اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ
İMANDA ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen, şu temsili hikayeciğe bak, dinle:
Bir vakit iki adam hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin talihsiz bir tarafa, diğeri hüdabin bahtiyar diğer tarafa süluk eder, giderler.
Hodbin adam hem hodgam, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde aciz biçareler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vaveyla ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazin, elim bir hali görür. Bütün memleket bir matemhane-i umumi şeklini almış. Kendisi şu elim ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünkü herkes ona düşman ve ecnebi görünüyor. Ve ortalıkta dahi müthiş cenazeleri ve meyusane ağlayan yetimleri görür. Vicdanı azap içinde kalır.
Diğeri hüdabin, hüdaperest ve hak-endiş, güzel ahlaklı idi ki, nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumi şenlik görüyor: her tarafta bir sürur, bir şehrayin, bir cezbe ve neşe içinde zikirhaneler… Herkes ona dost ve akraba görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisat-ı umumiye şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlil ile mesrurane ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi işitiyor. Evvelki bedbahtın hem kendi, hem umum halkın elemiyle müteellim olmasına bedel, şu bahtiyar, hem kendi, hem umum halkın süruruyla mesrur ve müferrah olur. Hem güzelce bir ticaret eline geçer, Allaha şükreder.
Sonra döner, öteki adama rast gelir. Halini anlar. Ona der:
“Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisatı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbinitemizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede adil, merhametkar, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde asar-ı terakkiyat ve kemalat gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.”
Sonra o bedbahtın aklı başına gelir, nedamet eder. “Evet, ben işretten divane olmuştum. Allah senden razı olsun ki cehennemi bir haletten beni kurtardın” der.
Ey nefsim! Bil ki, evvelki adam, kafirdir. Veya fasık, gafildir. Şu dünya, onun nazarında bir matemhane-i umumiyedir. Bütün zihayat, firak ve zeval sillesiyle ağlayan yetimlerdir. Hayvan ve insan ise, ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, ruhsuz, müthiş cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elim, ezici, dehşetli evham, küfründen ve dalaletinden neşet edip onu manen tazip eder.
Diğer adam ise, mümindir. Cenab-ı Halıkı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya bir zikirhane-i Rahman, bir talimgah-ı beşer ve hayvan, ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü candır. Bütün vefiyat-ı hayvaniye ve insaniye ise, terhisattır. Vazife-i hayatını bitirenler, bu dar-ı faniden, manen mesrurane, dağdağasız diğer bir aleme giderler—ta yeni vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar.
Bütün tevellüdat-ı hayvaniye ve insaniye ise, ahz-ı askere, silah altına, vazife başına gelmektir. Bütün zihayat, birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakim memnun memurlardır. Bütün sadalar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neşesinden neşet eden nağamattır. Bütün mevcudat, o müminin nazarında, Seyyid-i Keriminin ve Malik-i Rahiminin birer munis hizmetkarı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi pek çok latif, ulvi ve leziz, tatlı hakikatler, imanından tecelli eder, tezahür eder.
Demek iman bir manevi tuba-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise manevi bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.
Demek selamet ve emniyet yalnız İslamiyette ve imandadır. Öyle ise biz daima “Elhamdü lillahi ala dinil-İslam ve kemalil-iman” demeliyiz.