"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

On Birinci Söz

وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا وَالْقَمَرِ اِذَا تَلٰيهَا وَالنَّهَارِ اِذَا جَلّٰيهَا وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰيهَا وَالسَّمَۤاءِ وَمَا بَنٰيهَا وَاْلاَرْضِ وَمَا طَحٰيهَا وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَا .. الخ

EY KARDEŞ! Eğer hikmet-i alemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-i salatın rümuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsili hikayeciğe bak:

Bir zaman bir sultan varmış. Servetçe onun pek çok hazineleri vardı. Hem o hazinelerde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem gizli, pek acaip defineleri varmış. Hem kemalatça sanayi-i garibede pek çok mahareti varmış. Hem hesapsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası varmış. Hem nihayetsiz ulum-u bediaya ilim ve ıttılaı varmış.

İşte her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zişan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin, ta nasın enzarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi sanatının harikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Ta, cemal ve kemal-i manevi sini iki vech ile müşahede etsin: Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-aşinasıyla görsün. Diğeri, gayrın nazarıyla baksın.

Bu hikmete binaen, cesim ve geniş ve muhteşem bir kasrı yapmaya başladı. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim ederek hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip, kendi dest-i sanatının en latif, en güzel eserleriyle ziynetlendirip, fünun-u hikmetinin en incelikleriyle tanzim edip düzelterek ve ulumunun asar-ı mucizekaraneleriyle donatarak tekmil ettikten sonra, herbir taam ve nimetlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini cami sofralar, o sarayda kurdu. Herbir taifeye layık bir sofra tayin etti. Öyle sehavetkarane ve sanatperverane bir ziyafet-i amme ihzar etti ki, güya herbir sofra yüz sanayi-i latifenin eserleriyle vücut bulmuş gibi, kıymetli hadsiz nimetleri serdi. Sonra, aktar-ı memleketindeki ahali ve raiyetini seyre ve tenezzühe ve ziyafete davet etti.

Sonra, bir yaver-i ekremine sarayın hikmetlerini ve müştemilatının manalarını bildirerek onu üstad ve tarif edici tayin etti. Ta ki, sarayın saniini, sarayın müştemilatıyla ahaliye tarif etsin; ve sarayın nakışlarının rümuzlarını bildirip, içindeki sanatlarının işaretlerini öğretip, derunundaki manzum murassalar ve mevzun nukuş nedir, ve ne vech ile saray sahibinin kemalatına ve hünerlerine delalet ettiklerini, o saraya girenlere tarif etsin; ve girmenin adabını ve seyrin merasimini bildirip, o görünmeyen sultana karşı marziyatı dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.

İşte, o muarrif üstadın herbir dairede birer avenesi bulunuyor. Kendisi, en büyük dairede, şakirtleri içinde durmuş, bütün seyircilere şöyle bir tebligatta bulunuyor. Diyor ki:

“Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız.

“Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun sanatını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz.

“Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz.

“Hem şu görünen inam ve ikramlarla size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz.

“Hem şu kemalatının asarıyla manevi cemalini size göstermek istiyor. Siz dahi onu görmeye ve teveccühünü kazanmaya iştiyakınızı gösteriniz.

“Hem bütün şu gördüğünüz masnuat ve müzeyyenat üstünde birer mahsus sikke, birer hususi hatem, birer taklit edilmez turra koymakla, herşey kendisine has olduğunu ve kendi eser-i desti olduğunu ve kendisi tek ve yekta, istiklal ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor. Siz dahi onu tek ve yekta ve misilsiz, nazirsiz, bihemta tanıyınız ve kabul ediniz.”

Daha bunun gibi, ona ve o makama münasip sözleri seyircilere söyledi. Sonra, giren ahali iki güruha ayrıldılar:

Birinci güruhu: Kendini tanımış ve aklı başında ve kalbi yerinde oldukları için, o sarayın içindeki acaiplere baktıkları zaman dediler: “Bunda büyük bir iş var.” Hem anladılar ki, beyhude değil, adi bir oyuncak değil. Onun için merak ettiler. “Acaba tılsımı nedir? İçinde ne var?” deyip düşünürken, birden o muarrif üstadın beyan ettiği nutkunu işittiler. Anladılar ki, bütün esrarın anahtarları ondadır. Ona müteveccihen gittiler ve dediler:

“Esselamü aleyke ya eyyühel-üstad! Hakkan, şöyle bir muhteşem sarayın, senin gibi sadık ve müdakkik bir muarrifi lazımdır. Seyyidimiz sana ne bildirmişse lütfen bize bildiriniz.”

Üstad ise, evvel zikri geçen nutukları onlara dedi. Bunlar güzelce dinlediler, iyice kabul edip tam istifade ettiler. Padişahın marziyatı dairesinde amel ettiler.

Onların şu edepli muamele ve vaziyetleri o padişahın hoşuna geldiğinden, onları has ve yüksek ve tavsif edilmez diğer bir saraya davet etti, ihsan etti. Hem öyle bir cevvad-ı melike layık ve öyle muti ahaliye şayeste ve öyle edepli misafirlere münasip ve öyle yüksek bir kasra şayan bir surette ikram etti. Daimi onları saadetlendirdi.

İkinci güruh ise, akılları bozulmuş, kalbleri sönmüş olduklarından, saraya girdikleri vakit nefislerine mağlup olup lezzetli taamlardan başka hiçbir şeye iltifat etmediler. Bütün o mehasinden gözlerini kapadılar ve o üstadın irşadatından ve şakirtlerinin ikazatından kulaklarını tıkadılar. Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar. İçilmeyen, fakat bazı şeyler için ihzar edilen iksirlerden içtiler. Sarhoş olup öyle bağırdılar, karıştırdılar, seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler. Sani-i Zişanın düsturlarına karşı edepsizlikte bulundular. Saray sahibinin askerleri de onları tutup öyle edepsizlere layık bir hapse attılar.

Ey benimle bu hikayeyi dinleyen arkadaş! Elbette anladın ki, o hakim-i zişan, bu kasrı şu mezkur maksatlar için bina etmiştir. Şu maksatların husulü ise iki şeye mütevakkıftır:

Birisi: Şu gördüğümüz ve nutkunu işittiğimiz üstadın vücududur. Çünkü, o bulunmazsa, bütün maksatlar beyhude olur. Çünkü, anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, manasız bir kağıttan ibaret kalır.

İkincisi: Ahali, o üstadın sözünü kabul edip dinlemesidir.
Demek, vücud-u üstad, vücud-u kasrın daisidir. Ve ahalinin istimaı, kasrın bekàsına sebeptir. Öyle ise, denilebilir ki, eğer şu üstad olmasaydı, o melik-i zişan, şu kasrı bina etmezdi. Hem yine denilebilir ki, o üstadın talimatını ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr tebdil ve tahvil edilecek.

Ey arkadaş, hikaye burada bitti. Eğer şu temsilin sırrını anladınsa, bak, hakikatin yüzünü de gör.
İşte o saray şu alemdir ki, tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir edilmiş gökyüzüdür. Tabanı ise, şarktan garba gunagun çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür. O melik ise, ezel-ebed sultanı olan bir Zat-ı Mukaddestir ki, yedi kat semavat ve arz ve içlerinde olan herşey, kendilerine mahsus lisanlarla o Zatı takdis edip tesbih ediyorlar. Hem öyle bir Melik-i Kadir ki, semavat ve arzı altı günde yaratarak, Arş-ı Rububiyetinde durup, gece ve gündüzü, siyah ve beyaz iki hat gibi birbiri arkası sıra döndürüp kainat sahifesinde ayatını yazan ve güneş, ay, yıldızlar emrine musahhar, zihaşmet ve zikudret sahibidir.

O sarayın menzilleri ise, şu on sekiz bin alemdir ki, herbirisi kendine layık bir tarzla tezyin ve tanzim edilmiştir. İşte, o sarayda gördüğün sanayi-i garibe ise, şu alemde görünen kudret-i İlahiyenin mucizeleridir. Ve o sarayda gördüğün taamlar ise, şu alemde, hele yaz mevsiminde, hele Barla bahçelerinde rahmet-i İlahiyenin semerat-ı harikalarına işarettir. Ve oradaki ocak ve matbah ise, burada kalbinde ateş olan arz ve sath-ı arzdır. Ve orada temsilde gördüğün gizli definelerin cevherleri ise, şu hakikatte esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerine misaldir. Ve temsilde gördüğümüz nakışlar ve o nakışların remizleri ise, şu alemi süslendiren muntazam masnuat ve mevzun nukuş-u kalem-i kudrettir ki, Kadir-i Zülcelalin esmasına delalet ederler. Ve o üstad ise, Seyyidimiz Muhammed aleyhissalatü vesselamdır. Avanesi ise, enbiya aleyhimüsselamdır. Ve şakirtleri ise evliya ve asfiyadır. O saraydaki hakimin hizmetkarları ise, şu alemde melaike aleyhimüsselama işarettir. Temsilde seyir ve ziyafete davet edilen misafirler ise, şu dünya misafirhanesinde cin ve ins ve insanın hizmetkarları olan hayvanlara işarettir. Ve o iki fırka ise: Burada birisi ehl-i imandır ki, kitab-ı kainatın ayatının müfessiri olan Kuran-ı Hakimin şakirtleridir. Diğer güruh ise, ehl-i küfür ve tuğyandır ki, nefis ve şeytana tabi olup yalnız hayat-ı dünyeviyeyi tanıyan, hayvan gibi, belki daha aşağı, sağır, dilsiz, dallin güruhudur.

Birinci kafile olan süeda ve ebrar ise, zülcenaheyn olan Üstadı dinlediler. O üstad hem abddir; ubudiyet noktasında Rabbini tavsif ve tarif eder ki, Cenab-ı Hakkın dergahında ümmetinin elçisi hükmündedir. Hem resuldür; risalet noktasında Rabbinin ahkamını Kuran vasıtasıyla cin ve inse tebliğ eder.

Şu bahtiyar cemaat, o Resulü dinleyip Kurana kulak verdiler. Kendilerini, enva-ı ibadatın fihristesi olan namaz ile, birçok makamat-ı aliye içinde çok latif vazifelerle telebbüs etmiş gördüler. Evet, namazın mütenevvi ezkar ve harekatıyla işaret ettiği vezaifi, makamatı mufassalan gördüler. Şöyle ki:

Evvelen: asara bakıp, gaibane muamele suretinde, saltanat-ı Rububiyetin mehasinine temaşager makamında kendilerini gördüklerinden, tekbir ve tesbih vazifesini eda edip Allahu ekber dediler.

Saniyen: Esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilveleri olan bedayiine ve parlak eserlerine dellallık makamında görünmekle, Sübhanallah Velhamdülillah diyerek takdis ve tahmid vazifesini ifa ettiler.

Salisen: Rahmet-i İlahiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetlerini zahir ve batın duygularla tadıp anlamak makamında şükür ve sena vazifesini edaya başladılar.

Rabian: Esma-i İlahiyenin definelerindeki cevherleri, manevi cihazat mizanlarıyla tartıp bilmek makamında tenzih ve medih vazifesine başladılar.

Hamisen: Mistar-ı kader üstünde kalem-i kudretiyle yazılan mektubat-ı Rabbaniyeyi mütalaa makamında tefekkür ve istihsan vazifesine başladılar.

Sadisen: Eşyanın yaratılışında ve masnuatın sanatındaki latif incelik ve nazenin güzellikleri temaşa ile tenzih makamında, Fatır-ı Zülcelal, Sani-i Zülcemallerine muhabbet ve iştiyak vazifesine girdiler.

Demek, kainata ve asara bakıp, gaibane muamele-i ubudiyetle mezkur makamatta mezkur vezaifi eda ettikten sonra, Sani-i Hakimin dahi muamelesine ve efaline bakmak derecesine çıktılar ki, hazırane bir muamele suretinde evvela Halık-ı Zülcelalin kendi sanatının mucizeleriyle kendini zişuura tanıttırmasına karşı hayret içinde bir marifet ile mukabele ederek سُبْحَانَكَ مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ dediler. “Senin tarif edicilerin, bütün masnuatındaki mucizelerindir.”

Sonra, o Rahmanın, kendi rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine karşı, muhabbet ve aşk ile mukabele edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ dediler.

Sonra, o Münim-i Hakikinin, tatlı nimetleriyle terahhum ve şefkatini göstermesine karşı, şükür ve hamd ile mukabele ettiler, dediler:

سُبْحَانَكَ وَبِحَمْدِكَ “Senin hak şükrünü nasıl eda edebiliriz? Sen öyle şükre layık bir meşkursun ki, bütün kainata serilmiş bütün ihsanatın açık lisan-ı halleri, şükür ve senanızı okuyorlar. Hem, alem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilanatıyla hamd ve medhinizi bildiriyorlar. Hem, rahmet ve nimetin manzum meyveleri ve mevzun yemişleri, Senin cud ve keremine şehadet etmekle, Senin şükrünü enzar-ı mahlukat önünde ifa ederler.”

Sonra, şu kainatın yüzlerinde değişen mevcudat ayinelerinde cemal ve celal ve kemal ve kibriyasının izharına karşı Allahu ekber deyip, tazim içinde bir aczle rükua gidip, mahviyet içinde bir muhabbet ve hayretle secde edip mukabele ettiler.

Sonra, o Ganiyy-i Mutlakın, servetinin çokluğunu ve rahmetinin genişliğini göstermesine karşı, fakr ve hacetlerini izhar edip, dua edip, istemekle mukabele edip وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ dediler.

Sonra, o Sani-i Zülcelalin, kendi sanatının latiflerini, harikalarını, antikalarını sergilerle teşhirgah-ı enamda neşrine karşı, Maşaallah deyip takdir ederek, “Ne güzel yapılmış” deyip istihsan ederek, Barekallah deyip müşahede etmek, amenna deyip şehadet etmek, “Geliniz, bakınız,” hayran olarak Hayye alel-felah deyip herkesi şahit tutmakla mukabele ettiler.

Hem o Sultan-ı Ezel ve Ebed, kainatın aktarında kendi rububiyetinin saltanatını ilanına ve vahdaniyetinin izharına karşı, tevhid ve tasdik edip Semina ve etana diyerek itaat ve inkıyad ile mukabele ettiler.

Sonra, o Rabbül-aleminin uluhiyetinin izharına karşı, zaaf içinde aczlerini, ihtiyaç içinde fakrlarını ilandan ibaret olan ubudiyet ile ve ubudiyetin hülasası olan namaz ile mukabele ettiler.

Daha bunlar gibi gunagun ubudiyet vazifeleriyle şu dar-ı dünya denilen mescid-i kebirinde farize-i ömürlerini ve vazife-i hayatlarını eda edip ahsen-i takvim suretini aldılar. Bütün mahlukat üstünde bir mertebeye çıktılar ki, yümn-ü iman ile emn ü emanet ile mücehhez, emin bir halife-i arz oldular. Ve şu meydan-ı tecrübe ve şu destgah-ı imtihandan sonra, onların Rabb-i Kerimi, onları, imanlarına mükafat olarak saadet-i ebediyeye ve İslamiyetlerine ücret olarak darüsselama davet ederek öyle bir ikram etti ve eder ki, hiç göz görmemiş ve kulak işitmemiş ve kalb-i beşere hutur etmemiş derecede parlak bir tarzda rahmetine mazhar etti ve onlara ebediyet ve bekà verdi.

Çünkü ebedi ve sermedi olan bir cemalin seyirci müştakı ve ayinedar aşıkı, elbette baki kalıp ebede gidecektir. İşte Kuran şakirtlerinin akıbetleri böyledir. Cenab-ı Hak bizleri onlardan eylesin. amin!

Amma, füccar ve eşrar olan diğer güruh ise, hadd-i buluğ ile şu alem sarayına girdikleri vakit, bütün vahdaniyetin delillerine karşı küfür ile mukabele edip ve bütün nimetlere karşı küfran ile mukabele ederek ve bütün mevcudatı kıymetsizlikle kafirane bir itham ile tahkir ettiler. Ve bütün esma-i İlahiyenin tecelliyatına karşı red ve inkar ile mukabele ettiklerinden, az bir vakitte nihayetsiz bir cinayet işlediler, nihayetsiz bir azaba müstehak oldular.

Evet, insana sermaye-i ömür ve cihazat-ı insaniye, mezkur vezaif için verilmiştir. Ey sersem nefsim ve ey pürheves arkadaşım! aya, zannediyor musunuz ki, vazife-i hayatınız yalnız terbiye-i medeniye ile güzelce muhafaza-i nefis etmek, ayıp olmasın, batın ve fercin hizmetine mi münhasırdır? Yahut, zannediyor musunuz ki, hayatınızın makinesinde derc edilen şu nazik letaif ve maneviyat ve şu hassas aza ve alat ve şu muntazam cevarih ve cihazat ve şu mütecessis havas ve hissiyatın gaye-i yeganesi, şu hayat-ı faniyede nefs-i rezilenin, hevesat-ı süfliyenin tatmini için istimaline mi münhasırdır? Haşa ve kella! Belki, vücudunuzda şunların yaratılması ve fıtratınızda bunların gaye-i idhali, iki esastır:

Biri: Cenab-ı Münim-i Hakikinin bütün nimetlerinin herbir çeşitlerini size ihsas ettirip şükrettirmekten ibarettir. Siz de hissedip şükür ve ibadetini etmelisiniz.

İkincisi: aleme tecelli eden esma-i kudsiye-i İlahiyenin bütün tecelliyatının aksamını, birer birer, size o cihazat vasıtasıyla bildirip tattırmaktır. Siz dahi tatmakla tanıyarak iman getirmelisiniz.

İşte, bu iki esas üzerine kemalat-ı insaniye neşvünema bulur. Bununla insan, insan olur.

İnsaniyetin cihazatı, hayvan gibi hayat-ı dünyeviyeyi kazanmak için verilmemiş olduğuna şu temsil sırrıyla bak:

Mesela, bir zat bir hizmetçisine yirmi altın verdi, ta mahsus bir kumaştan kendisine bir kat libas alsın. O hizmetçi gitti, o kumaşın alasından mükemmel bir libas aldı, giydi.

Sonra gördü ki, o zat, diğer bir hizmetkarına bin altın verip, bir kağıt içinde bazı şeyler yazılı olarak onun cebine koydu, ticarete gönderdi. Şimdi, her aklı başında olan bilir ki, o sermaye, bir kat libas almak için değil. Çünkü evvelki hizmetkar yirmi altınla en ala kumaştan bir kat libas almış olduğundan, elbette bu bin altın bir kat libasa sarf edilmez. Şayet bu ikinci hizmetkar, cebine konulan kağıdı okumayıp, belki evvelki hizmetçiye bakıp, bütün parayı bir dükkancıya bir kat libas için verip, hem o kumaşın en çürüğünden ve arkadaşının libasından elli derece aşağı bir libas alsa, elbette o hadim nihayet derecede ahmaklık etmiş olacağı için, şiddetle tazip ve hiddetle tedip edilecektir.

Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı başınıza toplayınız. Sermaye-i ömür ve istidad-ı hayatınızı, hayvan gibi, belki hayvandan çok aşağı bir derecede şu hayat-ı faniye ve lezzet-i maddiyeye sarf etmeyiniz. Yoksa, sermayece en ala hayvandan elli derece yüksek olduğunuz halde, en ednasından elli derece aşağı düşersiniz.

Ey gafil nefsim! Senin hayatının gayesini ve hayatının mahiyetini, hem hayatının suretini, hem hayatının sırr-ı hakikatini, hem hayatının kemal-i saadetini bir derece anlamak istersen, bak. Senin hayatının gayelerinin icmali dokuz emirdir.

Birincisi şudur ki: Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlahiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır ve külli şükretmektir.

İkincisi: Senin fıtratında vaz edilen cihazatın anahtarlarıyla esma-i kudsiye-i İlahiyenin gizli definelerini açmaktır, Zat-ı Akdesi o esma ile tanımaktır.

Üçüncüsü: Şu teşhirgah-ı dünyada, mahlukat nazarında, esma-i İlahiyenin sana taktıkları garip sanatlarını ve latif cilvelerini bilerek hayatınla teşhir ve izhar etmektir.

Dördüncüsü: Lisan-ı hal ve kalinle Halıkının dergah-ı rububiyetine ubudiyetini ilan etmektir.

Beşincisi: Nasıl bir asker, padişahından aldığı türlü türlü nişanları resmi vakitlerde takıp padişahın nazarında görünmekle onun iltifatat-ı asarını gösterdiği gibi, sen dahi esma-i İlahiyenin cilvelerinin sana verdikleri letaif-i insaniye murassaatıyla bilerek süslenip o Şahid-i Ezelinin nazar-ı şuhud ve işhadına görünmektir.

Altıncısı: Zevilhayat olanların, tezahürat-ı hayAtiyedenilen, Halıklarına tahiyyatları; ve rumuzat-ı hayAtiyedenilen, Sanilerine tesbihatları; ve semerat ve gayat-ı hayAtiyedenilen, Vahibül-Hayata arz-ı ubudiyetlerini bilerek müşahede etmek, tefekkürle görüp şehadetle göstermektir.

Yedincisi: Senin hayatına verilen cüzi ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hallerinden küçük nümunelerini vahid-i kıyasi ittihaz ile, Halık-ı Zülcelalin sıfat-ı mutlakasını ve şuun-u mukaddesesini o ölçülerle bilmektir. Mesela, sen cüzi iktidarın ve cüzi ilminve cüzi iradenle bu haneyi muntazam yaptığından, şu kasr-ı alemin senin hanenden büyüklüğü derecesinde şu alemin ustasını o nisbette Kadir, Alim, Hakim, Müdebbir bilmek lazımdır.

Sekizincisi: Şu alemdeki mevcudatın herbiri kendine mahsus bir dille Halıkının vahdaniyetine ve Saniinin rububiyetine dair manevi sözlerini fehmetmektir.

Dokuzuncusu: Acz ve zaafın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle kudret-i İlahiye ve gına-yı Rabbaniyenin derecat-ı tecelliyatını anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın envaı miktarınca taamın lezzeti ve derecatı ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi, sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gına-yı İlahiyenin derecatını fehmetmelisin.

İşte, senin hayatının gayeleri, icmalen, bunlar gibi emirlerdir. Şimdi kendi hayatının mahiyetine bak ki, o mahiyetinin icmali şudur:
· Esma-i İlahiyeye ait garaibin fihristesi,
· hem şuun ve sıfat-ı İlahiye nin bir mikyası,
· hem kainattaki alemlerin bir mizanı,
· hem bu alem-i kebirin bir listesi,
· hem şu kainatın bir haritası,
· hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi,
· hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi,
· hem mevcudata serpilen ve evkata takılan kemalatının bir ahsen-i takvimidir.

İşte, mahiyet-i hayatın bunlar gibi emirlerdir.

Şimdi senin hayatının sureti ve tarz-ı vazifesi şudur ki: Hayatın bir kelime-i mektubedir. Kalem-i kudretle yazılmış hikmetnüma bir sözdür. Görünüp ve işitilip Esma-i Hüsnaya delalet eder. İşte, hayatının sureti bu gibi emirlerdir.

Şimdi, hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecelli-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete ayineliktir. Yani, bütün aleme tecelli eden esmanın nokta-i mihrakiyesi hükmünde bir camiiyetle Zat-ı Ehad-i Samede ayineliktir.

Şimdi, hayatının saadet içindeki kemali ise, senin hayatının ayinesinde temessül eden Şems-i Ezelinin envarını hissedip sevmektir. Zişuur olarak Ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin gözbebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir. İşte bu sırdandır ki, seni ala-yı illiyyine çıkaran bir hadis-i kudsinin meal-i şerifi olan مَنْ نَگُنْجَمْ دَرْ سَمٰوَاتُ وَزَمِينْ اَزْ عَجَبْ گُنْجَمْ بِقَلْبِ مُؤْمِنِينْ denilmiştir.

İşte, ey nefsim! Hayatının böyle ulvi gayata müteveccih olduğu ve şöyle kıymetli hazineleri cami olduğu halde, hiç akıl ve insafa layık mıdır ki, hiç ender hiç olan muvakkat huzuzat-ı nefsaniyeye, geçici lezaiz-i dünyeviyeye sarf edip zayi edersin? Eğer zayi etmemek istersen, geçen temsil ve hakikate remzeden
وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا وَالْقَمَرِ اِذَا تَلٰيهَا وَالنَّهَارِ اِذَا جَلّٰيهَا وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰيهَا وَالسَّمَۤاءِ وَمَا بَنٰيهَا وَاْلاَرْضِ وَمَا طَحٰيهَا وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَا فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَا قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا وَقَدْخَابَ مَنْ دَسّٰيهَا suresindeki kasem ve cevab-ı kasemi düşünüp amel et.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى شَمْسِ سَمَۤاءِ الرِّسَالَةِ وَقَمَرِ بُرْجِ النُّبُوَّةِ وَعَلٰى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ نُجُومِ الْهِدَايَةِ وَارْحَمْنَا وَارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ اٰمِينْ اٰمِينْ اٰمِينْ