Gün geçtikçe İslamın nuru yayılmaya, Resulallah efendimizin mübarek ismi işitilince kalblerde yer tutmaya başladı. Onun gelmesini hasretle bekleyen ilim ehli kimseler, arayış içinde ve heyecanla Medineye koşarak, iman etmekle şerefleniyorlardı. Bunlardan birisi de Selman-ı Farisi hazretleri idi. O, müslüman olmasını şöyle anlatmıştır:
“Ben Farisin (İran), İsfehan şehrinin Cey köyündenim. Babam köyün en zengini olup, arazimiz ve malımız çoktu. Evin yegane çocuğu ve babamın tek sevgilisi idim. Bunun için beni kız gibi yetiştirirdi. Evden çıkmama izin vermezdi. Mecusi olduğu için, bana mecusiliği istediği şekilde eksiksiz olarak öğretti. Evde devamlı bir ateş yanar, biz de ona tapar, secde ederdik. Babamın malı ve mülkü çok olduğu için, beni bir ara dışarıya çıkardı ve; “Yavrum! Ben öldüğüm zaman bu malların sahibi sen olacaksın, onun için, git mallarını ve arazilerini tanı” dedi. Ben de “Peki” deyip bahçelerimizi dolaştım. Bir gün tarlalara bakmaya gittiğimde, bir kiliseye rastladım. hristiyanların seslerini işittim, yanlarına gidince içerde ibadet ettiklerini gördüm. Ben, daha önce öyle bir şey görmediğimden, hayrette kaldım. Çünkü bizim ibadetimiz ateş yakıp, ona secde etmekten başka bir şey değildi. Onlar ise, görünmeyen bir Allaha ibadet ediyorlardı. Kendi kendime; “Vallahi bunların dini haktır ve bizimki batıldır” dedim. Akşama kadar onları merakla seyrettim. Tarlalarımıza gitmeden karanlık basmaya başladı. Onlara; “Bu dinin aslı nerededir?” deyince; “Şamdadır” dediler. Sonra; “Şama gitsem beni de kabul ederler mi?” diye sorduğumda; “Evet kabul ederler” diye cevap verdiler. “Sizlerden, yakında Şama gidecek kimseler var mıdır?” diye sorunca; bir müddet sonra bir kervanın gideceğinden bahsettiler. Konuştuğum kimseler az olup, Şamdan İsfehana gelmişlerdi.
Ben bunlarla meşgul iken eve gitmekte geciktim. Benim dönmediğimi gören babam, beni aramaya başlamış ve adam göndermiş. Aramışlar bulamamışlar. Onlar telaş içinde iken eve döndüm. Babam; “Bu zamana kadar nerede idin? Seni aramadığımız yer kalmadı” dedi. Ben de; “Babacığım! Ben bu gün tarlaları dolaşmaya çıkmıştım. Fakat yolda bir hristiyan kilisesine rastladım. İçeri girdim. Baktım ki; görmedikleri ve her şeye hakim ve kadir olan bir Allaha iman ediyorlar. Onların ibadetlerine şaştım kaldım. Akşama kadar onları seyrettim. Onların dininin hak olduğunu anladım” dedim. Bunu duyan babam; “Ey oğlum! Yanlış düşünüyorsun, babalarının ve dedelerinin dini, onların dininden daha doğrudur. Onların dini bozuktur. Sakın aldanma ve inanma!” dedi. Ben de; “Hayır, onların dini bizimkinden daha hayırlıdır ve onlarınki hak, bizimki batıldır” dedim. Babam, buna çok kızdı ve beni el ve ayaklarımdan bağlayıp eve hapsetti. Bu durumda iken, devamlı Şama gidecek kervandan haber beklerdim.
Nihayet hristiyan rahiplerin, kervanı hazırladıklarını öğrendim. İplerimi çözüp kaçtım ve kervanın bulunduğu kiliseye gittim. Buralarda duramayacağımı anlattım ve kervana katılarak Şamın yolunu tuttum. Şamda hristiyan dininin en büyük alimini sordum. Bana birini tarif ettiler, onun yanına gidip halimi anlattım. Yanında kalmak istediğimi, kendisine hizmet edeceğimi söyleyip, hristiyanlığı öğretmesini, Allahı tanıtmasını rica ettim. Kabul etmişti. Artık ona hizmet etmeye, kilisenin işlerini yapmaya başlamıştım. O da bana hristiyanlığı öğretiyordu. Fakat sonradan onun kötü kimse olduğunu anladım. Çünkü hırıstiyanların, fakirlere vermek için getirdikleri sadaka, altın ve gümüşleri saklar, muhtaçlara vermezdi. Tam yedi küp altın ve gümüş biriktirmişti. Bunu benden başka bilen yoktu. Bir müddet sonra vefat etti. hristiyanlar defin için toplandılar. Onlara; “Neden buna bu kadar hürmet ediyorsunuz, o hürmete layık bir insan değildir!” dedim. “Sen bunu nereden çıkarıyorsun?” dediler ve bana inanmadılar. Ben de biriktirdiği altınların yerini gösterdim. Yedi küp altını ve gümüşü çıkardılar, sonra; “Bu, defne ve teçhize layık bir kimse değildir” diyerek bir yere atıp üzerini taşla örttüler. Yerine başka birisi geçti. Bu zat gerçekten ilim sahibi zahid bir kimse olup, dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. ahirete talib bir kimse idi ve hep ahiret için çalışır, gece-gündüz daima ibadet ederdi. Onu çok sevdim ve uzun zaman yanında kaldım. Hizmetini severek yapardım. Birlikte ibadet ederdik. Bir gün ona; “Ey benim efendim! Uzun zamandan beri yanınızdayım ve sizi çok sevdim. Çünkü Allahın emirlerine itaat ediyor ve men ettiklerinden kaçıyorsunuz. Vefat ettiğiniz zaman, ben ne yapayım bana ne tavsiye edersiniz?” diye sordum. Cevap olarak; “Oğlum, Şamda insanları ıslah edecek bir kimse kalmadı. Kime gitsen seni ifsad eder. Fakat Musulda bir zat vardır. Onu bulmanı tavsiye ederim” dedi. Vefat edince, Musula geçtim, tarif ettiği zatı buldum ve başımdan geçenleri anlattım. Hizmetine kabul etti. O da, diğer zat gibi çok kıymetli, dünyaya düşkün olmayan ve devamlı ibadet eden bir kimse idi. Ona da uzun zaman hizmet ettim. Fakat bir gün hastalandı. Vefat zamanı, aynı soruları ona da sordum. Bana Nusaybinde bir zatı tavsiye etti. Vefatı üzerine derhal Nusaybine gittim. Söylediği kimseyi bulup, yanında kalmak istediğimi bildirdim. Kabul etti, bir müddet de onun hizmetinde bulundum. Hastalanınca, beni başka birine göndermesini söyledim. Bu sefer bana Amuriye adlı Rum şehrinde bulunan başka bir zatı tarif etti. Vefatından sonra Amuriyenin yolunu tuttum. Söylediği bu şahsıda bulup, hizmetine girdim ve uzun zaman kaldım. Onun da vefatı yaklaştı. Beni birine havale etmesini rica edince; “Vallahi şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat ahır zaman peygamberinin gelmesi yaklaştı. O, Arablar arasından çıkacak, vatanından hicret edip, taşlık içinde hurması çok bir şehre yerleşecek. Hediyeyi kabul eder sadakayı kabul etmez. İki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır” diyerek alametlerini saydı. Bu zat da vefat edince, söylediklerine uyarak Arab diyarına gitmeye karar verdim.
Amuriyede çalışıp, bir kaç öküz ile bir miktar koyun sahibi olmuştum. Beni Kelb kabilesinden bir kafile, Arab beldesine gidecekti. Onlara; “Bu sığır ve koyunlar sizin olsun, beni Arab vilayetine götürün!” deyince, teklifimi kabul edip yanlarına aldılar. Vadiy-ül-Kura denilen yere gelince, ihanet edip, köledir diyerek beni bir yahudiye sattılar. Yahudinin bulunduğu yerde hurma bahçeleri gördüm. “ahır zaman peygamberinin hicret edeceği yer herhalde burasıdır” diye düşündüm. Fakat bir türlü ısınamadım. Bu yahudiye bir müddet hizmet ettim. Sonra beni amcasının oğluna sattı. O da alıp Medineye getirdi. Medineye varınca, burasını önceden görmüş gibi ısındım. Artık günlerim Medinede geçiyor, beni satın alan yahudinin bağında-bahçesinde çalışıp, hizmetini görüyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma kavuşmanın sabırsızlığı içinde idim.
Bir gün, bir hurma ağacına çıkmış çalışıyordum. Sahibim, biri ile bir ağacın altında konuşuyordu. Bir ara; “Evs ve Hazrec kabileleri helak olsunlar. Mekkeden bir kimse Kubaya geldi. Peygamber olduğunu söylüyor. Bu kabileler de Onu kabul edip dinine giriyorlar…” diye konuştular. Ben bu sözleri işitince, kendimden geçer gibi oldum. Derhal aşağı inip, o şahsa; “Ne diyorsun?” dedim. Sahibim bana; “Neyine lazım, neden soruyorsun, sen işine bak!” diyerek bir tokat vurdu. O gün akşam olunca, bir miktar hurma alıp, hemen Kubaya vardım. Resulallah efendimizin yanına girip; “Sen salih bir kimsesin, yanında da fakirler vardır. Bu hurmaları sadaka getirdim” dedim. Resulallah, yanında bulunan Eshaba; “Geliniz hurma yiyiniz” buyurdu. Onlar yediler. Fakat kendisi hiç yemedi. Kendi kendime; “İşte alametin biri budur. Sadaka kabul etmiyor” dedim. Resulallah efendimiz Medineyi teşrif ettikten sonra bir miktar hurma daha alıp, Resulallaha getirdim. “Bu, hediyedir” dedim. Bu defa yanındaki Eshab ile birlikte yediler. “İşte ikinci alamet de çıktı” dedim. Götürdüğüm hurma yirmibeş civarında idi. Halbuki yenen hurma çekirdekleri bin kadardı. Resulallah efendimizin mucizesiyle hurma artmıştı. Kendi kendime; “Bir alamet daha gördüm” dedim. Resulallahın yanına tekrar gitmiştim. Cenaze defnediyorlardı. Nübüvvet mührünü görmeyi arzu ettiğim için iyice yaklaştım. Benim muradımı anlayıp, gömleğini kaldırdı. Mübarek sırtı açılınca, nübüvvet mührünü gördüm; hemen öptüm ve ağladım. O anda Kelime-i şehadeti söyleyerek müslüman oldum. Sonra da Resulallaha, başımdan geçen hadiseleri bir bir anlattım. Halime taaccüb edip, bunu Eshab-ı kirama da anlatmamı emir buyurdular. Eshab-ı kiram toplandı, ben de başımdan geçenleri en ince teferruatına kadar anlattım…” Selman-ı Farisi iman ettiği zaman, Arab lisanını bilmediği için, tercüman istemişti. Gelen yahudi tercüman, onun sevgili Peygamberimizi medhetmesini aksi şekilde söylüyordu. O esnada Cebrail gelip, Selmanın sözlerini doğru olarak Resulallaha bildirdi. Yahudi durumu anlayınca, Kelime-i şehadet getirerek müslüman oldu.
Selman-ı Farisi , müslüman olduktan sonra, köleliğe bir müddet daha devam etti. Sevgili Peygamberimizin; “Kendini kölelikten kurtar ya Selman!” buyurması üzerine, sahibine gidip, azad olmak istediğini söyledi. Buna zorla razı olan yahudi, üçyüz hurma fidanı dikerek yetiştirip, hurma verir hale getirmesi ve kırk rukye altın (o zamanki ölçüye göre bir miktar altın) vermesi şartıyla kabul etti. Bunu, Resulallah efendimize haber verdi. O da, Eshabına; “Kardeşinize yardım ediniz” buyurdu. Onun için üçyüz hurma fidanı topladılar. Resulallah efendimiz; “Bunların çukurlarını hazır edip, tamam olunca bana haber ver” buyurdu. Çukurları hazırlayıp, haber verince, teşrif edip fidanları kendi mübarek elleriyle dikti. Bir tanesini de Ömer dikmişti. Ömerin diktiği hariç, hepsi Allahın izni ile, o sene hurma verdi. Resulallah efendimiz o bir taneyi de söküp, kendi mübarek eli ile yeniden dikti ve diktiği anda hurma verdi.
Selman-ı Farisi hazretleri anlattı ki: “Bir gün, bir zat beni arıyor ve; “Selman-ı Farisiyi Mükatib-i fakir (efendisi ile hürriyetine kavuşmak için belli bir miktarda anlaşan köle) nerededir?” diye soruyordu. Beni buldu ve elinde bulunan yumurta büyüklüğündeki altını verdi. Bunu alıp Peygamberimize gittim ve durumu arzettim. Resulallah altını tekrar bana verip; “Bu altını al borcunu öde!” buyurdu. Ben; “Ya Resulallah! Bu altın yahudinin istediği ağırlıkta değil” deyince, Resulallah efendimiz o altını alıp, mübarek dilinin üzerine sürdü. “Al bunu! Allah bununla senin borcunu eda eder” buyurdu. Allah hakkı için o altını tarttım, istenilen kadardı. Onu da götürüp verdim. Böylece kölelikten kurtuldum.”
Selman-ı Farisi bu günden sonra, Eshab-ı suffe arasına katıldı.