ederiz.

Mesela, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى azim bir malikül-mülk, büyük bir şehri veya muhteşem bir sarayı bina ettiği vakit, o zat dört nevi ameleyi onun binasında istihdam ve istimal eder.

Birinci nevi: Onun memlük ve köleleridir. Bu nevin ne maaşı var ve ne de ücreti var. Belki onlar, seyyidlerinin emriyle işledikleri her amelde, onların gayet latif bir zevk ve hoş bir şevkleri vardır. Seyyidlerinin medhinden ve vasfından ne deseler, onların zevkini ve şevkini ziyade eder. Onlar, o mukaddes seyyidlerine intisaplarını büyük bir şeref bilerek onunla iktifa ediyorlar. Hem o seyyidin namıyla, hesabıyla, nazarıyla işlere bakmalarından da manevi lezzet buluyorlar; ücret ve rütbeye ve maaşa muhtaç olmuyorlar.

İkinci kısım ki, bazı ami hizmetkarlardır. Bilmiyorlar, niçin işliyorlar. Belki o malik-i zişan onları istimal ediyor, kendi fikriyle ve ilmiyle onları çalıştırıyor. Onlara layık bir cüzi ücret dahi veriyor. O hizmetkarlar bilmiyorlar ki, amellerine ne çeşit külli gayeler, ali maslahatlar terettüp ediyor. Hatta bazıları tevehhüm ediyorlar ki, onların amelleri yalnız kendilerine ait o ücret ve maaşından başka gayesi yoktur.

Üçüncü kısım: O malikül-mülkün bir kısım hayvanatı var. Onları o şehrin, o sarayın binasında bazı işlerde istihdam ediyor. Onlara yalnız bir yem veriyor. Onların da istidatlarına muvafık işlerde çalışmaları, onlara bir telezzüz veriyor. Çünkü, bilkuvve bir kabiliyet ve bir istidat, fiil ve amel suretine girse, inbisat ile teneffüs eder, bir lezzet verir. Ve bütün faaliyetlerdeki lezzet bu sırdandır. Şu kısım hizmetkarların ücret ve maaşları, yalnız yem ve şu lezzet-i maneviyedir; onunla iktifa ederler.

Dördüncü kısım: Öyle amelelerdir ki, biliyorlar ne işliyorlar ve niçin işliyorlar ve kimin için işliyorlar ve sair ameleler niçin işliyorlar ve o malikül-mülkün maksadı nedir, niçin işlettiriyor? İşte bu nevi amelelerin sair amelelere bir riyaset ve nezaretleri var. Onların derecat ve rütbelerine göre, derece derece maaşları var.

Aynen bunun gibi, semavat ve arzın Malik-i Zülcelali ve dünya ve ahiretin Bani-i Zülcemali olan Rabbül-alemin—değil ihtiyaç için, çünkü herşeyin Halıkı Odur; belki izzet ve azamet ve rububiyetin şuunatı gibi bazı hikmetler için—şu kainat sarayında, şu daire-i esbab içinde, hem melaikeyi, hem hayvanatı, hem cemadat ve nebatatı, hem insanları istihdam ediyor, onlara ibadet ettiriyor. Şu dört nevi, ayrı ayrı vezaif-i ubudiyetle mükellef etmiştir.

Birinci kısım: Temsilde memlüklere misal melaikelerdir. Melaikeler ise, onlarda mücahede ile terakkiyat yoktur. Belki herbirinin sabit bir makamı, muayyen bir rütbesi vardır. Fakat onların nefs-i amellerinde bir zevk-i mahsusaları var, nefs-i ibadetlerinde derecatlarına göre tefeyyüzleri var. Demek, o hizmetkarlarının mükafatı, hizmetlerinin içindedir. Nasıl insan ma, hava ve ziya ve gıda ile tagaddi edip telezzüz eder. Öyle de, melekler zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve marifet ve muhabbetin envarıyla tagaddi edip telezzüz ediyorlar.

Çünkü onlar nurdan mahluk oldukları için, gıdalarına nur kafidir. Hatta nura yakın olan rayiha-i tayyibe dahi onların bir nevi gıdalarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Evet, ervah-ı tayyibe, revayih-i tayyibeyi sever.

Hem melekler, Mabudlarının emriyle işledikleri işlerde ve Onun hesabıyla işledikleri amellerde ve Onun namıyla ettikleri hizmette ve Onun nazarıyla yaptıkları nezarette ve Onun intisabıyla kazandıkları şerefte ve Onun mülk ve melekutunun mütalaasıyla aldıkları tenezzühte ve Onun tecelliyat-ı cemaliye ve celaliyesinin müşahedesiyle kazandıkları tenaumda öyle bir saadet-i azime vardır ki, akl-ı beşer anlamaz, melek olmayan bilemez.

Meleklerin bir kısmı abiddirler. Diğer bir kısmının ubudiyetleri, ameldedir. Melaike-i arziyenin amele kısmı, bir nevi insan gibidir, tabir caizse bir nevi çobanlık ederler. Bir nevi de çiftçilik ederler.

Yani ru-yi zemin umumi bir mezraadır. İçindeki bütün hayvanatın taifelerine, Halık-ı Zülcelalin emriyle, izniyle, hesabıyla, havl ve kuvvetiyle bir melek-i müekkel nezaret eder. Ondan daha küçük, herbir nevi hayvanata mahsus, bir nevi çobanlık edecek bir melaike-i müekkel var.

Hem de ru-yi zemin bir tarladır; umum nebatat onun içinde ekilir. Umumuna, Cenab-ı Hakkın namıyla, kuvvetiyle nezaret edecek müekkel bir melek vardır. Ondan daha aşağı bir melek, bir taife-i mahsusaya nezaret etmekle Cenab-ı Hakka ibadet ve tesbih eden melekler var. Rezzakıyet arşının hamelesinden olan Mikail , şunların en büyük nazırlarıdır.

Meleklerin çoban ve çiftçiler mesabesinde olanlarının insanlara müşabehetleri yoktur. Çünkü onların nezaretleri sırf Cenab-ı Hakkın hesabıyladır ve Onun namıyla ve kuvvetiyle ve emriyledir. Belki nezaretleri, yalnız Rububiyetin tecelliyatını, memur olduğu nevide müşahede etmek ve kudret ve rahmetin cilvelerini o nevide mütalaa etmek ve evamir-i İlahiyeyi o neve bir nevi ilham etmek ve o nevin efal-i ihtiyariyesini bir nevi tanzim etmekten ibarettir. Ve bilhassa zeminin tarlasındaki nebatata nezaretleri, onların tesbihat-ı maneviyelerini melek lisanıyla temsil etmek ve onların hayatlarıyla Fatır-ı Zülcelale karşı takdim ettiği tahiyyat-ı maneviyelerini melek lisanıyla ilan etmek, hem onlara verilen cihazatı hüsn-ü istimal etmek ve bazı gayelere tevcih etmek ve bir nevi tanzim etmekten ibarettir.

Melaikelerin şu hizmetleri, cüz-ü ihtiyarileriyle bir nevi kisbdir. Belki bir nevi ubudiyet ve ibadettir. Tasarruf-u hakikileri yoktur. Çünkü herşeyde Halık-ı Külli Şeye has bir sikke vardır; başkaları parmağını icada karıştıramaz. Demek melaikelerin şu nevi amelleri ise onların ibadetidir; insan gibi adetleri değildir.

Ve bu saray-ı kainatta ikinci kısım amele, hayvanattır. Hayvanat dahi, iştiha sahibi bir nefis ve bir cüz-ü ihtiyarileri olduğundan, amelleri halisen livechillah olmuyor. Bir derece nefislerine de bir hisse çıkarıyorlar. Onun için, Malikül-Mülki Zül-Celali vel-İkram, kerim olduğundan, onların nefislerine bir hisse vermek için, amellerinin zımnında onlara bir maaş ihsan ediyor.

Mesela, meşhur bülbül kuşu, gülün aşkıyla maruf o hayvancığı, Fatır-ı Hakim istihdam ediyor. Beş gaye için onu istimal ediyor:
· Birincisi: Hayvanat kabileleri namına, nebatat taifelerine karşı olan münasebat-ı şedideyi ilana memurdur.
· İkincisi: Rahmanın rızka muhtaç misafirleri hükmünde olan hayvanat tarafından bir hatib-i Rabbanidir ki, Rezzak-ı Kerim tarafından gönderilen hediyeleri alkışlamakla ve ilan-ı sürur etmekle muvazzaftır.
· Üçüncüsü: Ebna-yı cinsine imdat için gönderilen nebatata karşı hüsn-ü istikbali herkesin başında izhar etmektir.
· Dördüncüsü: Nev-i hayvanatın nebatata derece-i aşka vasıl olan şiddet-i ihtiyacını, nebatatın güzel yüzlerine karşı, mübarek başları üstünde beyan etmektir.
· Beşincisi: Malikül-Mülk-i Zül-Celali vel-Cemali vel-İkramın bargah-ı merhametine en latif bir tesbihi, en latif bir şevk içinde, gül gibi en latif bir yüzde takdim etmektir.

İşte, şu beş gayeler gibi başka manalar da vardır. Şu manalar ve şu gayeler, bülbülün, Hak Sübhanehu ve Tealanın hesabına ettiği amelin gayesidir. Bülbül kendi diliyle konuşur; biz şu manaları onun hazin sözlerinden fehmediyoruz. Melaike ve ruhaniyatın fehmettikleri gibi kendisi kendi nağamatının manasını tamamen bilmese de fehmimize zarar vermez. “Dinleyen söyleyenden daha iyi anlar” meşhurdur. Hem bülbül şu gayeleri tafsilatıyla bilmemesinden, olmamasına delalet etmiyor. Laakal, saat gibi sana evkatını bildirir. Kendisi bilmiyor, ne yapıyor. Bilmemesi, senin bildiğine zarar vermez.

Amma o bülbülün cüzi maaşı ise, o tebessüm eden ve gülen güzel gül çiçeklerinin müşahedesiyle aldığı zevk ve onlarla muhavere ve konuşmak ve dertlerini dökmekle aldığı telezzüzdür. Demek onun nağamat-ı hazinesi, hayvani teellümattan gelen teşekkiyat değil, belki ataya-yı Rahmaniyeden gelen bir teşekkürattır.

Bülbüle nahli, fahli, ankebut ve nemli, yani arı ve vasıta-i nesil erkek hayvan ve örümcek ve karınca ve hevam ve küçük hayvanların bülbüllerini kıyas et. Herbirinin amellerinin bülbül gibi çok gayeleri var. Onlar için de birer maaş-ı cüzi hükmünde birer zevk-i mahsus, hizmetlerinin içinde derc edilmiştir. O zevk ile sanat-ı Rabbaniyedeki mühim gayelere hizmet ediyorlar. Nasıl ki bir sefine-i sultaniyede bir nefer dümencilik edip bir cüzi maaş alır. Öyle de, hizmet-i Sübhaniyede bulunan bu hayvanatın birer cüzi maaşları vardır.

Bülbül bahsine bir tetimme: Sakın zannetme ki, bu ilan ve dellallık ve tesbihatın nağamatıyla teganni bülbüle mahsustur. Belki ekser envaın herbir nevinin bülbül misali bir sınıfı var ki, o nevin en latif hissiyatını, en latif bir tesbih ile, en latif secalarla temsil edecek birer latif ferdi veya efradı bulunur. Hususan sinek ve böceklerin bülbülleri hem çoktur, hem çeşit çeşittirler ki, onlar, bütün kulağı bulunanların, en küçük hayvandan en büyüğüne kadar olanların başlarında, tesbihatlarını güzel secalarla onlara işittirip onları mütelezziz ediyorlar.

Onlardan bir kısmı leylidir. Gecede sükuta dalan ve sükunete giren bütün küçük hayvanların kaside-han enisleri, gecenin sükunetinde ve mevcudatın sükutunda, onların tatlı sözlü nutuk-hanlarıdır. Ve o meclis-i halvette olan zikr-i hafinin dairesinde birer kutuptur ki, herbirisi onu dinler, kendi kalbleriyle Fatır-ı Zülcelallerine bir nevi zikir ve tesbih ederler.

Diğer bir kısmı neharidir. Gündüzde, ağaçların minberlerinde, bütün zihayatların başlarında, yaz ve bahar mevsimlerinde, yüksek avazlarıyla, latif nağamatla, secalı tesbihatla Rahmanür-Rahimin rahmetini ilan ediyorlar. Güya bir zikr-i cehri halkasının bir reisi gibi, işitenlerin cezbelerini tahrik ediyorlar ki, o vakit işitenlerin herbirisi lisan-ı mahsusuyla ve bir avaz-ı hususi ile Fatır-ı Zülcelalinin zikrine başlar.

Demek, herbir nevi mevcudatın, hatta yıldızların da bir serzakiri ve nurefşan bir bülbülü var. Fakat bütün bülbüllerin en efdali ve en eşrefi ve en münevveri ve en bahiri ve en azimi ve en kerimi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eamm ve mahiyetçe en ekmel ve suretçe en ecmel, kainat bostanında, arz ve semavatın bütün mevcudatını latif seceatıyla, leziz nağamatıyla, ulvi tesbihatiyle vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelib-i zişanı ve beni ademin bülbül-ü zül-Kuranı, Muhammed-i Arabidir.

عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰ لِهِ وَاَمْثَالِهِ اَفْضَلُ الصَّلاَةِ وَاَجْمَلُ التَّسْلِيمَاتِ

Elhasıl: Kainat sarayında hizmet eden hayvanat, kemal-i itaatle evamir-i tekviniyeye imtisal edip, fıtratlarındaki gayeleri güzel bir vech ile ve Cenab-ı Hakkın namıyla izhar ederek, hayatlarının vazifelerini bedi bir tarzla, Cenab-ı Hakkın kuvvetiyle işlemekle ettikleri tesbihat ve ibadat, onların hedaya ve tahiyyatlarıdır ki, Fatır-ı Zülcelal ve Vahib-i Hayat dergahına takdim ediyorlar.

Üçüncü kısım ameleler, nebatat ve cemadattır. Onların cüz-ü ihtiyarileri olmadığı için, maaşları yoktur. Amelleri halisen livechillahtır ve Cenab-ı Hakkın iradesiyle ve ismiyle ve hesabıyla ve havl ve kuvvetiyledir.

Fakat nebatatın gidişatlarından hissolunuyor ki, onların vezaif-i telkih ve tevlidde ve meyvelerin terbiyesinde bir çeşit telezzüzatları var; fakat hiç teellümata mazhar değiller. Hayvan, muhtar olduğu için, lezzetle beraber elemi de var. Cemadat ve nebatatın amellerinde ihtiyar gelmediği için, eserleri de, ihtiyar sahibi olan hayvanların amellerinden daha mükemmel oluyor. İhtiyar sahibi olanların içinde, arı emsali gibi vahiy ve ilhamla tenevvür edenlerin amelleri, cüz-ü ihtiyarisine itimad edenlerin amellerinden daha mükemmeldir.

Yeryüzünün tarlasında nebatatın herbir taifesi, lisan-ı hal ve istidat diliyle Fatır-ı Hakimden sual ediyorlar, dua ediyorlar ki, “Ya Rabbena! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün herbir tarafında taifemizin bayrağını dikmekle saltanat-ı rububiyetini lisanımızla ilan edelim. Ve ru-yi arz mescidinin herbir köşesinde Sana ibadet etmek için bize tevfik ver. Ve meşhergah-ı arzın herbir tarafında Senin Esma-i Hüsnanın nakışlarını, Senin bedi ve antika sanatlarını kendi lisanımızla teşhir etmek için bize bir revaç ve seyahate iktidar ver” derler.

Fatır-ı Hakim, onların manevi dualarını kabul edip ki, bir taifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir; her tarafa uçup gidiyorlar, taifeleri namına esma-i İlahiyeyi okutturuyorlar (ekser dikenli nebatat ve bir kısım sarı çiçeklerin tohumları gibi). Ve bir kısmına da, insana lazım veya hoşuna gidecek güzel et veriyor, insanı ona hizmetkar edip her tarafa ekiyor. Bazı taifelerine de, hazmolmayacak sert bir kemik üstünde hayvanlar yutacak bir et veriyor ki, hayvanlar onu çok taraflara dağıtıyorlar. Bazılara da çengelcikleri verip her temas edene yapışıyor; başka yerlere giderek taifesinin bayrağını dikerler, Sani-i Zülcelalin antika sanatını teşhir ediyorlar. Ve bir kısmına da-acı düvelek denilen nebatat gibi-saçmalı tüfek gibi bir kuvvet verir ki, vakti geldiği zaman onun meyvesi olan hıyarcık düşer, saçmalar gibi birkaç metre yerlere tohumcuklarını atar, zer eder, Fatır-ı Zülcelalin zikir ve tesbihini kesretli lisanlarla söylettirmeye çalışırlar. Ve hakeza, kıyas et.

Fatır-ı Hakim ve Kadir-i Alim, kemal-i intizamla, herşeyi güzel yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gayelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif etmiş, güzel tesbihat yaptırıyor, güzel ibadet ettiriyor.

Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dalaleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma.

Dördüncü kısım insandır. Şu kainat sarayında bir nevi hademe olan insanlar hem melaikeye benzer, hem hayvanata benzer. Melaikeye, ubudiyet-i külliyede, nezaretin şümulünde, marifetin ihatasında, Rububiyetin dellallığında meleklere benzer. Belki insan daha camidir. Fakat insanın şerire ve iştihalı bir nefsi bulunduğundan, melaikenin hilafına olarak, pek mühim terakkiyat ve tedenniyata mazhardır. Hem insan, amelinde nefsi için bir haz ve zatı için bir hisse aradığı için, hayvana benzer.

Öyle ise insanın iki maaşı var: Biri cüzidir, hayvanidir, muacceldir. İkincisi melekidir, küllidir, müecceldir. Şimdi, insanın vazifesiyle maaşı ve terakkiyat ve tedenniyatı, geçen yirmi üç adet Sözlerde kısmen geçmiştir. Hususan On Birinci ve Yirmi Üçüncüde daha ziyade beyan edilmiş.

Onun için şurada ihtisar ederek kapıyı kapıyoruz. Erhamürrahiminden, rahmet kapılarını bize açmasını ve şu Sözün tekmiline tevfikini refik eylemesini niyaz ile kusurumuzun ve hatamızın affını talep ile hatmediyoruz.

BEŞİNCİ DAL
Beşinci Dalın Beş Meyvesi var.
BİRİNCİ MEYVE: Ey nefisperest nefsim, ve ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet şu kainatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kainatın rabıtasıdır, hem şu kainatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kainatın en cami bir meyvesi olduğu için, kainatı istila edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. İşte, şöyle nihayetsiz bir muhabbete layık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.

İşte, ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın havfa ve muhabbete alet olacak iki cihaz, fıtratında derc olunmuştur. Alaküllihal, o muhabbet ve havf, ya halka veya Halıka müteveccih olacak. Halbuki, halktan havf ise elim bir beliyyedir; halka muhabbet dahi belalı bir musibettir.

Çünkü, sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde havf, elim bir beladır.

Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allahaısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecazi aşklarda yüzde doksan dokuzu, maşukundan şikayet eder. Çünkü, Samed ayinesi olan batın-ı kalble sanem-misal dünyevi mahbuplara perestiş etmek, o mahbupların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira, fıtrat, fıtri ve layık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvani sevmekler bahsimizden hariçtir.)

Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor, senin rağmına mufarakat ediyor. Madem öyledir; bu havf ve muhabbeti öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun, muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun.

Evet, Halık-ı Zülcelalinden havf etmek, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf bir kamçıdır, Onun rahmetinin kucağına atar. Malumdur ki, bir valide, mesela bir yavruyu korkutup sinesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sinesine celb ediyor. Halbuki, bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lemasıdır. Demek havfullahta azim bir lezzet vardır.

Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malum olur. Hem Allahtan havf eden, başkaların kasavetli, belalı havfından kurtulur. Hem, Allah hesabına olduğu için, mahlukata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor.

Evet, insan evvela nefsini sever. Sonra akaribini, sonra milletini, sonra zihayat mahlukları, sonra kainatı, dünyayı sever. Bu dairelerin herbirisine karşı alakadardır; onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki, şu hercümerç alemde ve rüzgar deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından, biçare kalb-i insan her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima ıztırap içinde kalır. Yahut gafletle sarhoş olur.

Madem öyledir, ey nefis, aklın varsa bütün o muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver, şu belalardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemal ve cemal sahibine mahsustur. Ne vakit hakiki sahibine verdin; o vakit bütün eşyayı Onun namıyla ve Onun ayinesi olduğu cihetle ıztırapsız sevebilirsin. Demek, şu muhabbet doğrudan doğruya kainata sarf edilmemek gerektir. Yoksa muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elim bir nikmet olur.

Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki: Ey nefis, sen muhabbetini kendi nefsine sarf ediyorsun. Sen kendi nefsini kendine mabud ve mahbup yapıyorsun. Herşeyi nefsine feda ediyorsun. Adeta bir nevi rububiyet veriyorsun. Halbuki muhabbetin sebebi ya kemaldir—zira kemal zatında sevilir—yahut menfaattir, yahut lezzettir, veyahut hayriyettir; ya bunlar gibi bir sebep tahtında muhabbet edilir. Şimdi, ey nefis, birkaç Sözde kati ispat etmişiz ki, asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibarıyla sen onlarla Fatır-ı Zülcelalin kemal, cemal, kudret ve rahmetine ayinedarlık ediyorsun. Demek, ey nefis, nefsine muhabbet değil, belki adavet etmelisin yahut acımalısın veyahut, mutmainne olduktan sonra, şefkat etmelisin. Eğer nefsini seversen—çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir; sen de lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun—o zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i nefsiyeyi nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma. Çünkü o bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder, nefsinde bir lemacıkla iktifa eder. Zira, nefsi olan lezzet ve menfaatinle beraber, bütün alakadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intıfa ettiğin ve saadetleriyle mesut olduğun mevcudatın ve bütün kainatın menfaatleri, nimetleri, iltifatına tabi bir Mahbub-u Ezeliyi sevmekliğin lazımdır—ta, hem kendinin, hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz olasın, hem kemal-i mutlakın muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın.

Zaten sana, sende senin nefsine olan şedit muhabbetin, Onun zatına karşı muhabbet-i zatiyedir ki, sen suiistimal edip kendi zatına sarf ediyorsun. Öyle ise, nefsindeki eneyi yırt, Hüveyi göster. Ve kainata dağınık bütün muhabbetlerin, Onun esma ve sıfatına karşı verilmiş bir muhabbettir; sen suiistimal etmişsin, cezasını da çekiyorsun. Çünkü, yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-ı meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir. Rahmanür-Rahim ismiyle, hurilerle müzeyyen Cennet gibi senin bütün arzularına cami bir meskeni senin cismani hevesatına ihzar eden; ve sair esmasıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sair letaifin arzularını tatmin edecek ebedi ihsanatını o Cennette sana müheyya eden; ve herbir isminde manevi çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelinin, elbette bir zerre muhabbeti kainata bedel olabilir; kainat Onun bir cüzi tecelli-i muhabbetine bedel olamaz. Öyle ise, o Mahbub-u Ezelinin kendi habibine söylettirdiği şu ferman-ı ezeliyi dinle, ittiba et:

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ

İKİNCİ MEYVE: Ey nefis! Ubudiyet, mukaddeme-i mükafat-ı lahika değil, belki netice-i nimet-i sabıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız.

Çünkü, ey nefis, hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Halık-ı Zülcelal, sana iştihalı bir mide verdiğinden, Rezzak ismiyle, bütün matumatı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur.

Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, ru-yi zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti, o ellerin önüne koymuştur.

Sonra, manevi çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana verdiğinden, alem-i mülk ve melekut gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır.

Sonra, nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tagaddi eden ve insaniyet-i kübra olan İslamiyeti ve imanı sana verdiğinden, daire-i mümkinat ile beraber Esma-i Hüsna ve sıfat-ı mukaddesenin dairesine şamil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir.

Sonra, imanın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-ı mütenahi bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir.

Yani, cismaniyetin itibarıyla küçük, zayıf, aciz, zelil, mukayyet, mahdut bir cüzsün. Onun ihsanıyla, cüzi bir cüzden, külli bir küll-ü nurani hükmüne geçtin. Zira, hayatı sana vermekle, cüziyetten bir nevi külliyete; ve insaniyeti vermekle hakiki külliyete; ve İslamiyeti vermekle ulvi ve nurani bir külliyete; ve marifet ve muhabbeti vermekle muhit bir nura seni çıkarmış.

İşte, ey nefis, sen bu ücreti almışsın. Ubudiyet gibi lezzetli, nimetli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Halbuki buna da tembellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da, güya eski ücretleri kafi gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimane istiyorsun. Ve hem “Niçin duam kabul olmadı?” diye nazlanıyorsun.

Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenab-ı Hak, Cenneti ve saadet-i ebediyeyi, mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder. Sen daima rahmet ve keremine iltica et, Ona güven ve şu fermanı dinle:

قُلْ بِفَضْلِ اللهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذٰ لِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ

Eğer desen: “Şu külli, hadsiz nimetlere karşı nasıl şu mahdut ve cüzi şükrümle mukabele edebilirim?”

Elcevap: Külli bir niyetle, hadsiz bir itikadla. Mesela, nasıl ki bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer. Ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?” Birden der: “Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara layıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim.”

İşte, hiç ihtiyacı olmayan ve raiyetinin derece-i sadakat ve hürmetlerine alamet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o biçarenin o büyük ve külli niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek itikad liyakatini, en büyük bir hediye gibi kabul eder.

Aynen öyle de, aciz bir abd, namazında “Ettahiyyatü lillah” der. Yani, “Bütün mahlukatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri hediye-i ubudiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu Sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler Sana takdim edecektim. Hem Sen onlara, hem daha fazlasına layıksın.” İşte şu niyet ve itikad, pek geniş bir şükr-ü küllidir.

Nebatatın tohumları ve çekirdekleri, onların niyetleridir. Mesela, kavun, kalbinde, nüveler suretinde bin niyet eder ki, “Ya Halıkım! Senin Esma-i Hüsnanın nakışlarını yerin birçok yerlerinde ilan etmek isterim.” Cenab-ı Hak, gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için, onların niyetlerini bilfiil ibadet gibi kabul eder. “Müminin niyeti amelinden hayırlıdır” şu sırra işaret eder.

Hem سُبْحَانَكَ وَبِحَمْدِكَ عَدَدَ خَلْقِكَ وَرِضَۤاءَ نَفْسِكَ وَزِنَةَ عَرْشِكَ وَمِدَادَ كَلِمَاتِكَ وَنُسَبِّحُكَ بِجَمِيعِ تَسْبِيحَاتِ اَنْبِيَۤائِكَ وَاَوْلِيَۤائِكَ وَمَلٰۤئِكَتِكَ gibi hadsiz adetle tesbih etmenin hikmeti şu sırdan anlaşılır.

Hem nasıl bir zabit bütün neferatının yekun hizmetlerini kendi namına padişaha takdim eder. Öyle de, mahlukata zabitlik eden ve hayvanat ve nebatata kumandanlık yapan ve mevcudat-ı arziyeye halifelik etmeye kabil olan ve kendi hususi aleminde kendini herkese vekil telakki eden insan, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ der, bütün halkın ibadetlerini ve istianelerini kendi namına Mabud-u Zülcelale takdim eder.

Hem سُبْحَانَكَ بِجَمِيعِ تَسْبِيحَاتِ جَمِيعِ مَخْلُوقَاتِكَ وَبِاَلْسِنَةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ der, bütün mevcudatı kendi hesabına söylettirir. Hem اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَۤائِنَاتِ وَمُرَكَّبَاتِهَا der, herşey namına bir salavat getirir. Çünkü herşey nur-u Ahmedi (a.s.m.) ile alakadardır. İşte, tesbihatta, salavatlarda hadsiz adetlerin hikmetini anla.

ÜÇÜNCÜ MEYVE: Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevi istersen; ve herbir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faideli görmek istersen; ve adetini ibadete ve gafletini huzura kalb etmeyi seversen, Sünnet-i Seniyyeye ittiba et. Çünkü, bir muamele-i şeriyeye tatbik-i amel ettiğin vakit, bir nevi huzur veriyor, bir nevi ibadet oluyor, uhrevi çok meyveler veriyor.

Mesela birşeyi satın aldın. İcab ve kabul-ü şeriyi tatbik ettiğin dakikada, o adi alışverişin bir ibadet hükmünü alır. O tahattur-u hükm-ü şeri, bir tasavvur-u vahiy verir. O dahi, Şarii düşünmekle, bir teveccüh-ü İlahi verir. O dahi bir huzur verir. Demek, Sünnet-i Seniyyeye tatbik-i amel etmekle, bu fani ömür, baki meyveler verecek bir hayat-ı ebediyeye medar olacak olan faideler elde edilir.

فَاٰمِنُوا بِاللهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ الَّذِى يُؤْمِنُ بِاللهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ fermanını dinle. Şeriat ve Sünnet-i Seniyyenin ahkamları içinde cilveleri intişar eden Esma-i Hüsnanın herbir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı cami olmaya çalış.

DÖRDÜNCÜ MEYVE: Ey nefis! Ehl-i dünyaya, hususan ehl-i sefahete, hususan ehl-i küfre bakıp, suri ziynet ve aldatıcı gayr-ı meşru lezzetlerine aldanıp taklit etme. Çünkü sen onları taklit etsen, onlar gibi olamazsın. Pek çok sukut edeceksin. Hayvan dahi olamazsın. Çünkü senin başındaki akıl, meşum bir alet olur; senin başını daima dövecektir.

Mesela, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lambası bulunur. O elektrikten teşaub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi, birisi o büyük elektrik lambasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer.

Ve başka sarayda, büyük elektrik lambasıyla merbut olmayan küçük elektrik lambaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lambasının düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini görebilir; hırsızlar istifade edemezler.

İşte, ey nefsim! Birinci saray, bir Müslümandır. Peygamber aleyhissalatü vesselam, onun kalbinde o büyük elektrik lambasıdır. Eğer onu unutsa, eliyazü billah, kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemalatın yeri ruhunda kalamaz. Hatta Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve latifeler karanlığa düşer. Ve kalbinde müthiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup, o tahribat zararını onunla tamir edersin?

Halbuki, ecnebiler o ikinci saraya benzerler ki, Peygamber aleyhissalatü vesselamın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir—veya kalabilir zannederler. Onların manevi kemalat-ı ahlakiyelerine medar olacak, Musa ve İsa Aleyhimesselama bir nevi imanları ve Halıklarına bir çeşit itikatları kalabilir.

Ey nefs-i emmare! Eğer desen, “Ben ecnebi değil, hayvan olmak isterim”; sana kaç defa söylemiştim, hayvan gibi olamazsın. Zira kafandaki akıl olduğu için, o akıl geçmiş elemleri ve gelecek korkuları tokatıyla senin yüzüne, gözüne, başına çarparak dövüyor. Bir lezzet içinde bin elem katıyor. Hayvan ise, elemsiz, güzel bir lezzet alır, zevk eder. Öyle ise, evvela aklını çıkar, at, sonra hayvan ol. Hem كَاْلاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ sille-i tedibini gör.

BEŞİNCİ MEYVE: Ey nefis! Mükerreren söylediğimiz gibi, insan, şecere-i hilkatin meyvesi olduğundan, meyve gibi en uzak ve en cami ve umuma bakar ve umumun cihetül-vahdetini içinde saklar bir kalb çekirdeğini taşıyan ve yüzü kesrete, fenaya, dünyaya bakan bir mahluktur. Ubudiyet ise, onun yüzünü fenadan bekàya, halktan Hakka, kesretten vahdete, müntehadan mebdee çeviren bir hayt-ı vuslat, yahut mebde ve münteha ortasında bir nokta-i ittisaldir.

Nasıl ki, tohum olacak kıymettar bir meyve-i zişuur, ağacın altındaki ziruhlara baksa, güzelliğine güvense, kendini onların ellerine atsa veya gaflet edip düşse, onların ellerine düşecek, parçalanacak, adi birtek meyve gibi zayi olacak. Eğer o meyve, nokta-i istinadını bulsa, içindeki çekirdek bütün ağacın cihetül-vahdetini tutmakla beraber, ağacın bekàsına ve hakikatinin devamına vasıta olacağını düşünebilse, o vakit o tek meyve içinde birtek çekirdek, bir hakikat-i külliye-i daimeye, bir ömr-ü baki içinde mazhar oluyor.

Öyle de, insan, eğer kesrete dalıp, kainat içinde boğulup, dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fanilerin tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa, elbette nihayetsiz bir hasarete düşer. Hem fena, hem fani, hem ademe düşer. Hem manen kendini idam eder. Eğer lisan-ı Kurandan kalb kulağıyla iman derslerini işitip başını kaldırsa, vahdete müteveccih olsa, ubudiyetin miracıyla arş-ı kemalata çıkabilir, baki bir insan olur.

Ey nefsim! Madem hakikat böyledir. Ve madem millet-i İbrahimiyedensin (a.s.). İbrahimvari لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ de. Ve Mahbub-u Bakiye yüzünü çevir. Ve benim gibi şöyle ağla: