"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

hristiyan iken müslüman olanlar

hristiyan olarak doğup yetiştiği halde, İslam dinini inceleyerek seve seve kabul edenler, uzun uzadıya düşündükten ve İslamiyeti dikkatle inceledikten sonra müslüman olmuşlardır. Başka dinden oldukları halde İslamiyeti kabul eden, çeşitli ırk, memleket, kavim, renk ve meslekten pek çok kimse, kendilerine sorulan; “Niçin müslüman oldunuz?” gibi suallere samimi olarak cevap vermişlerdir. Böyle müslüman olanlardan 42 zatın, her biri vesika (belge) olan cevapları, çeşitli kitap ve mecmualardan alınıp tercüme edilerek, “Herkese Lazım Olan Îman” kitabının, Müslümanlık ve hristiyanlık kısmında neşredilmiştir. Bu kitapta; bu sözlerden alınacak çok dersler olduğu ve bunları okuyanların İslamiyetin yüceliğini, yegane hak din olduğunu bir kere daha kalblerinde hissedecekleri bildirilmekte, 42 zatın cevapları uzun uzun zikredilmektedir. Buradan bir kaç zatın cevapları özetlenerek aşağı alınmıştır:

Bayan amina Mosler diyor ki: “Ne için müslüman oldum? Ben oğlumun bana sorduğu bir çok suallere cevap veremiyordum. O bana; “Anne, Allah niçin üç tane?” diye soruyor, ben kendim de üç Allaha inanamadığım için, ona inandırıcı bir cevap veremiyordum. Nihayet 1346 (m.1928) senesinde, yaşı artık oldukça ilerlemiş olan oğlum, bir gün gözleri yaşlı olarak bana geldi; “Anne, ben müslümanlığı tetkik ettim. Onlar bir tek mabuda (yaratıcıya) inanıyorlar. Onların dini, en doğru din. Ben de müslüman olmaya karar verdim. Sen de bana katıl!) diye yalvarmaya başladı. Onun ricası üzerine ben de İslam dinini incelemeye başladım. Berlin Camiine gittim. Caminin imamı bizi çok iyi karşıladı ve bana müslümanlığın esaslarını anlattı. O anlattıkça, sözlerinin ne kadar doğru, ne kadar mantıki olduğunu görüyordum. Artık ben de, oğlum gibi İslam dininin tek doğru bir din olduğuna inanmaya başlamıştım. Her şeyden evvel, daha genç yaşta iken bile, bir türlü anlayamadığım, aklımın bir türlü kabul etmediği üçlü tanrıyı müslümanlık red ediyordu. Müslümanlığı iyice inceledikten sonra, günah çıkarmanın, papayı günah işlemez masum bir varlık olarak tanımanın, vaftizin (günah affı) ve buna benzer bir çok merasimin ne kadar manasız olduğunu anladım ve bütün bunları red ederek seve seve müslüman oldum.

Bütün ecdadım koyu hristiyandı. Ben bir katolik manastırında büyütüldüm. Tamamen dini bir terbiye aldım. Fakat, emin olunuz ki, aldığım bu dini terbiye, beni hakiki Allaha götürecek dini seçmeme yardım etti. Çünkü, bu terbiye esnasında bana öğretilen bütün iyi şeyleri hristiyanlıkta değil, müslümanlıkta buldum. Müslümanlığı kabul etmekliğim benim için büyük bir talih eseridir.

Bugün ben bir büyük anneyim. Torunum müslüman olarak doğduğundan dolayı bahtiyarım. Biliyorum ki, Allah, doğru yola koyduklarına daima yardım eder.

Amerikalı, Muhammed Alexander Russel Webb diyor ki: “Bana, ahalisinin pek çoğu hristiyan olan Amerikada doğan, büyüyünceye kadar mütemadiyen hristiyan papazların yaptıkları vazları, daha doğrusu saçmaları dinleyen benim gibi bir insanın, niçin dinini değiştirerek müslüman olduğunu soranlar çok oldu. Ben de onlara; müslümanlığı niçin hayat rehberi olarak seçtiğimi kısaca şöyle anlattım: Müslüman oldum! Çünkü, yaptığım incelemeler, araştırmalar, insanların ruhi ihtiyaçlarının ancak müslümanlığın koyduğu sağlam esaslarla temin edileceğini gösterdi. Ben daha çocukken bile, hristiyanlığa bir türlü iki elle sarılamamıştım. Yirmi yaşıma geldiğim ve artık reşit olduğum zaman, kilisenin her şeyi günah sayan, garib (mistik) ve can sıkıcı terbiyesine tamamen isyan etmiştim. Yavaş yavaş kiliseden ayrıldım ve bir daha ona dönmedim. Benim, araştırıcı ve inceleyici bir ahlakım (karakterim) vardı. Her şeyin sebebini ve maksadını arıyordum. Bunlar için mantıki cevaplar bekliyordum. Halbuki rahiplerin ve diğer hristiyan din adamlarının bana verdiği cevaplar, beni tatmin etmiyordu. Onlar çok kereler suallerime tatmin edici cevaplar verecekleri yerde; “Bunları biz anlayamayız. Bunlar ilahi sırlardır” diyorlar veya; “Bunu bizim aklımız kavramaz” gibi kaçamaklı bir cevap veriyorlardı. Bunun üzerine, bir yandan şark dinlerini, öbür taraftan meşhur filozofların eserlerini incelemeye karar verdim.

Filozoflardan; Mill, Locke, Kant, Hegel, Fichte, Huxley ve diğerlerinin eserlerini okudum. Bu filozofların eserlerinde, hep protoplazmadan, atomlardan, moleküllerden, taneciklerden bahsolunuyor, fakat (insanın ruhu ne oluyor, öldükten sonra nereye gidiyor, bu dünyada ruh nasıl terbiye ediliyor) hakkında bir fikir bulunmuyordu.

Halbuki İslam dini, insanın bedeni yanında, ruhu ile de meşgul oluyor, bu hususlarda bizi aydınlatıyordu. İşte bunun içindir ki, ben, ne yolumu şaşırdığımdan, ne de hristiyanlara kızdığımdan veya ani bir karara kapıldığımdan dolayı değil, tam aksine, İslamiyeti inceden inceye araştırdıktan, büyüklüğünü, ulviyetini, ciddiyetini, mükemmelliğini iyice anladıktan sonra müslüman oldum. İslamda esas; tek Allaha inanmak, Ona kendini teslim etmek ve Ona ibadet ederek lütuflarına şükür etmektir. İslam, bütün insanlara kardeşliği, iyiliği, sevgiyi emreder. Onlardan ruh, beden, dil ve amel (iş) temizliği ister. İslam dini, şimdiye kadar insanların bildiği dinlerin muhakkak en mükemmeli, en üstünü ve sonuncusudur.

Amerikalı Selahaddin Board diyor ki: 1338 (m. 1920) senesinde bir doktoru ziyaret için muayenehanesine gittiğim zaman, bekleme odasında, Londrada çıkan “Ornient Review” ve “African Times” mecmualarını görmüştüm. Bu mecmuayı karıştırırken, okuduğum; “Ancak bir tek Allah vardır” cümlesi, benim üzerimde çok derin bir tesir yaptı. Çünkü hristiyanlık dininde, tam üç tane tanrı vardı ve aklımız yatmadığı halde, buna inanmak mecburiyetindeydik. Bu, “Yalnız bir tek Allah vardır” ibaresi, bu tarihten itibaren aklımdan çıkmaz oldu. Bu kutsi ve ulvi itikad, müslümanların kalblerinde taşıdıkları, paha biçilmez bir hazinedir.

Artık İslamiyete alakam arttı. Bir müddet sonra müslüman olmaya karar vermiştim. Müslüman olduktan sonra, Selahaddin ismini aldım. Müslümanlığın en doğru din olduğuna inanıyordum. Zira müslümanlık, Allahın hiç bir ortağı olmadığını ve bir günahın ancak Allah tarafından atfedilebileceğini esas olarak kabul etmektedir. Bu iman, tabiat kanunlarına ne kadar uygundur! Tarlada, çiftlikte, köyde, şehirde, okulda, hükümette, devlette kısaca her yerde, bir tek baş vardır. İkilik daima ayrılığa sebep olmuştur…

Avusturyalı bayan Cecilla Cannolly diyor ki: “Niçin müslüman oldum? Size çok samimi olarak söyleyebilirim ki, ben farkına varmadan müslüman olmuştum. Çünkü daha genç yaşta iken, bağlı olduğum hristiyan dinine karşı zerre kadar itimadım kalmamış, hristiyanlıktan soğumaya başlamıştım. Ben dinde bir çok şeyleri bilmek ve anlamak istiyordum. Bana öğretilmeye çalışılan dogma (yani itikad) ları, öyle körü körüne kabul etmek taraftarı değildim. Neden üç tanrımız vardı? Neden dünyaya hepimiz günahkar olarak gelmiştik ve keffaret vermeye mecburduk? Neden ancak rahip vasıtası ile Allaha yalvarıyorduk? Sonra bize gösterilen türlü türlü işaretlerin, anlatılan türlü türlü mucizelerin ne manası vardı? Ben bunları ders veren rahiplere sorduğum zaman, onlar kızıyor; “Kilisenin sana öğrettiği şeylerin aslını sen soramazsın. Bunlar gizlidir. Sen yalnız inanmakla mükellefsin” diyorlardı, ama buna da benim aklım ermiyordu. İnsan, anlamadığı, aslını bilmediği bir şeye nasıl inanır? Fakat, o zamanlar ben, düşüncelerimi açıktan açığa söylemeye cesaret edemiyordum. Ben eminim ki, kendilerini hristiyan sayan pek çok insan, tıpkı bizim gibi düşünmekte ve kendilerine verilen dini bilgilerin çoğuna inanmamakta, fakat bunu açıklamaktan korkmaktadırlar.

Nihayet daha yaşlanınca, bana üç tanrıya tapmağı emreden hristiyan kilisesinden uzaklaşarak, tek bir Allaha ibadet etmeyi öğreten başka bir din var mıdır, diye aramaya başladım. Çünkü bütün vicdanım; maneviyatım, ancak bir tek Allahın mevcut olabileceğini bildiriyordu. Sonra etrafıma bakınca, papazların bize öğretmeye kalktıkları o anlaşılmaz mucizelerin, kerametlerin, o azizlerin başlarından geçtiğini söyledikleri garib hikayelerin ne kadar manasız olduğunu hadiseler bana gösteriyordu. Çünkü hakiki mucize bu dünya idi. Dünyadaki her şey; insanlar, hayvanlar, ormanlar, dağlar, denizler, ağaçlar, çiçekler, bunları bir büyük halıkın (yaratıcının) yarattığını göstermiyor muydu. Yeni doğan bir bebek, bir mucize değil miydi? Halbuki kilise, her yeni doğanın günahla örtülü bir zavallı olduğunu telkine çalışıyordu. Hayır, bu olamazdı. Bu yalandı. Her doğan çocuk, Allahın günahsız bir kulu, bir mahluku idi. Bir mucize idi ve ben ancak tek Allaha, Onun yarattığı mucizelere inanıyordum.

Dünyada hiç bir şey günahla dolu, kirli ve çirkin değildi. Ben böyle düşünürken, bir gün kızım İslamiyet hakkında yazılmış bir kitap getirdi. Ana kız oturup, bu kitabı büyük bir dikkat ile okuduk. Aman Allahım! Bu kitap tam bizim düşündüklerimiz gibi söylüyordu. İslamiyet ancak bir tek Allahın bulunduğunu bildiriyor, insanların masum varlıklar olarak dünyaya geldiğine inanıyordu. Ben o zamana kadar İslamiyet hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Mektepte İslamiyet bir alay mevzuu idi. Bize bu dinin yapma (uydurma), saçma ve uyuşturucu olduğu, müslümanların doğru Cehenneme gidecekleri söylenirdi. Fakat bu kitabı okuduktan sonra, beni bir düşünce aldı. İslamiyet hakkında biraz daha bilgi sahibi olmak için, bulunduğum şehirde müslümanları aradım. Bulduğum müslümanlar, benim gözümü açtılar. Sorduğum suallere o kadar mantıki cevaplar verdiler ki, artık bu dinin bizim papazların dediği gibi uydurma bir din değil, Allahın hakiki dini olduğuna inanmaya başladım. Kızımla beraber İslamiyet hakkında yazılı daha bir çok eserleri de okuduktan sonra, onun ulviyetine ve doğruluğuna tamamı ile inanarak, ikimiz birlikte müslüman olduk. Ben “Reşide”, kızım da “Mahmude” isimlerini aldık.

İslamiyette en çok beğendiğim şey, dualardır. Çünkü, hristiyanlarda dualar, Allahtan Îsa vasıtasıyla, servet, mevki, itibar vesair dünya varlıklarını istemek için yapılır. Halbuki müslümanlar dua ederken, cenab-ı Hakka şükranlarını arz ederler ve bilirler ki, onlar dinlerine ve Allahın emirlerine riayet ettikleri müddetçe, cenab-ı Hak, onlara muhtaç oldukları her şeyi, onlar istemeden verecektir.

İngiliz bayan Maviş B. Joly diyor ki: Ben İngilterede hristiyan olarak doğdum. Vaftiz edildim ve bu gün elimizde bulunan İncilde yazılı olanları öğrenerek büyüdüm. Çocukken kiliseye gittiğim zaman, muhtelif ışıklar, minberde yanan mumlar, müzik, günnük kokuları ve muhteşem elbiseler giymiş rahipler, üzerimde büyük bir tesir yapıyordu. Manasını hiç anlayamadığım dualar okunurken, bunların ahengi beni ürpertiyordu. Sanırım ki, bu çocukluk zamanımda, ben koyu bir hristiyandım. Fakat, zaman geçtikçe ve benim tahsil derecem yükseldikçe, kafamda bazı sualler hasıl olmaya başladı. O zamana kadar tamamen inandığım hristiyanlık dininde bazı noksanları bulmaya başladım. Gün geçtikçe içimdeki şüphelerin arttığını görüyordum. Yavaş yavaş dinden çözülmeye başladım. Artık hiç bir şeye inanmıyordum. Kilisenin çocukken beni kendisine hayran eden o muhteşem manzarası, bir hayal gibi gözümün önünden uçup gitmişti. Mektepten çıktığım zaman, tam manası ile bir dinsiz (ateist) olmuştum. Fakat, bir müddet sonra, farkına vardım ki, hiç bir şeye inanmamak, insanın ruhunda derin bir yeis, zafiyet, boşluk bırakmaktadır. İnsanın muhakkak bir dayanağa ihtiyacı vardır. İşte bunun için hristiyanlıktan tamamen soğuyan ben, şimdi başka dinleri tetkik etmeye başladım.

Evvela budistliği ele aldım. Onların “Sekiz Yol” adını verdikleri esasları iyice tetkik ettim. Bu “Sekiz Yol”da çok derin felsefe ve çok güzel nasihatler vardı. Ama, insana ne doğru bir yol gösteriyor, ne de doğru yolu seçebilmek için lüzumlu bilgileri veriyordu.

Bu sefer mecusiliği tetkike başladım. Ben üç tanrıdan kaçarken, bu dinde karşıma bir çok tanrı çıktığını gördüm. Sonra bu din, o kadar inanılmaz efsaneler, hurafelerle doldurulmuştu ki, böyle bir dini kabul etmeye imkan yoktu.

Bundan sonra yahudiliği incelemeye başladım. Yahudilik, benim için yeni bir din sayılmazdı. Çünkü, İncilin Ahd-i Atik denilen eski kısmı, tamamen yahudilerin Tevratından alınmıştı. Fakat yahudilik de beni tatmin edemedi. Evet, yahudiler tek Allaha inanıyorlardı ve ben bunu çok doğru buluyordum. Fakat ondan sonra her şeyi inkar ediyorlar ve yahudi dini, bir rehber olacak yerde türlü karışık ibadet şekilleri ile dolu bir merasim haline giriyordu.

Dostlarımdan biri, bana, ispiritizme ile meşgul olmamı tavsiye etti. “Ruhlarla konuşmak, din yerine geçer!” diyordu. Bu beni hiç tatmin etmedi. Çünkü, ispiritizmenin insanın kendi kendini hipnotize etmesinden ibaret olduğunu, ruhunu hiç bir zaman besleyemeyeceğini pek çabuk anlamıştım.

Bu arada ikinci cihan harbi sona ermişti. Ben bir ofiste çalışmaya başladım. Fakat, hala ruhum bir din arıyordu. Bir gün, bir gazetede bir ilan gördüm. Îsanın uluhiyeti hakkında bir konferans verileceği ve bu konferansa her dinden adamların iştirak edebileceği yazılıydı.

Bu konferansı çok merak ettim. Çünkü, orada Îsanın Allahın oğlu olup olmadığı münakaşa edilecekti. Konferansa katıldım ve orada bir müslümanla tanıştım. Bu müslüman, kendisine sorduğum suallere o kadar güzel, o kadar mantıki cevaplar verdi ki, o zamana kadar hiç aklıma gelmediği halde, İslamiyet ile meşgul olmaya karar verdim. Müslümanların kutsi kitabı olan Kuranı okumaya başladım. Bu kitapta telkin edilen düşüncelerin, 20. asırdaki bir çok tanınmış devlet adamlarının düşüncelerinden çok daha yüksek olduğunu, büyük bir hayret ve takdir ile görüyordum. Bu sözleri hiç bir insan söyleyemezdi. Onun için, vakti ile bize öğrettikleri gibi, “İslam dini yalandır. Kuran uydurma bir kitaptır” sözüne artık inanmıyorum. Kuran-ı kerim uydurma bir kitap olamazdı. Bu kadar mükemmel sözleri ancak insan üstü bir varlık söyleyebilirdi.

Ben hala tereddüt ediyordum. İslamiyeti kabul etmiş ingiliz kadınları ile görüştüm. Onlardan yardım istedim. Bana kitaplar tavsiye ettiler. Bu kitaplar arasında Muhammed (sallAllah aleyhi ve sellem) ile Îsayı mukayese eden “Mohammed and Christ” adlı kitapla, İslam dinini izah eden “The Religion of İslam” adlı eserler vardı. “hristiyanlığın Kaynakları-The Sources of Christianity” isminde diğer bir kitapta ise, hristiyanlıkta bulunan bir çok ibadetlerin, ibtidai insanların ibadet usullerinden alındığı ve hakikatte şimdiki hristiyanlığın bir “puta tapmak” dini olduğu çok açık bir tarzda anlatılıyordu.

Kuran-ı kerim insana yavaş yavaş tesir ve nüfuz eden bir kitap idi. Kuranı iyi anlamak ve ona bağlanmak için, onu bir çok defalar okumak lazımdır. Ben de, okudukça bu mukaddes kitaba bağlandım. O kadar ki, her gece, onu okumadan uyuyamıyordum. Benim üzerimde en büyük tesir yapan husus, Kuranın insanlara mükemmel bir rehber oluşuydu. Kuranda bir insanın anlayamayacağı tek şey yoktu. Müslümanlar, peygamberlerini, kendileri gibi bir insan olarak kabul ediyorlardı. Müslümanlarca, peygamberlerin diğer insanlardan farkı, bunların çok yüksek akıl ve ahlak sahibi, günahsız ve kusursuz olmaları idi. Yoksa, onların uluhiyet (ilah olmak ile) irtibatları, alakaları yoktu. İslam, Muhammedden sonra artık hiç bir peygamber gelmeyeceğini söylüyordu. Ben; “Niçin başka bir peygamber gelmeyecek?” diye sordum. O zaman, müslüman refikim, bana bu hususu şöyle izah etti: “Kuran-ı kerim, bir insana lazım olan bütün iyi ahlakı, dini esasları, Allahın rızasına kavuşturan yolu, dünyada ve ahirette huzur ve selamete vasıl olmak için lazım olan hususları insanlara öğretmektedir. Artık insanların başka bir rehbere, başka bir peygambere ihtiyaçları kalmamıştır.”

Bu sözlerin çok doğru olduğu şundan bellidir ki, aradan ondört asır geçtiği halde, Kuran-ı kerimin esasları hiç değişmeden bu günkü hayat tarzına ve bu günkü ilim seviyesine tamamen uymaktadır. Fakat ben hala bir şeyi merak ediyordum. Aradan 14 asır geçmişti. Biz şimdi 1954 senesinde bulunuyorduk. Acaba 571 senesinde doğmuş olan Muhammed ın bildirdiği İslamiyetin içinde, bu günkü şartlara uymayan tek bir nokta yok muydu? Ben büyük bir titizlikle İslamiyette böyle bir nokta bulunup bulunmadığını aramaya başladım. Bu hal, İslamiyete tamamen inandığım halde ve bu dinin elbette hak olduğu gözümün önünde canlandığı halde böyle bir arayış, muhakkak çocukken bize papazlar tarafından İslamiyetin çok kusurlu, adi, batıl bir din olduğu hakkında yapılan telkinlerden ileri geliyordu.

Evvela poligami (birkaç kadınla evlenme, teaddüt-i zevcat) bahsini buldum. İşte mühim bir husus buldum diyordum. Nasıl olur da, bir erkek dört kadın ile evlenebilirdi? Yukarıda kendisinden bahsettiğim müslüman arkadaşım, bunu kendisine sorunca, bana izah etti ki, İslamiyet ilk intişar ettiği yayıldığı zaman, Arabistanda her erkek istediği kadar kadınla birlikte yaşıyor ve onlara karşı hiç bir mesuliyeti bulunmuyordu. İslam dini, kadının içtimai mevkiini ıslah etmek için, bir erkeğin alabileceği kadın miktarını çok azaltmış ve ona bu kadınlara bakmayı, aralarında adaleti temin etmeyi, onlardan ayrılırsa, kendilerine tazminat vermeyi emretmişti. Sonra kimsesiz kalan kadınlar, bu sayede bir aileye, o ailenin bir ferdi gibi katılabiliyor, bir esir muamelesi görmüyorlardı. Sonra, bir erkek için dört kadın almak bir emir değildi. Şartlarını yerine getirebilecekler için bir izin idi. Bu şartları yapamayacaklar için, birden fazla evlenmek haramdı. Bunun içindir ki, bir çok erkeğin ancak bir zevcesi vardı. Dörde kadar kadın almaya ancak müsamaha ediliyordu.

Halbuki, Amerikadaki Mormonlar, her erkeği birkaç kadın almak için zorluyorlardı. Müslüman arkadaşım; “Acaba İngilterede İngiliz erkekleri tek kadınla mı yaşar?” diye sordu. Yüzüm kızararak itiraf ettim ki, bu gün garplı erkekler, evlenmeden evvel, hatta evlendikten sonra, bir çok kadınlarla düşüp kalkmaktadırlar. Sonra müslüman arkadaşımın söylediği sözler, mesela kocasını iş kazalarında, harbde kaybetmiş ve kimsesiz kalmış zavallı bir genç kadının, bir erkeğin himayesine girme ihtiyacı beynimde bir ışık parlattı; ikinci cihan harbi bittiği zaman, İngiliz radyosunda (Dear Sir) adlı programda, bir zavallı ingiliz kadının feryadı aklıma geldi. Bu zavallı genç kadın şöyle yalvarıyordu: “Genç bir kadınım. Kocamı harbde kaybettim. Şimdi kimsesiz kaldım. Korunmaya ihtiyacım var. İyi huylu bir adamın ikinci karısı olmaya ve birinci karısını başımda taşımaya razıyım. Elverir ki, bu yalnızlıktan kurtulayım.”

Bu da gösteriyor ki, İslamda teaddüt-i zevcat (poligami) bir ihtiyacı karşılamak içindir. Bu bir emir değil, ancak bir izindir. Bu gün, esasen işsizlikten, fakirlikten, çok yerde kalmamış gibidir. O halde, bunu İslamın bir kusuru olarak kabul etmeme imkan kalmamıştı.

Şimdi başka bir kusur daha bulduğumu zannettim. Müslüman arkadaşıma; “Fakat günde beş defa ibadet etmek, bu günkü hayat tarzımıza nasıl uyar? Bu kadar ibadet, fazla gelmez mi?” diye sordum. O gülümseyerek, bana şu suali sordu: “Sizin piyano çaldığınızı duyuyorum. Musikiye meraklı mısınız?” “Hem de çok” diye cevap verdim. “Pek ala, her gün ekzersiz yapar mısınız?” “Tabii işten eve gelir gelmez her gün hiç olmazsa iki saat piyona çalarım” diye cevap verdim. Bunun üzerine, müslüman arkadaşım; “Beşi bir arada, nihayet yarım saat veya 45 dakika sürecek olan bir ibadet, size niçin çok geliyor? Siz nasıl piyano ekzersizlerini yapmazsanız, piyano çalmak kudretiniz azalırsa, Allahı düşünmek, Ona secde ederek lütuflarına şükretmek azaldıkça, Ona giden yoldan uzaklaşılır. Halbuki, her gün yapılan ibadet, Allahın doğru yolunda adım adım ilerlemek demektir” diye cevap verdi. Ne kadar haklıydı!

Artık müslümanlığı kabul etmeme bir mani kalmamıştı. Ben İslam dinini bütün ruhum, bütün maneviyatım ile kabul ettim. Gördüğünüz gibi, onu öyle ilk bakışta ve hiç düşünmeksizin seçmemiş, aksine, onu ancak iyice tetkikten, hatta içinde anlayamadığım yerleri arayıp bunların cevabını bulduktan ve bu dinin her bakımdan tam ve mükemmel olduğunu anladıktan sonra müslüman olmuştum. Şimdi, müslüman olmakla iftihar ediyorum.

Fransız Dr. Benosit diyor ki: Ben bir doktorum ve koyu katolik bir aileye mensubum. Fakat doktorluğu meslek olarak seçmekliğim ve pozitif, tecrübi, tabii ilimlerle meşgul olmaklığım, bende hristiyanlığa karşı büyük bir nefret uyandırmıştı. Din hususunda aile fertlerim ile aynı fikirde değildim. Evet, büyük bir Halık (yaratıcı) vardı ve ben de Ona yani Allaha inanıyordum. Fakat hristiyanlığın, bilhassa katoliklerin bu büyük yaratıcı etrafında meydana getirdikleri türlü türlü garib varlıklar, oğullar, ruh-ul-kudsler, Îsanın Allahın oğlu olduğu hakkında akıl almaz uydurmalar ve daha bir takım hurafeler, ayinler, merasimler, beni Allaha yaklaştırmıyor, aksine Ondan uzaklaştırıyordu.

Ben bir tek Allahın varlığına inandığımdan, hiç bir zaman teslisi (üç tanrıyı) kabul etmedim ve Îsayı hiç bir zaman Allahın oğlu olarak tanımadım. Demek oluyor ki, ben daha İslamiyeti tanımadan evvel, Kelime-i şehadetin yarısı olan “La ilahe illallah” kısmını çoktan kabul etmiştim. İslam dini ile meşgul olmağa başladım ve Kuran-ı kerimde rast geldiğim; “Söyle ki, Allah birdir, bir tek varlıktır, doğmamıştır ve doğurmaz ve Ona benzer hiç bir varlık yoktur” mealindeki İhlas suresini okuduğum zaman; “Aman Allahım! Ben işte tamamen buna inanıyorum” dedim ve içimde büyük bir ferahlık duydum. O halde İslamı daha derinden tetkik etmenin çok lüzumlu olduğunu gördüm. İslamı inceledikçe hayretler içinde kaldım. İslamiyet, din adamlarını, hatta peygamberleri (aleyhimüssalevat) bizim gibi insanlar olarak kabul ediyor, onlara Allahlık vasfını vermiyordu. Hele bir papanın günahları affedebileceğini asla kabul etmiyordu. İslam dininde hiç bir hurafe, akla uymayan bir kısım, anlaşılmayan bir bahis yoktu. İslam dini, tam benim istediğim gibi, gerçek, hak bir dindi. Katolikler gibi insanların günahkar olarak dünyaya geldiklerini kabul etmiyordu. İnsanlara, ruh ve beden temizliği emrediyordu. Tıbbın esas kaidesi olan temizlik, İslam dininde, Allahın bir emriydi. İbadete temiz olarak gelmeyi emrediyordu ki, başka hiç bir dinde buna rastlamamıştım.

hristiyanlıkta, hristiyan dinine girerken papazın, Îsanın şahsiyetine güya karışabilmek için onun eti diye verdiği ekmeği yemek, kanı diye verdiği şarabı içmek gibi adetlerin en kaba, puta tapan ibtidai insanların bir adeti olduğunu görüyor ve bunlardan nefret ediyordum. Benim pozitif ilimlerle inkişaf eden kafam, böyle çocukça ve hakiki bir dine yakışmayan saçma merasimleri şiddet ile red ediyordu. Diğer taraftan, İslamda bunların hiç biri yoktu, İslamiyette yalnız hakikat, sevgi ve temizlik vardı.

Artık kararımı vermiştim. Müslüman dostlarıma gittim ve müslüman olmak için ne yapmak lazım geldiğini sordum. Bana, Kelime-i şehadet söylemesini ve manasını öğrettiler. Ben yukarda da söylediğim gibi bunun yarısını yani “Bir tek Allah vardır” kısmını müslüman olmadan evvel kabul etmiştim. Geri kalan “Muhammed Onun resulüdür” kısmını da kabul etmek hiç güç olmadı. Artık İslam hakkında neşrolunmuş ciddi eserleri incelemeye başladım. Bunları okuduğum zaman, Kuran-ı kerimin ne muazzam bir eser olduğunu hayret ve takdir ile gördüm. Bundan 14 asır önce indirilmiş bu Allah kitabında yazılı olanlar, bu günkü ilmi ve fenni araştırmaların neticelerine tamamıyla uymaktadır. Hem ilim ve fen ve hem de içtimai faaliyetler bakımından, Kuran-ı kerim, yalnız bu günün değil, aynı zamanda yarının da kitabıdır.

Ali Selman ismini aldım. Dinimi çok seviyorum. Çok bahtiyarım.

Malayalı İbrahim Voo diyor ki: Ben müslüman olmadan evvel katoliktim. Misyonerler beni katolik yapmıştı. Fakat, bu dine bir türlü ısınamıyordum. Çünkü, rahipler, üç Allaha inanmamı istiyorlar ve sonra kutsi komünyonu (hazret-i Îsanın etinin ekmek ve kanının şarap olduğunu temsil eden ayini) ve kutsi ekmeğe tapmak mecburiyetini emrediyorlardı. Papanın, Allah gibi günahsız olduğunu ve o ne derse yapmak icab ettiğini ve buna benzer aklın kabul etmediği bir çok şeyleri öğretiyorlar, bunlara inanılmazsa, insanın mahv ve perişan olacağını söylüyorlardı. Rahiplerden, söyledikleri şeylerin ne demek olduğunu soruyor, onlardan aklımın kabul edeceği bir izah bekliyordum. Fakat hiç biri, bu hususta tafsilat veremiyor; “Bunlar kutsi sırlardır. Kimsenin aklı ermez” demekle yetiniyorlardı. Evet, bir insan aklı ermediği bir şeyi nasıl kabul ederdi?

Ben yavaş yavaş bu işte bir sakatlık olduğunu, hristiyanlığın doğru bir din olmadığını düşünüyor ve ondan büsbütün nefret ediyordum. Hele rahiplere başka bir dinden, mesela İslamiyetten bahsedilse, hemen ifrit kesiliyorlar; “Yalnız Îsa peygamberdir. Muhammed bir yalancıdır. İslam uydurma bir dindir” diye barbar bağırıyorlardı. “Peki, bu din niçin yalancı bir dindir?” diye sorduğum zaman, buna da bir cevap veremiyorlar, kekeliyorlardı. Onların bu hali, beni İslam dinini yakından tetkik etmeye sevketti. Malayada bulunan müslümanlarla irtibat kurdum. Onlardan dinleri hakkında bilgi talep eyledim. Bunlar rahiplere hiç benzemiyordu. Bana İslamiyet hakkında çok güzel malumat verdiler.

Şunu da sözlerime ilave edeyim ki, başlangıçta kendileri ile adamakıllı münakaşa ettim. Fakat onlar, benim bütün suallerime o kadar inandırıcı cevaplar verdiler, bunları o kadar metanet ile ve sabırla karşıladılar ki, yavaş yavaş gözümün önünde bir perde açıldığını, içime büyük bir huzur ve ferahlık geldiğini hissediyordum. Bir çok hurafelerle dolu olan hristiyanlığın tam aksine, bu dinde her şey akla uygun, mantıki ve normaldi. Müslümanlar tek bir Halıka (yaratıcıya) inanıyorlardı. Bu büyük yaratıcı, insanların günahkar olduğunu söylemiyor, onlara nimetini bol bol ihsan ediyordu. Verdiği emirler arasında, benim anlamadığım tek şey yoktu. İbadetleri, sırf Allaha hamd etmek içindi. Onlar muhtelif resimlere, işaretlere tapmıyorlardı. Kutsi kitapları olan Kuran-ı kerimin her sözünü anlıyor, bunları ruhumda duyuyordum. İbadet için muhakkak bir mabede gitmek mecburiyeti yoktu. İnsan, evinde yahut her hangi bir yerde ibadet edebilirdi. Bütün bunlar, o kadar güzel, doğru ve insani şeylerdi ki, ben artık hakiki Allah dininin, müslümanlık olduğunu kabul ettim ve seve seve müslüman oldum.

İlk defa olarak, iki cezvit papazı, Çinlileri hristiyanlığa inandırmak için, Kanton şehrine gelmişti. (Cezvit, 918 (m. 1512) senesinde papazların teşkil ettiği bir misyoner cemiyetidir.) Kanton valisinden hristiyan dini hakkında vaz vermek için müsade istediler. Vali bunlara ehemmiyet vermedi ise de, cezvitler onu her gün gelip rahatsız ettiklerinden, nihayet; “Ben bu mesele için Çin fağfurundan (sultanından) izin almaya mecburum. Kendisine haber vereceğim” dedi ve meseleyi Çin fağfuruna bildirdi. Gelen cevapta; “Bunları bana gönder. Ne istediklerini anlayayım” denilmekte olduğundan, cezvitler, Çinin merkezi olan Pekine yolladı. Bu meseleden haber almış olan Budist rahipler, fena halde telaşa düştüler ve; “Bu adamları, hristiyanlık adı altında zuhur eden yeni bir dini, bizim ahaliye telkin etmeye çalışıyorlar. Bunlar, kutsi Budayı tanımıyorlar. Halkımızı yanlış bir yola sokacaklardır. Lütfen onları buradan kovun!” diye fağfura yalvardılar.

Fağfur; “Evvela ne söylediklerini bir anlayalım, ondan sonra, bu hususta karar veririz” dedi. Memleketin sayılı devlet ve din adamlarından müteşekkil bir meclis tertip etti. Cezvitleri bu meclise davet ederek; “Yaymak istediğiniz dinin esasları nelerdir? Anlatın” dedi. Bunun üzerine, cezvitler şöyle anlattılar: “Semayı ve arzı yaratan Allah birdir. Fakat, aynı zamanda üçtür. Allahın biricik oğlu ve ruh-ul-kuds de birer Allahdır. İşte bu Allah, adem ve Havvayı yaratıp, Cennete koydu. Onlara her türlü nimeti verdi. Yalnız bir ağaçtan yememelerini emretti. Her nasılsa şeytan, Havvayı aldattı. Havva da ademi yanıltarak, Allahın emrine karşı geldiler ve o ağacın meyvesinden yediler. Bunun üzerine cenab-ı Hak, onları Cennetten çıkardı ve dünyaya gönderdi. Burada, onların çocukları ve torunları zuhur etti. Fakat bütün bunlar, büyük babalarının işlediği günah ile kirlenmiştir. Hepsi günahkardır. Bu hal, tam 6000 sene devam etti. Nihayet cenab-ı Hak, insanlara acıdı ve onların günahını affettirmek için, kendi öz oğlunu onlara göndermekten ve bu biricik oğlunu, günah kefareti için, kurban etmekten başka çare bulamadı. İşte, bizim inandığımız peygamber, Allahın oğlu olan Îsadır. Arabistanın garbında Filistin denilen bir nahiye (bölge) ve orada Kudüs denilen bir şehir vardı. Kudüsde Celile denilen bir yer, Celilenin de Nasıra isminde bir köyü vardır. İşte bu köyde, bundan bin sene önce Meryem isminde bir kız bulunuyordu. Bu kız Yusuf ismindeki bir marangoz ile nişanlanmış ise de, henüz bakire idi. Bu kız bir gün tenha bir yerde bulunurken, ruh-ül-kuds gelip, ona Allahın oğlunu ilka etti (koydu). Yani, kız bakire iken hamile oldu. Bundan sonra nişanlısı ile Kudüse giderlerken Beyt-i Lahmda, bir ahır içinde çocuğu oldu. Allahın oğlunu ahırdaki yemlik içine koydular. Şarkta bulunan rahipler, onun doğduğunu, gökte birdenbire yeniden peyda olan bir yıldızdan öğrenerek hediyelerle onu aramaya çıktılar ve nihayet bu ahırda buldular. Ona secde ettiler. Îsa denilen Allahın oğlu, 33 yaşına kadar Allahın melekutu üzerine vaz etti. “Ben Allahın oğluyum. Bana inanın, sizi kurtarmaya geldim” dedi ve ölüleri diriltmek, amaları tekrar basir (gören) yapmak, topalları yürütmek, cüzzamlıları tedavi etmek, denizde fırtınaları durdurmak, iki balıkla onbin kişiyi doyurmak, suyu şarap yapmak, kışın meyve vermediği için, bir incir ağacını bir işaret ile kurutmak gibi ve daha bir çok mucizeler gösterdiyse de, çok az insan ona iman etti (inandı). Nihayet hain yahudiler, onu Romalılara şikayet ettiler ve haça gerilmesine sebep oldular. Lakin, Îsa hacda öldükten üç gün sonra, tekrar dirilerek, ona inananlara göründü. Bundan sonra semaya çıkıp, babasının sağ tarafına oturdu. Babası da dünyanın bütün işlerini ona terk etti. Ve kendisi geri çekildi. İşte, bizim vaz edeceğimiz dinin esası budur. Buna inananlar, öteki dünyada Cennete; inanmayanlar ise, Cehenneme gideceklerdir.”

Onların bu sözlerini dinleyen Çin Fağfuru, papazlara; “Ben sizden bazı şeyleri sual edeceğim. Bunlara cevap verin” dedi ve sormaya başladı: “İlk sualim şudur: Siz, Allah hem bir, hem de üçtür diyorsunuz. Bu, iki iki daha beş eder gibi manasız bir laftır. Bu işin aslını bana izah edin!” Papazlar cevap veremedi. “Bu Allahın bir sırrıdır. İnsanların aklı buna ermez” dediler. Fağfur; “İkinci sualim şudur: Yeri, göğü ve bütün alemi yaratan çok kudretli Allah, kullarından birinin işlediği günah için onu, bu işten haberi bile olmayan bütün sülalesini nasıl günahkar sayar? Bunların affı için nasıl olur da, kendi öz oğlunu kurban etmekten başka çare bulamaz? Bu, onun büyüklüğüne yakışır mı? Buna ne dersiniz?” dedi. Papazlar yine cevap veremedi; “Bu da, Allahın bir sırrıdır” dediler. Fağfur; “Üçüncü sualim de şudur: Îsa, bir incir ağacından mevsimsiz meyve istemiş, ağaç vermeyince onu kurutmuş. Mevsimi olmadan meyve vermek, bir ağacın yapamayacağı bir şeydir. Böyle olduğu halde, Îsanın buna kızıp ağacı kurutması, bir zulüm değil midir? Bir peygamber, zalim olur mu?” dedi. Papazlar, buna da cevap veremedi. “Bu işler manevi işlerdir. Allahın sırlarıdır. İnsanların akılları bunlara ermez” dediler. Bunun üzerine, Çin Fağfuru; “Ben size izin ve müsade veriyorum. Gidiniz, Çinin, istediğiniz yerinde vaz veriniz” diye onlara müsade etti. Onlar, fağfurun huzurundan çıktıktan sonra, fağfur, mecliste bulunanlara dönüp; “Ben, Çinde böyle saçmalıklara inanacak bir ahmak bulunacağını zannetmiyorum. Onun için bu adamların, bu hurafeleri vaz etmelerinde hiç bir mahzur görmedim. Ben eminim ki, bunları dinleyen vatandaşlarımız, dünyada ne ahmak kavimler bulunduğunu görerek, kendi dinlerinin kıymetini daha iyi anlayacaklardır” dedi.

Ehl-i kitabın (yahudi ve nasaranın) doğru yoldan ayrıldıklarını ve belli başlı özelliklerini Necmeddin-i Gazzi, Hüsn-üt-tenebbüh de maddeler halinde anlatmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:

1- Küfür: Onların en büyük kabahatleri budur. Bu her iki fırkanın da küfür üzere bulundukları, ayet-i kerime ve tevatür derecesine ulaşmış Hadis-i şeriflerle sabittir. İslam alimleri de, yahudiler ve hristiyanların küfrü hususunda, şüphe edenin imanının gideceğini bildirmişlerdir.

Allahın birliğine inanmadıkları, Muhammed ın Allahtan bildirdiklerini tasdik etmedikleri yani Allah katında yegane hak din olan İslamiyeti kabul etmedikleri müddetçe küfürden kurtulamazlar. Küfürden kurtulamayınca da, hiç bir faydalı işleri ahirette kendilerini kurtarmaz.

2- Tecsim ve teşbih: Aslında bu da birinci maddeye dahildir. Cismi ilah ittihaz etmek ve Allahı cisme benzetmek mutlak küfürdür. Zaten “Tecsim ve teşbih” de bu demektir. Bu hususta Araf suresinin 148. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki; “Musa Tur-i Sinaya gittikten sonra, İsrailoğulları ziynet eşyalarından yaptıkları, ruhu (canı) olmayan ceset şeklindeki bir buzağı heykelini ilah edindiler ki, o cesedin sığır sesi gibi böğürmesi de vardı. Samirinin aldatıcı sözleriyle İsrailoğulları onu ilah edindiler. Onlar, buzağının kendileriyle, konuşamayacağını ve kendilerine hayırlı bir yol gösteremeyeceğini görmediler mi ve bilmediler mi de onu mabud edindiler ve böylece kendi nefslerine zulmeden zalimlerden oldular.”

Hakim-i Tirmizi, Nevadir-ul-usul kitabında ve İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebi Hatim Mücahidden (rahmetullahi aleyhim) rivayet ederek şöyle bildirdiler: Resulallah efendimize bir yahudi gelerek; “Bana Rabbinden haber ver. O hangi şeydendir. İnciden mi, yoksa yakuttan mıdır?” diye sordu. Bu sırada bir şimşek gelerek o kafiri yaktı. Bunun üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu: “…Allah hakkında mücadele edip duranlara, Allah yıldırımlar gönderip, kimi dilerse o yıldırımla çarpıp öldürür…” (Rad suresi: 13)

İbn-i Cerir ve İbn-i Münzir (rahmetullahi aleyhima), Said bin Cübeyrden şöyle rivayet etmişlerdir. Yahudilerden bir cemaat, Resulallah efendimize gelerek; “Allah mahlukatı yarattı, peki Onu kim yarattı?” dediler. Peygamber efendimiz, buna pek çok gadablandı. Bu sırada Cebrail gelerek, Onu teskin etti ve yahudilerin suallerine cevap olarak, İhlas suresini getirdi. Allah, bu surede mealen buyurdu ki: “Ey Resulüm! Allahın nasıl bir varlık olduğunu bize açıkla diyenlere) de ki: O Allahdır, bir tekdir (eşi, ortağı yoktur.) Allah sameddir (zeval bulmayan bakidir. Mahlukun doğrudan doğruya Ona muhtaç olduğu yegane varlıktır). O doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiç bir şey de, Ona denk olmamıştır.” (İhlas suresi: 1-4)

Resulallah, İhlas suresini onlara okuyunca, onlar bu sefer de; “Bize Rabbini anlat! Onun şekli, eni, boyu nasıl?” diye sordular. Bu sual üzerine, Peygamber efendimiz öncekinden daha çok gadablandı. Yine Cebrail gelerek, onların bu suallerine cevap olarak, Enam suresinin 91. ayet-i kerimesini getirdi. Allah bu ayet-i kerimede de mealen buyurdu ki: (Yahudiler) Allahın kadrini, hakkıyla, Ona layık olacak bir surette tanıyamadılar…”

3- Allaha zulüm, fakirlik ve cimrilik, isnat etmek de yahudilerin küfür olan hallerindendir. Bu hususta. al-i İmran suresinin 181. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki: “Muhakkak ki, Allah; hakikaten Allah fakir, bizler ise zenginleriz” diyen yahudilerin sözünü işitmiştir. Onların o kelamını ve haksız yere peygamberleri öldürmelerini (hafaza meleklerine emrederek) yazacağız ve onları ateşe sokup; Tadın yakıcı azabı diyeceğiz.”

Maide suresinin 64. ayet-i kerimesinde de mealen; “Bir de yahudiler; Allahın eli bağlıdır (cömert değildir) dediler. Bu dedikleri söz sebebiyle, onların elleri hayır yapmak hususunda bağlandı ve lanetlendiler.

Muhakkak ki, Allahın kudret elleri açıktır, dilediği gibi ihsan eder…” buyrulmuştur.

Yahudi ve hristiyanların kötü ahlakından birisi de kaderi inkar ve kader hakkında ileri geri konuşup, münakaşa etmeleridir.

4- Yahudi ve hristiyanların bozuk itikatlarından birisi de ircadır. İrca, imanın, sadece “La ilahe illallah” demekten ibaret olduğunu kalb ile tasdik etmek ve azalarla amel yapmak lazım olmadığına inanmak demektir. Yahut sadece “La ilahe illallah” demek ve bilmektir.

5- Sünneti (peygamberlerinin yolunu) azar azar terkedip; dinde bidatler ortaya çıkarmak. Kutbuddin İsfehani Et-Tergib adlı eserinde, Abdullah ibni Mesuddan şöyle rivayet etmiştir: Ehl-i kitabın yani yahudi ve nasaranın ilk terkettiği, peygamberlerinin sünneti olmuştur. Son olarak da namazı terketmişlerdir.

6- Muhabbette ve buğzda aşırılık: Yahudiler, Üzeyir a karşı sevgide çok ileri gidip; “O, Allahın oğludur” dediler. Îsaya da buğz edip haddi aştılar. Ayrıca onun, Üzeyir ın oğlu olduğunu söylediler.

hristiyanlar ise Îsa a karşı sevgide çok ileri gidip, onun -haşa- Allahın oğlu olduğunu söylediler. Bu hususta Tevbe suresinin 30. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki: “Yahudiler, Üzeyir Allahın oğludur dediler. hristiyanlar da; Mesih (Îsa ) Allahın oğludur dediler. Bu, onların ağızlarıyla uydurdukları sözleridir ki, daha önce küfredenlerin (melekler Allahın kızlarıdır diyenlerin) sözlerine benzemektedir. Allah onları kahretsin. Haktan batıla nasıl çevriliyorlar.”

7- Yahudiler ve hristiyanlar öldükten sonra dirilmeye, İslamiyetin bildirdiği şekilde inanmıyorlar.

8- Kendi görüşlerine tabi olup, yalnız onu beğenmeleri: İmam-ı Mücahid ; Yahudi ve hristiyanlar, Allah tarafından kendilerine gönderilen ilahi kitabı değiştirdiler buyurdu.

Hasen-i Basri ; Onlar, Allahın kitabını aralarında parçaladılar, onu tahrif ederek, değiştirdiler buyurdu.

9- Allahı sevdiklerini iddia ediyorlar, bir taraftan da günah, isyan ve taşkınlık içinde bulunuyorlardı: Maide suresinin 18. ayet-i kerimesinde bildirildiği gibi; “Yahudiler ve hristiyanlar; “Biz Allahın oğulları, sevgilileriyiz dediler…” Yine bu ayet-i kerimede onlara cevap olarak; “…Hayır, bilakis siz, Onun yarattığından (mahlukundan) bir beşersiniz…” buyruldu.

Yine bu hususta, al-i İmran suresinin 31. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki: “Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki: Eğer Allahı seviyorsanız ve Allahın da sizi sevmesini istiyorsanız bana tabi olunuz. Allah bana tabi olanları sever.”

10- Onlar, Allahın, kendilerini sevdiğini, Onun evliyası olduklarını, ebedi hayatın, Cennetin kendileri için hazırlandığını iddia ederler; fakat, Evliyanın ve Cennet ehlinin yolunda bulunmazlar.

Bu hususta Cuma suresinin 6. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki: “(Ey Resulüm) de ki: Ey yahudiler! Eğer siz, bütün insanları bir tarafa bırakarak, Allahın dostları, hakikaten yalnız kendiniz olduğunuzu iddia ediyorsanız ve bu iddianızda da sadık iseniz, haydi hemen ölümü temenni edin (Allahın, dostları için hazırladığı iyilik yurduna sizi nakletmesini hemen isteyin). Bundan sonraki ayet-i kerimede ise, onların ölümü katiyyen istemedikleri bildirilmektedir. ayet-i kerimelerde, onların, Allah ile karşılaşmaya yüzlerinin olmadığına işaret vardır. Çünkü, veli yani Allahın razı olduğu, beğendiği kul, Onun emirlerine daima eksiksiz uymaktadır. Devamlı bu hal üzere bulunduğu için Ona kavuşmayı istemektedir.

Allahın emirlerine isyan ve muhalefet üzere olan kimse, sözde, Allahın velisi olduğunu iddia etse de, Ona kavuşmaya yüzü olmaz. Dolayısıyla ölümü istemez.

11- Hatalarından biri de, insanları saptırmak, hak dinden vaz geçirmek, onlardan küfür ve fısk meydana gelmesine sebep olmaktır. Nitekim, Maide suresinin 77. ayet-i kerimesinde, onların, hem kendileri sapmış, hem de bir çoğunu saptırmış oldukları bildirilmektedir.

Yine bu hususta al-i İmran suresinin 99. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki: “Ey ehl-i kitap! Kendiniz İslamın hak din olduğunu bildiğiniz halde, neden iman edenleri Allah yolundan çevirmeye çalışıyorsunuz. Muhakkak ki, Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.”

12- Küfrü icab ettiren hallerinden biri de, namaz, ezan gibi ibadetler ile alay etmeleridir. ayet-i kerimede müminlere, onlarla dost olmamaları emredilmiş, onlar bildirilirken de bu vasıfları ile tanıtılmıştır. Rivayete göre, namaz vakti geldiğinde, müezzin namaza davet edince, müminler namaza kalkarlardı. Yahudiler ise; “İşte namaza kalktılar. Bir daha kalkamasınlar. Namaz kıldılar, bir daha kılamasınlar…” gibi, küstahça laflar ederlerdi. Bunun üzerine, Maide suresinin 57. ayet-i kerimesi nazil oldu. Bu ayet-i kerimede mealen buyruldu ki: “Ey iman edenler! Ne sizden evvel kendilerine kitap verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları, ne de diğer kafirleri dost edinmeyin. Eğer gerçek müminler iseniz Allahtan korkun.”

13- Ehl-i kitap yani yahudi ve hristiyanlar, kendilerine indirilmiş olan ilahi kitapları tahrif etmişler, değiştirmişler, Allaha iftira etmişlerdir. Kuran-ı kerimde bunlar hakkında mealen buyruluyor ki: “Ey müminler! Yahudilerin size inanacaklarını umar mısınız? Halbuki, onlardan bir zümre vardır ki, Allahın kelamını (Tevratı) dinlerler ve duyarlardı da, hakkı anladıktan sonra, onu bile bile değiştirirlerdi.” (Bakara suresi: 75) “Artık kendi elleriyle Tevratı, (yalan yanlış) yazıp da, sonra onu az bir baha (karşılık) ile satabilmek için; Bu, Allah katındandır diyenlerin vay haline! Ellerinin yazdıklarından başlarına geleceklere! Kazanmakta oldukları günahlar yüzünden yazıklar olsun onlara.” (Bakara suresi: 79)

14- Nimete nankörlük ve inkar etmek de ehl-i kitabın bozuk ahlakı arasında yer alır. Bu sebeple, Allah kendilerine ihsan olunan nimetleri hatırlayıp, zikretmelerini emretmektedir. Bu hususta Bakara suresinin 47 ve 122. ayet-i kerimelerinde mealen buyruldu ki: “Ey İsrailoğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi ve atalarınızı vaktiyle alemdeki ümmetlerin üzerine mümtaz, üstün kıldığımı hatırlayın.”

15- Kendilerinde bulunan ilmi, bildikleri bir şeyi bile bile, kasdi olarak gizlemek de onların kötü ahlakındandır. Nitekim, kendilerine gönderilmiş olan kitaplarda, peygamberimiz Muhammed ın geleceğini ve bütün vasıflarını gördükleri halde, bile bile Onu inkar ederlerdi. Bu hususta ayet-i kerimelerde mealen buyruldu ki:

“Kendilerine kitap verdiklerimiz, Onu (hazret-i Peygamberi) öz oğullarını tanır gibi tanırlar. Böyle iken içlerinden bir topluluk, hak ve hakikati bile bile gizlerler.” (Bakara suresi: 146)

“İndirdiğimiz apaçık hükümleri ve doğru yolu biz insanlara beyan ettikten sonra, gizleyenler var ya, şüphesiz Allah onlara lanet eder (onları rahmetinden kovar) ve bütün lanet edebilenler de onlara lanet okur.” (Bakara suresi: 159)

“Allahın indirdiği kitaptan (Tevratdan, Peygamberin vasıflarına dair olan) bir şeyi gizleyip de bununla biraz para alanlar var ya, yedikleri bu rüşvet, kıyamet gününde, onların karınlarında ancak ateş olur. Kıyamet günü Allah onlarla ne konuşur, nede onları temize çıkarır. Onlara yalnız acıklı bir azab vardır.” (Bakara suresi: 174)

“Vaktiyle Allah, kendilerine kitap verilenlerden şöyle ahd, teminat, söz almıştı: “Celalim hakkı için, kitabı muhakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınız. Onu gizlemeyeceksiniz. Onlar ise bu söz ve teminatı sırtlarının arkasına attılar. Böylece karşılığında biraz para, az bir menfaat satın aldılar. Bu yaptıkları, ne kötü bir alış-veriştir.” (al-i İmran suresi: 187)

16- Onların en bariz ve açık vasıflarından biri de yeryüzünde fesad çıkarmaktır. İnsanların ahlakını bozmak, böylece de onlara hakim olmak ve bu hususta her yola baş vurmak, onların önde gelen gayeleridir. Kuran-ı kerimde mealen şöyle buyruldu: “Onlardan bir çoğunu görürsün ki, günahta, düşmanlıkta, haram yemekte, birbirleriyle yarışırlar. Yapmakta oldukları şey ne kadar kötüdür.” (Maide suresi: 62)

17- Onlar; hakka batılı, doğruya yanlışı karıştırdılar. Hak tealanın kelamı olan Tevrata, kendi elleriyle yazdıkları batıl şeyleri soktular. Üstelik, bunların Hak kelamı olduğunu iddia ettiler. ayet-i kerimelerde mealen buyruldu ki: “Hakkı batıla karıştırıp da bile bile gizlemeyin.” (Bakara suresi: 42)

“Ey ehl-i kitap (yahudiler ve hristiyanlar!) Niçin hakkı batıl ile karıştırıp örtüyor ve bile bile gerçeği inkar ediyorsunuz.” (al-i İmran suresi: 71)

Kuran-ı kerimin her ayeti ve suresi nazil oldukça, onların buğz ve düşmanlığı, iftiraları ve azgınlıkları arttı. Hakkı kabul etmeyip, küfürde ısrar etmeleri sebebiyle, Allah ehl-i kitap arasında kıyamete kadar düşmanlık koydu. Hiç bir zaman yahudiler hristiyanlardan, onlar da yahudilerden emin olmadılar. Küfürde olmaları, onları daima ızdırap içinde bıraktı. Hakka karşı açtıkları harp ateşini, Allah daima söndürdü. Fesat çıkarmak için uğraşmaları sebebiyle de hep ilahi azaba uğradılar, hakir ve zelil kaldılar. Zengin bile olsalar, halleri fakirlik ve zillet oldu. Her ne zaman mühim bir işe girişseler, korkak ve mağlub oldular. Gayretleri sebebiyle her ne kadar zengin de olsalar, kuvvet sahibi olamadılar. Yeryüzünde daima fesada ve cahilleri hak yoldan alıkoymaya çalıştılar, gizli hilelere başvurdular. Fakat hep musibete düştüler.

18- Allaha itaatten ayrı ve uzak bulundukları halde, kendilerinin Cennete gireceklerine kati olarak inanıyorlar; günah ve isyanda devamlı oldukları halde, Allahın azabından çekinmiyor, emin görünüyorlardı. Halbuki, Cennete ancak mümin olanlar girer. Müminler ise, Allahın emirlerine sarılır, yasaklarından kaçınır. Bununla beraber, Hak tealanın rahmetinden ümidli, azabından ise korkulu olarak bulunurlar. Bu hususta Bakara suresinin 111 ve 112. ayet-i kerimelerinde mealen buyruldu ki: “Yahudiler; Cennete ancak yahudi olanlar girer (yahudilikten gayrı hakiki din yoktur) dediler. hristiyanlar da aynı şekilde; “Cennete ancak hristiyan olanlar girer (hristiyanlıktan gayrı hakiki din yoktur) dediler. Bu onların kuruntuları, batıl arzularıdır (hakikat tarafı yoktur).

“Ey Habibim onlara de ki: Eğer bu iddianızda sadık kimseler iseniz delilinizi getirin (davanızı ispat edin).

“Hayır, hüküm onların dedikleri gibi değildir. Her kim taat ve amelinde muvahhid bir mümin olduğu halde, kendini tamamen Allaha teslim ederse, onun için, Rabbi katında amelinin mükafatı olarak Cennet vardır. Onlara hiç bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.”

19- Dinde mücadele ve nefslerinin arzusuna uymalarından dolayı ihtilaf çıkarmaları. al-i İmran suresinin 105. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki: “Ey müminler! Kendilerine açık deliller ve ayetler geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşen hristiyan ve yahudiler gibi olmayın, işte onlar için çok büyük bir azab vardır.”

20- hristiyanların ve yahudilerin vasıflarından birisi de, şüpheden dolayı, şüpheye düşürmek için veya inad ve imtihan için çok sual sormalarıdır. Böyle sual sormak, yasaklanmış hoş görülmemiştir. Ramuz-ül-ehadis deki bir hadiste; “Sizden biri, oturup kardeşinden bir mesele sorduğunda, öğrenip anlamak için sorsun, onu taannüt (meşakkate sokmak ve imtihan) için sormasın.”

21- Çeşitli ilimleri öğrenip öğretmek; sonra bunlarla amel etmeyip, amel etmekten başkalarını uzaklaştırmak ve öğrendikleri ilimlere muhalefet etmek de yahudilerin bariz vasıflarındandır. Bu hususta Cuma suresinin 5. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki: “Kendilerine Tevratla amel etmeleri teklif edildikten sonra, onunla amel etmeyenlerin hali, ciltlerle kitap taşıyan merkebin haline benzer. Allahın ayetlerini inkar eden kavmin hali ne çirkin. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.”

Yine yahudi ruhbanları (din adamları) ve hristiyan rahipleri, dünyalık ele geçirmek, baş olmak, üstün görünmek için ilimlerini vasıta yaptılar. Bunun için girilecek her yere, girilecek her kılığa girdiler. Kuran-ı kerimde onlar hakkında mealen buyruldu ki: “Ey iman edenler! Gerçekten yahudi bilginlerinden ve hristiyan rahiplerinden bir çoğu, (Tevrat ve İncil hükümlerini, menfaatleri karşılığında bozmak, bilhassa, Peygamberimizin peygamberliğine ait kısımlarda değişiklikler yapmak gibi) batıl sebeplerle, insanların mallarını yerler ve onları Allah yolundan çevirirler…” (Tevbe suresi: 34)

Onlar, ilimleriyle amel etmezlerdi. ayet-i kerimede bunlar hakkında buyruldu ki; “(Ey yahudi bilginleri!) İnsanlara iyiliği emredersiniz de kendinizi unutur musunuz? Halbuki, kitabı (Tevratı) okursunuz. Hala aklınızı başınıza toplamayacak, çirkin hareketinizi anlamayacak mısınız?” (Bakara suresi: 44)

22- Bayram günlerinde oruç tutmak da yahudilerin adetlerindendir. Dinimizde Ramazan bayramının birinci günü ve Kurban bayramının her dört gününde oruç tutmak haramdır.

23- İbadet ve taatı haftanın yalnız bir gününe has kılmak ve o günü tazim etmek de onların bozuk adetlerindendir.

İmam-ı Beyheki , Hasais-i yevm-ül-Cuma isimli eserinde; “Yalnız Cuma günü oruç tutmanın mekruh oluşundaki hikmet, yahudilere muhalefettir. Çünkü onlar bayram günlerinde oruç tutuyorlar. Oruç tutmayı, yalnız o belli günlere tahsis ediyorlar. Bu sebeple, onlara benzemek yasak edildi. Aşure gününde de, bir gün önce veya sonra oruç tutulması suretiyle onlara muhalefet edilmektedir…” buyurmaktadır.

24- Allahın düşmanlarını dost edinirlerdi. al-i İmran suresinin 28. ayet-i kerimesinde mealen, “Müminler, müminlerden ayrılıp kafirleri dost edinmesin” buyruldu. Tefsir-i Kebir sahibi Fahreddin-i Razi hazretleri; “Bu ayet-i kerime, kafirleri dost edinmenin haram olduğu hakkında nazil olmuştur” buyurmuştur. Bu mealde başka ayet-i kerimeler de vardır. Mücadele suresi 22, Maide suresi 51, Mümtehine suresi 1 ve Tevbe suresi 71 gibi. Muhammed Masum Faruki hazretleri, Mektubat kitabının 3. cilt 55. mektubunda buyuruyor ki: “Müminin, kafiri dost edinmesinde üç şekil vardır:

1- Kafirin küfrüne razı olarak, onu dost edinmek. Bu yasaklanmıştır. Çünkü böyle yapan kimse, onun küfrünü tasvip etmiş, beğenmiş olur. Bu ise küfürdür. Böyle yapan kimsenin mümin kalması imkansızdır.

2- Kafirlerle iyi geçinmek, onlara zahiren hoş görünmek. Bu men edilmemiştir. Çünkü, onlara İslamiyeti anlatabilmek ve müslümanları onların şerrinden, zararından korumak için böyle yapmak lazımdır.

3- Bu ise, birinci ile ikinci şekil arasında bir haldir. Onların dinlerinin batıl ve yanlış olduğuna inanmakla beraber, akrabalık gibi herhangi bir sebeple, kafirlere meyletmek, onlara yardımcı olmak şeklinde bir dostluktur. Bu üçüncü şekil, küfre sebep olmasa da yine hoş değildir. Men edilmiştir. Çünkü bu manadaki bir dostluk, yakınlık, mümini, onların yolunu zamanla güzel görmeye, dinlerini beğenmeye kadar götürebilir. Hal böyle olunca, aradaki dostluk artık birinci şekle dönmüş olur.

Ancak, müslüman biri, kafir bir topluluk içinde bulunur, canı ve malı hakkında onlardan korkarsa, onlara dili ile müdara yapar. Onlarla münasebetini iyi tutar, yumuşak davranır, iyi geçinir. Onlara dili ile düşmanlığını izhar etmez. Hatta, onlara sevgisi ve dostluğu olduğunu hissettirecek şekilde konuşması da caizdir. Fakat kalbde bunların sevgisi bulunmaması şarttır. Yani bunların, kalben yapılmaması, zahirde, görünüşte kalması lazımdır.

Tefsir-i Kebirde şöyle bildirildi: Ömer bin Hattaba denildi ki: “Burada Hireli bir hristiyan var. Hafızası ondan daha kuvvetli, yazısı ondan daha güzel birisi bilinmiyor. Eğer bir katip edinmek istiyorsanız bu olabilir.” Ömer , bu hristiyanı katip edinmekten kaçındı, kabul etmedi. “O zaman, mümin olmayan birisini dost, sırdaş edinmiş olurum” buyurdu.

İmam-ı Ahmed bin Hanbel sahih bir senetle Ebu Musel-Eşarinin şöyle anlattığını nakletti: Ömere; “Benim hristiyan bir katibim var” demiştim de o bana; “Sana ne oluyor ki, müslüman birisini kendine katip yapmıyorsun?” buyurdu. Sonra; “Ey iman edenler! Yahudilerle hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost ve yardımcı edinirse, o da onlardandır. Allah, düşmana dostluk etmekle nefslerine zulmedenleri hak yoluna eriştirmez” mealindeki Maide suresinin 51. ayet-i kerimesini okuyup; “Allah böyle buyurmuyor mu?” dedi. Ben; “Ey müminlerin emiri! Dini onadır. Bana yazısı lazımdır” dedim.

O zaman, Ömer bana buyurdu ki: “Madem ki, Allah onları aşağıladı, ben onlara ikram edemem, kıymet veremem. Madem ki, Allah onları zelil, hor ve hakir tuttu, ben onları aziz tutamam. Madem ki, Allah onları kendisinden uzak tuttu, ben onları yakın tutamam.” Bunun üzerine ben; “Fakat Basranın işi onunla yürüyor, o olmazsa yürümez” diye arzettim. Ben böyle söyleyince Ömer; “Ya o hristiyan ölürse, ondan sonra ne yapacaksın? İşte bundan dolayı şimdilik onu bir miktar çalıştır. Ancak seni, ona bırakmayacak birini yetiştir!” buyurdu.

Hazret-i Ömer, bununla şuna işaret buyurmuştur: Makam ve mevki sahibi birisi, gerek yazısı ve gerekse başka hususiyetlerinden dolayı, gayr-i müslim birinden yardım isterse, bu, insanların o gayr-i müslime izzet ve ikramda bulunmasına, ona kıymet vermesine, onu kendilerine yakın tutmalarına sebep olur. Bu ise, gayr-i müslim birisini dost edinmenin ta kendisidir.

25- Onlar dilleri ile Allahı anarlar, fakat kalbleri Ondan gafil olurdu. Başka şeylerle meşgul olurlardı. Zalim kimseler idi. Ebu Nuaym , Hilyet-ül-Evliyada Malik bir Dinardan şöyle nakletti: İsrailoğulları bir defasında, içinde bulundukları sıkıntılı bir durumdan kendilerini kurtarması için, Allaha yalvarmak üzere duaya çıkmışlardı. Bu sırada gaibden bir nida gelip, onlara şöyle denildi: “Siz dillerinizle dua ediyorsunuz, fakat kalbleriniz benden gafil ve uzaktır.”

26- Onlar temizliğe de riayet etmezler. Mesela, helada abdest bozduktan sonra, -güya- su ile temizlenirler. Fakat, bu suyun temiz olması ile olmaması arasında fark gözetmezler. Üstlerinin ve etraflarının temizliğine, necasetten pak olmasına ehemmiyet vermezler.

27- Ehl-i kitabın ahlakından biri de budur ki, namazı terkettiler. Meryem suresinin 60. ayet-i kerimesinde, onların namazı bıraktıkları, şehvetlerine tabi oldukları, fakat azgınlıklarının cezasına uğrayacakları bildirilmiştir. Bakara suresinin 83. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki: “Hani bir vakit İsrail oğullarından; Allahtan başkasına ibadet etmeyin. Anaya babaya, hısımlara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın, insanlara güzellikle söyleyin, dosdoğru namaz kılın, zekat verin diye (emretmiş ve bu hususlarda) kendilerinden ahd, teminatlı, kuvvetli, sağlam söz almıştık.

Sonra, pek azınız müstesna, verdiğiniz bu sağlam sözden yüz çevirdiniz ve hala da sözünüzden dönmekte devamlısınız.”

28- Namaz vakitlerini bildirmek için boru çalmak yahudilerin, çan çalmak da hristiyanların adetlerindendir. Namaz vakitlerini ezan ile değil de bunları çalmak suretiyle bildirmek müslümanlara layık değildir. Mevahib-i ledünniyyede bildirildiğine göre, hicretin birinci senesinde Resulallah, namaz vakitlerinin bildirilmesi hususunda eshabıyla istişare ettiler. Kimisi, namaz vakitlerini bildirmek için hristiyanlar gibi nakus yani çan çalalım dedi. Kimisi, yahudiler gibi boru çalınsın dedi. Kimisi de namaz vakti ateş yakıp, yukarı kaldıralım dedi. Resulallah bunların hiç birini kabul etmedi. Abdullah bin Zeyd bin Salebe ve Ömer rüyada ezan okumasını görüp söylediler. Resulallah bunu beğenip, namaz vakitlerinde ezan okunmasını emir buyurdu.

29- Yahudilerin adet ve ahlakından birisi de ölülerinin yüzünü örtmemeleridir. Taberaninin İbn-i Abbasdan rivayet ettiği bir hadiste; “Mevtalarınızın yüzünü örtü ile örtünüz, yahudilere benzemeyiniz” buyruldu.

Ayrıca onlar, cenazelerinin ardından micmere dedikleri, içinde ud yanan buhurdanlıkla giderler. Muhammed ın ümmeti ise bundan nehy ve men olunmuştur.

30- Ehl-i kitabın yanlış ve bozuk amellerinden birisi de, cimrilik, cimriliği emretmek, zekatı emredilen yerlere vermemek ve zekat alması caiz olmayanların zekat almasıdır. ayet-i kerimelerde mealen buyruldu ki:

“Onlar ki, hem kıskanır, cimrilik ederler, hem de herkese cimriliği tavsiye ederler. Ve Allahın, fadlından kendilerine verdiği şeyleri saklarlar. Biz de böyle nimetleri gizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azab hazırladık.” (Nisa suresi: 37)

“Onlar o kimselerdir ki, hem cimrilik ederler, hem de insanlara cimriliği emrederler. Her kim (imandan, Allahın emir ve nehiylerinden, malını Allah yolunda sarfetmekten) yüz çevirirse, bilsin ki, Allah ganidir, (bütün mahluklar her an Ona muhtaç oldukları halde O,) hiç bir şeye muhtaç değildir. O hamiddir, bütün hamdlere layık olanın ta kendisidir.” (Hadid suresi: 24)

31- Rivayette gelmiştir ki, onların bazıları, insanlara zekat ve sadaka vermelerini emrediyorlardı. İnsanlar da fakirlere, ihtiyaç sahiplerine vermek üzere sadakalarını onlara veriyorlardı. Onlar da bu sadakaları biriktirip, kendileri için saklıyorlardı. Tevbe suresinin 34. ayet-i kerimesinin sonunda bunlar için; “…İşte bunları pek acıklı bir azab ile müjdele!” buyrulmuştur.

Mal, mülk sahiplerinden bir kısmı, zekat vermekte cimrilik etmektedir. Halbuki, verecekleri zekat miktarının kat kat fazlasını nefislerinin arzu ve istekleri için, heva ve hevesleri uğruna harcarlar da, zekat olarak az bir miktar olan malı ayırıp, yerine veremezler. Verecekleri zekat miktarı kendilerine çok görünür. Zekat miktarı malı, parayı fakire vermek, onlara, bütün servetini kaybetmek gibi gelir. Bazen, malı az iken zekat, sadaka verenler, malları çoğalıp, servetleri arttıkça cimriliğe başlarlar.

Bütün insanlar arasında, zekatını vermemek hususunda en ileride olan Karun idi. Musa dan öğrendiği ilim sebebiyle, çok mal sahibi olmuştu. Öyle ki, sadece hazinelerinin anahtarlarını kırk katır taşıyabilirdi. Bu zenginliğe rağmen, Musa zekat vermesini emredince; “Bu kadar malı zekat olarak vermek pek çoktur ey Musa!” demişti.

32- Ehl-i kitabın yaramaz hallerinden birisi de azgınlık ve taşkınlık yapmaları, işlerinde haddi aşmalarıdır. Bunların fena akıbetleri de elbette sahiplerinedir. Yunus suresinin 23. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki: “…Ey insanlar! Sizin azgınlığınız ancak kendi aleyhinizedir. O kıymetsiz dünya hayatının biraz zevkini sürersiniz. Sonra döner bize gelirsiniz. Biz de bütün yaptıklarınızı size haber veririz.”

Enesin rivayet edip bildirdiği bir hadiste, buğz (azgınlık), mekr (hile) ve nakz (yemini bozmak, ahdinde durmamak, sözünden caymak) kimde bulunursa bu hasletlerin zararının sahibine olacağı bildirilmiştir. Nitekim Yunus suresinin 23. ayet-i kerimesinde; “…Buğzunuz (azgınlığınız) ancak kendi aleyhinizedir…” buyrularak bunun böyle olduğu bildirilmiştir. Mekr ve nakz ile alakalı olarak da ayet-i kerimelerde mealen buyruldu ki:

“Halbuki, hile (kötü düzen, tuzak) ancak sahibinin başına geçer…” (Fatır suresi: 43)

“…Kim (ahdini bozar, verdiği sözden) cayarsa, ancak kendi aleyhine caymış olur (bunun cezası kendine aittir). Kim de Allaha söz verdiği şeyde ahdine vefa ederse, söz verdiği şeyi yerine getirirse, Allah da ona (yarın kıyamet gününde) büyük bir mükafat verecektir.” (Feth suresi: 10)

33- Onların her halleri, başkalarına karşı büyüklük taslamak, şirin görünmek için idi. Bu sebeple, gösterişli elbise giyerler; erkekleri ipek kumaşlarla, altın ile süslenirlerdi. Bunların uygunsuzluğu ise ortadadır.

Yine onlar, mal ve evlatlarının çok olması ile övünürler, mal ve evlat çokluğunun, Allah katında yakınlık ve üstünlüğe delil olduğunu zannederlerdi. Bunu hakiki bir fazilet gibi görerek, cahilliklerini ortaya koyarlardı. ayet-i kerimelerde mealen buyruldu ki:

“Mal ve çocuklar dünya hayatının süsleridir. Sonsuz kalıcı olan iyi işlerin sevapları, Rabbinin yanında daha iyidir.” (Kehf suresi: 46)

“İyi biliniz ki, dünya hayatı elbette lab yani oyun, lehv yani eğlence, zinet yani süslenmek, tefahur yani öğünme ve malı, parayı, evladı çoğaltmaktır. (Nihayet hepsi yok olup gider.) (Hadid suresi: 20)

“Ne mallarınız, ne de çocuklarınız sizi bize yaklaştıracak değildir. Ancak iman edip salih amel işleyen (malını hayra sarfeden ve çocuklarına dinin emirlerini öğretip, bunlarla amel etmeye sevkeden, evladını doğruluk üzere yetiştirip terbiye eden), bundan müstesnadır. (Böyle kimselerin mal ve evladı, onun bize yaklaşmasına vesile olur.) İşte bunlar için, yaptıklarına karşılık kat kat mükafat vardır ve onlar Cennetin yüksek makamlarında emniyet içinde bulunurlar.” (Sebe suresi: 37)

34- Yahudi ve hristiyanların bariz vasıflarından, bozuk ahlakından birisi de haseddir. Karunun helakine, serveti ve sarayı ile birlikte yere batmasına sebep, Musa ve Harun ı hased etmesidir.

Nitekim, yahudiler de, hristiyanlar da birbirlerinden işite işite, büyüklerinden duya duya, ahır zamanda Ahmed (Muhammed ) isminde büyük bir peygamberin geleceğini ve gelmesinin iyice yaklaştığını pekala biliyorlardı. Nihayet iki cihan güneşi Muhammed , peygamber olarak tebliğe başlayınca, onlar beklenilen peygamberin bu zat olduğunu anladılar. Fakat, böyle yüce bir peygamberin, kendi aralarından değil de, Arabistandan, Arablar içinden çıkmasını katiyyen çekemediler. Hased ettiler. Onu inkar ettiler. Sırf bu hasedleri ve kuru kuruya inadları sebebiyle, O yüce peygambere tabi olup, bu vesile ile iki cihan saadetine kavuşmak nimetinden mahrum kaldılar. Nitekim; (İnkar eden mahrum kalır) sözü meşhurdur.

Hadis-i şeriflerde buyruldu ki: “Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateş odunu yok ettiği gibi, hased de hasenatı (yani iyilikleri) yok eder.”

“Hased, nemime ve kehanet sahipleri benden değildir.”

“Nimet sahiplerinden ihtiyaçlarınızı, gizli olarak isteyiniz. Çünkü nimet sahiplerine hased edilir.”

“İnsan üç şeyden kurtulamaz: Su-i zan, tayare, hased. Su-i zan edince, buna uygun harekette bulunmayınız. Uğursuz zannettiğiniz şeyi, Allaha tevekkül ederek yapınız. Hased ettiğiniz kimseyi, hiç incitmeyiniz.”

35- Allahın lütuf ve ihsanından başka herhangi bir şey ile sevinmek, yapmadığı işle övünmeyi sevmek de yahudilerin ahlakındandır.

al-i İmran suresinin 188. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki: “Ettikleri fenalıklarla sevinen ve yapmadıkları şey ile de övülmeyi arzu edenler var ya, sakın, sen onları azabdan kurtulmuş, (selamet) bir yerde bulunacaklarını sanma. Onlar için, çok acıklı (elem verici, şiddetli) bir azab vardır.” Tefsir alimleri, bu ayet-i kerimenin yahudiler hakkında olduğunu bildirmektedirler. Çünkü onlar, insanların dalaletine, doğru saadet yolundan ayrılmalarına seviniyorlar, ilimleriyle amel etmedikleri halde, kendilerine alim denilmesinden, medholunmalarından da çok hoşlanıyorlardı.

Hadid suresinin 22 ve 23. ayet-i kerimelerinde mealen buyruldu ki: “Dünyada olacak her şey, dünya yaratılmadan evvel, ezelde levh-i mahfuza yazılmış, takdir edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allahın gönderdiği nimetlerden mağdur olmayasınız. Allah kibirlilerin, öğünüp kurulanların hiç birini sevmez.”

ayet-i kerimede, dünyadan fevt olana yani hayatta kaçırılan fırsatlara üzülmek, kavuşulan kazançlarla ve Allahın gönderdiği nimetlerle öğünmek yasaklanmıştır. Buradaki yasaklanan sevinme, nimeti Allahın gönderdiğinden Ona şükür şeklindeki sevinme değil; gelenin dünyalık olması için sevinmektir. Yani dünyalık için olan sevinme ve övünme kötülenmiştir. Elinde bulunan dünyalıkların, Hak tealanın lütuf ve ihsanı olduğunu, bunun, kendi elinde emanet olarak bulunduğunu bilen kimse, o şeyin dünyalık olması sebebiyle katiyyen sevinmez. İmam-ı Cafer-i Sadık hazretleri buyurdu ki:

“Ey ademoğlu! Sana ne oluyor ki, kaybettiğine üzülüyorsun? Yine sana ne oluyor ki, elinde bulunan şey ile de seviniyorsun? Halbuki, ölüm onu sana bırakmayacaktır.”

36- Üzerlerine farz kılınan orucu terk ederlerdi. Bakara suresinin 183. ayet-i kerimesinde mealen; “Ey müminler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, sizin üzerinize de oruç farz kılındı…” buyruldu. Bu ayet-i kerimede bildirildiği gibi, oruç bu ümmete farz kılındığı gibi, bundan önceki ümmetlere de farz kılınmıştı. Fakat yahudi ve hristiyanlar, herhangi bir özürleri olmadan, orucu terk ettiler. Oruç tuttukları zaman da sahur yemeğini terkederlerdi. Nitekim, İmam-ı Ahmed, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesainin (rahmetullahi aleyhim), Amr bin asdan rivayet ettikleri bir hadiste; “Bizim orucumuzla ehl-i-kitabın orucu arasındaki fark, sahuru yemektir” buyruldu.

Yine Nesaide bildirildiğine göre, Eshab-ı kiramdan birisi şöyle anlatmıştır: “Sahur yaparken, Resulallahın huzuruna girmiştim. Bana; “Sahur, Allahın ihsan ettiği bir berekettir. Onu terk etmeyiniz” buyurdu.”

Yine onlar iftar etmekte de uygunsuz idiler. Bazen iftarı yıldızlar görününceye kadar geciktirirler, bazan güneş batmadan evvel iftar ederlerdi. Hatta bazan da ikindi vaktinde oruçlarını açarlardı.

37- İbadethaneye girerken ve çıkarken, ellerini kaldırıp oraya buraya bakınarak, tuhaf bir halde dua etmek de ehl-i kitabın kerih olan adetlerindendir.

38- Hırsızlık, gasp, faiz ve rüşvet gibi çeşit çeşit hilelerle ve batıl yollarla insanların mallarını yemek de, yahudilerin ve hristiyanların işlerindendir. Maide suresinin 42. ayet-i kerimesinde bunların, devamlı yalancılık için dinledikleri ve haram yedikleri bildirilmiştir.

Maide suresinin 62 ve 63. ayet-i kerimelerinde, mealen buyruldu ki: “Onlardan bir çoğunu görürsün ki, günaha girmekte, düşmanlık etmekte ve haram yemekte birbirleriyle yarışırlar. Yapmakta oldukları şey ne kadar kötü.

Ne olurdu, onların alimleri, din bilginleri, günah söylemelerinden ve haram yemelerinden kendilerini vaz geçirmeye çalışsalardı ya. İşledikleri bu sanat ne kadar kötü.”

Tevbe suresinin 34. ayet-i kerimesinde de mealen buyruldu ki: “Ey iman edenler! Gerçekten yahudi bilginlerinden ve hristiyan rahiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler…”

Bunların ileri gelenleri, çeşit çeşit hilelerle insanların mallarını toplayıp, bazıları meliklerden bile zengin oldukları gibi, dünyaya düşkünlükleri sebebi ile, fazileti, mal, mülk sahibi olmaya bağlarlar; salih ve fakir kimseleri, fakirlik ve mallarının azlığı sebebiyle ayıplarlardı. Nitekim, İmam-ı Maverdi , Edeb-üd-dünya ved-din isimli meşhur eserinde, yahudilerin, Îsa ı, fakirlik sebebiyle ayıpladıklarını bildirmektedir.

Ebu Nuaymın , Hilye kitabında ve Beyhekinin Şüab-ül-iman isimli eserinde bildirdikleri bir hadiste buyruldu ki: “Dünyada kendisine zühd ve az konuşma verilen kimseye yaklaşın. Çünkü o, hikmet konuşur.”

Ebül-Hasen bin Cehdan, , “Menakıb-ül-ebrar” kitabında, İbn-i Atadan şöyle nakleder. Tevratda şöyle yazılıdır: “Ey ademoğlu! Sana dünyalık verdim, sen o dünyalığı muhafaza etmekle meşgul oldun. Sana dünyalık vermedim, (vermediğimde) onu aramakla uğraşıp, vaktini böyle geçirdin (yani eline dünyalık verdiğimde de, vermediğimde de sen hep dünyalık ile meşgul oldun). Kendini tamamen bana ne zaman vereceksin?”

39- Kadınların, zinetlerini yabancı erkeklere göstermeleri, örtünmeye riayet etmemeleri de ehl-i kitabın bozuk hallerindendir. Bu sebepledir ki, İsrailoğulları arasında zina çok olmakta idi. Kadınların, yabancı erkeklere karşı örtünmeleri, süslenmemeleri, zinetlerini göstermemeleri, bakmak, dokunmak ve başka zinaya sevkeden sebepleri ortadan kaldırmakta, kadınların kendilerini sakınmamaları ise daima tehlikeli olmaktadır.

40- Haramları açıkça ve fütursuzca işlemek, erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere benzemesi ve zina da onların çirkin fillerindendir. Nisa suresinin 27. ayet-i kerimesinde mealen; “Allah sizin tevbelerinizi kabul etmek ister. Halbuki, şehvetlerine tabi olanlar, büyük bir meyil ile sizi doğru yoldan harama götürmek isterler” buyruldu. İbn-i Cerir ve Süddi, bu ayet-i kerimenin yahudiler ve hristiyanlar hakkında olduğunu bildirmişlerdir.

41- Onlar uzun emel sahibi idi, çok yaşamayı severlerdi. Bunları sevmekten kendini kurtarabilen kimse, pek azdır. Bu sebeple; “Hayatı sevmek, insanın tabiatında vardır” demişlerdir. Fakat müminler, salih ameller işlemek, ahiret hazırlığı yapmak, geçen ömründen kaçırdığı fırsatları telafi edebilmek için uzun ömürlü olmayı severler. Fasık ve kafir olanlar ise, dünyanın gelip geçici lezzetlerinden ve nimetlerinden daha fazla lezzet alabilmek, zevklenebilmek, daha fazla azgınlık ve taşkınlık yapabilmek için çok yaşamayı isterler. Bakara suresinin 96. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki; “Sen yahudileri, insanlardan ve hatta müşriklerden de daha ziyade hayata düşkün bulursun. Onlardan her biri arzu eder ki, kendisine bin yıl ömür verilsin. Halbuki, yaşamak, onu azabdan uzaklaştıracak değildir. Allah, onların ne işlediğini hakkıyla görücüdür.”

42- Onlar, Allahın, rızıklara kefil olduğu hususundaki vadine güvenmez, daha sonraki zamanlar için aç kalırım endişesi ile mal biriktirirler. Bilmezler ki, biriktirdikleri bu malları yiyemeden, ölüp gidecekler, mallar da başkalarının olacaktır.

43- Ehl-i kitabın yanlış hallerinden birisi de, ana babaya karşı gelmek, onlarla alakayı kesmek, yetimleri aşağılamak, onların mallarını yemek, miskinleri, yoksulları yanlarından kovmaktır.

Onlar, Allahın evliyasına düşmanlık ederler, onlara eziyet verir, haklarını gözetmezlerdi. Onlar, kendilerine peygamber olarak gönderilen zatlara bile eziyet ve sıkıntı verirlerdi.

Muhammed Masum-i Faruki es-Serhendi hazretlerinin, (Mektubat) kitabının 2. cilt, 140. mektubunda bildirdiği bir hadis-i kutside; “Bir veli kuluma düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur…” buyruldu.

Yine onlar, dinine bağlı halis müminlerden birine musibet, bela, sıkıntı ve fakirlik gibi bir şey gelse, bunun için iman sahiplerini ayıplarlar, habis ruhları bundan tad alırdı.

44- Selamı terk etmek de yahudilerin adetlerindendir. Selam, Muhammed ın ümmetinin hususiyetlerindendir. Ayrıca onlar, yapılan duaya “amin” demeyi de hiç istemezler.

İmam-ı Ahmed bin Hanbel ve İbn-i Macenin (rahmetullahi aleyhima) Ayşeden rivayet ettikleri bir hadiste buyruldu ki: “Yahudiler sizi selam ve amin demek hususunda hased ettikleri kadar, hiç bir şeyde hased etmemiştir.”

Süleymaniye Kütüphanesi, Laleli kısmında 3653 sayılı kitabın başında, Ahmed ibni Kemal Efendi , Kitab-ül-feraidinde diyor ki: Ebu Ümamenin bildirdiği hadiste; “Başkalarına benzeyenler bizden değildir. Yahudilere ve hristiyanlara benzemeyiniz! Yahudiler parmakları ile işaret ederek, hristiyanlar elleri ile işaret ederek, mecusiler de eğilerek selam verir” buyruldu.

45- Yahudilerin bariz vasıflarından biri de fitne çıkarmak ve dostlar arasında düşmanlık meydana getirmektir.

İbn-i İshak ve Ebüş-şeyh, Zeyd bin Eslemden (rahmetullahi aleyhim) şöyle naklettiler: Bir gün Evs ve Hazrec kabilelerinden bir grup müslüman, oturmuşlar sohbet ediyorlardı. Mirşas bin Kays isminde bir yahudi oradan geçerken, onların halini gördü, önceden birbirine düşman olan bu iki kabile mensuplarının, müslüman olduktan sonra böyle kaynaşmaları, aralarında bu kadar ileri derecede kardeşlik ve muhabbet meydana gelmiş olması, ona göre çok tuhaf idi.

Onları bu halde görmek, o yahudinin hoşuna gitmedi. Hatta bu durum onu çok kızdırdı. İnsanları birbirine düşürmek, aralarında fitne çıkarmak gibi bozuk düşünceleri bir anda alevlendi. Yanında bulanan bir yahudi gencine, muhabbet eden o müslümanlar arasına gidip oturmasını ve Evs ile Hazrec kabilelerinin müslüman olmalarından evvel aralarında vuku bulan Buas muharebesini hatırlatmasını söyledi.

Yahudi genç, onun dediği gibi yaptı. Bunun üzerine orada devam eden sohbetin mevzuu bir anda değişip, eski hadiselerden bahsolunmağa başlandı. İş uzayıp, iki kabile mensupları birbirlerine sert söyleyecek oldular. Resulallah efendimiz, durumdan haberdar olunca, hemen oraya gelerek, onlara nasihatte bulundu. Her iki taraf da nasihatleri dinleyip kabul ettiler. Ona itaat ettiler. Bu husus Kuran-ı kerimde bildirilmekte ve al-i İmran suresinin 99-112. ayet-i kerimelerinde mealen şöyle buyrulmaktadır:

“Deki: Ey ehl-i kitap! İslamın hak din olduğunu bildiğiniz halde neden, iman edenleri, Allah yolundan çevirmeye çalışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.

Ey iman edenler! Eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir topluluğa uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirirler, kafir yaparlar.

Halbuki siz, Allaha nasıl küfreder (Onu inkar eder) siniz ki, karşınızda Allahın ayetleri okunup durmakta, Onun resulü, peygamberi de içinizde bulunmaktadır. Kim Allahın dinine sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki, o doğru bir yola iletilmiştir.

Ey müminler! Allahın yasak ettiği şeylerden tam olarak sakınınız ve ancak müslüman olarak can veriniz.

Elbirlik Allahın ipine (dinine) sımsıkı sarılınız. Birbirinizden ayrılıp dağıtmayınız. Allahın üzerinizdeki (İslam) nimetini düşününüz. Hani siz cahiliyet devrinde birbirinize düşmanlar idiniz. Böyle iken O, (kalblerinizi İslama ısındırıp) kalbleriniz arasında ülfet (yakınlık ve sıcaklık) meydana getirdi de Onun sayesinde din kardeşleri oldunuz. Hem siz ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da, Allah o ateşe düşmekten sizi kurtardı. İşte Allah, ayetlerini sizlere böylece açıklıyor ki, doğru yola eresiniz.

İçinizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.

Ey müminler! Birbirlerinden ayrılanlar ve kendilerine açık ayetler, alametler geldiği halde parçalanıp ayrılığa düşen, çeşitli yollara sapan hristiyanlar ve yahudiler gibi olmayınız. İşte onlar için çok büyük bir azab vardır.

Kıyamet gününde bir takım yüzler bembeyaz ve bir takım yüzler de simsiyah olacak. O vakit, yüzleri siyah olanlara; Îmanınızdan sonra küfrettiniz ha! İşte o küfrünüzün cezası olarak tadın azabı denilecek.

Yüzleri bembeyaz olanlar ise, Allahın rahmeti içinde (Cennette) dirler. Onlar orada, ebedi olarak kalacaklardır.

Bunlar, Allahın ahkamını beyan eden ayetleridir ki, onları sana, hakkı yerine getirmek için vahiy vasıtasıyla okuyoruz. Allah, alemlere zulüm irade (murad) etmez.

Göklerde ve yerde olan şeylerin hepsi, Allahın mülkü ve mahlukudur. Kulların bütün işleri, Ona döndürülür (O, her birine amelinin karşılığını verir.)

(Ey Muhammed ın ümmeti!) Siz insanlar için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. (ümmetlerin, din sahiplerinin en hayırlısı, en iyisi, seçilmişisiniz.) İyi şeyleri emreder, fena şeyleri men edersiniz ve Allaha imanınızda devam edersiniz.

Eğer ehl-i kitap (yahudiler ve hristiyanlar) da imana gelseydi, kendileri için elbette hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır, lakin ekserisi (hak dinden çıkmış) fasıklardır.

(Ey müminler!) Onlar size dil ile eza vermekten başka bir zarar yapamazlar. Eğer sizinle muharebe etseler, hezimete uğramış olarak arkalarını dönüp kaçarlar. Bundan sonra onlara, kimse tarafından yardım da olunmaz.

Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, boyunlarına zillet ve horluk takılmıştır. Meğer ki, cizye vermek sureti ile Allahın ve müminlerin bakış ve emniyeti altına girmiş olsunlar. Onlar, dönüp Allahın gadabına uğradılar ve üzerlerine miskinlik damgası vuruldu. Bunun da sebebi şudur. Çünkü onlar, Allahın ayetlerini inkar ile kafir olmuşlar, peygamberleri haksız yere öldürmüşlerdi. Çünkü onlar isyan etmişler ve aşırı gitmişlerdi.”

Yine ayet-i kerimelerde mealen buyruldu ki: “Ey müminler! Yahudi ve hristiyanların, sizi kendi dinlerine davetlerine karşı şöyle deyin: Biz, Allaha ve bize indirilen Kuran-ı kerime, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarına indirilenlere, Musaya, Îsaya aleyhimesselam verilenlere (kitaplara) ve bütün peygamberlere, Rableri tarafından verilen kitaplara iman ettik. Onların hiç birini diğerlerinden ayırt etmeyiz. Biz, ancak Allaha boyun eğen müslümanlarız.

Artık yahudi ve hristiyanlar, sizin bu imanınız gibi iman ederlerse, muhakkak hidayet bulmuşlardır. Eğer yüz çevirirlerse, size karşı ayrılık ve düşmanlık üzeredirler.

Ey Habibim! Sen onların düşmanlığından endişe etme. Muhakkak ki, Allah sana kafidir. (Muhakkak ki, seni onların şerlerinden koruyacaktır.” Allah hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir.” (Bakara suresi: 136-137)

İbn-i Cerir, İbn-i Ebi Hatim ve Ebüşşeyh (rahmetullahi aleyhim), bu ayet-i kerimenin tefsirini İbn-i Abbas hazretlerinden şöyle naklettiler: Onlar her lisan ile lanetlendiler. Musa zamanında Tevratla, Îsa zamanında İncille, Davud zamanında Zebur ile, Muhammed zamanında da Kuran-ı kerim ile lanetlendiler.

İmam-ı Ahmed ve İmam-ı Beyheki (rahmetullahi aleyhima) Dürre binti Ebi Lehebin şöyle anlattığını rivayet etmişlerdir: “Ya Resulallah! insanların en hayırlısı kimdir?” dedim. Resulallah, cevaben buyurdu ki: “Allahtan en çok korkan (en çok takva sahibi olan), en çok sıla-i rahim yapan (akrabasını ziyaret eden) ve en çok emr-i maruf ve nehy-i münker yapandır.”

Muhammed ın ümmeti, emr-i maruf ve nehy-i münker yapmaları sebebiyle, diğer ümmetlere üstün kılınmıştır.

46- Onların yanlış işlerinden, bozuk hallerinden biri de, günah işlemekte çok ileri gitmek, günahta ısrarlı olmaktır. Onlar bir günah işleyince, onu hafif ve küçük görürlerdi. Öyle ki, o günahı yapa yapa artık adet, huy haline getirirlerdi. Neticede günahlar, onların gözünde ehemmiyetsiz bir şey olurdu. Sonra bundan zulme intikal ederler, onlara zulmetmeye başlarlardı. Bunda da çok ileri giderler, daha büyüklerini yapmaya başlarlar, insanları öldürürlerdi. Taşkınlık ve azgınlık içinde idiler. Bu halleri, onları Allahın ayetlerini inkar etmeye, Onun peygamberlerini şehid etmeye kadar götürdü.

Onların bu kadar azgınlaşmalarına sebep, günahlarda, kötülük işlemekte tam bir serbestlik, başıboşluk ve kayıtsızlık içinde bulunmaları idi. Peygamberlere itiraz ve karşı çıkmak ve düşmanlık, onlar için bir alışkanlık, tabiat, huy haline gelmişti.

Allahın emirlerini hafife alan, aşağı tutan bir kavmi, Allah zelil, hakir ve hor eder.

47- Onlar istikamet üzere bulunmazlardı. Peygamberlerinin bildirdiği, tebliğ ettiği itikattan hemen yüz çevirirlerdi.

İstikamet; batıl söz ve işten uzak durmakla beraber, hak olan sözü ve işi yapmak ve vefat edinceye kadar bu hal üzere devam etmektir.

Fussilet suresinin 30-32 ayet-i kerimelerinde mealen buyruldu ki: “Gerçekten; Rabbimiz Allahdır deyip, sonra istikamet üzere bulunanlar (sebat gösteren ve salih amel işleyenler) var ya, (ölüm anında veya dehşet halinde;) onların üzerine melekler inecek (ve şöyle diyecekler; ölümden ve sonrasından) korkmayın, mahzun olmayın. Vad olunduğunuz Cennetle neşelenin. Biz hem dünyada, hem de ahirette sizin dostlarınızız. (Sizi dünyada koruyacağımız gibi. ahirette de beraberinizde bulunacağız. Size şefaat ve ikram edeceğiz.)

Gafur, Rahim olan Allahtan, konukluk, ikram (yahut hazırlanmış bir rızık) olarak, burada canlarınız neyi çeker, neden hoşlanırsa hepsi sizindir. Hem burada size, ne isterseniz var.”

Ahkaf suresinin 13 ve 14. ayet-i kerimelerinde de mealen buyruldu ki: “Gerçekten; Rabbimiz Allahdır deyip, sonra istikamet üzere olanlar (dinin hükümlerine uyarak dosdoğru gidenler) var ya, onlara hiç bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.

Onlar cennetliktirler. İşledikleri amellere mükafat olarak orada ebedi kalacaklardır.”

Ebül-Kasım İsfehaninin “Et-Tergib” isimli eserinde İbn-i Abbasdan şöyle nakledilmiştir: Cebrail Resulallaha gelerek; “Ya Muhammed! Sana ve ümmetine Rabbinin katından bir hediye getirdim ki, onunla sevineceksin” dedi. Resulallah “Beni, Ümmetim hakkında çok sevindirecek olan o şey nedir?” buyurunca, Cebrail şöyle haber verdi:

Yahudiler; “Rabbimiz Allahdır” derler, fakat bu sözlerinde istikamet üzere bulunmazlar. Çünkü; “Yahudiler; Allahın eli bağlıdır (cömert değildir) dediler.” (Maide suresi: 64) ve; “Yahudiler; Üzeyir , Allahın oğludur dediler…” (Tevbe suresi: 30)

hristiyanlar da; “Rabbimiz Allahdır” derler. Onlar da bu sözlerinde istikamet üzere bulunmazlar. Çünkü; “…hristiyanlar da, Mesih (Îsa ) Allahın oğludur dediler…” (Tevbe suresi; 30)

Senin ümmetin; “Rabbimiz Allahdır” (Fussilet suresi: 30) derler ve bu sözlerinde istikamet, doğruluk üzere bulunurlar. Bu sözlerine başka yanlış bir şey karıştırmazlar. Onlara melekler iner ve; “Üzerinde bulunduğunuz din, yahut geride bıraktığınız ehliniz, ıyaliniz hakkında korkmayın. Bu hususta mahzun olmayın. Çünkü Allah, geride bıraktıklarınız hakkında sizin vekilinizdir. La ilahe illallah demeniz sebebiyle, vadolunduğunuz Cenneti size müjdeleriz derler.

Cebrail bunları anlatınca, Resulallah “Ey Cebrail! Beni sevindirdin” buyurdu. O da; “Ya Muhammed! Allah senin gözünü aydın etsin dedi.”

Onlar, insanlardan gasbettiklerini sadaka olarak verirlerdi. Mallarını ellerinden almak suretiyle onlara zulmederler, sonra da, temiz olmayan kazançlarından sadaka vermeye kalkarlardı. Bu ise pek yanlıştır. Bakara suresinin 267, 268 ayet-i kerimelerinde mealen buyruldu ki: “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız mahsullerin en helal ve en iyisinden, Allah yolunda harcayın. (Zekat ve sadaka verin.) Kendinizin, ancak göz yumarak, alabileceği, düşük ve bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın. Biliniz ki, Allah vereceğiniz sadakalardan müstagnidir. Hem de asıl layık olan Odur.

Şeytan sizi, fakir olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği ve sadaka vermemeyi emreder. Allah ise lütfundan size mağfiret ve bir bolluk vadediyor. Allahın kudreti, ihsanı geniştir ve her şeyi hakkıyla bilendir.”

al-i İmran suresinin 92- ayet-i kerimesinde de mealen buyruldu ki; “Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz Cennete eremezsiniz. Allah yolunda her ne harcarsanız, muhakkak ki, Allah onu bilendir.”