Müşriklerin iyice yaklaştıkları bir sırada, Peygamberimiz; “Şunları kim karşılar, kim durdurur?” buyurdu. Talha bin Ubeydullah hazretleri; “Ben! Ya Resulallah!” deyip, ileri atılmak istedi. Peygamber efendimiz; “Senin gibi daha kim var?” buyurdular. Medineli sahabilerden biri; “Ya Resulallah! Ben!” diyerek izin istedi. Sevgili Peygamberimiz: “Haydi, sen karşıla” buyurunca, ileri fırladı ve müşriklerin üzerine atıldı. Eşine rastlanmadık kahramanlıklar gösterdi. Bir kaç imansızı öldürdükten sonra şehadet şerbetini içti. Resulallah efendimiz, yine; “Şunlara kim karşı koyar?” buyurdular. Herkesten önce, yine Talha hazretleri çıktı. Peygamber efendimiz; “Senin gibi daha kim var?” diye sorunca, Ensardan bir mübarek; “Ben karşılarım ya Resulallah” dedi. Peygamberimiz; “Haydi onları sen karşıla” buyurdular. O da müşriklerle çarpışa çarpışa şehid oldu. Bu şekilde Peygamber efendimizin o anda yanında bulunan bütün sahabiler, vuruşa vuruşa şehadete erdiler. Kainatın sultanı efendimizin o anda yanında Talha bin Ubeydullah hazretlerinden başka kimse kalmamıştı. Talha, Resulallaha bir zarar erişir diye endişe ediyor, dört bir tarafa koşuyor, kafirlerle kıyasıya çarpışıyordu. Onun bu kadar seri kılıç sallaması, bir anda Resulallahın her tarafındaki düşmana karşılık vermesi, ok, mızrak ve kılıç darbelerine vücudunu kalkan yapması eşine rastlanmayacak bir hadiseydi. Talha, pervane gibi dönüyor, kendisine değen kılıçlara hiç aldırmıyordu. Dileği, Kainatın sultanını korumak, bu uğurda diğer kardeşleri gibi şehid olmaktı. Vücudunda yara almayan yer kalmamıştı, elbisesinde kandan başka bir şey görünmez olmuştu. Fakat o buna rağmen dört tarafa birden yetişiyordu. O sırada Ebu Bekir ve Sad bin Ebi Vakkas hazretleri, Resulallah efendimizin yanına yetiştiler. Yiğitlerin efendisi Talha da bu arada kan kaybından sıcak toprağa düşüp bayıldı. Her yeri kılıç, mızrak ve ok darbeleriyle delik deşikti. Altmışaltı büyük, sayılamayacak kadar da küçük yarası vardı. Sevgili Peygamberimiz, Ebu Bekre, hemen Talhaya yardıma koşmasını emrettiler. Ebu Bekr-i Sıddık , Talhanın ayılması için mübarek yüzüne su serpti. Talha bin Ubeydullah hazretleri ayılır ayılmaz; “Ya Eba Bekr! Resulallah ne yapıyor?” diyerek, sevgi ve bağlılığın en güzelini gösterdi. Resulallahi sevmek, canını, Onun mübarek vücuduna feda etmek ancak bu kadar olurdu. Ebu Bekr; “Resulallah iyidir. Beni O gönderdi” deyince, Talha rahat bir nefes alıp; “Allaha sonsuz şükürler olsun. O sağ olduktan sonra her müsibet hiçtir” dedi. O sırada bir kaç sahabe daha yetişmişlerdi.
alemlerin efendisi, Muhammed Mustafa sallAllah aleyhi ve sellem, Talhanın yanına teşrif ettiler. Yaralı mücahid, Resulallahı sağ olarak görünce, sevincinden ağladı. Peygamber efendimiz, onun vücudunu mesh ettikten sonra, ellerini açıp; “Allahım! Ona şifa ver, kuvvet ihsan eyle” diye dua buyurdular. Resulallah efendimizin bir mucizesi olarak, Talha sapa sağlam ayağa kalktı ve tekrar düşmanla harbetmeye başladı. Sevgili Peygamberimiz onun için; “Uhud günü, yer yüzünde sağımda Cebrailden, solumda da Talha bin Ubeydullahdan başka bana yakın bir kimsenin bulunmadığını gördüm.” “Yeryüzünde gezen cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talha bin Ubeydullaha baksın” buyurdular.
Bütün cephede çarpışma, olanca şiddeti ile devam ediyordu. Peygamber efendimizin etrafında Ebu Dücane, sancakdar Musab bin Umeyr, Talha bin Ubeydullah, Peygamberimizi korumak için arka saflardan koşup yetişen Nesibe Hatun ve bir kaç sahabi vardı. Müşriklere karşı, Resulallah efendimizle birlikte çarpışıyorlardı. Tepeden tırnağa silahlı ve zırhlar içerisinde olan ve miğferi bulunan azılı müşrik Abdullah bir Huneyd, sevgili Peygamberimizi görünce, atını mahmuzladı. “Ben Züheyrin oğluyum. Bana Muhammedi gösteriniz. Ya ben Onu öldürürüm, Yahut Onun yanında ölürüm!” diye bağırıyordu. Atını, Peygamber efendimizin üzerine doğru sürerken, Ebu Dücane hazretleri önüne gerildi ve; “Gel bakalım! Ben vücudumla, Muhammed ın mübarek vücudunu koruyan bir kişiyim. Beni çiğnemedikçe, Ona ulaşamazsın!” dedi. Atın ayaklarına kılıcını vurup, Abdullah bin Hüneydi yere düşürdü ve kılıcını kaldırarak; “Al, bu da Hareşenin oğlundan!” deyip, bir vuruşta yere serdi. Hadiseyi seyreden alemlerin efendisi; “Allahım! Hareşenin oğlundan (Ebu Dücaneden) ben nasıl razı isem, sende öyle razı ol” diyerek dua buyurdu.
Müşriklerden çok keskin bir nişancı ve her attığını vuran bir okçu olan Malik bin Züheyr, her yerde Peygamber efendimizi arıyor, bir fırsatını bulup ok ile vurmak istiyordu. Resulallah efendimizin yakınlarına gelip, yayını gerdi ve sevgili Peygamberimizin mübarek başını hedef alarak okunu fırlattı. Göz açıp kapayıncaya kadar zaman yoktu. Talha anında elini açarak hedef oldu. Ok, Talhanın avucuna saplandı ve elini parçaladı. Parmaklarının bütün sinirleri kesildi, elinin kemikleri kırıldı. Olanları Fahr-i alem efendimiz de görmüş ve: “Eğer (beni korumak için elini oka uzatırken) Bismillah deseydin, insanlar sana bakışırken, melekler seni göklere yükseltirdi” buyurmuşlardı.
Mekkeli müşriklerden; Abdullah bir Kamia, Übey bin Halef, Utbe bin Ebi Vakkas, Abdullah bin Şihab-ı Zühri ismindeki dört müşrik, Resulallah efendimizin hayatına son vermek için anlaşıp, yemin etmişlerdi. Bu sıkışık anda Resulallah efendimiz, yanında bir kaç sahabi olduğu halde düşmanla kıyasıya mücadele ediyorlardı. Peygamber efendimizin önünde, sancakdar Musab bin Umeyr hazretleri vardı. Musab, vücuduna giydiği zırhdan dolayı, sevgili Peygamberimize çok benziyordu. O da sağ elinde İslam sancağı olduğu halde müşriklerle müthiş bir mücadeleye girişmişti. Bu sırada zırhlara bürünmüş olan İbn-i Kamia, atlı olarak oraya yaklaştı. Avazı çıktığı kadar; “Bana Muhammedi gösteriniz: O kurtulursa ben kurtulmayayım!” diye bağırarak, Peygamber efendimize doğru atını mahmuzladı. Musab ile Nesibe Hatun karşı koyup, vücudlarını Peygamber efendimize siper yaparak çarpışmaya başladılar. Bu kafire ne kadar kılıç vurdularsa, zırhından dolayı tesir etmedi. İbn-i Kamia, Nesibe Hatuna bir kılıç vurarak omuzunu parçaladı. Sonra Musabın sancak tutan sağ eline kılıcını indirdi. Sağ eli kesilen Musab bin Umeyr, canından üstün tuttuğu mübarek İslam sancağını yere düşürmeden sol eline aldı. O esnada; “Muhammed resuldür. Ondan önce de resuller gelmiştir” mealindeki (al-i İmran suresi: 144) ayet-i kerimeyi okuyordu. İbn-i Kamia, bu defa kılıcını Musabın sol eline indirdi. Sol eli de kesilen şanlı sancakdar, İslam sancağını yere düşürmüyordu. Kahraman sahabi, sancağı kolları ile tutup gövdesine bastırarak dalgalandırmaya devam etti. İbn-i Kamia, bu defa mızrağını şanlı sahabinin vücuduna sapladı. O da, diğer arkadaşları gibi şehid olarak ahirete göçmüştü .
Hazret-i Musab yere düşerken, şanlı İslam sancağı yere düşürülmemiş, onu hemen Musabın suretine giren bir melek kapmıştı. Sevgili Peygamberimiz; “İleri ya Musab! İleri!” buyurduğunda, sancağı tutan melek; “Ben Musab değilim” dedi. O zaman, Kainatın sultanı efendimiz onun melek olduğunu anlayıp, sancağı Aliye verdi.
İbn-i Kamia ise, Musabı, Peygamber efendimiz zannettiği için, acele müşriklerin arasına vardı ve; “Muhammedi öldürdüm!” diyerek bağırmaya başladı. Bunu işiten müşrikler, hedeflerine ulaşmanın verdiği haz ile daha da azgınlaştılar. Hadisenin aslını bilemeyen Eshab-ı kiramın ise, eli ayağı tutmaz olmuştu. Ortalıkta matem havası esiyordu. Ömerin bile elleri iki yana düşmüş, arkadaşlarıyla olduğu yere oturakalmışlardı. Enes bin Nadr onları o halde görünce; “Niçin oturuyorsunuz?” diye sordu. Onlar da; “Resulallah şehid edilmiş!…” diye cevap verdiler. Enes de; “Resulallah şehid edildiyse, Onun Rabbi (Allah) bakidir. Resulallahtan sonra biz sağ kalıp da ne yapacağız! Haydi kalkınız! Peygamberimizin çarpışarak mübarek canını feda ettiği şey için, biz de canımızı feda edelim” dedi ve kılıcının kınını kırıp; “Allahü ekber!…” nidalarıyla yalın kılıç düşmanın ortasına daldı. Küffardan bir çoklarını kırdı ve şehid oldu. Sadece yüzünde yetmiş yara vardı. Vücudunda sayısız yara olduğu için, onu kız kardeşinden başkası tanıyamamıştı.
Eshab-ı kiramın pek çoğu dağılmış, bir kısmı da şehadete ermişti. Onların bu dağınıklığından istifade eden müşrikler, Resulallah efendimizin etrafına toplanmışlardı. Taşla, kılıçla iki cihanın sultanını şehid etmeye çalışıyorlardı. Üzerinde iki zırhı olduğu için, darbeler, tesir etmiyordu. Utbe bin Ebi Vakkasın attığı taşlar, sevgili Peygamberimizin mübarek yüzüne değdi ve alt dudağı yaralandı. Alt çenesindeki mübarek sağ rebaiyye yani kesici dişi kırıldı. O sırada İbn-i Kamia denilen müşrik de geldi ve kılıcını alemlerin efendisinin mübarek başına vurdu. Sevgili Peygamberimizin miğferi parçalandı, iki halkası da mübarek şakaklarına battı. Yine İbn-i Kamianın vurduğu bir kılıç ile mübarek omuzundan yaralandılar ve müslümanları düşürmek için Ebu amirin kazdığı derin çukura yanı üzere düştüler. Sevgili Peygamberimiz, hain İbn-i Kamia için; “Allah seni zelil ve perişan etsin!” diye dua ettiler. İbn-i Kamia pek ziyade sevinip; “Muhammedi öldürdüm! Muhammedi öldürdüm!…” diye bağırarak, Ebu Süfyanın yanına gitti. Müşrikler hedeflerine ulaşmışlardı! Artık Peygamberimizle ilgilenmiyorlardı. Peygamber efendimizin bulunduğu çukurun etrafından çekilmişler, Eshab-ı kiram ile çarpışmaya koyulmuşlardı.
Resulallah efendimiz, çukura düştüğünde, mübarek yanakları kanıyordu. Mübarek ellerini yüzüne sürünce, ellerinin ve sakal-ı şerifinin kana boyandığını gördüler. Bir damla yere düşmeden Cebrail yetişip, o mübarek kanı kaptı ve dedi ki: “Ya Habiballah! Allahın hakkı için, eğer bu kandan bir damla yere düşse, kıyamete kadar yerde ot bitmezdi.” Fahri alem efendimiz de; “Eğer benden bir damla kan yere düşerse, gökten azab nazil olur. Ya Rabbi! Kavmimi affet! Çünkü onlar bilmiyorlar” buyurarak, kendisini öldürmeğe kalkan, mübarek vücuduna kılıç vurup, mübarek dişlerini kıran ve mübarek yüzünü kana boyayan kimselerin hidayete gelmesi için dua ediyorlardı.
Bu esnada, Kab bin Malik hazretleri; “Ey müslümanlar! Müjde! İşte Resulallah burada!..” diye yüksek sesle bağırıyordu. Bu sesi işiten şanlı Eshab yeniden hayat bulmuş gibi sevinçle oraya koştu. Ali ile Talha bin Ubeydullah derhal oraya gelerek çukurdan çıkardılar. Ebu Ubeyde bin Cerrah, sevgili Peygamberimizin mübarek şakaklarına batan, miğferin halkalarını dişleriyle çekerek çıkardı. Bu demir parçalarını çıkarırken iki ön dişi de çıktı.
Eshab-ı kiramdan Malik bin Sinan hazretleri, Resulallah efendimizin mübarek yüzlerinden sızan kanı emdiler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Kanım kanına karışan kimseye Cehennem ateşi dokunmaz” buyurdular.
Müşrikler, tekrar üstlerine gelmeye başladılar. Eshab-ı kiram, Peygamber efendimize yeniden kavuşmanın sevinci ile biranda Resulallah efendimizin etrafında halka olup; hiç bir müşrik bırakmadılar. Peygamber efendimize artık bir şey yapamayacaklarını anlayan müşrikler, dağın tepesine çıkmaya başladılar. İki cihanın sultanı, yanında bulunan Sad bin Ebi Vakkas hazretlerine; “Onları geri çevir” buyurdu. Sad; “Ya Resulallah! Yanımda sadece bir okum var. Bununla nasıl geri çevireyim?” diye sual eyleyince, Resulallah efendimiz, tekrar aynı emri verdiler. Bunun üzerine okçuların piri Sad bin Ebi Vakkas hazretleri, elini çantasına götürüp, okunu attı. Hedefini bulan ok bir müşriki devirdi. Elini tekrar ok çantasına uzattığında, bir ok daha olduğunu gördü. Dikkat etti, bu ok, biraz önceki oktu. Bir müşrik daha öldü. Bu hal, defalarca sürdü. Sevgili Peygamberimizin bir mucizesi olarak, Sad, her, defasında ok çantasında bir evvelki attığı oku bulmuştu. Peşpeşe adamlarının öldürüldüğünü gören Kureyşliler, dağa çıkmaktan vazgeçtiler. Aşağı inip geriye çekildiler.
İçlerinden Übeyy bin Halef, atını, Peygamber efendimize doğru sürerek; “Nerededir, o peygamber olduğunu iddia eden kişi? Karşıma çıksın da, benimle çarpışsın!” diye bağırmaya başladı. Eshab-ı kiram, ona karşı çıkmak istediyse de, sevgili Peygamberimiz müsade etmedi. Haris bin Simme hazretlerinin mızrağını alıp ileri çıktılar. Übeyy alçağı atını mahmuzlayıp; “Ey Muhammed! Sen kurtulursan, ben kurtulmayayım!” diyerek yaklaştı. Tepeden tırnağa zırhlara bürünmüştü. alemlerin efendisi, elindeki mızrağı Übeyyin boynuna fırlattı. Mızrak uçarak, miğferi ile zırh yakası arasından boynuna saplandı. Übeyy, sığır gibi böğürerek atından yere yuvarlandı. Kaburga kemikleri kırıldı. Müşrikler, onu kaldırıp, götürdüler. Yolda; “Muhammed beni öldürdü!…” diyerek bağıra bağıra can verdi.
Resulallah efendimiz, yanındaki Eshabı ile Uhud kayalıklarına doğru çıkmaya başladılar. Kayaların yanına varınca, yukarı çıkmak istediler. Ziyadesiyle yorulduğu, üst üste iki zırh giydiği ve mübarek vücuduna yetmişten ziyade kılıç vurulduğu için takat getiremediler. Bunun üzerine Talha , Peygamber efendimizi sırtına alarak kayaların üzerine çıkardı. Sevgili Peygamberimiz; “Talha, Resulallaha yardım ettiği zaman Cennet ona vacib oldu” buyurdular. Hiç mecalleri kalmadığından, öğle namazını oturarak eda ettiler.
Dağın eteklerinde sahabiler, her biri bir aslan kesilmiş, müşriklerin üzerine atılıyorlardı. Peygamberimize kılıç vuranlara, dünyayı zindan yapmışlardı. Bir ara Hatib bin Beltea, sevgili Peygamberimizin yanına geldi ve; “Canım sana feda olsun ya Resulallah! Sana bunu kim yaptı!” diye sual eyledi. Efendimiz; “Utbe bin Ebi Vakkas, bana taş atıp yüzüme vurdu ve rebaiyye dişimi kırdı” buyurunca, Hatib; “Ya Resulallah! O, ne tarafa gitti!” diye tekrar sordu. Peygamber efendimiz, işaretle gittiği tarafı gösterdiler. Hatib, derhal o tarafa koştu. Araya araya Utbeyi buldu. Atından düşürüp, bir vuruşta başını kesti ve Resulallahın huzuruna getirip müjde verdi. Peygamber efendimiz de: “Allah senden razı olsun. Allah senden razı olsun” buyurarak, ona dua ettiler.
Müşrikler, derlenip toparlanan ve yeniden hücuma geçen Eshab-ı kiram karşısında tutunamadılar. Yetmiş ölü vererek, harp meydanını terk edip Mekkeye doğru yola koyuldular.
Peygamber efendimizin şehid olduğu şayiası Medineye ulaşmıştı. Fatıma, Ayşe, Ümmü Süleym, Ümmü Eymen, Hamne binti Cahş, Küaybe (ünne) gibi hanımlar Uhuda koştular. Fatıma, babası Peygamber efendimizi yaralı görünce ağladı. Resulallah efendimiz, onu teselli ettiler. Ali kalkanı ile su getirdi. Fatıma validemiz o su ile Peygamber efendimizin mübarek yüzünü ve kanları yıkadı. Fakat yüzünün kanı dinmiyordu. Fatıma bir hasır parçasını yakıp, külünü yaraya basınca, kan durdu.
Sonra harp meydanına indiler, önce yaralılar tespit edilerek, yaraları sarıldı. Müşrikler, bazı şehidleri tanınmaz hale getirmişlerdi. Kulak, burun ve diğer azalarını kesmiş, karınlarını yarmışlardı. Abdullah bin Cahş hazretleri bunlar arasında idi. Bu hali gören sevgili Peygamberimiz ve Eshabı çok üzüldüler. En güzide sahabileri şehadet şerbetini içmiş, Uhud topraklarını kanlarıyla sulayarak Cennete uçmuşlardı. Fakat şehidlere yapılan bu muamele, dayanılacak gibi değildi. Peygamber efendimizin yanısıra bütün sahabilerin hüzünle içleri burkuluyordu. Bu manzara karşısında, alemlerin efendisi ağladı. Mübarek gözlerinden yaşlar akdığı halde; “Ben, şu şehidlerin, Allahın yolunda canlarını feda ettiklerine, kıyamet günü şahidlik edeceğim. Onları kanlarıyla gömünüz. Vallahi, kıyamet günü mahşere yaraları kanayarak gelecekler. Kanlarının rengi kan rengi, kokuları da misk kokusu olacaktır” buyurdu.
Sevgili Peygamberimiz; “Hamzayı göremiyorum. Onun hali nice oldu” buyurdular. Ali, arayıp buldu. Peygamberimiz oraya varıp akla gelmedik bir manzara ile karşılaşınca, dayanamadılar. Hamzanın kulakları, burnu ve sair azaları kesilmiş, yüzü tanınmaz hale getirilmiş, karnı yarılmış, ciğerleri çıkarılmıştı. Peygamber efendimiz mübarek gözlerinden yaşlar aktığı halde Hamzaya hitaben; “Ey Hamza! Hiç bir zaman, hiçbir kimse, senin kadar musibete uğramamış ve uğramayacaktır. Ey Resulallahın amcası! Ey Allahın ve Resulünün aslanı Hamza! Ey hayırlar işleyen Hamza! Ey Resulallaha koruyucu olan Hamza! Allah sana rahmet eylesin!…” buyurdu.
Bu sırada, karşıdan telaş içinde gelen bir kadın görüldü. Bu, sevgili Peygamberimizin halası Safiyye validemizdi. O da, diğer hanımlar gibi, Resulallah efendimizin şehid olduğu şayiasını işitince, herşeyi unutmuş, koşa koşa Uhuda gelmişti. Resulallah efendimiz, halasını görünce, şehidlerin haline dayanamaz düşüncesi ile, oğlu Zübeyr bin Avvam hazretlerine; “Anneni geri çevir, kardeşinin cesedini görmesin” buyurdu. Zübeyr, koşarak annesinin yanına vardı. Mübarek Hatun heyecanla; “Oğlum! Resulallahtan haber ver!…” dedi. Yanlarına Ali de gelmişti. O; “Resulallah hamdolsun iyidir” deyince, ferahladı, fakat; “Onu bana gösterin” demekten kendini alamadı. Ali, alemlerinin efendisini işaretle gösterdi. Safiyye validemiz, iki cihanın güneşini sağ olarak görünce, çok sevindi ve Allaha hamd eyledi. Bu defa, kardeşi Hamzanın durumunu görmek için ileri yürümek istedi. Oğlu Zübeyr ; “Anneciğim! Resulallah, geri dönmenizi emrediyor” deyince, Safiyye; “Eğer ona yapılanı bana göstermemek için geri döneceksem, zaten ben kardeşimin cesedinin kesilip biçildiğini öğrenmiş bulunuyorum. O, bu hale Allah yolunda uğramış bulunuyor. Biz, bu yolda daha beterlerine de razıyız. Sevabını Allahtan bekleyeceğiz. İnşaallah sabredip, katlanacağız” dedi. Zübeyr bin Avvam hazretleri gelip bunu bildirince, Peygamber efendimiz; “Öyle ise bırak görsün” buyurdu. Safiyye , Hamzanın cesedinin yanına oturdu ve sessizce ağladı.
Safiyye gelirken yanında iki hırka getirmişti. Onları çıkarıp; “Bunları kardeşim Hamza için getirdim, ona sarınız” dedi. Seyyid-üş-Şüheda yani şehidlerin efendisi olan Hamzayı bu hırkalardan biri ile kefenlediler.
Habibullah efendimiz, sancakdar Musab bin Umeyrin baş ucuna geldiler, Musabın elleri kesilmiş, pek çok yerinden yara almıştı. Etrafı kan golü halindeydi. Peygamber efendimiz, burada da çok hüzünlendıler ve bu aziz şehidlere hitaben, Ahzab suresinden 23. ayet-i kerimeyi okudular. Mealen: “Müminlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allaha verdikleri sözde sadakat gösterdiler. Onlardan bazıları şehid oluncaya kadar çarpışacağına dair verdiği sözü yerine getirdi (şehid oldu). Kimisi de şehid olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler” buyruluyordu. Peygamber efendimiz, bundan sonra da şöyle buyurdu; “Allahın Resulü de şahiddir ki, siz kıyamet günü Allahın huzurunda şehid olarak haşrolunacaksınız.” Daha sonra, yanındakilere dönüp; “Bunları ziyaret ediniz. Kendilerine selam veriniz. Allaha yemin ederim ki, kim bunlara bu dünyada selam verirse, kıyamette bu aziz şehidler kendilerine mukabil selam vereceklerdir.”
Musab bin Umeyr hazretlerine kefen olacak bir şey bulamadılar. Kendi kaftanı mübarek vücudunu tam örtmüyordu. Baş tarafına örtseler ayakları, ayak tarafına örtseler başı açıkta kalıyordu. Habib-i ekrem efendimiz; “Baş tarafını kaftanla, ayaklarını ise ızhır otu ile örtünüz” buyurdular. Hayatını İslama hizmetle geçiren ve bu uğurda şehitlik mertebesine kavuşan bu mutlu sahabi, dünyadan yarım kefen ile ayrıldı.
Diğer şehidler, namazları kılınıp, kanlı elbiseleri ile ikişer üçer bir kabre konarak defnedildiler . Uhud gazasında yetmiş şehid verilmişti. Bunlardan altmış dördü Ensardan, altısı Muhacirlerden idi.
Eshab-ı kiramın çoğunun akrabaları şehid olmuştu. Bu sebeple, gönülleri yaralı idi. Kalanları teselli için, Habib-i ekrem efendimiz buyurdular ki: “Vallahi, Eahabımla birlikte ben de şehid olup, Uhud Dağının bağrında gecelemeyi ne kadar isterdim. Kardeşleriniz şehid oldukları zaman, Allah onların ruhlarını yeşil kuşların kursaklarına koydu. Onlar, Cennetin ırmaklarına gelir, sularından içerler. Meyvelerinden yerler. Cennetin dört bir bucağını seyrederler. Gülistanlarında uçarlar. Daha sonra Arş-ı ala altına asılan, altun kandillerin içine girip akşamlarlar. Onlar, böyle yiyecek ve içeceklerin hoşluğunu, güzelliğini görünce; “Keşke, Allahın, bize neler ikram ettiğini kardeşlerimiz bilselerdi de, cihaddan çekinmeseler, çarpışmaktan korkup, düşmandan yüz çevirmeselerdi” derler, Allah da; “Ben sizin ahvalinizi onlara bildiririm” buyurdu. (ve ayet-i kerime indirip mealen şöyle buyurdu:) “Sakın Allahın yolunda şehid alanları ölüler sanmayınız! Doğrusu onlar, Rableri katında diridirler. Öyle ki, Allahın kendilerine verdiği, ihsan ettiği şehitlik mertebesiyle, hepsi de sevinerek, Cennet nimetleriyle rızıklanırlar. Arkalarından şehidlikle henüz kendilerine katılamayanlar hakkında da; “Onlara hiç bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır” diye müjde vermek isterler. Onlar, Allahtan gelen bir nimetle, hatta daha fazlasıyla sevinirler. Allahın, müminlere olan mükafatını zayi etmeyeceği müjdesi ile neşelenirler.” (al-i İmran suresi: 169-171) … Allah, onlara görünüp; “Ey kullarım! Canınız neyi çekiyorsa, söyleyiniz, size onu fazlasıyla tattırayım” buyurur. Onlar da; “Ey Rabbimiz! Senin bize ihsan ettiğin nimetlerden daha üstün bir nimet yok ki, onu isteyelim. Biz, Cennette istediğimiz şeylerden yeyip duruyoruz. Ancak biz istesek; ruhlarımızın cesedlerimize geri çevrilip dünyaya döndürülmemizi ve senin yolunda çarpışarak tekrar öldürülmemizi isteriz” derler.”
Artık burada yapılacak bir şey kalmamıştı. Derlenip toparlandılar. Cihad-ı fi sebilıllah yani Allahın dinini yaymak için geldikleri Uhudda, tarihin eşsiz bir gazası yapılmıştı. Gözlerin göremeyeceği, hayalleri aşan Eshab-ı kiramın nice kahramanlıklarına şahid olunmuş, küffara bir ders daha verilmişti.
alemlerin efendisi , mübarek Eshabıyla nurlu Medineye doğru hareket ettiler. Harre mevkiine geldiklerinde, Eshabını saf haline geçirip, mübarek ellerini kaldırarak, Allaha yalvarmaya, ve şöyle dua etmeye başladılar: “Allahım! Hamd ve sena ancak sanadır. Allahım! Senin dalalette bıraktığını hidayete erdirecek, hidayete erdirdiğini de saptıracak yoktur… Allahım! Bize imanı sevdir. Kalblerimizi iman ile süsle. Bizi, küfür, azgınlık ve taşkınlıktan nefret ettir. Din ve dünyamıza zararlı olan şeyleri bilenlerden, doğru yola erenlerden eyle. Allahım! Bizleri müslünman olarak yaşat ve müslüman olarak öldür. Bizi, salihler ve iyiler zümresine ilhak eyle. Çünkü onlar, ne şeref ve haysiyetlerini kaybedenlerdir, ne de dinlerinden dönenlerdir. Allahım! Senin Resulünü yalanlayan, senin yolundan yüz çeviren, Peygamberinle harbeden kafirlerin de cezalarını ver! Onlara hak ve hakikat olan azabını indir!… amin!” Eshab-ı kiram da, “amin! amin” diyerek bu duaya iştirak ettiler.
Sevgili Peygamberimiz, Eshabıyla Medineye yaklaşmışlardı. Medinede kalan kadınlar, çocuklar yollara dökülmüş, merak ve hüzün ile, gelen ordunun içinde Kainatın efendisini görmeye çalışıyorlardı. Onun, cihanı aydınlatan nurlu yüzünü görünce, Allaha hamd ediyorlardı. Sonra, gözler orduya takılıyor, babalar, efendiler, oğullar, dayı ve amcalar aranıyordu. Göremezlerse… gözyaşlarını tutamıyorlardı. Eshabının bu hüzünlü halini gören merhamet deryası Resulallah efendimiz de, çok üzülüyor, mübarek gözlerinden yaş akıtıyorlardı. Bir ara Sad bin Muaz hazretlerinin annesi Kebşe hatunun, Peygamber efendimize yaklaştığı görüldü. Uhudda, oğlu Amr şehid olmuştu. Huzur-ı saadete geldiğinde; “Anam-babam, canım sana feda olsun ya Resulallah! Elhamdülillah ki seni sağ salim olarak gördüm. Sen selamette olduktan sonra, bütün felaketler bana hiç gelir!” dedi. Ciğerparesi oğlunu sormadı. Sevgili Peygamberimiz ona, oğlu Amr için baş sağlığı diledikten sonra; “Ey Sadın annesi! Sana ve onun ev halkına müjdeler olsun ki, onlardan şehid düşenlerin hepsi de Cennette toplandılar ve birbirlerine arkadaş oldular. Onlar, ev halkına da şefaat edeceklerdir” buyurdu. Kebşe hatun; “Allahtan gelen her şeye razıyız ya Resulallah! Bu müjdelerden sonra artık onlar için kim ağlar! Siz, geride kalanlar için dua buyurunuz” dedi. alemlerin efendisi de; “Allahım! Onların kalblerinde bulunan üzüntüleri gider! Arkada kalanlarını da, geride kalmışların en hayırlısı eyle!” diye dua buyurdular.
Peygamber efendimiz, Eshabına, bedeni isteklerle mücadeleyi kasdederek; “(Ey Eshabım! Şimdi) küçük cihaddan döndük, büyük cihada başlıyacağız” buyurdular. Sonra, herkesin evlerinde istirahate çekilmelerini ve yaralıların yaralarını tedavi etmelerini tavsiye ettiler. Kendileri de yaralı idi. Doğruca, saadethanelerine gittiler.
Resulallah , Medineye döndüğünde, müşriklerin her an geri dönüp Medineyi basabilecekleri ihtimali olduğundan, tedbir aldı. Ertesi gün, yaralı oldukları halde, müslümanların dünkü harpten dolayı zayıf düşmediğini bildirmek, düşmana göz dağı vererek Medineye tekrar dönmelerini önlemek için, Bilal-i Habeşiye ; “Resulallah, size düşmanı takip etmeyi emrediyor! Dün, Uhudda bizimle beraber çarpışmayanlar gelmeyecek, sadece çarpışmaya katılanlar geleceklerdir, de.” buyurdu. O da, Eshaba bu emri duyurunca, çoğu yaralı oldukları halde derhal hazırlandılar. Hatta ağır yaralı olan Abdullah ile Rafi isimli kardeşler, Resulallah efendimizin bu davetini işitir işitmez, bütün ağrı ve sızılarına rağmen; “Resulallah ile gazaya çıkma fırsatını kaçıracak mıyız yoksa?!” diyerek, mücahidlerin saflarına koştular.
Sevgili Peygamberimiz, şanlı Eshabıyla, müşrikleri takibe başladılar. Revha denilen mevkide, müşriklerin toplanarak, Medineye baskın yapmak ve müslümanları yok etmek için karar aldıklarını öğrendiler. Bu tedbirin de, Peygamber efendimizin bir mucizesi olduğu ortaya çıktı. Müşrikler, Resulallah efendimizin üzerlerine doğru geldiğini duyunca, korkarak, bulundukları yeri terk edip, Mekkeye döndüler.
Peygamber efendimiz, onları Hamra-ül Esed denilen yere kadar takib ettiler. Müşriklerden iki kişi yakalandı.
Burada üç gün kaldılar, sonra Medineye geri döndüler. Allah, Hamra-ül Esede giden bu şerefli Eshabı, ayet-i kerimesinde mealen şöyle medhetti; “Yaralandıktan sonra, yine Allahın ve Peygamberinin davetine koşanlar ve hele onlardan iyilik edip fenalıktan sakınanlar için, çok büyük bir mükafat vardır” (al-i İmran suresi. 172)
Uhudda, sevgili Peygamberimizi öldürmeye yemin edenlerden İbn-i Kamia, Mekkeye döndüğünde, bir gün koyunlarına bakmak için dağa çıkmıştı. Dağın tepesinde koyunlarını buldu. İçlerinden bir koç, süratle koşarak İbn-i Kamiaya toslamağa başladı. Vura vura İbn-i Kamiayı parçalayarak öldürdü.
Abdullah Şihab-ı Zühriyi de, Mekkeye giderken, beyaz benekli bir yılan ısırarak öldürdü. Peygamber efendimize kasdedenlerin hepsi bir sene içinde cezalarını görüp öldüler.