İmam-ı Begavinin bildirdiğine göre; cinnilerin, Süleyman için yaptıkları şeylerden biri de Beyt-ül-Makdisdir. Beyt-ül-Makdisin inşasına önce Davud başladı. Duvarlarını bir adam boyu yükseltti. Allah, Davud a; “Bunu sen tamamlayamayacaksın. Sana Süleyman isminde bir oğul vereceğim, o tamamlayacak” diye vahyetti. Davud , oğlu Süleyman ı kendi yerine halef seçip, vefat etti. Bir müddet sonra, Süleyman , Beyt-ül-Makdisi tamamlamak istedi. Cinleri topladı. Onlar arasında iş taksimi yaptı. Onlardan her bir cemaati bir işle vazifelendirdi. Sonra usta ve mühendislere, oniki mahallesi olan bir şehir yaptırdı ve her mahalleye bir kabile yerleştirdi. Şehrin kurulması bitince, mescidin tamamlanmasını emretti. Cinleri bölük bölük yaptı. Bir kısmı, altın, gümüş ve yakut; bir kısmı, denizden saf inci; bir kısmı, mücevherat ve kıymetli taşlar; bir kısmı da misk, amber ve diğer güzel kokuları getirdiler. Bütün bunlardan yeteri kadar gelince, işlemek için ustalar getirdi. Ustalar, getirilen taşları yonttular. Mücevher, inci ve yakutları işlediler. Kaplanan malzemeleri kullanarak mescidin inşasını tamamladılar. O asırda, ondan güzeli olmayan ve bir eşi bulunmayan bu mescide “Beyt-ül-Makdis” dediler. Daha sonra “Mescid-i Aksa” adıyla anıldı.
Beyt-ül-Makdisin inşası bitince, Süleyman , İsrailoğullarının alimlerini topladı. Onlara, bu mescidi, Allahın rızasını kazanmak için yaptırdığını, onda bulunan her şeyin Allah için yapıldığını anlattı. “Bu mescid Allahındır. Çünkü, Onun emri ile yapılmıştır. Onda bulunan her şey Allahındır. Kim ondan bir şey noksanlaştırırsa, Allaha hainlik etmiştir” dedi. İsrailoğullarına ziyafet verdi. Allah için kurbanlar kesti. Mescid-i Aksanın inşasının bittiği günü bayram yaptı.
Hazin tefsirinde bildirildiğine göre; Abdullah bin Amr bin as , Resulallahın şöyle buyurduğunu rivayet etti: “Süleyman bin Davud (aleyhimesselam) Beyt-ül-Makdisin inşasını bitirince, Allahtan, hükmüne muvafık hüküm ile hükmetmeyi nasib etmesini istedi. Bu ona verildi. Kendisinden başka bir kimseye verilmeyen bir mülk ve saltanatın, kendisine verilmesini istedi. Bu da ona verildi. Beyt-ül-Makdisin inşasını bitirince, bu (mescide) sırf namaz kılmak için gelen kimsenin buradan, anasından doğduğu günkü gibi günahlarından temizlenmiş olarak çıkmasını diledi.” Bu Hadis-i şerifi Nesai bildirdi. Tefsir-i Mazhari ve Begavide bildirilen hadiste ise; “Süleyman , Beyt-ül-Makdisin inşasını bitirince, Allahtan üç şey istedi. Allah, bu dileklerinin ikisini ona verdi… Umarım ki, üçüncüsünü de ona vermiştir.” (Üçüncüsü için;) “Bu Beyte (Beyt-ül-Makdise) bir kimse gelip iki rekat namaz kılarsa, buradan, anasından doğduğu günkü gibi çıkmasını istedi. Ümid ediyorum ki, Allah, bu dileğini de ona vermiştir.” buyrulduğu bildirilmiştir.
Resulallah efendimizin ümmetine de, bu mescidde (Beyt-ül-Makdisde) kılınan namaz çok sevab olmuştur. Nitekim Ramuz-ül-Ehadisde Ebüdderdadan bildirilen hadiste, şöyle buyrulmaktadır: “Mescid-i Haramda kılınan namaz, yüzbin namaza; benim mescidimde kılınan namaz, bin namaza; Mescid-i Aksada kılınan namaz beşyüz namaza muadildir.”
Ebu Said-i Hudriden rivayet edilen ve bütün hadis kitaplarında bulunan bir hadiste ise; “Yalnız üç mescide ziyaret için gidilir: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve benim bu mescidim” buyrulmuştur. Bu Hadis-i şerif, Resulallah efendimizin kabr-i seadetlerini ziyaret için, Medine-i münevvereye gitmenin çok sevab olduğunu da göstermektedir. Bu ziyareti yapmayanlar, bildirilen sevabdan mahrum kalırlar. Bu üç mescidden başkasını ziyaret için uzak yola çıkmak, Allahın rızası için olursa caizdir.
Süleyman , Mescid-i Aksaya (Beyt-ül-Makdise), Musa dan beri nesilden nesile geçerek gelen Ahid sandığını koydu. Musa ; ümmetinin alimlerinden, Tevratın, Ahid sandığına (Tabut-i Sekineye) konularak muhafaza edilmesini istemişti. Bu durum, Beyt-ül-Makdisin Buhtunnasar tarafından yıkılmasına kadar (rivayete göre 453 sene) devam etti. Buhtunnasar, Kudüsü alınca, şehri yakıp yıktı. Mescid-i Aksada bulunan altın, gümüş ve diğer mücevherleri alıp, Babile götürdü. Daha sonra Keyhusrev, Mescid-i Aksayı tamir etti ise de, 70 senesinde Romalılar yaktı. Kamus-ül-alam da diyor ki: Bu tahrip ile Kudüsün müsevilere ait mamuriyeti son buldu. Daha sonra 123 yılında Bizanslılar, Mescid-i Aksayı tamir edip, Kudüse İlya ismini verdiler. Peygamber efendimiz, mirac gecesinde Mescid-i Aksada namaz kılmıştır. Hicretin 16. senesinde Ömer zamanında, Kudüs, müslümanların eline geçince, binanın arsası yeni bir İslam mabedi yapmak için kullanıldı. Altıncı Emevi halifesi olan Velid (miladi 666-715) buraya, yine Mescid-i Aksa denilen camiyi bu günkü haline benzeyen şekliyle yeniden yaptırdı.
Mescid-i Aksa, Peygamber efendimiz zamanındaki mescidler arasında, Mekkeye en uzak olan idi. Bunun için, Mescid-i Aksa (en uzak mescid) ismiyle meşhur oldu. Aksa, lügatte (en uzak) manasındadır. Halbuki Filistin, Arabistana komşu bir yerdir. Başka memleketlerden daha yakın olduğu için, Kuran-ı kerimde (en yakın yer) buyruldu. Bunun için, en yakın yerde, en uzak mescidden bahsedilmiştir. Müslümanlar, hicretten onaltı ay sonraya kadar, Mescid-i Aksaya yönelerek namaz kıldılar. Peygamberimizin miracı, burada vuku buldu. O, bir gece, Mekkedeki Mescid-i Haramdan, Mescid-i Aksaya götürüldü. Beden ve ruhu bir arada, uyanık iken, Mescid-i Aksadan göğe çıkarıldı. Bu hal Kuran-ı kerim ve meşhur Hadis-i şeriflerle haber verilmiştir.
Suriye seferinde, fetihten sonra Şama gelen Ömer, Kudüse de uğrayıp, Mescid-i Aksayı ziyaret etti. Hacda, Kabeyi tavaf ederken söylenilen telbiye “Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk…” diyerek, gece vakti mescide girdi, namaz kıldı ve İsrailoğulları ile ilgili ayet-i kerimeleri okudu. Sabah namazı vakti girince, ezan okutarak cemaat ile namaz kıldırdı. Daha sonra, Kudüs halkı ile beraber, yüzyıllardan beri kendi haline terkedilen Mescid-i Aksada, biriken ve etrafını kirleten çöpleri, pislikleri temizledi. Yahudilere, mescide emniyetle girmek hakkını tanıdı. hristiyanlara da, yahudileri aralarına sokmamalarını tavsiye etti. Kudüsteki kiliselere dokunulmaması için emir verip, hristiyanlarla anlaşma yaptı. Fakat papazların, halka karşı kendilerinde var olduğunu ileri sürdükleri imtiyazlı mevkilerini, zenginlik ve debdebe içindeki hoyratça geçen müsrif hayatlarını kabul etmediğini ve bundan hiç hoşlanmadığını belirtti.
Kudüs ahalisine bir de emanname verdi. Emannamede buyurdu ki:
“İşbu mektup, müslümanların emiri Abdullah Ömerin İlya (Kudüs) ahalisine verdiği eman mektubudur ki, onların varlıkları, hayatları, kiliseleri, çocukları, hastaları, sağlam olanları ile öteki milletler için yazılmıştır. Şöyle ki;
Müslümanlar onların kiliselerine girmeyecek, kiliseleri yakıp yıkmayacak, kiliselerin her hangi bir yerini söküp götürmeyecek, mallarından bir habbe (danecik) bile almayacak, dinlerini ve ibadet tarzlarını değiştirmeleri ve İslam dinine girmeleri için kendilerine karşı hiç bir zor kullanılmayacak. Hiç bir müslümandan en ufak bir zarar görmeyecekler. Eğer kendiliklerinden memleketten çıkıp gitmek isterlerse, varacakları yere kadar canları, malları ve ırzları üzerine eman verilecektir. Şayet burada kalmak isterlerse, tamamen teminat altında olacaklar. Yalnız, İlya ahalisi kadar cizye vereceklerdir. Eğer İlya halkından bazıları, Rum halkı ile birlikte aile ve malları ile beraber çıkıp gitmek isterlerse ve kiliselerini ve ibadet yerlerini boşaltırlarsa, varacakları yere kadar canları, haçları, malları üzerine eman verilecektir. Yerli olmayanlar, ister burada otursunlar, isterlerse gitsinler, ekin biçme zamanına kadar onlardan hiç bir vergi alınmayacaktır.
Allahü azimüşşanın ve Allahın Resulü sallAllah aleyhi ve sellem hazretlerinin emirleri ve bütün İslam halifelerinin ve umum müslümanların verdiği sözler işbu mektupta yazılı olduğu gibidir.
İmzalar: Abdullah Ömer bin Hattab
Şahidler: Halid bin Velid, Amr ibni as, Abdurrahman bin Avf, Muaviye bin Ebi Süfyan”
Emeviler ve Abbasiler zamanında zelzele ve harpler sebebiyle zaman zaman yıkılıp, tamir edilen Mescid-i Aksanın o zamandaki şekli, bu günkü durumuna çok yakın idi. Kıble karşısında, kuzeyde onbeş kapı vardı ve ortadaki altın kaplı kapı, tunçtan yapılmıştı. Yanlarda, yedi ve onbir kapı daha vardı. Son cemaat yerinde revakları bulunan Mescid, 280 tane mermer sütuna dayanan revakların taşıdığı bir dam ile örtülü idi. Orta kısımda bir kubbe bulunuyordu. Damın üstü, kısmen mozaik ile süslü, kısmen levhalar ile kaplıydı. 1009da, Kudüsü alan haçlılar, şehri yakıp yıktılar ve Kudüslü müslümanların birçoğunu, kadınlar ve küçük çocuklara varıncaya kadar, kılıçtan geçirdiler. Bu arada, Mescid-i Aksayı yağma ettiler ve daha sonra, tepelerine haçlar ve içlerine heykeller ile hristiyan ayin yerleri koyarak, kiliseye çevirdiler. Sultan Selahaddin-i Eyyubi, 1184de Kudüsü geri aldı. Haçlar ve heykeller kaldırılarak, eski haline getirildi. Mescid-i Aksaya yeni bir mihrab (şimdiki) yapıldı. Daha sonraları, mihrabın iki yanına pencereler açılıp, bir minber, kuzey cihetine son cemaat revakları ve bir tahta minare ilave edildi. Bundan başka, daha bir çok defa imar gören Mescid-i Aksanın, en son bakımı Osmanlılar tarafından yapıldı. Ne yazık ki, Birinci Dünya Savaşında Türkler Kudüsü kaybedince, Kudüsde bulunan mescidler bakımsız kaldı. Yahudilerin 1967 yılındaki Arap-İsrail harbini kazanması üzerine, Kudüs işgal edildi. Mescid-i Aksa, suikast neticesinde kısmen yandı. Bu gün kendi haline terk edilmiş olup, tamire muhtaçtır.
Peygamberimiz zamanında, Mescid-i Aksanın yeryüzünde var olduğunu ve mirac gecesinde kendisinin oraya götürüldüğünü Hadis-i şerifler bildirmektedir. “Kureyş bana (miracda) seyahat ettiğim yerlerden soruyordu. Bilhassa Mescid-i Aksaya dair öyle şeyler sormuştu ki, ben İsra (mirac) gecesi onlarla ilgilenip tespit etmemiştim. Bu sebeple, o kadar müşkil bir vaziyete düştüm ki, hiç bir zaman öyle sıkılmamıştım. Bunun üzerine Allah, benimle Beyt-i Makdis arasında perde olan mesafeyi kaldırdı. Şimdi ben, Beyt-i Makdisi görüyordum. Ne sorarlarsa, muhakkak ona bakarak cevap vermiştim.”
“Kureyş; Mescid-i Aksanın kaç kapısı var? diye sormuşlardı. Halbuki ben, Kudüs mescidinin kapılarını saymamıştım. Fakat, karşımda mescid tecelli edince, ona bakmaya ve kapıları birer birer saymaya başladım.”
Sebe suresi 13. ayet-i kerimesinde; cinlerin, Süleyman ın istemesi ile yaptıkları şeylerden birinin de, şekiller olduğu bildirilmektedir. Rivayete göre bu şekiller, bakır, tunç, cam gibi şeylerden yapılmıştı. Bunları Fahreddin-i Razi hazretleri; Nakışlar olarak tefsir etmektedir.
Cinniler, Süleyman a büyük havuzlar gibi çanaklar da yaparlardı. Rivayete göre, bu çanaklardan her biri bin kişilik idi. Bin kişi o çanaktan yemek yerdi. Süleyman ın mutfağında, her gün yüzlerce koyun ve sığır kesilirdi. Binleri aşan ekmekçi ve ahçısı vardı. Bütün bunlar, Süleyman ın kavminin pek kalabalık olduğunu göstermektedir.
Şirat-ül-İslam kitabında buyruluyor ki: “Küçük kaplarda bereket yoktur. Altın ve gümüş kapta yemek, içmek haramdır. Kalaylanmamış bakır ve sarı kaplardan yemek mekruhtur. Aynı kaptan yemek yenilmesini Allah sever. Sevabı çoktur. Böyle yiyenlerin kalblerinde birbirlerine karşı muhabbet ve yakınlık meydana gelir. Cabirin rivayet ettiği hadiste, Resulallah efendimiz “Allah, üzerine çok el uzanan yemeği sever” buyurdu. Mesabih kitabında bildirildiğine göre; Eshab-ı kiram aleyhimürrıdvan; “Ya Resulallah! Yiyoruz, fakat doymuyoruz” dediler. Bunun üzerine Resulallah efendimiz “Herhalde, ayrı ayrı yiyorsunuz” buyurdu. Onlar da; “Evet öyle yiyoruz” dediler. Resulallah efendimiz “Yemeği beraber yiyiniz. Besmele çekiniz. O zaman yemeğiniz, bereketli olur” buyurdu.
Yemek yerken, yemeğe yaklaşılmalıdır. Yemeğin önüne getirilmesi için emir verilmez. Böyle yapmak yemeğe hakaret, onu küçümsemek, kendisini ise büyük görmek manasını taşır. Bunların ikisi de haramdır. Mütevazi bir şekilde yemeğe oturulur. Bir ele de olsa, yemek yerken dayanmamalıdır. Sırtı da bir şeye dayamamalıdır. Sünnet olan, yemeğe doğru hafifçe eğilip, sol ayak üzerine oturarak, sağ dizin dikilmesidir. Resulallah, böyle otururdu. Dizleri üzerine oturduğu da olurdu. “Ben Allahın kuluyum. Kul gibi otururum” buyururdu.
ayet-i kerimede cinlerin, Süleyman için yaptıkları bildirilen şeylerden biri de yerinden kaldırılamayan kazanlardır. Bunlar, ocak taşları üzerinde sabit bulunuyordu. Pek büyük oldukları için, ocaklarından, indirilemez ve yerlerinden hareket ettirilemezlerdi. Onlara merdivenlerle çıkılırdı. Bu kazanların Yemende bulunduğu rivayet edilir.
ayet-i kerimenin devamında mealen; “Ey Davud ailesi! Allahın (size verdiği sayısız) nimetlerine şükr için çalışın!” buyrulmaktadır (Sebe suresi: 13)
Davud gece ve gündüz saatlerini ailesi için taksim etmişti. Günün her saatinde, Davud ın ailesinden namaz kılan bir kimse mutlaka bulunurdu. Onun evinde her an Allaha ibadet edilirdi.
Bu ayet-i kerimenin devamında ise mealen: “Kullarımdan (hakkıyla kalb, dil ve azaları ile) şükreden azdır” buyruldu. Hakkıyla şükredebilmek, kalbin fenasından ve devamlı huzur haline kavuşmasından sonra olur. Bununla beraber, yine de şükür tam olarak yapılamaz. Ancak Allahın şükür yapmaya muvaffak kılması da ayrı bir nimetidir. Bu da şükrü icabettirir. Böyle her şükür, tevfik-i ilahi ile olunca, kulun şükretmesi son bulmayıp devam eder. İşte bunun için; “Şükrecidi kul, şükür vazifesini yerine getirmekten kendisini aciz gören kimsedir” denilmiştir.
İmam-ı Gazali ; Allahın nimetlerine en güzel şükür şekli; verilen nimetleri günah işlerde değil de, Ona taatta kullanmaktır. Bu ise, Allahın yardımı ile olur ve yine Onun ihsanıdır buyurmuştur.
ayet-i kerimede mealen; “Cinler, Süleyman için mescidlerden (sağlam ve pek güzel saraylar ve meskenlerden), şekillerden, büyük havuzlar gibi çanaklardan, sabit kazanlardan ne isterse yaparlardı” buyrulduktan sonra, mealen; “Ey Davud ailesi! Allahın nimetlerine şükür için çalışın…” buyrulmasını, Fahreddin-i Razi şöyle izah etmiştir: “Size verilen bu nimetler, bir anlık ve geçicidir. Kendisini bunlara kaptırıp, onlara dalması insana yakışmaz. İnsana yaraşan, salih ameli çok yapmasıdır. Salih amel yapmakla, Allaha şükredilmiş olunur. Bu sebeple ayet-i kerime, geçici olan dünya nimetlerine iltifat edilmemesine, onlarla fazla meşgul olunmamasına işaret buyurmaktadır.”
“Kullarımdan (hakkıyla) şükreden azdır” mealindeki ayet-i kerime, Allahın kulları arasında, verilen nimetlere şükredenlerin bulunduğunu göstermektedir.
Beşerin gücü nisbetinde şükür, vakidir, mümkündür. Fakat bunu yapan azdır. Allahın nimetlerine layık bir şükür, beşer kudretinin haricindedir. Kul bununla mükellef değildir. Çünkü, Bakara suresi: 286. ayet-i kerimesinde mealen; “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez” buyrulmaktadır. Tam şükredici kul, Allahın razı olduğu ve; “Ey kulum! Yaptığın az şükrünü kabul ettim. Seni, bütün nimetlerime şükredici bir kul olarak yazdım. Bu kabulüm, sana, benim büyük bir nimetimdir. Fakat şükrünü kabul ettiğimden dolayı, seni ayrıca şükretmekle mükellef tutmuyorum” dediği kuldur.