Haşir Bahsi
İHTAR: Şu risalelerde teşbih ve temsilleri hikayeler suretinde yazdığımın sebebi, hem teshil, hem hakaik-ı İslamiye ne kadar makul, mütenasip, muhkem, mütesanit olduğunu göstermektir. Hikayelerin manaları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinaiyat kabilinden, yalnız onlara delalet ederler. Demek hayali hikayeler değil, doğru hakikatlerdir.
فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
Birader, haşir ve ahireti basit ve avam lisanıyla ve vazıh bir tarzda beyanını istersen, öyle ise şu temsili hikayeciğe nefsimle beraber bak, dinle:
Bir zaman iki adam Cennet gibi güzel bir memlekete (şu dünyaya işarettir) gidiyorlar. Bakarlar ki, herkes ev, hane, dükkan kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para meydanda, sahipsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp ya çalıyor, ya gasp ediyor. Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikap ediyor. Ahali de ona çok ilişmiyorlar. Diğer arkadaşı ona dedi ki:
“Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belaya sokacaksın. Bu mallar miri malıdır.
Bu ahali, çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar, şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizam şediddir. Padişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git, dehalet et” dedi. Fakat o sersem inat edip dedi:
“Yok, miri malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi men edecek hiçbir sebep görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım” dedi. Hem feylesofane çok safsatiyatı söyledi. İkisi arasında ciddi bir münazara başladı.
Evvela o sersem dedi: “Padişah kimdir? Tanımam.”
Sonra arkadaşı ona cevaben: “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf katipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hakimsiz olur? Ve bu kadar çok servet—ki, her saatte bir şimendifer gaipten gelir gibi, kıymettar, musanna mallarla dolu gelir, burada dökülüyor, gidiyor—nasıl sahipsiz olur? Ve her yerde görünen ilannameler ve beyannameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl maliksiz olabilir? Sen, anlaşılıyor ki, bir parça firengi okumuşsun. Bu İslam yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun. İşte, gel, en büyük fermanı sana okuyacağım.”
O sersem döndü, dedi: “Haydi, padişah var. Fakat benim cüzi istifadem ona ne zarar verebilir? Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur; ceza görünmüyor.”
Arkadaşı ona cevaben dedi: “Yahu, şu görünen memleket bir manevra meydanıdır. Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir. Hem muvakkat, temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki, hergün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar, boşalır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek; bu ahali başka ve daimi bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükafat görecek” dedi.
Yine o hain sersem, temerrüt edip, “İnanmam. Hiç mümkün müdür ki bu memleket harap edilsin, başka bir memlekete göç etsin?” dedi.
Bunun üzerine, emin arkadaşı dedi: “Madem bu derece inat ve temerrüt edersin. Gel, had ve hesabı olmayan delail içinde, On İki Suret ile sana göstereceğim ki, bir mahkeme-i kübra var, bir dar-ı mükafat ve ihsan ve bir dar-ı mücazat ve zindan var. Ve bu memleket, hergün bir derece boşaldığı gibi, bir gün gelir ki, bütün bütün boşalıp harap edilecek.”
BİRİNCİ SURET
Hiç mümkün müdür ki, bir saltanat, bahusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutilere mükafatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın?
Burada yok hükmündedir. Demek, başka yerde bir mahkeme-i kübra vardır.
İKİNCİ SURET
Bu gidişata, icraata bak: Nasıl en fakir, en zayıftan tut, ta herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor. Kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor. Hem gayet kıymettar ve şahane taamlar, kaplar, murassa nişanlar, müzeyyen elbiseler, muhteşem ziyafetler vardır. Bak, senin gibi sersemlerden başka herkes vazifesine gayet dikkat eder. Kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. En büyük şahıs, en büyük bir itaatle, mütevaziane bir havf ve heybet altında hizmet eder.
Demek, şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, pek celalli bir haysiyeti, namusu vardır.
Halbuki kerem ise, inam etmek ister. Merhamet ise ihsansız olamaz. İzzet ise gayret ister. Haysiyet ve namus ise, edepsizlerin tedibini ister. Halbuki şu memlekette o merhamet, o namusa layık binden biri yapılmıyor. Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.
ÜÇÜNCÜ SURET
Bak, ne kadar ali bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor. Hem ne kadar hakiki bir adalet, bir mizanla muameleler görülüyor.
Halbuki, hikmet-i hükumet ise, saltanatın cenah-ı himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister. Adalet ise, raiyetin hukukunun muhafazasını ister—ta hükumetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin.
Halbuki, şu yerlerde o hikmete, o adalete layık binden biri icra edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.
DÖRDÜNCÜ SURET
Bak: Had ve hesaba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherat, şu sofralarda olan emsalsiz matumat gösteriyorlar ki, bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehaveti, hesapsız, dolu hazineleri vardır.
Halbuki, böyle bir sehavet ve tükenmez hazineler, daimi ve istenilen herşey içinde bulunur bir dar-ı ziyafet ister. Hem ister ki, o ziyafetten telezzüz edenler orada devam etsinler, ta zeval ve firakla elem çekmesinler. Çünkü zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir.
Bu sergilere bak ve şu ilanlara dikkat et ve bu dellallara kulak ver ki, muciznüma bir padişahın antika sanatlarını teşkil ve teşhir ediyorlar. Kemalatını gösteriyorlar. Misilsiz cemal-i manevisini beyan ediyorlar. Hüsn-ü mahfisinin letaifinden bahsediyorlar.
Demek onun pek mühim, hayret verici kemalat ve cemal-i manevisi vardır.
Gizli, kusursuz kemal ise, takdir edici, istihsan edici, “Maşaallah” deyip müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Mahfi, nazirsiz cemal ise, görünmek ve görmek ister. Yani, kendi cemalini iki vech ile görmek; biri muhtelif ayinelerde bizzat müşahede etmek, diğeri müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşahedesiyle müşahede etmek ister. Hem görmek, hem görünmek, hem daimi müşahede, hem ebedi işhad ister.
Hem o daimi cemal, müştak seyirci ve istihsan edicilerin devam-ı vücutlarını ister. Çünkü daimi bir cemal, zail müştaka razı olamaz. Zira, dönmemek üzere zevale mahkum olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla, muhabbeti adavete döner. Hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünkü insan bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır. Halbuki şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip kayboluyor. O kemal ve o cemalin bir ışığını, belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp, doymadan gidiyor.
Demek bir seyrangah-ı daimiye gidiliyor.
BEŞİNCİ SURET
Bak, bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz zatın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü her musibetzedenin imdadına koşturuyor. Her suale ve matluba cevap veriyor. Hatta, bak, en edna bir hacet, en edna bir raiyetten görse, şefkatle kaza ediyor. Bir çobanın bir koyunu bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.
Şimdi gel, gidelim; şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yaver-i ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından birşeyler istiyor. Bütün ahali, “Evet, evet, biz de istiyoruz” diyorlar, onu tasdik ve teyid ediyorlar. Şimdi dinle; bu padişahın sevgilisi diyor ki:
“Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celb et. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve tebid ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti raiyetini başıboş bırakıp idam etme” diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun.
Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki, en edna bir adamın en edna bir meramını ehemmiyetle yerine getirsin; en sevgili bir yaver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin? Halbuki, o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzisi, hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat nüzhetgahlar kadar ağır gelmez. Madem nümunelerini göstermek için, beş altı gün seyrangahlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette, hakiki hazinelerini, kemalatını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangahlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.
Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar başıboş değiller. Saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar.
ALTINCI SURET
İşte, gel, bak: Bu muhteşem şimendiferler, tayyareler, teçhizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır, hükmediyor. Böyle bir saltanat, kendisine layık bir raiyet ister.
Halbuki, görüyorsun, bütün raiyet bu misafirhanede toplanmışlar. Misafirhane ise hergün dolar, boşalır.
Hem bütün raiyet manevra için bu meydan-ı imtihanda bulunuyorlar. Meydan ise her saat tebdil ediliyor.
Hem bütün raiyet, padişahın kıymettar ihsanatının nümunelerini ve harika sanatlarının antikalarını sergilerde temaşa etmek için, şu teşhirgahta birkaç dakika durup seyrediyorlar. Meşher ise her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider.
İşte bu hal, şu vaziyet kati gösteriyor ki, şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında daimi saraylar, müstemir meskenler, şu nümunelerin ve suretlerin halis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır. Demek burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına göre orada bir saadeti var.
YEDİNCİ SURET
Gel, bir parça gezelim. Şu medeni ahali içinde ne var, ne yok, görelim. İşte, bak: Her yerde, her köşede müteaddit fotoğraflar kurulmuş, suret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddit katipler oturmuşlar, birşeyler yazıyorlar, herşeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en adi bir vukuatı zaptediyorlar. Ha, şu yüksek dağda padişaha mahsus bir büyük fotoğraf kurulmuş ki, bütün bu yerlerde ne cereyan eder, suretini alıyorlar. Demek, o zat emretmiş ki, mülkünde cereyan eden bütün muamele ve işler zaptedilsin. Demek oluyor ki, o zat-ı muazzam bütün hadisatı kaydettirir, suretini alır.
İşte, şu dikkatli hıfz ve muhafaza, elbette bir muhasebe içindir. Şimdi, en adi raiyetin en adi muamelelerini ihmal etmeyen bir hakim-i hafiz, hiç mümkün müdür ki, raiyetin en büyüklerinden en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükafat ve mücazat vermesin?
Halbuki, o zatın izzetine ve gayretine dokunacak ve şen-i merhameti hiç kabul etmeyecek muameleler, o büyüklerden sudur ediyor; burada cezaya çarpmıyor.
Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.
SEKİZİNCİ SURET
Gel, ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Bak, mükerrer vaad ediyor ve şiddetli tehdit ediyor ki, “Sizleri oradan alıp makarr-ı saltanatıma getireceğim ve mutileri mesud, asileri mahpus edeceğim. O muvakkat yeri harap edip müebbed sarayları, zindanları havi diğer bir memleket kuracağım.”
Hem o vaad ettiği şeyler ona gayet rahattır; raiyetine gayet mühimdir. Vaadinde hulf ise, izzet-i iktidarına gayet zıttır.
İşte, bak, ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir vechile hulf ve hilafa mecburiyeti olmayan ve hiçbir cihetle hilaf haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına şehadet eden bir zatı tekzip ediyorsun. Elbette büyük bir cezaya müstehak olursun. Misalin şuna benzer ki: Bir yolcu, güneşin ziyasından gözünü kapıyor, hayaline bakıyor; vehmi, bir yıldız böceği gibi, kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor!
Madem vaad etmiş; yapacaktır. Halbuki, ifası ona çok rahat ve bize ve herşeye ve ona ve saltanatına pek çok lazımdır.
Demek bir mahkeme-i kübra, bir saadet-i uzma vardır.
DOKUZUNCU SURET
Şimdi gel, bu dairelerin ve cemaatlerin bazı rüesalarına ki, herbiri, bizzat padişahla görüşecek hususi birer telefonu var. Hem bazı onun huzuruna çıkmışlar. Ne diyorlar, bak:
Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki, o zat, mükafat ve mücazat için pek muhteşem ve dehşetli bir yer ihzar etmiş, gayet kavi vaad ve şiddetli tehdit ediyor. Hem onun izzet ve celaleti hiçbir vech ile hulfül-vaade tenezzül edip tezellülü kabul etmez.
Halbuki, o muhbirler hem tevatür derecesinde çok, hem icma kuvvetinde bir ittifakla haber veriyorlar ki, şu bazı asarı görünen saltanat-ı azimenin medarı ve makarrı, buradan uzak bir başka memlekettedir. Ve şu meydan-ı imtihanda binalar muvakkattirler; sonra daimi saraylara tebdil edilecek, bu yerler değişecekler. Çünkü, eserleriyle azameti anlaşılan şu muhteşem, zevalsiz saltanat, böyle geçici, devamsız, bikarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekàsız, nakıs, tekemmülsüz umurlar üzerinde kurulmaz, durulmaz. Demek, ona layık, daimi, müstekar, zevalsiz, müstemir, mükemmel, muhteşem umurlar üzerinde duruyor.
Demek bir diyar-ı ahar var; elbette o makarra gidilecektir.
ONUNCU SURET
Gel, bugün nevruz-u sultanidir. Bir tebeddülat olacak; acip işler çıkacak.
Şu baharın şu güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahraya gidip bir seyran ederiz. İşte, bak, ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak, bir sihir var: O binalar birden harap oldular. Başka bir şekil aldı. Bak, bir mucize var: O harap olan binalar, birden burada yapıldı. Adeta bu hali bir çöl, bir medeni şehir oldu; bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir alem gösterir, başka bir şekil alır.
Buna dikkat et ki, o kadar karışık, süratli, kesretli, hakiki perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizam vardır ki, herşey yerli yerine konuluyor. Hayali sinema perdeleri dahi bunun kadar muntazam olamaz. Milyonlar mahir sihirbazlar dahi bu sanatları yapamazlar. Demek, bize görünmeyen o padişahın çok büyük mucizeleri vardır.
Ey sersem! Sen diyorsun: “Nasıl bu koca memleket tahrip edilip başka yere kurulacak?”
İşte, görüyorsun ki, her saat, senin aklın kabul etmediği o tebdil-i diyar gibi çok inkılaplar, tebdiller oluyor. Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki, bu görünen süratli içtimalar, dağılmalar, teşkiller, tahripler içinde başka bir maksat var. Bir saatlik içtima için on sene kadar bir masraf yapılıyor. De-mek bu vaziyetler maksud-u bizzat değiller. Bir temsildir, bir taklittirler. O zat mucize ile yapıyor, ta suretleri alınıp terkip edilsin ve neticeleri hıfzedilip yazılsın. Nasıl ki manevra meydan-ı imtihanının herşeyi kaydediliyordu ve yazılıyordu. Demek, bir mecma-ı ekberde, muamele bunlar üzerine devam edip dönecek. Hem bir meşher-i azamda daimi gösterilecek. Demek şu geçici, kararsız vaziyetler, sabit suretler, baki meyveler veriyorlar.
Demek bu ihtifalat bir saadet-i uzma, bir mahkeme-i kübra, bilmediğimiz ulvi gayeler içindir.
ON BİRİNCİ SURET
Gel, ey muannid arkadaş! Bir tayyareye, ya şarka veya garba, yani mazi ve müstakbele giden bir şimendifere binelim. Şu mucizekar zatın sair yerlerde ne çeşit mucizeler gösterdiğini görelim.
İşte, bak: Gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher gibi acaipler her tarafta bulunuyor. Lakin sanatça, suretçe birbirinden ayrıdırlar. Fakat buna iyi dikkat et ki, o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekàsız meşherlerde, ne kadar bahir bir hikmetin intizamatı, ne derece zahir bir inayetin işaratı, ne mertebe ali bir adaletin emaratı, ne derece vasi bir merhametin semeratı görünüyor. Basiretsiz olmayan herkes yakinen anlar ki, onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inayetinden daha ecmel bir inayet ve merhametinden daha eşmel bir merhamet ve adaletinden daha ecell bir adalet olamaz ve tasavvur edilemez.
Eğer, faraza, tevehhüm ettiğin gibi, daire-i memleketinde daimi menziller, ali mekanlar, sabit makamlar, baki meskenler, mukim ahali, mesud raiyeti bulunmazsa—şu hikmet, inayet, merhamet, adaletin hakikatlerine şu bekàsız memleket mazhar olamadığı malum; ve onlara mazhar olacak, başka yerde de bulunmazsa—o vakit, gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkar etmek derecesinde bir ahmaklıkla, şu gözümüz önündeki hikmeti inkar etmek ve şu müşahede ettiğimiz inayeti inkar etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkar etmek ve şu pek kuvvetli emaratı, işaratı görünen adaleti inkar etmek lazım gelir. Hem bu gördüğümüz icraat-ı hakimane ve efal-i kerimane ve ihsanat-ı rahimanenin sahibini—haşa sümme haşa!—sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lazım gelir. Bu ise, hakikatlerin zıtlarına inkılabıdır. Halbuki, inkılab-ı hakaik, bütün ehl-i aklın ittifakıyla, muhaldir, mümkün değildir. Yalnız, herşeyin vücudunu inkar eden sofestai eblehler hariçtir.
Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir mahkeme-i kübra, bir madele-i ulya, bir mekreme-i uzma vardır ki, ta şu merhamet ve hikmet ve inayet ve adalet tamamen tezahür etsinler.
ON İKİNCİ SURET
Gel, şimdi döneceğiz. Şu cemaatlerin reisleriyle ve zabitleriyle görüşeceğiz ve teçhizatlarına bakacağız ki, o teçhizat yalnız o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiştir? Yahut başka yerde uzun bir saadet hayatı tahsil etmek için mi verilmiştir? Görelim. Herkese ve her teçhizata bakamayız. Fakat nümune için şu zabitin cüzdan ve defterine bakacağız:
Bu cüzdanda zabitin rütbesi, maaşı, vazifesi, matlubatı, düstur-u harekatı vardır. Bak, bu rütbe birkaç günlük için değil, pek uzun bir zaman için verilebilir. “Şu maaşı hazine-i hassadan filan tarihte alacaksın” yazılıdır. Halbuki, o tarih çok zaman sonra ve bu meydan kapandıktan sonra gelir. Şu vazife ise, şu muvakkat meydana göre değil, belki padişahın kurbunda daimi bir saadeti kazanmak için verilmiştir. Şu matlubat ise, birkaç günlük bu misafirhanede geçinmek için olamaz. Belki uzun ve mesudane bir hayat için olabilir. Şu düstur ise, bütün bütün açığa verir ki, cüzdan sahibi başka yere namzettir, başka aleme çalışır. Bak, şu defterlerde, aletler teçhizatının suret-i istimali ve mesuliyetler vardır.
Halbuki, eğer yalnız bu meydandan başka ali, daimi bir yer bulunmazsa, şu muhkem defter, o kati cüzdan, bütün bütün manasız olur. Hem şu muhterem zabit ve mükerrem kumandan ve muazzez reis, bütün ahaliden aşağı, herkesten daha bedbaht, daha biçare, daha zelil, daha musibetli, daha fakir, daha zayıf bir derekeye düşer. İşte buna kıyas et. Hangi şeye dikkat etsen, şehadet eder ki, bu faniden sonra bir baki var.
Ey arkadaş! Demek, bu muvakkat memleket bir tarla hükmündedir. Bir talimgahtır, bir pazardır. Elbette arkasında bir mahkeme-i kübra, bir saadet-i uzma gelecektir. Eğer bunu inkar etsen, bütün zabitlerdeki cüzdanları, defterleri, teçhizatları, düsturları, belki şu memleketteki bütün intizamatı, hatta hükumeti inkar etmeye mecbur olursun. Ve bütün vaki olan icraatın vücudunu tekzip etmek lazım gelir. O vakit sana insan ve zişuur denilmez. Sofestailerden daha akılsız olursun.
Sakın zannetme, tebdil-i memleket delilleri bu On İki Surete münhasırdır. Belki had ve hesaba gelmez emareler, deliller var ki, şu kararsız mütegayyir memleket zevalsiz, müstekar bir memlekete tahvil edilecektir. Hem had ve hesaba gelmez işaretler, alametler var ki, bu ahali, şu muvakkat misafirhanelerden alınacak, saltanatın makarr-ı daimisine gönderilecek. Bahusus, gel sana On İki Suret kuvvetinden daha kuvvetli bir burhan daha göstereceğim.
İşte, gel, bak: Şu uzaktaki görünen cemaat-i azime içinde, evvel adada gördüğümüz büyük nişan sahibi yaver-i ekrem bir tebliğatta bulunuyor. Gidelim, dinleyelim. Bak, o parlak yaver-i ekrem, bak o yüksekte talik edilmiş ferman-ı azamı ahaliye bildiriyor ve diyor ki:
“Hazırlanınız; başka, daimi bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Padişahımızın makarr-ı saltanatına gidip merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız-eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz. Yoksa, isyan edip dinlemezseniz, müthiş zindanlara atılacaksınız” gibi tebliğatta bulunuyor.
Sen de görüyorsun ki, o ferman-ı azamda öyle icazkar bir turra var ki, hiçbir vech ile kabil-i taklit değil. Senin gibi sersemlerden başka herkes, o ferman padişahın fermanı olduğunu kati bilir. Ve o parlak yaver-i ekremde öyle nişanlar var ki, senin gibi körlerden başka herkes, o zatı padişahın pek doğru tercüman-ı evamiri olduğunu yakinen anlar.
Acaba, o yaver-i ekrem, o ferman-ı azamla beraber, bütün kuvvetiyle dava edip tebliğ ettikleri şu tebdil-i memleket meselesi, hiç kabil midir ki itiraz kabul etsin? Evet, kabil değil—illa ki, bütün bu gördüğümüz herşeyi inkar edesin.
Şimdi, ey arkadaş, söz senindir, söyle. Ne diyorsan de!
“Ben ne diyeceğim, daha buna karşı birşey denilebilir mi? Gündüz ortasında güneşe karşı söz söylenebilir mi? Yalnız derim ki: Elhamdü lillah, yüz bin defa şükür olsun ki, vehim ve heva tahakkümünden, nefis ve heves esaretinden kurtulup daimi hapis ve zindandan halas oldum. Ve inandım ki, bu karma karışık, kararsız misafirhanelerden başka ve kurb-u şahanede bir diyar-ı saadet vardır; biz de ona namzediz.”
İşte, haşir ve ahiretten kinaye ve ibaret olan şu hikaye-i temsiliye burada tamam oldu. Şimdi, tevfik-i İlahi ile hakikat-i ulyaya geçeceğiz. Geçmiş On İki Surete mukabil, on iki mütesanit Hakikat ile bir Mukaddime beyan edeceğiz.