"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Habibün Neccar

Îsa havarilerinden iki kişiyi, Allahın emri ile Antakyaya göndererek, orada yaşayan ve putlara tapan insanları, imana davet etmeleri için vazife vermişti. Bu emir üzerine Antakyaya giden elçiler, halkı Allaha imana, tevhide, davet ettiler. Onların bu davetleri, Antakyayı idaresi altında bulunduran kral tarafından da duyuldu. Elçileri yanına çağırtıp görmek istedi. Elçiler kralın yanına geldiklerinde onlara; “Siz kimsiniz?” dedi. Elçiler; “Biz Îsa ın elçileriyiz” dediler. Kral putlara tapardı. Elçilere; “Bu şehre niçin geldiniz, maksadınız nedir?” deyince, şöyle cevap verdiler: “Sizi; işitmeyen, görmeyen ve hiç bir şeye kadir olmayan aciz putlara tapmaktan vazgeçip, her şeye kadir olan ve her şeyi yaratan Allaha iman ve ibadet etmeye davet için geldik.” dedi. Kral; “Putlarımızdan başka bir ilah mı vardır?” deyince de; “Evet vardır. Seni ve ilah diye taptığın putları ve her şeyi yaratan Allahdır” diyerek, kralı imana davet ettiler. Bunun üzerine kral onları hapsettirdi.

Bu hapsedilme hadisesinden sonra, Îsa , havarilerinin reisi olan Şemunu da, Antakyaya gönderdi. Şemun oraya varıp, kendini tanıtmadan ve dikkat çekmeden, kralın yakınlarıyla yavaş yavaş temas kurdu. Onlarla samimi bir hava içinde görüşüp konuşmaya başladı. Onlar da Şemunun kral ile temas kurmasını sağladılar. Nihayet Şemun, kralın muhabbetini kazandı. Bundan sonra hapsedilmiş olan elçileri kurtarmak, kralı ve halkı, Allaha imana davet etmek için faaliyete geçti.

Şemun, krala çok tesir ettiğine iyice kanaat getirdikten sonra, maksadını krala açıkladı. Bunun üzerine kral ve krala bağlı olanlardan bir cemaat iman ettiler. Halka da tebliğde bulundular. Fakat halk onları yalanlayıp, iman etmedi. Onlarla mücadele ettiler.

Diğer taraftan halkın bu itirazlarını haber alan, Habibün-Neccar, şehrin uzağında bulunan evinden koşarak halkın arasına geldi. Bu elçilerin bildirdiğine kendisinin inandığını söyledi. Halka da, iman etmelerini bildirdi. Fakat dinlemediler. Büyük bir kızgınlıkla, Habibün-Neccarın üzerine yürüyüp, onu şehid ettiler. Bu hadiseler, Kuran-ı kerimde Yasin-i şerif suresinde bildirilmiş olup, mealen şöyledir: “(Ey Resulüm!) Onlara (Mekke halkına) o şehir halkının (Antakyalıların) halini misal ver. Hani oraya (Îsa ın gönderdiği) elçiler gelmişti. Biz o zaman iki elçi göndermiştik de, bunları tekzip etmişlerdi, yalanlamışlardı. Biz de bir üçüncüsüyle bunları takviye etmiştik. (Bu üç elçi Antakya halkına) şöyle demişlerdi; Gerçekten biz, size, (imana davet etmek için) gönderilmiş elçileriz. (Allaha iman ediniz.) (Yasin suresi: 13,14)

Tefsir-i Kebirde ve Tefsir-i Hazinde bu ayet-i kerimeler tefsir edilirken şöyle buyrulmuştur; Antakya ahalisi putperest olduğu için, irşada (doğru yol bildirilmeye) muhtaç durumda idi. Bunun için Allah, Îsa a, oraya elçi göndermesini emir buyurdu. Bu emir üzerine, Îsa , Antakya ahalisini imana davet etmek için, önce iki elçi gönderdi. Rivayete göre bu elçilerin ismi, Yunus ve Yahya idi. Bunlar Antakyaya gidip, halkı imana davet ettiklerinde, halk küfür ve isyan içinde olduğundan, onları yalanladılar, inanmadılar. Onları yalanlayıp, hakaret ve alay etmeleri üzerine, Îsa , emire uyarak üçüncü bir elçi gönderdi. Bu da Şemun idi.

Bu üç elçinin daveti ve halkın itirazı, Kuran-ı kerimde mealen şöyle bildirilmektedir: “Onlar resullere (elçilere) dediler ki; “Siz de bizim gibi insansınız, bizden üstün bir meziyetiniz yoktur (ki iddia ettiğiniz gibi bir işle vazifelendirilmiş olasınız). Hem Rahman (Allah) bir şey indirmemiştir. (Allah aleme ne vahiy, ne risalet, kısaca hiç bir şey göndermemiştir.) Siz yalan söyleyenlerdensiniz.” (Yasin suresi: 15)

Antakya ahalisi, elçileri kendilerine kıyas ederek; “Siz de bizim gibi insansınız, bize risalet, böyle bir vazife gelmedi ki, size gelmiş olsun” dediler. Allahın kullarından seçtikleri peygamberlerine vahiy yoluyla emirlerini bildirdiğini kabullenemediler. Bu sebeple: “Biz sizin söylediklerinize inanmayız” dediler. Elçilerin, onlara verdikleri cevap, Yasin suresi 16 ve 17. ayet-i kerimelerde mealen şöyle bildirilmektedir: (Elçiler) dediler ki: “Rabbimiz biliyor ki biz, hakikaten size gönderilmiş elçileriz. (Biz, Rabbimizin emriyle, Îsa ın sizi imana davet etmek için gönderdiği elçileriz.) Bizim üzerimize düşen vazife apaçık bir tebliğdir. (Sözümüzün doğruluğuna şahid olarak amanın gözünü açmak, baras hastalığını tedavi ve hastaları iyileştirmek, ölüyü diriltmek gibi, açık deliller göstermek suretiyle vazifemiz açık bir tebliğdir.”

Tefsir-i kebirde bu ayet-i kerimelerin tefsirinde buyruluyor ki: Îsa ın davet için gönderdiği zatlar, Antakya halkının kendilerini yalanlamaları sebebiyle bıkkınlık ve gevşeklik göstermediler. Bilakis; “Hakikaten, size (Allahın emri ile sizi imana davet için) gönderilmiş elçileriz” sözlerini ısrarlı olarak tekrarladılar. “Rabbimiz biliyor ki…” diyerek, bu sözlerini yeminle tekid ettiler, pekiştirdiler. Allah biliyor demek, yemin yerindedir. Olmamış bir şeyde, bu işin olmadığını bile bile olduğunu kastederek; “Allah biliyor ki, bu iş böyle oldu” demek, imandan çıkmaya, ceza ve azaba sebeptir. Çünkü böyle demekle yalan söylemiş ve yalanına haşa Hak tealayı şahid tutmak istemiş olmaktadır.

Yukarıda meali geçen 15. ayet-i kerimede de bildirildiği gibi, Antakyalılar, vazifeli elçilere; “… Siz de bizim gibi insansınız. Bizden üstün bir meziyetiniz yoktur (ki, iddia ettiğiniz gibi bir işle vazifelendirilmiş olasınız)…” demişlerdi. İşte, elçilerin; “Rabbimiz biliyor ki” sözlerinde. Antakyalıların sözlerine cevap vardır. Yani; “Allah her şeyi bilir ve her şeye kadirdir. İşte Allah bizi bu vazife için seçti” dediler.

Îsa ın gönderdiği elçiler; “Bizim üzerimize düşen, apaçık bir tebliğdir” demekle, hem kendilerini teselli ediyorlardı. Yani; “Biz size tebliğde bulunmak suretiyle vazifemizi yaptık. Artık biz bunun mesuliyetinden, boynumuzdaki bu borçtan kurtulduk” dediler. Hem de Antakya halkını, davetleri üzerinde düşünmeye teşvik ettiler. Çünkü “Bizim üzerimize düşen, apaçık bir tebliğdir” demek, onların bu tebliğ hakkında ve kendi durumları hakkında düşünmelerini icabettiriyordu. Çünkü bu elçiler, tebliğlerine karşılık olarak onlardan ne bir ücret, ne de bir riyaset (başkanlık, makam, mevki) istiyorlardı. Onların işleri sadece tebliğ (insanları imana davet) ve bunu insanlara anlatmak idi. Bütün bunlar ise akıl sahiplerini, tefekküre, iyi düşünmeye sevkeden sebeplerden idi.

Yine ayet-i kerimede, onların yaptıkları davet için; “Apaçık bir tebliğ” buyrulmuştur. Bunun bir kaç izahı vardır:

1- Bu davet, mucize ve burhan (kati delil) ile hakkı batıldan ayıran bir tebliğdir.

2- Sadece bir iki kişiye mahsus olmayıp, herkese ulaştırılan bir tebliğdir.

3- Hakkı, hakikati mümkün ve münasip olan her yolla izhar eden bir tebliğdir.

İşte böyle tam olarak, şümullü bir tebliğ yapılır da, buna rağmen kabul etmezlerse o insanlar, elbette ki helake müstehak olurlar.

“(Antakya ahalisi) dediler ki; Doğrusu biz, sizin yüzünüzden uğursuzluğa düştük (sizin sebebinizle yağmursuz kaldık). Eğer (bu sözünüzden) vazgeçmezseniz, muhakkak sizi taşlarız (taşla öldürürüz.) Bizden size acıklı bir işkence de dokunur.” (Yasin suresi: 18)

Putperest ahalinin, sizin yüzünüzden uğursuzluğa düştük demeleri, iman etmek istemedikleri içindir. Böyle söylemeleri, elçilerin kendilerine telkin ettikleri tevhid dinini sevmediklerinden ve bu dine girmek, nefislerine ağır gelmesinden dolayı idi. Elçilerin; “Rabbimiz biliyor ki, biz, hakikaten size gönderilmiş elçileriz” diyerek, davetlerinde kesin ve doğru söylediklerini bildirmelerine rağmen, inanmayıp, yalan dediler. “Rabbimiz biliyor ki” demeleri bir nevi yemin olduğundan, onların yalan yere yemin ettiklerini söylediler. Bunu da uğursuzluk ve kötülüğe alamet saydılar. “Siz yalancısınız, uğursuzluk ve yalanınızda ısrar ve yemin ediyorsunuz. Bu ise yağmurun kesilmesine ve kıtlığa sebep olur. Siz hayra alamet değilsiniz!” dediler. Böylece kendilerini saadete kavuşturmak için imana davet eden elçileri, kendilerince güya suçlu çıkarmak istediler.

Cahillerin adeti şöyledir ki, hep nefislerinin arzu ettiği şeyleri ararlar. Heva ve heveslerine uygun görmedikleri şeyi red ve inkar ederler. Hatta bütün hayırları ve saadetleri içinde toplayan bir şeyi nefslerinin hevasına ve bozuk isteklerine uymadığı için kabul etmezler. Evliyanın büyüklerinden Zeyn-ül-mecalis Ebu Mücahid hazretleri; “Mahlukatın en ahmağı nefstir. Çünkü hep kendi aleyhine olan şeyleri ister” buyurmuştur.

İşte bu sebeple, Antakya ahalisi, elçilere; “Biz sizi sevmiyoruz. Zira siz, bizim arzumuzun tersine bir takım şeyler teklif ediyorsunuz. Bize böyle bir tekliften, (iman ediniz demekten) vaz geçin. Eğer bu teklifinizden vazgeçmezseniz, sizi taşa tutarak öldürürüz” dediler. Nefslerinin hevasına ve taşkın isteklerine uyan azgın insanların adeti şöyledir ki; maksatlarına kavuşmak için önce çeşitli hile ve desiselere başvururlar. Böylece, içlerinde bulundurdukları azgınlığı ve kötülükleri gizlemek isterler. Eğer böylece maksatlarına ulaşamazlarsa, zora ve tehdide başvururlar. Nitekim putperest Antakyalılar, Îsa ın gönderdiği elçilere karşı bu yola başvurmuşlardır. Size bizden acıklı bir işkence dokunur diyerek, öldürünceye kadar taşlayacaklarını söylemeleri bu sebepledir.

Yasin suresinin 19. ayet-i kerimesinde bildirildiğine göre, onlar böyle söyleyince, elçiler; “Uğursuzluğunuz beraberinizdedir (batıl inancınızda ve bozuk amelinizdedir.) Size nasihat edilirse bunu uğursuzluk sayacak ve küfrünüzde devam mı edeceksiniz? Doğrusu siz haddi aşmış bir kavimsiniz” dediler.”

Antakya ahalisi, kendilerini saadete kavuşturmak isteyen elçiler ile inadçı bir mücadeleye girdiler ve asla dinlemediler. Neticede onları taşlayarak öldürmeye karar verdiler. Bu kararlarını, daha önce elçilerle görüşüp iman eden, Habibün-Neccar işitmişti. Şehrin en uzak bir yerinde olan evinden çıkıp, süratle koşarak, iman etmeyenlerin, elçiler ile mücadele etmekte oldukları yere geldi. Halka, böyle bir işten vazgeçip, onlara inanmalarını söyledi. Bu husus, Kuran-ı kerimde mealen şöyle bildirildi: “Bir adam (Habibün-Neccar) şehrin ta ucundan (kenarından) koşarak geldi. Ey kavmim! Uyun bu gönderilen elçilere dedi. Uyun sizden hiç bir ücret istemeyen o kimselere… Onlar hidayet üzeredirler. (Onlara uyunuz ki, tebliğ etmeleri ve sakındırmalarından dolayı, sizden bir ücret istemiyorlar. Onlar sizi dünya ve ahiret hayrına davet etmektedirler. Layık olan şey, onlara ittiba etmeniz, tabi olmanızdır.) (Yasin suresi: 20, 21)

Habibün-Neccar böyle deyince, putperest halk; “Yoksa sen, bizim dinimize muhalefet edip, bu elçilerin dinine mi tabi olursun? Bizim ilahlarımıza tapmayıp, onların ilahına mı ibadet ediyorsun?” dediler. Bunun üzerine mealen şöyle cevap verdiği, Yasin suresinde bildirilmektedir: “Bana ne oldu ki, beni yaratan Allaha ibadet etmeyeyim? Siz (öldükten sonra) Ona döndürüleceksiniz. (Allahın huzurunda küfrünüzün, batıl amellerinizin cezasını göreceksiniz.) Ben, Allahtan başkasını (putları) tanrı edinir miyim? Eğer Allah bana bir zarar yapmak dilerse, onların (putların) şefaati bana hiç bir fayda vermez ve onlar beni kurtaramazlar. Eğer ben, Allahtan başkasına ibadet edersem, apaçık bir hüsran, sapıklık içinde olurum. (Zira fayda ve zarar vermeye kadir olmayan şeylere yani putlara tapmak, her şeye kadir olan Allaha inanmamak ve Ona ibadet etmemek apaçık bir sapıklıktır.)” (Yasin suresi: 22-24)

Habibün-Neccar, kavminin inkar içinde olduğunu görünce, onlara karşı ifade tarzı çok üstün olan bir hitapla konuştu. Böylece, insanı yoktan yaratanın Allah olduğunu ve insanın öldükten sonra yeniden dirileceğini, dünyada yaptıklarının hesabını vereceğini anlatmak istedi. İnsanın yaratılmasının bir nimet olduğuna, bu nimete şükür gerektiğine işaret etti. Bu şükrün de, insanın, Allaha iman ve ibadet etmesi ile olacağını belirtti. “Bana ne oldu ki, beni yaratan Allaha ibadet etmeyeyim” diyerek, kabahati kendine nispet etmek tarzıyla hitab etmesi, aslında kavmini uyarmaktır. Bu söz; “Neden sizi yaratan Allaha iman ve ibadet etmiyorsunuz da manasız ve aciz putlara tapıyorsunuz?” demektir. Kendine nispet ederek konuşması, dinleyenlerin kızgınlığını teskin etmek maksadından dolayı idi. Bu hitap ve ifade tarzıyla, yaradılışı ve ölümü, dünya ve ahiretin hallerini kısaca anlattı.

Fahreddin-i Razi hazretleri, Tefsir-i Kebirinde Allaha yapılan ibadetin üç derece olduğunu kaydederek şöyle buyurmuştur.

1- İbadeti, sadece ve sadece Allahın rızası için yapmak. Başka bir şey düşünmemek. İster çeşitli nimetlere kavuşmuş olsun isterse kavuşmamış olsun, insanın her halükarda vazifesinin kulluk olduğunu düşünerek kulluk yapmasıdır. Bu hal, ibadetin en üstün derecesidir.

2- Allahın verdiği nimetleri düşünerek ve bu nimetlerin şükrünü eda etmek maksadıyla ibadet etmektir. Bu, kullukta orta derecedir.

3- Allahın kahrını ve gadabını düşünerek ve bundan korkarak ibadet etmektir. Bu hal ise ibadette aşağı derecedir.

Habibün-Neccar, kavmini ikaz edip, gelen elçileri dinlemelerini ve Allaha iman etmelerini söyledikten sonra, kendisinin Allaha iman ettiğini şöyle bildirmiştir: “Şüphe yok ki ben, (sizi yaratan) Rabbinize (Allaha) iman ettim. İşte bunu benden duyun. (Gelin nasihatlerimi dinleyin.) (Yasin suresi: 25) Habibün-Neccar bu sözleri söyleyince, bunu işiten putperest halk, hep birden hücum edip, taşa tutarak onu şehid ettiler. Bir rivayete göre de, ayakları altına alıp üzerinde tepinmek suretiyle şehid etmişlerdir. Habibün-Neccar, şehid edilmek üzere iken de; “Ya Rabbi! Kavmime hidayet ver” diyerek dua ediyordu. O şehid edilince, Allah tarafından ruhuna hitaben; “Haydi gir Cennete” buyruldu.

Bu hususta Yasin suresinin 26 ve 27. ayet-i kerimelerinde mealen buyruldu ki: “(Bütün nasihatlerine rağmen kavmi onu şehid ettiler. Şehit edilince, Hak teala tarafından onun ruhuna hitabedilerek;) Haydi gir Cennete denildi. (Onun ruhu) dedi ki: Ne olurdu, kavmim, Rabbimin beni bağışladığını, Cennetle ikram edilenlerden kıldığını bilselerdi. (Böylece küfürden vazgeçip, iman etselerdi ve böyle nimeti kazanmaya rağbet etselerdi.)”

Tefsir-i Mazharide bildirildiğine göre; Allah onun ruhuna böyle hitab buyurdu. Diğer şehidler gibi, Cennete girmesine izin vererek, ona ikramda bulundu.

Beydavi tefsirinin Şihab haşiyesinde buyruluyor ki: “Şehidlerin ruhları Cennette dolaşırlar. Onlar kabirlerinde diridirler. Cennetteki makamlarını görürler.”

Meşhur ve muteber tefsirlerde şöyle bildirildi: Habibün-Neccar şehid edilince, ruhuna hitaben; “Haydi gir Cennete” denildikten sonra o, kavminin kendi halini bilmelerim temenni etti. Böyle bir temennide bulunması, kavminin küfür ve inkardan dönüp tevbe etmelerini, şiddetti kızgınlık zamanında salih kimselerin yaptıkları gibi yapmalarını, yani düşmanlarına bile acıyıp, merhamet göstermelerini ve bu hususta kendisine benzemelerini teşvik içindir. Nitekim o, kavmi kendisini öldürdükleri esnada bile, onlara acıyıp; “Ya Rabbi! Kavmime hidayet ver” diye dua etmiştir.

Habibün-Neccarın kabrinin Antakyada olduğu rivayet edilmiştir.

Allah, iman etmeyen ve Habibün Neccarı şehid eden putperest kavme gadab edip, cezalarını hemen verdi. Cebrail ın sayhası ile hepsi helak oldu. Kuran-ı kerimde mealen şöyle buyruldu: “Ondan (Habibün Neccarın, kavmi tarafından şehid edilmesinden) sonra, kavminin üzerine gökten (onları helak edecek meleklerden) bir ordu indirmedik, indirecek de değildik. (Helak edilişlerine sebep) yalnız bir sayha (Hazret-i Cebrailin sayhası) oldu, hemen sönüverdiler (ölüp gittiler). Daha önce yaşayan ümmetlerden, Semud kavmi ve Şuaybın gönderildiği ümmet de Cebrail ın sayhası ile helak edilmişlerdi. Cebrail , Antakya ahalisini helak etmek üzere emir alıp bir sayha edince, hepsi ölüp yere seriliverdiler. Bu hususu bildiren ayet-i kerimede; “Hemen sönüverdiler” buyrulmasında, Cebrail ın sayhası ile birlikte hiç tehir edilmeden süratle helak edildiklerine işaret vardır.

Bu sayha ile helak edilenler, parlak bir ateşe, helak edilmeleri de ateşin sönüşüne benzetilmiştir. Canlı kimse parlak bir ateş gibidir. Canlı kimsede tabii bir hararet vardır. Bu hararet arttığı, çoğaldığı zaman, insandaki gadab ve şehvet halleri de artar. İşte Habibün Neccarın kavminde de gadab ve şehvet halleri pek fazla idi. Çünkü aşırı gadab ve hiddetleri sebebiyle, kendilerine nasihatte bulunan mümin bir zatı şehid ettiler. Şehvetlerine, arzu ve isteklerine o kadar düşkün idiler ki, bir anlık, bir göz açıp kapayıncaya kadarlık bir lezzeti, tadı tadabilmek için ebedi azabı yüklenmişlerdi. İşte onlar, arzu ve isteklerini yerine getirmekte ve gadablarında pek şiddetli oldukları için, sanki yanan bir ateş gibi idiler. Yine onlar o kadar kibirli idiler ki, sanki topraktan değil de ateşten yaratılmışlardı. Nitekim iblis de; “adem topraktan, ben ise ateşten yaratıldım. O halde ben ondan daha üstünüm” demişti de bu kibri yüzünden ademe secde etmemiş, Allahın emrine karşı çıkmış, bu sebeple de, Allahın rahmetinden kovulmuştu.

İşte Antakya ahalisi de, gadablarının şiddeti sebebi ile Habibün Neccarı şehid ettiler. Şehvetlerine, nefslerinin nevasına pek ziyade dalmış olduklarından, heva ve heveslerine tabi olarak hak ve doğru sözü dinlemediler. Kendilerine gelen elçiler ve bu elçileri dinleyip, söylediklerini kabul etmelerini söyleyen Habibün Neccar, onların dünya ve ahiret saadetine kavuşmalarını istemişti. Fakat ne var ki, nefslerinin isteklerine uymaları ve isyanları sebebiyle helak edildiler ve bir anda sönüp gittiler. Kuran-ı kerimde bunların helak edilişi beyan edildikten sonra, mealen şöyle buyruldu:

“Ey (iman etmeyen) kullar üzerine çöken büyük hasret, nedamet! Zira (bu iman etmeyenler), her ne zaman kendilerine bir peygamber geldiyse onlar muhakkak o peygamberi alaya alırlardı.” (Yasin suresi: 30) Hasret tabiri, bahsedilen zamanın ve halin, hasret, nedamet, gam ve hüznü icabettiren bir hal veya zaman olduğunu muhatabın zihninde yerleştirmek ve onu ikaz içindir. Çünkü Araplar, bu zamanın veya halin nedamet ve hüzün zamanı olduğuna kuvvetli bir şekilde delalet etmesi için tembih, ikaz ve dikkati çekmek olarak; “Ey hasret! Ey aceb (taaccüb)! tabirini kullanırlar.

Bazı alimler, bu ayet-i kerimede Allahın; “Onların işlediklerinin kendileri aleyhine olduğunu, bunun pek büyük ve çok vahim bir suç olduğunu bildirmektedir” demişlerdir. “Ey kullar üzerine çöken hasret…” sözünü söyleyenin Allah olduğu bildirildiği gibi, söyleyenin melekler veya müslümanlar olduğu da haber verilmiştir. Fahreddin-i Razi hazretlerinin bildirdiğine göre, ayet-i kerimede geçen “kullar” ile murad, sayha ile helak edilen Antakya halkıdır. Yahut bütün kafirlerdir.

Dünyada iken iman etmeyip isyan içinde yaşayan ve küfür üzere ölen asi insanların dehşetli hallerine herkes esef edecektir. Çünkü kendilerini dünya ve ahiret saadetine kavuşturmak için halisane nasihatler yapan resulleri alaya alan ve davetlerini kabul etmeyenlerin hali esef vericidir. Küfürde, iman etmemekte ısrar göstermekten daha büyük bir cinayet yoktur. Bu hal, herkesi büyük bir üzüntüye sevkeder. Kuran-ı kerimde beyan buyrulan bu hadise, iman etmemekte ısrar eden Mekke müşriklerine bir uyarma ve ibrettir. Peygamberimiz Muhammed , müşriklere; putlara tapmaktan vazgeçip, Allaha iman ederek müslüman olmalarını söyleyince, alaya almışlar ve iman etmemişlerdir. Onların bu haline misal olarak bildirilen Antakya ahalisinin hali ve helak edilişleri beyan edildikten sonra, mealen şöyle buyruldu: “(Ey habibim! Mekke ehli seninle alay ve dinini inkar ederler de) bilmezler mi ki, onlardan önce nice kavimleri helak ettik. Onlardan hiç biri dünyaya geri dönmezler. (Mekke ehli onlardan ibret almaz mı? Ümmetlerin) hepsi (kıyamet gününde) toplanıp huzurumuza getirileceklerdir. (Her biri amelinin karşılığını elbette görecektir.) (Yasin suresi: 31, 32)