Resulallah efendimiz, Müddessir suresinin nazil olmasıyla, insanları İslam dinine davete başlamıştı. Bu daveti gizli olarak yapıyordu. Bir müddet sonrada; “Yakın akrabanı Allahın azabı ile korkutarak, onları hak dine çağır” (Şuara suresi: 214) mealindeki ayet-i kerime nazil oldu. Bunun üzerine Muhammed , akrabasını dine davet etmek için Aliyi gönderdi ve hepsini Ebu Talibin evine çağırdı. Önlerine bir kişiye yetecek kadar, bir tabak yemek ve bir tas süt koydu. Önce kendisi besmele ile başlayıp, gelen akrabasına; “Buyurun” dedi. Gelenlerin sayısı kırk kişi idi. Ancak, konulan yemek hepsini doyurdu ve hiç eksilmedi. Gelenler bu mucize karşısında şaşıp kaldılar. Yemekten sonra Peygamber efendimiz, akrabalarını İslama davet etmek için söze başlamak üzere idi. Amcası Ebu Leheb düşmanlık ederek; “Biz bu günkü gibi bir sihir görmedik. Akrabanız sizi bir sihirle büyüledi. Ey kardeşimin oğlu! Ben senin getirdiğin gibi şer ve kötülük getiren başka bir kimse görmedim” diyerek, sözlerine hakaretle devam etti. Peygamberimiz de, Ebu Lehebe; “Kureyş ve bütün Arab kabilelerinin yapamayacağı kötülüğü bana sen yaptın” buyurdu. Hiç biri müslüman olmadan dağıldılar.
Bu hadiseden kısa bir müddet sonra, akrabasını tekrar davet etti. Ali yine hepsini çağırdı. Önceki gibi önlerine yemek kondu. Peygamber efendimiz, yemekten sonra ayağa kalkıp; “Hamd, yalnız Allaha mahsustur. Yardımı ancak Ondan isterim. Ona inanır, Ona dayanırım. Şüphesiz bilir ve bildiririm ki, Allahtan başka ilah yoktur. O birdir. Onun eşi ve ortağı yoktur” buyurduktan sonra, sözlerine şöyle devam etti; “Size asla yalan söylemiyorum ve doğruyu bildiriyorum. Sizi, bir olan ve Ondan başka ilah olmayan Allaha iman etmeye davet ediyorum. Ben, Onun size ve bütün insanlığa gönderdiği peygamberiyim. Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi, öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi de diriltileceksiniz ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında mükafat, kötülüklerinizin karşılığında da ceza göreceksiniz. Bunlar da, ya Cennette ebedi kalmak veya Cehennemde ebedi kalmaktır. İnsanlardan, ahiret azabı ile ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz.” Ebu Talib, bu sözleri dinledikten sonra; “Ey muhterem yeğenim! Sana yardım etmekten daha kıymetli bir şey bilmiyorum. Nasihatlerini benimseyip kabullendik, sözlerini de gönülden tasdik ettik. Şu anda, burada toplananlar, deden Abdülmuttalibin çocuklarıdır. Muhakkak ki, ben de onlardan biriyim. Senin istediğin şeye, içimizde en önce ben koşarım. Etrafını kuşatıp, seni korumaktan bir an geri durmayacağıma söz veriyorum. Sen, emrolunduğun şeye devam et. Fakat eski dinimden ayrılmak hususunda, nefsimi bana boyun eğer bulmadım” dedi. Ebu Leheb hariç, oradaki akrabaları ve amcaları yumuşak konuştular. Fakat Ebu Leheb; “Ey Abdülmuttalib oğulları! Başkaları Onun elini tutup mani olmadan önce, siz mani olun. Eğer bu gün Onun dediklerini kabul ederseniz, zillete, hakarete uğrarsınız. Onu korumaya kalkarsanız hepiniz öldürülürsünüz…” diye tehditler savurdu. Ebu Lehebe karşılık, Peygamber efendimizin halası; “Ey kardeşim! Kardeşimin oğlunu ve Onun dinini yardımsız bırakmak sana yakışır mı? Vallahi bu gün yaşayan alimler, Abdülmuttalibin soyundan bir peygamberin geleceğini bildiriyorlar. İşte, o peygamber budur” dedi. Ebu Leheb, bu sözler karşısında çirkin konuşmalarına devam etti.
Ebu Talib, Ebu Lehebe kızarak; “Ey korkak! Vallahi biz sağ oldukça, Onun yardımcısı ve koruyucusuyuz” dedi. Muhammed a dönerek; “Ey kardeşimin oğlu! İnsanları Rabbine imana davet etmek istediğin zamanı bilelim; silahlanıp seninle birlikte ortaya çıkarız” dedi. Sonra, Fahr-i kainat efendimiz tekrar söze başlayıp; “Ey Abdülmuttalib oğulları! Vallahi, Arablar içinde benim size getirdiğim, dünya ve ahiretiniz için hayırlı olan şeyden (yani bu dinden) daha üstününü ve daha hayırlısını kavmine getirmiş bir kimse yoktur. Ben sizi, dile kolay gelen, mizanda ağır basan iki kelimeyi söylemeye davet ediyorum. O da; Allahtan başka ilah olmadığına ve benim Onun kulu ve resulü olduğuma şehadet etmenizdir. Allah sizi buna davet etmemi emretti. O halde, hanginiz benim bu davetimi kabul eder ve bu yolda yardımcım olur?” buyurdu. Kimseden ses çıkmadı, başlarını önlerine eğdiler. Peygamber efendimiz, bu sözlerini üç defa tekrarladı. Her söyleyişinde Ali ayağa kalkıyordu. Üçüncü defasında; “Ya Resulallah! Her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de, sana ben yardımcı olurum” dedi. Bunun üzerine Resulallah efendimiz, Alinin elinden tuttu. Diğerleri hayret içinde dağıldılar.
Allahın Habibi, akrabalarının bu tutumu karşısında çok üzüldüler. Fakat yılmadan, onların Cehennemden kurtulması, saadete kavuşması için davete devam ettiler.
Bisetin dördüncü yılında Hicr suresinin 94. ayet-i kerimesi nazil oldu. Mealen; “(Ey Habibim!) Sana emir olunan şeyi (emir ve yasakları) açıkla, hak ile batılın arasını ayır. Müşriklerden yüz çevir! (Onların sözlerine iltifat etme)” ilahi emri gelince, sevgili Peygamberimiz, Mekkelileri açıktan açığa İslama davet etmeye başladı. Bir gün Safa tepesine çıkıp; “Ey Kureyş halkı! Buraya toplanıp sözlerimi dinleyiniz!” buyurdu. Kabileler toplandıktan sonra da: “Ey kavmim! Hiç benden yalan söz işittiniz mi?” buyurunca, hepsi birden; “Hayır işitmedik” dediler. Buyurdu ki: “Allah bana peygamberlik ihsan etti ve beni size peygamber olarak gönderdi.” Sonra da; “(Ey Habibim!) Onlara de ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize gelmiş, Allahın resulüyüm. O Allah ki, yerlerin ve göklerin sahibi ve idarecisidir. Ondan başka ibadete müstehak yoktur. Her canlıyı öldüren ve dirilten Odur…” mealindeki Araf suresinin 158. ayet-i kerimesini okudu. Dinleyenlerden, amcası Ebu Leheb kızarak; “Kardeşimin oğlu divane olmuş! Bizim putlarımıza tapmayanın, dinimizden ayrılanın sözünü dinlemeyiniz” diye küfürde direterek bağırdı. Orada bulunanlar dağıldı ve hiç kimse iman etmedi. Peygamber efendimizin, doğru sözlü, yüksek ahlaklı olduğunu bildikleri halde, yüz çevirdiler ve düşman kesildiler.
Yine bir gün Allahın; “Sana emrolunan şeyi (emir ve yasakları) açıkla” emrine uyarak, tekrar Safa tepesine çıktı. Yüksek ve gür bir sesle; “Ya sabahah! Buraya geliniz, toplanınız, size mühim bir haberim var” diye seslendi. Bu davet üzerine, kabileler koşarak toplandılar. Hayret ve merak içinde beklemeye başladılar. Gelmeyenler adamlarını göndererek, niçin toplanıldığını öğrenmek istediler. Gelenlerden bir grup; “Ey Muhammed-ül-emin! Bizi buraya niçin topladın, neyi haber vereceksin?” diye sormaya başladılar. O da, “Ey Kureyş kabileleri!” hitabıyla konuşmaya başladı. Herkes büyük bir dikkatle dinliyordu. “Benimle sizin haliniz, düşmanı görünce, ailesine haber vermek üzere koşan ve düşmanın kendisinden önce ailesine ulaşıp, zarar vermesinden korkarak; Ya sabahah (düşman tarafından kuşatıldık, sarıldık! Sabah vakti gelip çattı. Hemen çarpışmaya hazırlanın) diye haykıran bir kimsenin haline benzer. Ey Kureyş topluluğu, Ben size, şu dağın ardında bir düşman ordusu var, üzerinize hücum etmek üzeredir desem, bana inanır mısınız?” buyurdular. Onlar; “Evet inanırız. Çünkü sende şimdiye kadar doğruluktan başka bir şeye şahid olmadık. Senin yalan söylediğini hiç görmedik!…” dediler. Bunun üzerine bütün Kureyş kabilelerinin ismini; “Ey Haşim oğulları! Ey Abd-i Menaf oğulları! Ey Abdülmuttalib oğulları! (şeklinde sayarak:) Ben size geleceği muhakkak olan şiddetli azabın bildiricisiyim. Allah bana, en yakın akrabalarımı ahiret azabı ile korkutmamı emretti. Sizi, La ilahe illallahü vahdehü la şerike leh (Allah birdir, Ondan başka ilah yoktur) diyerek iman etmeye davet ediyorum. Ben de Onun kulu ve resulüyüm. Eğer buna iman ederseniz, Cennete gideceksiniz. Siz, La ilahe illallah demedikçe, ben size ne dünyada bir fayda, ne de ahirette bir nasip sağlayabilirim?” buyurdu. Dinleyen kabileler arasından, Ebu Leheb; “Bizi bunun için mi topladın?” diyerek, yerden aldığı taşı sevgili Peygamberimize fırlattı. Diğerlerinden böyle bir muhalefet gelmedi. Aralarında konuşarak dağıldılar.