Habeşistandaki müslümanlar; “Mekkede, müşriklerle müslümanlar anlaşma yapmışlar!” diye yanlış bir haber aldılar. Bunun üzerine “Bizim hicretimiz, yerimizi ve yurdumuzu terketmemiz, müşriklerin düşmanlığı yüzündendir. Artık onların düşmanlığı dostluğa çevrilmiştir. Öyle ise gidip, Resulallah efendimizin hizmetiyle şereflenelim” diye düşündüler. Bu sebeple Habeş hükümdarından izin alarak Mekkeye geldiler. Fakat aldıkları haberin yanlış olduğunu öğrendiler. Sonra, Peygamber efendimizin huzuruna gelip; Habeşistanın suyunun, havasının ve meyvelerinin kuvvet verdiğini; dört tane ibadethane bulunduğunu, her gün bu yerlerde kurban kesildiğini, fakirlerin ve gariblerin davet edilip hoş tutulduğunu, hükümdarlarının kendilerini ziyaret edip eman verdiğini ve sıkıntılarının giderildiğini uzun uzun anlatıp, memnuniyetlerini bildirdiler.
Eshab-ı kiram Mekkeye gelince, müşrikler yine eza ve cefaya başladılar. Zulümleri gittikçe arttı. Her türlü işkenceyi hiç çekinmeden yapıyorlardı. Bir gün Osman; “Ya Resulallah! Habeşistanı iyi bir ticaret yeri olarak gördüm. Bir aylık ticaret çok kazanç hasıl eder. Allah hicret yeri tayin edinceye kadar, müslümanlar için bundan daha iyi bir yer olmaz. Hiç olmazsa müminler, Kureyşin cefasından kurtulur. Necaşinin bize çok lütufları ve hayli iyilikleri vardır” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Tekrar Habeşistana dönün ki, Allahın ismiyle mahfuz olasınız” buyurdu. Osman; “Ya Resulallah! Eğer siz, orayı teşrif etseniz, onlar belki müslüman olurlar. Ehl-i kitap olduklarından, çabuk İslama gelirler ve yardımlarını esirgemezler” deyince, sevgili Peygamberimiz; “Ben, huzur ve rahata memur olmadım. Hicret hususunda Allahın emr-i şerifini bekliyorum. Nasıl emrolunur ise öyle amel ederim” buyurdu.
Bir rivayete göre yüzbir kişilik bir kafile ikinci defa Habeşistana doğru yola çıktı. Bu kafilenin başına, Cafer bin Ebi Talib hazretleri tayin edilmişti. Sağ-salim Necaşinin ülkesine vardılar. Habeşistanda karşılaştıkları hadiseleri, sevgili Peygamberimizin muhterem zevcesi Ümmü Seleme şöyle anlattı: “Habeşistana vardığımız zaman, orada çok iyi bir komşuya tesadüf ettik. Bu komşu, Melik Necaşi idi. Kendisi her arzumuzu yerine getirdi. Dinimizin emirlerini istediğimiz gibi yapabiliyorduk. Allaha serbestçe ibadet edebiliyor, hiç eziyete uğramıyorduk. Hiç bir kötü söz duymuyorduk.”
Mekkeli müşrikler bu durumdan haberdar olunca, Habeşistan melikine iki elçi göndermeye karar verdiler. Necaşiye son derece kıymetli hediyeler hazırladılar. Necaşinin çok sevdiği Mekkenin meşin derisinden bolca hazırlandı. Necaşinin din adamlarına, devlet erkanına hediyeler ayrıldı. Bu işe, Abdullah bin Ebi Rebia ile Amr bin as vazifelendirildi. Bu iki elçiye, Necaşinin huzurunda neler söyleyecekleri öğretildi. Onlara; “Hükümdar ile konuşmadan evvel, onun patriklerine ve kumandanlarının her birine hediyelerini veriniz. Sonra Necaşininkini takdim ediniz. Bu işi yaptıktan sonra, oradaki müslümanların size teslimini isteyiniz. Necaşinin, müslümanlar ile görüşüp konuşmasına meydan vermeyiniz” denildi. Elçiler, Habeşistana geldiler. Devlet erkanını görüp hediyelerini verdikten sonra, her birine; “Bizim içimizde bir takım insanlar türedi. Bunlar, bizim ve sizin bilmediğimiz yeni bir din uydurdular. Bu gelenleri, kendi yurtlarına götürmek istiyoruz. Hükümdarınızla, onlar hakkında görüştüğünüz zaman, gelenlerle görüşülmeden bize teslim edilmelerini temin için çalışınız. Bu kimselerle en çok meşgul olabilecek olanlar, onların, öz ana-babaları ve komşularıdır. Onlar, bunları gayet iyi bilirler” dediler. Patrikler, bu teklifi kabul ettiler. Sonra, Mekkeli elçiler, Necaşinin hediyelerini takdim ettiler. Melik Necaşi hediyeleri kabul edip, onları davet ederek bir müddet görüştü. Elçiler, Necaşiye şöyle söylediler: “Ey Melik! İçimizden bir takım kimseler sizin memleketinize iltica etmişlerdir. Bu gelenler, kendi milletlerinin dinini terkettikleri gibi, sizin dininize de girmemişlerdir. Kendi kafalarına uygun, uydurma bir dinleri vardır. Ne biz, ne de siz, bu dini bilmiyoruz. Bizi, bunların mensup oldukları milletin eşrafı size gönderdi. Bu eşraf, sizin memleketinize iltica eden adamların babaları ve kendi öz akrabalarıdır. İstekleri, gelenlerin iade edilmesidir. Çünkü onlar, bunların hallerini daha yakından tanır. Onların kendi öz dinlerinde hoş görmediklerini daha iyi bilirler.” Gerek Amr bin as, gerekse Abdullah bin Ebi Rebianın en çok arzu ettikleri şey; Necaşinin bu sözleri dinliyerek, arzularına uygun hareket etmesiydi. Elçiler, bu sözleri söyledikten sonra, Necaşinin patrikleri söz alıp, şöyle demişlerdi: “Bunlar çok doğru söylediler. Bunların milletleri, onlarla daha iyi meşgul olabilir, onların neyi beğenip beğenmediklerini daha iyi takdir ederler. Onun için siz bu adamları teslim ediniz de, bunlar onları memleketlerine ve milletlerine götürsünler.”
Melik Necaşi bu sözlere çok kızdı; “Vallahi hayır! Ben bu adamları teslim etmem. Bana iltica eden, memleketime gelen adamlara hıyanet edemem. Bunlar, beni başkasına tercih etmiş ve benim ülkeme gelmişlerdir. Onun için, gelen muhacirleri sarayıma davet eder, onlara bu adamların söyledikleri sözlere karşı ne diyeceklerini sorar, cevaplarını dinlerim. Eğer muhacirler, bunların dedikleri gibi iseler, onları gelenlere verip, kendi milletlerine iade ederim. Öyle değilse onları korur, ülkemde kaldıkça iyilik ederim” dedi. Daha önceleri Necaşi, semavi kitapları incelemişti. Muhammed ın gelme zamanının yakın olduğunu, kavminin Ona yalancı deyip inanmayacaklarını ve Mekkeden çıkaracaklarını biliyordu.
Necaşi, Mekkeli elçilere; “İnandıkları kimdir?” diye sordu. Onlar da; “Muhammeddir” dediler. Necaşi, bu ismi işitince, Onun peygamber olduğunu anladı ve belli etmedi. Gelenlere tekrar sordu: “Onun dini ve mezhebi nedir ve neye davet eder?” Amr; “Onun “mezhebi yoktur” dedi. Necaşi; “Mezhebini ve dinini bilmediğim, bana sığınan bir topluluğu nasıl teslim ederim? Meclis kuralım. Onları da getirelim. Sizlerle yüzleştirelim. Hepinizin durumu belli olsun. Onların da dinini bileyim” dedi. Müslümanları saraya davet ettiler. Müslümanlar önce kendi aralarında istişare ettiler (görüştüler) ve; “Habeş hükümdarının hoşuna gidecek ve mizaclarına uygun olacak şekilde neler söyleyelim” diye konuştular. Cafer; “Vallahi bizim bu husustaki bildiklerimiz, Peygamberimizin bize buyurduğundan ibarettir. Netice neye varırsa razıyız” buyurdu. Hepsi kabul ettiler ve sadece Caferin konuşması için ittifak edip, Necaşinin huzuruna geldiler. Melik Necaşi de alimlerini topladı. Büyük bir divan kuruldu. Sonra muhacirleri getirdiler. Müslümanlar, geldiklerinde selam verdiler ve secde etmediler. Necaşi onlara; “Neden secde etmediniz” diye sorunca; “Biz,Allahtan başkasına secde etmeyiz. Peygamber efendimiz, bizi, Allahtan başkasına secde etmekten men edip; “Secde, yalnız Allaha mahsustur” buyurdu” dediler.
Necaşi, muhacirlere; “Ey huzuruma getirilmiş olan topluluk! Bana söyleyiniz. Ülkeme ne için geldiniz? Haliniz nedir? Tüccar değilsiniz, bir isteğiniz de yok. Sizin şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hali nedir? Neden memleketiniz halkından buraya gelenlerin selam verdiği gibi selam vermiyorsunuz?” dedi. Cafer ; “Ey Hükümdar! Ben önce, üç söz söyliyeceğim. Eğer doğru söyler isem, beni tasdik edin, yalan söylersem yalanlayın. Her şeyden önce emret ki, şu adamlardan yalnız biri konuşsun, diğerleri sussun!” dedi. Amr bin as; “Ben konuşayım” dedi. Necaşi; “Ey Cafer, önce sen konuş” dedi. Cafer; “Benim, üç sözüm var. Şu adama sorunuz. Biz, yakalanıp efendilerimize iade edilecek köleler miyiz?” dedi. Necaşi; “Ey Amr! Onlar köle midirler?” diye sordu. Amr; “Hayır! Onlar köle değil, hürdürler!” dedi. Cafer; “Acaba biz haksız yere bir kimsenin kanını mı döktük de, kanı dökülenlere iade edileceğiz” dedi. Necaşi, Amra; “Bunlar, haksız yere birini mi öldürdüler!” diye sorunca, Amr; “Hayır, bir damla bile kan dökmediler” dedi. Cafer, Necaşiye; “Başkasının mallarından haksız yere aldığımız, üzerimizde ödemekle mükellef olduğumuz mallar mı vardı?” dedi. Necaşi; “Ey Amr! Eğer, şuncağızların ödeyecekleri pek çok altın bile olsa, borçları varsa, onu ben ödeyeceğim, söyleyin” dedi. Amr; “Hayır, bir kırat (bir para birimi) bile yok!” dedi. Necaşi; “O halde siz bunlardan ne istiyorsunuz?” diye sorunca, Amr; “Onlar ile biz, bir dinde ve bir yolda idik. Onlar, bunları bıraktılar. Muhammede ve dinine uydular” dedi. Necaşi, Cafere; “Siz, bulunduğunuz dini bırakıp ne diye başkasına uydunuz? Kavminizin dininden ayrıldığınıza, benim dinimde de olmadığınıza göre, sizin inandığınız bu din nasıldır? Hakkında bilgi veriniz!” diye sordu.
Hazret-i Cafer; “Ey Hükümdar! Biz cahil bir millet idik. Putlara tapardık. Ölmüş hayvan leşi yer, her türlü kötülüğü işlerdik. Akrabalarımızla münasebetlerimizi keser, komşularımıza iyi davranmazdık. Kuvvetlilerimiz, zayıflara zulmeder ve merhamet nedir bilmezlerdi. Allah bize, kendimizden; doğruluğunu, eminliğini, iffet ve temizliğini, soyunun düzgünlüğünü bildiğimiz bir peygamber gönderinceye kadar, bu vaziyette kaldık. O peygamber bizi; Allahın varlığına ve birliğine inanmaya, Ona ibadete, bizim ve atalarımızın tapınageldiği taşları ve putları bırakmaya davet etti. Doğru sözlü olmayı, emanette hıyanet etmemeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmekten sakınmayı emretti. Her türlü ahlaksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malına el uzatmaktan, namuslu kadınlara iftira etmekten bizi sakındırdı. Bize, Allaha eş, ortak koşmaksızın ibadet etmeyi emretti. Biz de kabul ettik ve Allahtan ne getirmişse hepsine inandık ve söylediklerini yerine getirdik. Allaha ibadet ettik. Onun bize haram kıldığını haram, helal kıldığını helal bildik ve öyle amel ettik. Bu yüzden kavmimiz, bize düşman olup, zulmetti. Bizi, dinimizden döndürüp, Allaha ibadetten vazgeçirip, tekrar putlara tapmak için türlü işkencelere ve mihnetlere uğrattılar. Bize zulmettiler. Bizi sıkıştırdıkça sıkıştırdılar. Bizimle dinimizin arasına girdiler ve bizi dinimizden ayırmak istediler. Biz de yurdumuzu, yuvamızı bırakarak senin ülkene sığındık. Seni, başkalarına tercih ettik. Senin himayene, komşuluğuna can attık. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ummaktayız” dedi. Cafer konuşmasına şöyle devam etti:
“Selam verme işine gelince, biz seni Resulallahın selamı ile selamladık. Birbirimize de öyle selam veririz. Cennettekilerin selamlarının da bu şekilde olduğunu Peygamber efendimiz haber verdi. Bunun için yüce zatınızı öyle selamladık. Peygamber efendimiz insanlara secde edilmeyeceğini buyurduğu için, Allahtan başkasına secde etmekten Allaha sığınırız.” Necaşi; “Sen, Allahın bildirdiklerinden biraz biliyor musun?” diye sordu. Cafer ; “Evet” deyince, Necaşi; “Onu bana oku” dedi. Cafer de Meryem suresinin ilk ayetlerini okumaya başladı. (Ankebut ve Rum surelerinden okuduğu da bildirilmiştir.) Necaşi ağlıyordu. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Rahipler de ağladı. Necaşi ve rahipler; “Ey Cafer! Bu tatlı ve güzel kelamdan biraz daha oku” dediler. Cafer, Kehf suresinin başından itibaren okudu ki, mealen; “Kafirleri (yüce) katından sadır olan en çetin bir azab (Cehennem) ile korkutmak, salih amel işleyen müminleri de, içinde ebedi olarak kalacakları güzel bir ecir (Cennet) ile müjdelemek, “Allah çocuk edindi” diyenleri korkutmak için lafzında bir bozukluk, manasında bir tezat kılmadığı, (ifrat ve tefritten uzak olan) dosdoğru kitabı (Kuran-ı kerimi) kuluna (Muhammed a) indiren Allaha hamd olsun. Ne onların (Allah çocuk edindi diyenlerin), ne de atalarının buna (o söze) dair hiç bir ilimleri yoktur. Ağızlarından çıkan bu söz, büyük bir küfür (şirk) oldu. Onlar ancak yalan söylerler.
(Ey Resulüm!) Bu Kuran-ı kerime inanmazlarsa, hüzün ve gadabla arkalarından kendini helak mı edeceksin! Biz yeryüzünde olanları (madenler, hayvanlar ve bitkileri), yer ehlinin; hangisinin ameli salihdir (hangisi dünya arzularını terk etmiştir) imtihan edelim diye zinet kıldık…” buyruluyordu. Necaşi kendisini tutamayarak; “Vallahi, bu aynı kandilden fışkıran bir nurdur. Musa ve Îsa da onunla gelmiştir” dedi. Kureyş elçilerine dönerek; “Gidiniz, vallahi, ben ne onları size teslim eder, ne de bunlar hakkında bir kötülük düşünürüm” dedi. Abdullah bin Ebi Rebia ile Amr bin as, Necaşinin huzurundan çıktılar.
Amr, Abdullaha; “Yemin ederim ki, onların bir kabahatini Necaşinin yanında ortaya koyup, köklerini kazıtayım da gör” dedi. Arkadaşı, Amra; “Onlar bize muhalefet ediyorlarsa da iyi kötü akrabalığımız var, bunu yapma” dedi. Amr; “Onların, Îsa ı bir kul olarak bildiklerini Necaşiye ihbar edeceğim” dedi. Ertesi günü, Necaşinin yanına varıp; “Ey Hükümdar! Onlar Meryem oğlu Îsaya ağır sözler söylüyorlar. Onlara adam gönderip, Îsa için ne söylediklerini bir sor” dedi. Necaşi, Îsa hakkındaki telakkilerini sormak üzere müslümanlara adam gönderdi. Tekrar geldiler. Birbirlerine; “Îsa hakkında sorarlarsa ne cevap vereceğiz” dediler. Cafer; “Vallahi Îsa hakkında Allahın buyurduğunu, Peygamber efendimizin bize getirdiğini söyleriz” dedi.
Necaşinin huzuruna çıkınca, Necaşi; “Siz Meryem oğlu Îsa hakkında ne diyorsunuz?” diye sordu. Cafer ; “Biz, Îsa hakkında, Peygamber efendimizin bize Allahtan getirip tebliğ eylediğini söyleriz. Onun, Allahın kulu ve resulü olduğunu, dünyadan ve erkeklerden vaz geçerek Hak tealaya bağlanmış bir afife olan Meryeme Allahın ilka eylediği kelimesi olduğunu kabul ederiz. Meryem oğlu Îsanın hali, şanı bundan ibarettir. ademi topraktan yarattığı gibi, Îsa ı da babasız yaratmıştır deriz” deyince, Necaşi, elini yere uzatıp, yerden bir saman çöpü aldı ve; “Yemin ederim ki, Meryem oğlu Îsa da sizin söylediğinizden fazla bir şey değildir. Arada bu çöp kadar bile fark yoktur” dedi. Necaşi bunu söylediği zaman, etrafındaki hükümet erkanı ve kumandanları, aralarında fısıldaşmaya ve homurdanmaya başladılar. Necaşi, bunu görünce, onlara; “Yemin ederim ki, siz ne derseniz deyin, ben bunlar hakkında iyi şeyler düşünüyorum” dedi. Sonra müslüman muhacirlere dönerek; “Sizi ve yanından geldiğiniz zatı tebrik ederim! Ben şuna inandım ki, O, Allahın resulüdür. Zaten biz, Onu İncilde görmüştük. O Resulü, Meryem oğlu Îsa da haber verdi. Vallahi eğer O, buralarda olsaydı, gidip onun ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım! Gidiniz! Ülkemin el değmemiş kısmında, her türlü tecavüzden uzak, emniyet ve huzur içinde yaşayınız. Size kötülük edeni helak ederim. Bana dağ kadar altın verseler sizlerden birini üzüntüye sokmam” dedi. Necaşi, bundan sonra, Kureyş elçilerinin getirdikleri hediyeler için; “Benim bunlara ihtiyacım yoktur! Başkalarının gasp ettiği bu mülkümü, Allah bana geri verirken ve halkı bana boyun eğdirirken, benden rüşvet almadı” diyerek hediyelerini iade etti. Kureyş elçileri, Necaşinin huzurundan elleri boş döndü. Bahtiyar Necaşi de İslamiyeti seçmiş, Eshab-ı kiramı ziyadesiyle sevindirmişti.
Akşam üstü bir sokak köşesine çekildi. Ali, Ebu Zerri gördü. Garib olduğunu anlayarak evine götürdü. Halini sormayınca Ebu Zer sırrını açmadı. Sabah olunca tekrar Kabeye gitti. Akşama kadar dolaştığı halde isteğine ulaşamamıştı. Önceki yere gidip oturdu. Ali , o gece yine oradan geçiyordu. “Bu biçare hala evini öğrenememiş” diyerek tekrar götürdü. Sabahleyin yine Beytullaha gitti ve oturduğu köşeye çekildi. Ali tekrar evine davet etti. Bu defa nereden ve niçin geldiğini sordu. Ebu Zer hazretleri de; “Eğer bana doğru bilgi vereceğine kati söz verirsen, söylerim” dedi. Ali; “Söyle, halini kimseye açmam” deyince, Ebu Zerr-il-Gıfari; “Burada bir peygamberin çıktığını işittim. Onunla görüşmek ve Ona kavuşmak için geldim” dedi. Ali ; “Sen doğruyu buldun, akıllılık ettin. Şimdi ben o zatın yanına gidiyorum. Beni takib et, benim girdiğim eve sen de gir. Eğer yolda sana bir kimsenin zarar vereceğini anlarsam, ayakkabımı düzeltiyormuş gibi davranırım. O zaman beklemeden beni geçip yürürsün” dedi. Ebu Zerr-il-Gıfari , Aliyi takib etti. Sonunda Peygamberimizin mübarek yüzünü görmekle şereflendi. Ve: “Esselamü aleyküm” diyerek selam verdi. Bu selam İslamda verilen ilk selam ve Ebu Zerr-il-Gıfari de ilk selamlayan kimse oldu. Peygamber efendimiz selamına cevap verip; “Allahın rahmeti üzerine olsun” buyurdu. Peygamber efendimiz; “Sen kimsin?” diye sorunca; “Ben Gıfar kabilesindenim” dedi. “Ne zamandan beri buradasın?” buyurdu. “Üç gün üç geceden beri buradayım. “Seni kim doyurdu?” buyurunca: “Zemzemden başka bir yiyecek, içecek bulamadım. Zemzemi içtikçe hiç bir açlık ve susuzluk duymadım” dedi. Peygamberimiz; “Zemzem mübarektir. Aç olanı doyurur” buyurdu. Bundan sonra Ebu Zerr-il-Gıfari, Peygamber efendimize; “Bana İslamı bildir” dedi. Peygamberimiz, ona Kelime-i şehadeti okudu, o da söyleyerek, İslamiyet ile şereflenip, ilk müslümanlar arasına karıştı.
Ebu Zerr-il-Gıfari hazretleri, müslüman olduktan sonra Peygamberimize; “Ya Resulallah! Seni hak peygamber gönderen Cenab-ı Hakka yemin ederim ki, ben bunu müşriklerin arasında açıkça söyleyeceğim” dedi. Kabe yanına gidip, yüksek sesle; “Ey Kureyş topluluğu! “Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resulüh. Ben şehadet ederim ki, Allahtan başka ilah yoktur. Muhammed Onun kulu ve resulüdür” dedi. Bunu işiten müşrikler, hemen üzerine hücum ettiler. Taş, sopa ve kemik parçalarıyla vurarak kan içinde bıraktılar. Bu hali gören Abbas; “Bırakın bu adamı, öldüreceksiniz! O, sizin ticaret kervanınızın geçtiği yol üzerinde oturan bir kabiledendir. Bir daha oradan nasıl geçeceksiniz” dedi. Ebu Zer hazretlerini müşriklerin elinden kurtardı. Ebu Zer , müslüman olmakla şereflenmenin verdiği sevinçle yerinde duramıyordu. Ertesi gün yine Kabenin yanında Kelime-i şehadeti yüksek sesle, bağıra bağıra söyledi. Müşrikler bu defa da dövdüler. Yere yıkıldı. Yine Abbas yetişip, ellerinden kurtardı.
Ebu Zerr-il-Gıfari hazretlerine, Peygamber efendimiz kendi memleketine dönmesini ve orada İslamiyeti yaymasını emir buyurdu. Bu emir üzerine kendi kabilesi arasına dönüp, onlara Allahın birliğini, Muhammed ın Onun resulü olduğunu anlattı. Bildirdiklerinin gerçek ve doğru olduğunu, taptıkları putların batıl, boş ve manasızlığını söyledi. Kendisini dinleyen kalabalıktan, bir kısmı itiraz etmeye başladı. Bu sırada, kabilenin reisi Haffaf, bağıranları susturdu ve: “Durun, dinleyelim bakalım ne anlatacak” dedi. Bunun üzerine, Ebu Zer hazretleri şöyle devam etti: “Ben müslüman olmadan önce, bir gün Nuhem putunun yanına gidip, önüne süt koymuştum. Bir köpeğin yaklaşıp sütü içtiğini ve putun üzerine pislediğini gördüm. Putun buna mani olacak güce sahip olmadığını yakinen anladım. Köpeğin bile hakaret ettiği puta tapmak nasıl hoşunuza gider? Bu delilik değil midir? İşte sizin taptığınız budur” Herkes başını eğmiş duruyordu. İçlerinden biri: “Peki senin bahsettiğin Peygamber neyi bildiriyor? Onun doğru söylediğini nasıl anladın?” deyince, Ebu Zer hazretleri yüksek sesle. “O, Allahın bir olduğunu, Ondan başka ilah olmadığını, Onun her şeyi yaratan ve her şeyin maliki, sahibi olduğunu bildiriyor… İnsanları Ona iman etmeye çağırıyor. İyiliğe, güzel ahlaka ve yardımlaşmaya davet ediyor. Kız çocuklarını diri diri gömmenin ve yaptığınız diğer her türlü kötülüğün, haksızlığın, zulmün çirkinliğini ve bunlardan sakınmayı bildiriyor” dedi ve İslamiyeti uzun uzun açıkladı. Kabilesinin içinde bulunduğu sapıklığı bir bir sayıp döktü. Sonra bunların zararlarını ve çirkinliğini anlattı. Onu dinleyenler arasında başta kabile reisi Haffaf ve kendi kardeşi Üneys olmak üzere pek çok kimse müslüman oldu.
Eshab-ı kiram bir gün tenha bir yerde toplanmışlar, konuşuyorlardı; “Vallahi Resulallahtan başka şu Kureyşli müşriklere Kuran-ı kerimi açıktan dinletebilen bir kimse çıkmadı. Onlara açıktan Kuran-ı kerimi okuyup dinletecek bir kimse var mıdır?” dediler. Orada Abdullah bin Mesud hazretleri de vardı. “Ben dinletirim!” buyurdu. Eshabın bazıları; “Ey Abdullah! Müşriklerin sana bir zarar vereceğinden korkarız. Biz öyle bir kimse istiyoruz ki, gerektiği zaman kendini müşriklerden koruyabilecek bir kavmi ve kabilesi bulunsun” deyince, “Siz, bana müsade edin, gideyim. Cenab-ı Hak beni muhafaza eder” diye ısrar etti. Ertesi gün kuşluk vakti Makam-ı İbrahime vardı. Müşrikler orada toplanmışlardı. İbn-ı Mesud ayakta Besmele-i şerife çekti ve Rahman suresini okumaya başladı. Birbirlerine; “Ümmü Abdin oğlu ne söylüyor? Herhalde Muhammed in getirdiği şeyleri okuyor” diyerek üzerine yürüdüler. Yumruk, tekme ve tokatlarla yüzünü, gözünü morartarak belirsiz hale getirdiler. Fakat o, tokat ve yumruklar altında okumaya devam ediyordu. Yüzü, gözü, yara bere içerisinde Eshab-ı kiramın yanına döndü. Eshab-ı kiram buna çok üzüldüler: “Zaten biz senin bu akıbete uğrayacağından korkmuştuk. Nihayet korktuğumuz başına geldi” dediler. Fakat Abdullah ibnı Mesud hiç üzgün değildi, “Allahın düşmanlarını ben bu günkü kadar zayıf görmedim. İsterseniz yarın sabah, onlara bir o kadar daha dinletebilirim” buyurdu. Eshab-ı kiram; “Hayır, sana bu kadarı yeter. O azılı kafirlere hoşlanmadıkları şeyi dinlettin” dediler.