"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Ey habibim! mahzun olma!

Resulallah efendimizin hicretinden önce, Medinede bulunan Hazrec kabilesinin reisi Abdullah bin Übey, Medineye hükümdar seçilecekti. Akabe biatları, daha sonra da hicret hadisesiyle Evs ve Hazrec kabilelerinin çoğu müslüman olunca, Abdullah bin Übeyin hükümdarlığı gerçekleşmedi. Bu sebeple Abdullah bin Übey, başta Peygamber efendimize ve muhacir olan Eshab-ı kirama, sonra Medineli sahabeye diş biliyor, fakat düşmanlığını açıkça gösteremiyordu. Kendisi gibi bir kaç kimse ile, münafıklar zümresini teşekkül ettirdi. Bunlar, müslümanların yanında İslam dinine girdiklerini söylüyor, fakat arkalarından alay ediyorlardı. Gizliden gizliye nifak tohumları ekmeye ve fitne çıkarmaya başladılar. Bunda öyle ileri gittiler ki, Fahr-i alem efendimizin mübarek sözlerini tersine nakletmeye ve değiştirmeye kalktılar.

Düşmanlıklarını içinde saklıyan yahudiler, Peygamber efendimizle bir andlaşma imzaladılar. Peygamber efendimize gruplar halinde geldiler. Kendilerince çok zor olan sorular sordular. Aldıkları cevaplardan Onun, hak peygamber olduğunu anladılar. Fakat inad ve kıskançlıklarından iman etmediler. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz; “Bana yahudi alimlerinden on kişi iman etmiş olsaydı, yahudilerin hepsi iman ederlerdi” buyurdular. Resulallah efendimizin böyle mahzun olmasını, Allah şu ayet-i kerimesiyle teselli eyledi; “(Ey Habibim!) Ey şanlı Resul! Kalbleriyle inanmadıkları halde, ağızlarıyla inandık diyenlerle (münafıklarla) yahudilerden küfür içinde koşuşanlar, seni mahzun etmesin. Onlar, durmadan yalan dinleyenler ve senin huzuruna gelmeyen başka bir kavim (Hayber yahudileri) için, (Kureyzaoğularından) casusluk edenlerdir. Kelimeleri (Allah tarafından) yerlerine konduktan sonra değiştirirler. “Eğer size şu (fetva), verilirse onu kabul edin, verilmezse sakının ” derler. Allah, kimin fitneye düşmesini dilerse, artık sen, Allahın iradesini önlemeye hiç bir surette muktedir olamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki, Allah, (onların) kalblerini temizlemek dilememiştir. Onlara, dünyada hakir ve perişanlık; ahirette de pek büyük bir azab vardır.” (Maide suresi: 41)

Yapılan andlaşma sebebiyle, sahabeden bazıları, komşuları olan yahudilerle dostluk kurmuşlardı. Allah, onları da bundan men ederek buyurdu ki: “Ey iman edenler! Din kardeşlerinizden başkasını (kafir ve münafıkları) dost edinmeyin. Onlar size fenalık yapmakta, fesad çıkarmakta kusur etmezler ve sıkıntıya girmenizi arzu ederler. Onların size karşı olan kin ve düşmanlıkları, ağızlarından dışarı dökülmüştür. Kalblerinde gizledikleri düşmanlık ise daha büyüktür. Onların düşmanlıklarına dair ayetleri açıkladık, eğer düşünür anlarsanız…” (al-i İmran suresi: 118)

Mekkeli müşrikler, Medinedeki müşrikleri, münafıkları, yahudileri ve Medinenin çevresindeki kabileleri durmadan tahrik ve tehdide devam ediyorlardı. Bir an önce İslamın nurunu söndürmeye çalışıyorlar, sevgili Peygamberimizin mübarek vücudunu ortadan kaldırmanın yollarını arıyorlardı.

Münafıkların ve müşriklerin bu şekildeki hareketlerine karşı, Resulallah efendimiz hep sulh yoluna gidiyordu. Eshab-ı kiramdan bazıları, artık düşmana karşı çıkmanın lazım geldiğine inanıyor ve; “Ya Rabbi! Bizim için, senin yolunda, şu müşriklerle mücadele etmekten daha kıymetli bir şey yoktur. Bu Kureyşli müşrikler ki, Habibinin peygamberliğini yalanladılar ve Mekkeden çıkmaya mecbur ettiler. Allahım! Her halde onlarla harp etmemize müsade edersin!..” diye dua ediyorlardı. Resulallah efendimiz ise, bu yolda Allahın emrini bekliyor, ne buyurulursa ona göre hareket ediyordu. Artık zamanı gelmişti. Cebrail ın getirdiği vahiyde buyruluyordu ki: “Size karşı harb açanlarla, siz de Allahın yolunda çarpışın. Fakat haddi tecavüz edip, aşırı gitmeyin. (Sizinle savaşmayanlara dokunmayın. Savaşdıkları suretde de kadınları, çocukları, ihtiyarları öldürmeyin. İşkence yapmayın.) Muhakkak ki, Allahaşırı gidenleri sevmez. Onları (kafirleri) nerede bulursanız öldürün. Onlar sizi (Mekkeden) çıkardıkları gibi, siz de onları çıkarın. Onların şirk fitneleri, adam öldürmekten daha kötüdür. Onlar Mescid-i Haramda sizinle çarpışmadıkça, siz de orada, kendileriyle harb etmeyin. Fakat, onlar sizi orada öldürürlerse, siz de onları orada öldürün. Kafirlerin cezası böyledir. Eğer onlar, Allahı inkardan ve muharebeden vazgeçerlerse, (siz de bırakın. Zira) muhakkak ki, Allah pek çok mağfiret ve merhamet edicidir.” (Bakara suresi: 190-192) Daha sonra gönderilen bir ayet-i kerimede de buyruldu ki: “Şirk fitnesinden eser kalmayıncaya ve din de yalnız Allahın oluncaya (yalnız Allaha ibadet edilinceye) kadar, o müşriklerle harb edin. (Şirkden) vaz geçerlerse, (onlara zulüm yoktur.) Artık düşmanlık (ceza) ancak zalimler üzerinedir.” (Bakara suresi: 193)

Fahr-i kainat efendimiz, Medinenin asayişini korumak, düşmanların durumunu kontrol etmek için seriyyeler yani küçük askeri birlikler tertipledi. Bu seriyyelere katılanların sayısı, beş ile dörtyüz arasında değişirdi. Peygamber efendimizin katıldığı ve bizzat idare ettiği savaşlara da gaza denirdi. Sevgili Peygamberimiz, düşmanın ani saldırılarını önlemek için, Medinede nöbet tutma usulünü koyarak, gerekli emniyet tedbiri aldı.

Müşrikleri, ticari ve iktisadi yönden zayıf düşürmek ve yola getirmek lazımdı.. Bunun için Suriye ticaret yollarını kesmeleri icabediyordu. Bu sırada, bir müşrik kervanının Medine yakınlarından geçmekte olduğu işitildi. Sevgili Peygamberimiz, derhal sefer hazırlığı yapılmasını emiredip, otuz süvarinin başına Hamzayı kumandan tayin etti. Kendisine, Allahtan korkmayı, emri altında bulunanlara iyi davranmayı tavsiye buyurduktan sonra; “Allahın yolunda, Allahın ismini anarak gazaya çıkınız! Allahı tanımayanlarla çarpışınız…” buyurdular. Hamzaya, beyaz bir bayrak vererek uğurladılar.

Hazret-i Hamza, emrindeki süvarilerle, üçyüz süvarinin koruduğu müşrik kervanına doğru harekete geçti. Kervan; Şamdan Mekkeye gitmek üzere Sif-ül-Bahr denilen yere gelince, mücahidlerle karşılaştılar. Şanlı sahabiler, derhal savaş düzenine girerek çarpışmaya hazırlandılar. O sırada, orada bulunan Mecdi bin Amr el-Cüheni, yetişip araya girdi. Mecdi bin Amr el-Cüheni, iki tarafın da müttefiki idi. Müslümanların sayıca çok az, müşriklerin pek fazla olduklarını görüp, müslümanların yenilebileceklerini düşündü. Müslüman devletinin ilelebet devamını umarak arabuluculuk edip, iki tarafı çarpışmaktan vazgeçirdi. Sonra, Hamza ve arkadaşları Medineye geri döndüler. Mecdinin hareketi, Peygamberefendimize arzedilince, memnuniyetini bildirerek; “Mübarek, iyi ve doğru bir iş yapmıştır” buyurdular.

Bundan sonra seriyyelerin arkası kesilmedi. Ubeyde bin Haris hazretlerinin emrine altmış veya seksen kadar mücahid verilerek, Rabige gönderildi. Müşrikler, müslümanlardan korkarak selameti kaçmakta buldular.

Peygamber efendimiz bir gün, Kureyş müşriklerini gözetlemek üzere, Nahleye seriyye tertip etmek istediler. Gönderilecek askerlere de Ebu Ubeyde bin Cerrah hazretlerini kumandan yapmayı istediler. Ebu Ubeyde bin Cerrah bu emri alınca, Peygamberimizden uzak kalmanın acısıyla ağlamaya başladı. Resulallah , onun yerine Abdullah bin Cahş hazretlerini emir tayin ettiler.

Abdullah bin Cahş , İslamiyeti heyecanla yaşayan zatlardandı. Müslüman olduğu zaman, kafirler kendisine akla gelmedik işkence yapmalarına rağmen, onlara iman gücü ile karşı koymuş, eza ve cefalarına metanetle katlanmıştı. Bu sebeple Peygamber efendimiz, onun için Eshabına; “…Açlığa ve susuzluğa en çok dayanan ve katlananınızdır” buyurmuştu. Abdullah bin Cahş, Resulallah efendimizin şehidler için verdiği müjdeleri duyarak, hep şehadete can atmıştı. Harplerde en önde kahramanca çarpışırdı.

Hazret-i Abdullah bin Cahş der ki: “O gün, Resul yatsı namazını kılınca, beni yanına çağırdı. “Sabah erkenden yanıma gel. Silahın da yanında olsun. Seni bir tarafa göndereceğim” buyurdu. Sabah olunca, mescide gittim. Kılıcım, yayım, ok ve çantam üzerimde, kalkanım da yanımda idi. Resul , sabah namazını kıldırdıktan sonra evine döndüler. Ben daha önce geldiğim için kapının önünde bekliyordum. Muhacirlerden benimle gidecek bir kaç kişi buldu. “Seni bu kişilerin üzerine kumandan tayin ettim” buyurarak, bir mektup verdi. “Git! İki gece yol aldıktan sonra mektubu aç. Onda buyrulana göre hareket et” buyurdu. “Ya Resulallah! Hangi tarafa gideyim?” diye sordum. “Necdiye yolunu tut. Rekiyeye, kuyuya yönel!” buyurdu. Abdullah bin Cahş, Nahle seferine memur edildiği zaman, kendisine ilk defa, Emir-ül-müminin sıfatı verildi. İslamda ilk defa bu isimle anılan emir, o oldu. Sekiz veya oniki kişilik bir birlik ile, iki gün sonra Melel mevkiine vardıklarında, açtığı mektupta;

“Bismillahirrahmanirrahim. Bu mektubu gözden geçirdiğin zaman, Mekke ile Taif arasındaki Nahle vadisine ininceye kadar, Allahın ismi ve bereketiyle yürüyüp gidersin. Arkadaşlarından hiç birini, seninle birlikte gitmeye zorlamayasın! Nahle vadisindeki Kureyşileri, Kureyşilerin kervanını gözetleyip denetleyesin. Onların haberlerini bize bildiresin” yazılıydı.

Emir-ül-müminin Abdullah bin Cahş, mektubu okuduktan sonra; “Bizler Allahın kullarıyız ve hep Ona döneceğiz. İşittim ve itaat ettim. Allahın ve sevgili Resulünün emrini yerine getireceğim” diyerek mektubu öpüp, başına koydu. Sonra arkadaşlarına dönerek; “Hanginiz şehid olmaya can atıyorsa benimle gelsin. Gelmek istemeyen dönüp gidebilir. Hiç birinizi zorlayıcı değilim. Gelmezseniz, ben tek başıma gidip, Resul ın emrini yerine getireceğim” dedi. Arkadaşları hep birden; “Biz Peygamber efendimizin emirlerini işittik. Allaha, Resulallah e ve sana itaat edicileriz. Nereye istersen, Allahın bereketi üzere yürü” diye cevap verdiler. Sad bin Ebi Vakkas hazretlerinin de bulunduğu bu küçük ordu, Hicaza doğru yol aldı ve Nahleye geldi. Bir yere gizlenerek oradan gelip geçen Kureyşileri gözetlemeye başladı. Bu sırada, bir Kureyş kafilesi geçti. Develeri yüklü idi. Mücahidler, kafileye yaklaşarak onları İslama davet ettiler. Kabul etmeyince çarpışmağa başladılar. Birisini öldürüp ikisini esir aldılar, birisi atlı olduğu için yetişemediler. Kafirlerin bütün malı mücahidlere kaldı. Abdullah bin Cahş , bu ganimet mallarının beşte birini Resulallah efendimize ayırdı. Bu, müslümanların aldıkları ilk ganimetti.