İsrailoğullarına, Musa ın vefatından sonra gönderilen peygamber. Musa ın yeğeni ve vekili idi. İsmi Yuşa olup, hristiyanlar Yeşu diyorlar. Yusuf ın neslinden gelen Nunun oğludur. Annesi, Musa ın kız kardeşidir. Mısırda doğdu. Musadan sonra, İsrailoğullarını Tih çölünden çıkarıp, dedelerinin eski yurdu olan Kenan diyarına götürdü. Musanın vefatından sonra, Arz-ı Mevuda (Filistin ve Şam bölgesi) girmek ona nasib oldu. Amalika kafirleriyle ve yerli kavimlerle uzun müddet muharebe ve mücadele ederek; Filistin, Ürdün ve Şam topraklarını ele geçirdi. İsrailoğullarını o beldelere yerleştirdi. Bir müddet İsrailoğullarının idareciliğini yaptı. Yüzyirmiyedi yaşındayken Filistinde vefat etti. Kabrinin, Nablusda veya Halep yakınlarındaki Mearre şehrinde olduğu rivayet edilir.
Musa ın kız kardeşinin oğlu olan Yuşa , onun hususi talebesi, halis hizmet görücüsü ve en yakın dostlarından idi. İsrailoğullarından Yusuf ın neslinden gelen kolun reisi ve bütün askerlerinin başkumandanıydı. Musanın, Hızır la görüşmesinde yanlarında bulundu. Pek çok zamanlarda onun en yakın yardımcısı oldu. Musa , Firavunun zulmü üzerine, Allahın emriyle kendine inanan ve tabi olanlarla birlikte Mısırdan Tih sahrasına hicret etti. Firavunun zulmünden kurtulduktan sonra, İsrailoğullarını toplayıp bir hutbe okudu. Bunu dinleyenler, mana ve hakikatini düşünüp hayran kaldılar. hadiste buyruldu ki; “Musa Beni İsrailin arasında hutbe okumak için ayağa kalktığında, kendisine, insanların hangisi en alimdir diye soruldu. Musa “En alim benim” dedi. Allah ona; “İki denizin kavuştuğu yerde benim kullarımdan bir kul var, o senden daha alimdir” diye vahy indirdi.”
Başka bir rivayette de şöyle bildirildi: Musa ; “Ya Rabbi! Kazada (hüküm vermede) en üstün kulun hangisidir?” diye sordu. Allah; “Nefsine uymayıp, hak ve adalet üzere hükmedendir” buyurdu. Musa tekrar; “Ya Rabbi! En alim kulun kimdir?” dedi. Allah buyurdu ki: “İlmi insanlarca çok istenen kimsedir. Onun bir sözü benim hidayetime, onun meni benim menime delalet eder.” Musa; “Ya Rabbi! Onu nerede bulurum?” diye sordu. Allah; “Deniz kenarındaki sahradadır” buyurdu. Musa ; “Ya Rabbi! Ona nasıl kavuşurum?” deyince, Allah; “Zenbiline (sepetine) tuzlu bir balık koy; balığın canlandığı yerde onu bulursun” buyurdu.
Musa zenbiline bir miktar ekmek ile tuzlu bir balık koydu. Yeğeni Yuşa ı da yanına alarak, Hızır la görüşmek üzere yola çıktılar. Yuşa a; “Balık canlandığı zaman bana haber ver” dedi. Bir müddet gittikten sonra, iki denizin birleştiği yerde bir pınar başında oturdular. İstirahat etmek için oturdukları yerde, Musa, bir taşı başının altına yastık yapıp, uyudu. Yuşa ise abdest alıyordu. Abdest suyundan sıçrayınca, zenbilin içindeki balık, Allahın kudretiyle dirildi ve denize gitti. Denizde balığın büyüklüğüne göre yol açıldı. Yuşa bu hale şaşırdı. Kalktığında Musayı durumdan haberdar etmeye niyetlendi. Fakat Allahın hikmetiyle unuttu. Musa kalktıktan sonra, yola devam ettiler. Bir müddet gittiler. Kuşluk vakti olmuştu. Musa ; “Yorulduk, getir yemeğimizi yiyelim” dedi. Bunun üzerine Yuşa gördüklerini anlattı ve; “Ya Musa ! Biz deniz kenarında bir pınar başına gelip, sen istirahat için yattığın zaman, benim abdest suyumdan sıçrayan damlalar balığa değince, dirilip denize gitti. Gittiği yer, kendine göre yol oldu. Bunu ve balığın durumunu size haber vermeyi unuttum” dedi.
Yuşa olanları gördüğü gibi anlatınca, Musa memnun oldu ve; “Ya Yuşa! İşte şu senin gördüğün garib iş, bizim aradığımız şeydir. Bu yolculuğa çıkışımızın sebebi odur. Çünkü ilim öğrenmek için aradığımız zatı, balığın dirilip denize aktığı yerde bulacağız, geriye dönelim” buyurdu. Sevinerek, geldikleri yoldan geri döndüler. Kendi izlerini takib ederek, balığın dirilip denize girdiği yere geldiler. Orada, Hızır ı ibadet ederken buldular. Musa , Hızırı görünce selam verdi. Karşılıklı sohbete dalıp yolculuğa çıktılar. Onlar yolculuğa çıkarken, Yuşa geriye döndü.
Bu kıssa, Kuran-ı kerimde mealen şu şekilde bildirildi: “Bir vakit, Musa, hizmetinde bulunan gencine şöyle demişti: Ben, iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar (Hızır a kavuşmak için) gideceğim. Yahut (maksadıma kavuşmak için) uzun zaman (senelerce veya seksen sene) gideceğim.” İki denizin birleştiği yere ulaştıkları zaman (bir pınarın başında taş üzerine oturdular) balıklarını unuttular. O vakit o balık, denizde uzun bir yarığa doğru yolunu tutmuştu. İki denizin birleştiği yeri geçtikleri zaman, Musa genç refikine; Yemeğimizi getir, gerçekten biz (istirahat ettiğimiz yerden sonraki) bu yolculuğumuzdan yorgun düştük” dedi. (Yuşa , Musa a) dedi ki: “Gördün mü, (iki denizin birleştiği yerdeki) kayada eğlendiğimiz (dinlendiğimiz) zaman (balığa ait garib bir hadise oldu) o balığın halini size söylemeyi unuttum. Onu sana haber vermeyi bana ancak şeytan unutturdu. (yani unutmama sebep oldu. Beydavi tefsirinde buyruldu ki: “Unutmayı şeytana nispet etmesi, nefsini aşağılamak içindir. Yoksa unutmayı yaratan Allahdır.) O balık denizde yolunu acaib bir surette tutmuştu. (O canlanarak denize atılmış, bir yolu takib edip gitmişti. Musa bu sözü işitince); İşte bu, (balığı kaybetmemiz) aradığımız şeydir (zira bu balık, aradığımız kimsenin varlığına delil idi)” dedi. Hemen izlerini takib ederek (balığın denize girdiği) sahraya geldiler.
Orada kendi indimizden bir rahmet (vahy ve nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz ve ona ledünni ilimi (ilm-i batını) öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır ) buldular.” (Kehf suresi: 60-65)
Allah, Musa ın kavmine Arz-ı Mevudu (Filistin ve Şam bölgesini) ihsan edeceğini bildirdi. Fakat o beldelerde zalim ve zorba bir kavim olan Amalikalılar yerleşmişti. Bunlar, Nuh ın oğlu Samın oğlu Lavezin oğlu Amalika mensup olan kavim olup, iri cüsseli ve kuvvetli kimselerdi.
Allah bu kavmi helak edip, Şam ve Filistin diyarlarını İsrailoğullarına vatan kılacağını Musa a bildirdi. İsrailoğullarına, bu bölgede bulunan Eriha şehrine gidip yerleşmelerini emretti ve; “Ey Musa! Ben burayı sizin için memleket ve yerleşme yeri olarak yazdım, takdir ettim. Oraya git ve düşmanlardan kim varsa onlarla harb et. Zira onlara karşı sizin yardımcınız benim. Kavminden her koldan bir temsilci (nakib) seç al. Onlar vefakar ve itaatti olsunlar” buyurdu.
Bunun üzerine Musa her sıbtdan, (İsrailoğullarının her bir kolundan) iyi haber toplayan, sözünde sadık ve vefakar birer temsilci seçti. Bunları, Eriha şehri ve ahalisi hakkında bilgi toplamak üzere gönderdi. Aralarında Yuşa bin Nun da bulunuyordu. Haber toplamak üzere vazifelendirilen kimseler Erihaya gittiler. O belde ahalisinin iri cüsseli, çok kuvvetli ve kalabalık olduğunu görünce korktular. Geriye dönüp, kavimlerine gördüklerini anlatarak, onların harbe gitmelerine mani oldular.
Musa ın kavmi, gelen temsilcilerin Eriha şehri ahalisinin cüsseli, kuvvetli ve kalabalık olduklarını bildirmeleri üzerine, harb etmekten vaz geçtiler. İçlerine bir korku düştü. Ağlayıp feryada başladılar, ve; “Keşke Mısırda ölseydik. Yahut burada ölsek de, Allah bizi o zalimlerin memleketine sokmasa. Yoksa hanımlarımız, çocuklarımız ve mallarımız ganimet olarak kalacak” dediler. Temsilciler içinde bulunan, Allahın kendilerinden ismet ve tevfik ile haber verdiği, Yuşa bin Nun ile Kalib bin Yukna ise, kavimlerine gelip, belde ahalisinin kötü hallerinden bahsetmediler. Diğer kabilelerden o belde ahalisi hakkındaki haberleri duyanlara ise, korkulacak bir şey olmadığını, Allahın yardım ve inayetiyle Erihanın fethedileceğini bildirip, Musa a yardımcı olmağa çalıştılar. Bu husus, Kuran-ı kerimde Maide suresi 23. ayetinde mealen; “Allaha iman edip, Ondan korkanlardan (Amalika kavmi hakkında bilgi toplamak için gidip, o kavmin kuvveti ve çokluğuyla ilgili haberleri, İsrailoğullarına bildirmeyen Yuşa bin Nun ve Kalib bin Yukna adındaki) iki kimse, İsrailoğullarına dediler ki: “Ey İsrailoğulları! Cebbarların (zalimlerin) şehrinin kapısından hemen girin. (Onların vücutlarının büyüklüğünden korkmayın. Biz onları gidip gördük ve öğrendik. Onların bedenleri büyük ve kuvvetli, fakat kalbleri zayıftır. Sizinle harb etmeğe ruhi metanetleri yoktur.) Bir defa kapıdan girdiniz mi, (Allahın vadettiği yardımın size gelmesiyle) elbette siz galiplerden olursunuz. Siz, gerçekten inanan, Allahın vadini tasdik eden kimseler iseniz, (Allahın kudretine, size yardım edeceği hakkındaki vadine, Musa ın peygamber olduğuna inanıyor, iman ediyorsanız; düşmanların boy ve cüsselerine bakarak aldanmayınız ve onlardan korkmayınız. Size ilahi yardımın geleceği hususunda ve bütün her halinizde) Allaha tevekkül ediniz. (Ona itimat ediniz. Yalnız Ona güveniniz ve cihaddan geri durmayınız!)”
Musa , Allah tarafından vad edilen beldeye kavmini yerleştirmek istiyordu. Onların harbe gitmekten vazgeçmeleri üzerine; “Allahın bildirip vadettiği mukaddes yere girin. Zira oranın fethini size nasib edecektir. Firavunun zulmünden kurtarıp, denizden yol açan Allah, şimdi de sizi oraya ulaştıracak ve o zalimlere karşı muzaffer kılacaktır” dediyse de, sözünü dinlemediler. Bununla da yetinmeyerek, kendi içlerinden seçilmiş olan Yuşa bin Nun ve Kalib bin Yuknanın da nasihatlerine kulak asmadılar. Hatta onları taş ve sopalarla öldürmek istediler. Musaya da; “Ey Musa! Cebbarlar, zalimler kavmi o bölgede bulundukları müddetçe, biz oraya gidecek ve o beldeye girecek değiliz. Artık sen ve Rabbin, (Rabbinin sana vad ettiği yardımla) beraber gidin de, ikiniz onlarla çarpışın, muharebe edin. Biz burada kalıp, oturucularız” dediler.” (Maide suresi: 24)
İsrailoğulları, Yuşa bin Nun ve Kalib bin Yuknayı taşlayıp, Musa a karşı gelerek, Allaha isyan edince, Musa üzüldü ve kırık kalbiyle Rabbine münacatta bulunup; “Ya Rabbi! Ben kendimle kardeşimden (Harundan veya sana iman eden herhangi bir din kardeşimden) başkasına sahip değilim. (Başkalarına söz geçiremem). Artık bizimle bu fasık kavmin arasını ayır. (Bizim hakkımızda layık olduğumuz, onlar hakkında müstehak oldukları şey ile hükmet. Bizi, onların yakınlığından ve arkadaşlığından ayır) dedi.” (Maide suresi: 25)
Allah, Musa ın duasını kabul edip, kavmin isyanı yüzünden kırk sene müddetle, Arz-ı Mevud denilen bölgeye girmelerini haram kıldığını, onların Tih sahrasından çıkamayacaklarını bildirdi. O kavim kırk sene, Tih sahrasında şaşkın ve serseri bir şekilde dolaştı. “Biz harbe gitmeyiz” diyerek Arz-ı Mevuda gitmek istemeyenlerin hepsi, kırk sene içinde öldüler. Kırk senenin sonlarına doğru, Harun ve ondan üç sene sonra Musa vefat ettiler.
Musa vefat ederken, yerine Yuşa ı halife bıraktı. Allah Yuşa ı da İsrailoğullarına peygamber olarak vazifelendirdi. Bu sırada, İsrailoğulları arasında Yuşa bin Nun ve Kalib bin Yukna gibi, Musa a inanan ve itaat eden yaşlılardan pek az kimse kalmıştı. “Biz cebbarlarla (zalimlerle) harbe gitmeyiz” diyenler ölmüş, yerlerine oğulları yetişmişti. Arz-ı Mevuda girmesi haram kılınan kimselerden bir fert bile yoktu. Allah, Yuşa a; İsrailoğullarını toplayıp Tih sahrasından çıkarmasını ve Arz-ı Mevud denilen bölgeye gidip, cebbarlara (zalimlere) karşı harbetmesini emretti. Yuşa , İsrailoğullarını toplayarak Eriha şehrini kuşattı. Kuşatma altı ay sürdü. Nihayet bir Cuma günü, akşam üzeri, mucizeler göstererek şehri fethetti. Yuşa ve ona inananlar, Erihaya girip zalim ve kafir olan ahalisine hücum ederek hezimete uğrattılar. Şehri fethettikten sonra İlya (Eyliya) şehrini de aldılar. Bu şehirlerin, Yuşa ve ona inananlar tarafından fethedildiğini duyan etraftaki şehirlerin hükümdarlarından beşi bir araya gelip, ittifakla İsrailoğullarına karşı savaşa girdiler. Sonunda hepsi de yenilerek hezimete uğradılar. Kaçanlar bir yere toplanınca, oraya iri taneli, dolu yağdı. Yağan bu dolularla, hükümdarlar hariç hepsi helak oldu. Kaçarak bir mağaraya saklanan zalim hükümdarlar da yakalanıp öldürüldü.
Yuşa , Eriha ve İlya (Eyliya) şehirleriyle civarını fethettikten sonra, Belka şehri üzerine yürüdü. Etrafı kuvvetli surlarla çevrili olan Belka şehrinin, Belak isminde zalim bir hükümdarı vardı. Bu şehirde, Belam bin Baura isimli, İsm-i azam duasını bilen, her duası kabul olan, ilim ve ibadette son derece yüksek bir zat vardı. Sözlerini yazıp istifade etmek için, elinde hokka ve kalem ile yanında bekleyen ikibin kişi bulunmaktaydı. İsrailoğullarından olduğu da rivayet edilen bu seçkin kişi, İbrahim ın dinine inanmaktaydı. Yuşa ve ordusunun Belka şehrine gelmekte olduğunu öğrenen Belak, ona karşı koyacak güçte olmadığını bildiğinden, çaresizlik içinde kıvranıyordu. Yuşa ın ordusu, zamanın en ileri silahlarıyla donanmış olarak, üzerlerine doğru ilerliyordu. Bunu duyan Belka şehri ahalisini korku ve panik sardı. Zulmü ile meşhur olan hükümdarları Belaka giderek durumu bildirdiler. Her duası Allah tarafından kabul edilen Belam bin Bauraya başvurmasını istediler.
Hükümdar, Belama gelerek; “Ey Belam! Yuşa bin Nun, İsrailoğullarından meydana gelen kalabalık bir orduyla topraklarımıza gelmek üzeredir. Hepimizi beldemizden çıkaracağından ve bizi öldüreceğinden korkuyoruz. Zaten onların gayeleri bu topraklarda yerleşmektir. Eğer bu şehre gelirlerse, dünya, başımıza zindan olacak. Tek ümidimiz senin duandır. Çünkü senin duan, Rabbin tarafından geri çevrilmez ve kabul edilir. Bu beladan kurtulmamız için bize dua et” dedi. Belam, düşünmek için mühlet istedi. Bu sırada Belka şehri ahalisi de gelip, dua etmesi için ısrar ettiler Onların bilmediklerini bilen Belam, Allahın peygamberi olan Yuşa ın aleyhine dua edemeyeceğini bildirdi. Onlara nasihat ederek yatıştırmak istedi. Ancak buna rağmen ısrar etmeleri üzerine; “Size yazıklar olsun! Yazıklar olsun ki, Allahın peygamberi ve onun ümmeti aleyhine dua etmemi düşünebiliyor ve isteyebiliyorsunuz. Onların bu topraklardan gitmeleri için nasıl dua edebilirim? Başlarında bulunan Yuşa , benim de inandığım ve ibadet ettiğim Allahın peygamberidir. Meleklerden yardım görmektedir. Üstelik yanındakilerin hepsi de, Allaha ve onun yardımına inanan kimselerdir” dedi.
Azgın ve imansız Belka şehri ahalisi, duada bulunması için daha da ısrar edince; “Bilmez misiniz ki, ism-i azamı, bildiklerimi ve kabul edilen duaları bana yüce Allah öğretti. Onun peygamberine ve ona inananlara karşı nasıl dua edebilirim. Sizin istediğiniz şekilde dua ettiğim takdirde, dünya ve ahiretim hüsran olur. Eğer onlardan kurtulmak istiyorsanız, Musanın dinine girin. Yuşa ı hak peygamber olarak kabul edin” dedi.
Bu türlü nasihat edici sözlere de kulaklarını tıkayan bu şehrin ahalisi, isteklerinde ısrar ettiler. Ona hediyeler getirip bir çok dünyalık vad ettiler. Buna rağmen dua etmeye yanaşmayan Belam bin Bauraya karısı yoluyla tesir etmek istediler. Karısı, Belama dedi ki: “Eğer bu kavmin, topraklarımızdan gitmesi için dua etmezsen, senden ayrılacağım.” Karısının bu türlü tehdidine de aldırış etmeyen Belam, nihayet Belka şehri hükümdarı Belak tarafından ölümle tehdit edildi. Belak, adamlarına emretti. Belamı, idam etmek üzere darağacı hazırladılar. Hükümdar, Belamı çağırtıp, idam ettirmek üzere darağacının yanına getirtti ve; “Ya dua edersin veya seni asacağım” diye tehdit etti. Hükümdarın ölümle tehdit etmesi, halkın bir çok hediyeler getirmesi ve karısının kendinden ayrılacağını söylemesi karşısında, Belam; “Müsade edin de, Rabbime arz edeyim” dedi. Darağacından kurtulduktan sonra, o gece rüyasında, Allah tarafından dua etmemesi emredildi.
Ertesi gün Belka şehri ahalisine; “Rabbime danıştım. Beni Yuşa aleyhinde dua etmekten nehy etti” dedi. Bu sözleri üzerine, halk tarafından tekrar ısrar edilip, hediyeler getirildi ve bir çok servetler vad edildi. Bütün bunların sonunda gönlünde dünya malına ve servetine karşı meyl belirdi. “Rabbime tekrar arz edeyim” dedi. Ancak o günden sonra, Allahtan kalbine ilham olunan herhangi bir emir veya yasak gelmedi. Halk ona gelerek; “Eğer Rabbin senin dua etmeni dilemeseydi, seni tekrar nehy ederdi” diye fitne vermeye başladı. İnsanların ısrarları ve hükümdarın ölümle tehdit etmesi ve kendisine vad olunan dünyalıklar karşısında dayanamayarak dua etmeye razı olup, şehrin dışındaki Husban Dağına gitmek üzere, merkebine binerek yola çıktı. Yanında Belka şehri ahalisinden pek çok kimse de vardı. Bir müddet gittikten sonra, eşeği birden yere çöküverdi. Belam, hayvandan inip onu kaldırmaya uğraştı. Güzellikle kaldıramayınca, döverek kaldırdı ve tekrar üzerine bindi. Az sonra, eşek tekrar çöktü. Yine zorlayıp döverek kaldırdıysa da, birkaç adım gittikten sonra hayvan tekrar çöktü. Çöken eşeğini tekrar kaldırmaya çalıştı. Fakat bu sırada, Allah, eşeğe lisan verdi. Eşek konuşmaya başladı ve Belama; “Ey Belam! Sana yazıklar olsun. Nereye gidip, ne yapmak istiyorsun? Görmüyor musun? Melekler önüme çıkıyor ve beni senin yolundan çeviriyorlar. Sen onların aleyhinde dua etmek için yola çıkıyorken; “Allahın peygamberi ve ona inananlar da senin aleyhinde dua etmektedirler” dedi.
Eşeğin bu şekilde ikazı üzerine, dua etmenin kendisi için uygun olmayacağı kanaatine varan Belam bin Baura, yoldan dönmeye karar verdi. Ancak bu sırada, Allahın düşmanı olan melun şeytan, insan suretinde gelip; “Ey Belam, niçin dönüyorsun?” diye sordu. Belam da ona; “Eşeğin sözlerini duyduktan sonra nasıl giderim? Nasıl Rabbime karşı çıkar ve Ona inananların karşısında olurum? Evet, bu işten Rabbimin razı olmadığını biliyordum ama yanıldım, hataya düştüm” dedi. Belamın bu sözleri ve geri dönme isteği üzerine şeytan, ona musallat olup; “Ey Belam! Sen akıllı bir kimsesin. Bilirsin ki eşekler konuşmaz. Bu sözler olsa olsa şeytanın işidir, onun sözüne uyma. Sen mutlaka dua etmelisin. Senin dua etmen, itibarını ve insanların sana meylini arttıracaktır. Sen de bundan faydalanıp, kavmini imana davet eder, onların kurtulmalarına vesile olabilirsin. Belki Rabbin sana peygamberlik de verir, üstelik verdikleri mal ve servet sana kalır, karın da senden ayrılmaz” diye vesvese verdi. Bu sözleri işiten Belam bin Baura, şeytanın vesvesesine aldanarak eşeğini yeniden dağa doğru çevirdi. Belam, Husban Dağının tepesine ulaşınca, ellerini dua için kaldırdığı zaman, dilinden, Belka ahalisi aleyhine ve İsrailoğulları lehine kelimeler dökülmeye başladı. Bu sözleri işiten kavmi hayretle; “Ey Belam! Ne yapıyorsun? Onlara dua ediyor, bize beddua ediyorsun” dediler. Belam onlara; “Bu sözleri isteyerek söylemiyorum. Allah tarafından böyle konuşturuluyorum” dedi. Bu sırada Allahın hikmetiyle, dili ağzından çıkıp göğsü üzerine sarktı. Allahın gadabına uğradığını anlayan Belam; “Eyvah, dünyam ve ahiretim gitti. Bende, hileden ve hainlikten başka bir şey kalmadı” diye feryad etti. “Ey Belam! Duaların niçin etkisiz kaldı?” diye soranlara; “Rabbimin gadabına uğradım. Dualarımı reddediyor. Ben de kapısından kovuldum” diyerek cevap verdi.
Allahın kendisine ihsan ettiği nimetlerin kıymetini bilmeyen, irade-i cüziyyesini şeytanın ve kötü insanların istekleri, doğrultusunda kullanan Belam; nefsin ve şeytanın saptırmasıyla, dünya malına ve kadına meylederek yeni hileler peşine düştü. Belka ahalisine; “Artık bundan sonra dua etmem. Ama öyle bir hile yapacağım ki, İsrailoğulları bizim beldemize gelmekten vaz geçip gidecekler” dedi.
Kavmine yönelerek; “Kadınlarınızdan bir kısmını süsleyerek şehrin dışına, İsrailoğullarının yanına gönderin, İsrailoğullarının, kadınlara karşı zaafı vardır. Kadınlara ilgi gösterirler. Sakın engel olmayın. Hatta imkan tanıyın ki, onlar sizin kadınlarınızla zina etsinler. Onların zina etmesi sebebiyle, gökten bir bela iner de, zina edenlerin hepsini yok eder. Bu suretle siz de onlardan kurtulursunuz” dedi.
Zalim hükümdar Belak, şehir ahalisine Belamın söylediklerini yapmalarını emretti. Onlar da kadınları süsleyip, İsrailoğullarının arasına gönderdi. Bu kadınlar arasında, Belka şehri hükümdarı Belakın kızı da vardı. İsrailoğullarından Zemri bin Şelum adındaki bir kimse, beğendiği bir kadını alarak çadırına götürüp, onunla zina etti. Zaten kadınlara karşı aşırı zaafı olan İsrailoğullarının, bir kısmı birer kadınla zina etti. Bu azgınlık ve isyanları üzerine, Allah onlara, taun (salgın veba) hastalığını gönderdi. Zina edenlerin çoğu bir gün içinde ölüp helak oldular. Rivayetlere göre bir gün içerisinde, İsrailoğullarından yetmişbin kişi helak olmuştur.
Bu sırada, Finhas bin Ayzar isminde güçlü kuvvetli bir zat gelip, İsrailoğullarının bu azgınlığa düştüğünü üzülerek gördü. Sapıtmalarına, Zemri bin Şelumun önayak olduğunu öğrendi ve onun çadırına gitti. Bir kadınla zina etmekte olduğunu görüp ikisini birden mızrağıyla öldürdü. İbret almaları için, bu durumu herkese gösterdi. Bunun üzerine İsrailoğulları, zinadan vazgeçtiler. Allah da onlardan taun (salgın veba) hastalığını kaldırdı.
Uzun bir muhasaradan sonra Belka şehrini fetheden İsrailoğulları, Belakı ve Belam bin Baurayı öldürdüler. Böylece Belka şehri, İsrailoğullarına geçmiş oldu.
Bu husus, Kuran-ı kerimde mealen; “Ey Resulüm! Onlara (yahudilere veya Mekkeli müşriklere) o kimsenin (Belam bin Bauranın) haberini de oku (onlara hatırlat) ki, biz o kimseye vaktiyle ayetlerimizi vermiştik. (Ona tevhide ait bilgilerle iman ve hidayet vermiştik ve İsm-i azamı bildirmiştik. Fakat bunlardan istifade edemeyerek) küfre yönelmek suretiyle ayetlerimizden sıyrılıp ayrıldı. (Allahın emirlerine muhalefet etti.) Şeytan da onu kendine tabi kıldı. Artık sapıklardan olmuş oldu. (Dalalete düşmüş, helake maruz kalmış kimselerden oldu.)
Eğer biz dileseydik o kimseyi, ayetlerimiz (ile amel etmesi) sebebiyle salih alimler derecesine yükseltirdik (ve onu ayetlerimizle küfürden korurduk.) Fakat o, dünyaya meyletti. (Dünya varlığını isteyerek dine aykırı iş yaptı.) Hevasına tabi oldu. (O, ayetlerden yüz çevirerek dinden döndü.) Onun gibiler (soluyan) köpek gibidir. Onun üstüne varsan da (kovsan da) dilini sarkıtır, solur. Terk etsen de (kendi haline bıraksan da) yine dilini çıkarır, solur. İşte bu (köpek misali nefret verici durum), ayetlerimizi tekzib eden kavmin misalidir. Artık bu kıssayı (Mekkeli müşriklere veya yahudilere) anlat. Belki onlar düşünüverirler (de senin son ve hak peygamber olduğunu anlarlar.) (Araf suresi: 175, 176)
Bu ayet-i kerimelerde, ilim sahiplerine şiddetli tenbih vardır. Zira, Allah ona; birliğinin ve varlığının delillerini göstermiş, idrak ihsan etmiş, İsm-i azamı öğretmiştir. Üstelik dualarının hepsini kabul etmiştir. Bu kimse nefsinin arzusuna bir an uyarak, dinden çıkmış, imandan soyunmuş ve köpek derecesine inmiştir.
Yine bu ayet-i kerimede şuna işaret edilmiştir: “Allahın çok nimet verdiği kimse, hidayet üzere gitmekten yüz çevirip, dalalete, nefsinin arzularına boyun eğerse, Allahtan uzaklığı da nimetlerin yüksekliği kadar çok olur. Bu hususla ilgili olarak Resulallah efendimiz; “İlmi artıp da hidayeti artmayan kimsenin, ancak Allahtan uzaklığı artmıştır” buyurmuşlardır.
Müfessirlerin çoğu Araf suresi 175 ve 176. ayet-i kerimelerinde bildirilen kimsenin, Belam bin Baura olduğunu haber verdiler. Bu kıssa hakkında başka rivayetler de vardır. Fakat umumi olarak; Allahın nimetlerine kavuştuktan sonra, kıymetini bilmemek suretiyle, irtidada (imansızlığa) ve sapıklığa düşen kimseler için olduğu bildirilmektedir.
Allahın insanlara dünyada iken ihsan ettiği nimet ve faziletlerin en üstünü, iman nimeti ve şerefidir. En mühim husus; ihsan edilen bu nimeti, son nefese kadar muhafaza ederek, ruhunu imanla teslim etmektir. Son nefeste ahirete imanla gidebilmek ve ebedi saadete kavuşabilmek için, dünyada Allahın emirlerini yapmak ve yasaklarından sakınmak lazımdır. Vakit geçirmeden, daha önce yapılan, günah ve kusurlara tevbe etmelidir. Çünkü her günahı yaptıktan sonra tevbe etmek de farzdır. Her günahın tevbesi kabul olur. Kimya-ı Seadet de buyruluyor ki: Şartlarına uygun yapılan tevbe, muhakkak kabul olur. Tevbenin kabul edileceğinde şüphe etmemelidir. Tevbenin, şartlarına uygun olup olmamasında şüphe etmelidir. Tevbe edilmeyen herhangi bir günahtan, Allah intikam alabilir. Çünkü Allahın gadabı, günahlar içinde saklıdır. Allah pek kuvvetli, herkese galip ve intikam alıcıdır. Yüzbin sene ibadet eden makbul bir kulunu, bir günah sebebiyle sonsuz olarak red edebilir. Bunu Kuran-ı kerim haber veriyor ve ikiyüzbin sene itaat eden iblisin (şeytanın), kibirlenip secde etmediği için, ebedi melun olduğunu bildiriyor. Yeryüzünde halifesi olan adem ın oğlunu, bir adam öldürdüğü için ebedi tard eyledi.
Salebe, sahabe arasında çok zahid idi. Çok ibadet ederdi. Camiden çıkmazdı. Bir kere sözünde durmadığı için, sahabilik şerefine kavuşamadı, imansız gitti. Peygamber efendimize de onun için dua etmemesi emir olundu. Allah, bunlar gibi daha nice kimselerden, bir günah sebebi ile, böyle intikam almıştır. Belam bin Baura da şeytanın vesvesesine ve nefsinin hevasına uyarak dünyaya ve kadına meylettiği için, son nefeste imansız gitti. “O gibiler köpek gibidir” diye dillerde kaldı.
O halde, her müminin günah işlemekten çok korkması lazımdır. Ufak bir günah işleyince, hemen tevbe ve istiğfar etmesi, yalvarması lazımdır. İslam alimleri, şu on şeyin son nefeste imansız gitmeye sebep olduğunu bildirmişlerdir: 1- Allahın emirlerini ve yasaklarını öğrenmemek, 2- Îmanını, Ehl-i sünnet itikadına göre düzeltmemek, 3- Dünya malına, rütbesine, şöhretine düşkün olmak, 4- İnsanlara, hayvanlara, kendine; zulüm, eziyet etmek, 5- Allaha ve iyilik gelmesine sebep olanlara şükretmemek. 6- Îmansız olmaktan korkmamak, 7- Beş vakit namazı vaktinde kılmamak, 8- Faiz alıp vermek, 9- Dinine bağlı olan müslümanları beğenmemek, 10- Fuhuş sözleri, yazıları ve resimleri söylemek, yazmak ve yapmak.
Bir kimsenin imanı, son nefeste belli olur. Bir çok kimse, bütün ömrünce kafir kalıp, sonunda imana kavuşabilir. Bütün ömrü iman ile geçip, sonunda tersine dönen de olur. Kıyamette, son nefesteki hale bakılır.
Belam bin Bauranın, son nefeste imansız giderek helak olma sebep ve hikmetlerinden birisi; Allahın ihsan ettiği ilmin kıymetini bilmeyip, onunla amel etmemesi; nefsine ve şeytana aldanarak ilmini dünyalık ele geçirmek için kullanmasıdır.
Allah, Nisa suresi 36. ayet-i kerimesinde mealen; “Kendilerine ilim ve hidayet verdiğimiz kimseler, ilimlerini insanlardan saklarsa, Allahın ve lanet edenlerin lanetleri, bunların üzerine olsun?” buyurarak, ilminin kıymetini bilmeyenleri ve ilmi ile insanlara faydalı olmayanları zemmetmektedir. Sevgili Peygamberimiz de; “Faydasız ilmi öğrenmekten ve Allahtan korkmayan kalbden ve dünyaya doymayan nefsten ve Allah için ağlamayan gözden ve kabule layık olmayan duadan Allah bizi korusun?” buyurmak suretiyle, faydalı olmayan ilimden Allaha sığınmıştır.
Peygamberimiz, bir gün Ebu Hüreyreye buyurdu ki: “Bir kimse, Hak teala hazretlerine Nuh ın ömrünce ibadet eylese, kendisinde su üç haslet bulundukça yaptığı ibadetten bir fayda edinemez. 1- İlmi ile amel etmemek, 2- Yediği yemeğin helal olmaması ve helali de israf etmek, 3- Allaha asi olmaktan kaçınmamak.” (Ehl-i sünnet itikadını öğrenmeyen, imanı bunlara uygun olmayan ve haramları ve farzları bilmeyen ve bunlara uymayan kimse, Allaha asi olur).
İlmin kıymetli ve şerefli olması; salih niyete bağlıdır. İlmi, cehaletten ve nefsinin hevasından kurtulmak için öğrenmelidir. İlmi ile amel etmek ve başkalarına öğretmek ve bunları ihlas ile yapmak da lazımdır. Amel ve ihlas ile olmayan ilim zararlıdır. hadiste; “Allah için olmayan ilmin sahibi, Cehennemde ateşler üzerine oturtulacaktır” buyruldu. Mal, mevki ve şöhret için ilim sahibi olmak böyledir. Dünyalık ele geçirmek için ilim öğrenmek, yani dini dünyaya vesile etmek, altın kaşıkla necaset yemeğe benzer. Dini, dünya kazancına alet edenler, din hırsızlarıdır. hadiste; “Din bilgilerini dünyalık ele geçirmek için edinenler, Cennetin kokusunu duymayacaklardır” buyruldu. Fen bilgilerini, dünya menfaati için öğrenmek caizdir. Hatta lazımdır. hadiste; “Bu ümmetin alimleri iki türlü olacaktır. Birincileri, ilimleri ile insanlara faydalı olacaktır. Onlardan bir karşılık beklemeyeceklerdir. Böyle olan insana; denizdeki balıklar, yeryüzündeki hayvanlar ve havadaki kuşlar dua edeceklerdir. İlmi başkalarına faydalı olmayan, ilmini dünyalık ele geçirmek için kullananlara, kıyamette Cehennem ateşinden yular vurulacaktır” buyruldu.
İmam-ı Rabbani hazretleri de Mektubatının 1. cilt 53. mektubunda buyurdu ki: “İnsanların saadeti, alimlerin elinde olduğu gibi, insanları felakete, Cehenneme sürükleyenler de, din adamı şeklinde görünen, din düşmanlarıdır. Din adamlarının iyisi, insanların en iyisidir. Dini, dünya isteklerine alet eden, herkesin imanını bozan din adamı da, dünyanın en kötüsüdür. İnsanların saadeti ve felaketi, doğru yola gelmesi ve yoldan çıkmaları din adamlarının elindedir. Büyüklerden biri, şeytanı boş oturuyor görüp, sebebini sormuş; şeytan demiş ki: “Bu zamanın din adamları, bizim işimizi görüyor, insanları yoldan çıkarmak için bize iş bırakmıyorlar.”
Belam bin Bauranın felaketine sebep olan hususlardan birisi de, dünyaya düşkün olmasıdır. Dünyaya düşkün olmakla ilgili olarak, Peygamber efendimiz buyurdular ki: “Dünyaya düşkün olmak bütün kötülüklerin başıdır. Dünyadan kendini sakınan kimseler, zahid olanlardır” ve “Ümmetim üç şeyi sever, fakat o üç şey onların değildir: 1- Vücuddaki canı sevmek, 2- Malı sevmek, 3- Dünyayı sevmek.” Dünya nedir, ne değildir?. Çok iyi bilmek lazımdır. Bunu alimlerimiz şöyle açıklamaktadır. Dünya, edna kelimesinin müennesidir. Yani, ism-i tafdildir. Masdarı, dünüv veya denaetdir. Birinci masdardan gelince, çok yakın demektir. Mülk suresinin; “Biz en yakın olan gökü, çırağlarla süsledik” mealindeki 5. ayet-i kerimesinde geçen dünya kelimesi böyledir. Bazı yerde de, ikinci mana ile kullanılmıştır. Mesela; “Deni, alçak şeyler melundur” hadis-i şerifinde böyledir. Yani: “Dünya melundur” demektir. Alçak şeyler, cenab-ı Hakkın nehy-i iktizai ve nehy-i gayr-i iktizaisidir. Yani, haram ile mekruhlardır. Şu halde, Kuran-ı kerimde, zemmedilen, kötü denilen dünya, haramlar ve mekruhlardır. Mal kötülenmemiştir. Çünkü, cenab-ı Hak, mala hayr adını vermektedir.
Ölümden önce olan her şeye dünya denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, dünyadan sayılmaz. Ahretten sayılırlar. ahirete yaramayan dünyalıklar, zararlıdır. Haramlar, günahlar ve mubahların fazlası böyledir. Dünyada olanlar, dinimizin emirlerine uygun kullanılırsa, ahirete faydalı olurlar. Hem dünya lezzetine, hem de ahiret nimetlerine kavuşulur. Mal; iyi de değildir, kötü de değildir. İyilik, kötülük, onu kullanandadır. O halde, melun olan, kötü olan dünya; Allahın razı olmadığı ahireti yıkıcı yerlerde kullanılan şeyler demektir. Kendini ve Rabbini unutup, lezzetlerine, şehvetlerine düşkün olanlar; yolda, hayvanının süsü ile, palan ile, otu ile uğraşıp, arkadaşlarından geri kalan yolcuya benzer. Çölde yalnız kalıp, helak olur. İnsan da ne için yaratılmış olduğunu unutup, dünya zinetlerine aldanır, ahiret hazırlığı yapmazsa ebedi felakete sürüklenir. Dünya sevgisi, ahirete hazırlanmaya mani olur. Çünkü, kalb onu düşünmekle, Rabbini unutur. Beden, onu elde etmeye uğraşarak ibadet yapamaz hale gelir. Dünya ile ahiret, doğu ile batı gibidir. Birine yaklaşan, ötekinden uzak olur. Bir kimse ibadetini yapmaz, geçiminde ve kazancında Allahın emirlerini ve yasaklarını gözetemezse, dünyaya düşkün olmuş olur.
Marifetnamedeki hadis-i şeriflerde şöyle buyruldu: “Mesud o kimsedir ki, dünya onu terk etmezden önce, o dünyayı terk etmiştir.”
“Arzusu ahiret olup, ahiret için çalışana, Allah dünyayı hizmetçi yapar.”
“Yalnız dünya için çalışana, yalnız kaderinde olan kadar gelir. İşleri karışık, üzüntüsü çok olur.”
“ahiretin sonsuz olduğuna inanan kimsenin, bu dünyaya sarılması, çok şaşılacak şeydir.”
“Dünya sizin için yaratıldı. Siz de ahiret için yaratıldınız! ahirette ise, Cennetten ve Cehennemin ateşinden başka yer yoktur.”
“Paraya, yiyeceğe tapınan kimse helak olsun!”
“Sizlerin fakir olacağınızı düşünmüyor, bunun için üzülmüyorum. Sizden önce gelmiş olanlara olduğu gibi, dünyanın elinize bol bol geçerek, Allaha asi ve birbirinize düşman olmanızdan korkuyorum.”
“Mal ve şöhret hırsının insana zararı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zararından daha çoktur.”
“Dünyayı terk eyle ki, Allah seni sevsin! İnsanların malına göz dikme ki, herkes seni sevsin!”
“Dünya, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tamir etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin!”
“Dünyaya, burada kalacağınız kadar, ahirete de, orada kalacağınız kadar çalışınız!”
Hadis-i kudside; “Ey dünya! Bana hizmet edene hizmetçi ol! Sana hizmet edene güçlük göster!” buyruldu.
Başka bir hadiste de; “Ya Rabbi! Beni sevenlere, hayırlı mal ver. Bana düşmanlık edenlere, mallarını ve çocuklarını düşman eyle!” buyruldu.
Bir yahudi öldü. Bir köşk ile iki oğlu kaldı. Köşkü taksimde anlaşamadılar. Duvardan bir ses geldi. “Benim için birbirinize düşman olmayınız. Ben bir padişah idim. Çok yaşadım. Mezarda yüzotuz sene kaldım. Sonra, toprağımla çanak, çömlek yaptılar. Kırk sene evlerde kullandılar. Kırıldım. Sokağa atıldım. Sonra benimle kerpiç yaptılar. Bu duvarın inşasında kullandılar. Birbirinizle dövüşmeyiniz. Siz de, benim gibi olacaksınız” dedi.
Yine İslam alimleri, dünyanın ne demek olduğu hususunda buyurdular ki:
Dünya zıll-i zaildir. Ona güvenen nadimdir. O seninle kalsa da, sen onunla kalmazsın. Dünyadan çıkmadan önce, kalbinden dünya sevgisini çıkar. Dünya lezzetlerine aldanmayan, Cennet nimetlerine kavuşur. İki alemde aziz ve muhterem olur. Dünya harabdır. Şerbetleri serabdır. Nimetleri zehirli, safaları kederlidir. Bedenleri yıpratır. Emelleri arttırır. Kendini kovalayandan kaçar. Kaçanı kovalar. Dünya bala, içine düşenler de sineğe benzer. Nimetleri geçici, halleri değişicidir. Dünyaya ve buna düşkün olanlara inanılmaz. Çünkü, bunlarda vefa ve safa bulunmaz. Fani olan ver ki, baki olan alasın. Kendini bilen kişinin, bu dünyaya düşkün olmasına şaşılır. Şakiler, dünyaya sarılır. Saidler, baki olana sarılır. Bedeninle dünyada ol, kalbinle ahireti bul! Nefsin arzularını terk eden, pak olur, afetlerden selamet bulur. Allahın razı olmadığını terk edene, Allah ondan iyisini ihsan eder. Dünyayı anlayan, onun sıkıntılarından üzülmez ve ondan sakınır. Ondan sakınan, nefsini tanır. Nefsini tanıyan, Rabbini bulur. Mevlasına hizmet edene, dünya hizmetçi olur. Dünya, insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kaçar, kaçarsan seni kovalar. Dünya, aşıklarına mihnet, lezzetlerine aldanmayanlara nimet, ibadet edenlere kazanç yeridir. İbret alanlara hikmet ve kendini tanıyanlara selamet yeridir. Ana rahmine nispetle Cennet, ahirete nispetle çöplük gibidir.
Belam bin Bauranın felaketine sebep olan hususlardan birisi de, nefsinin heva ve isteklerine tabi olmasıdır. İnsanın; şeytan, dünya, kötü arkadaş ve nefs gibi dört azılı düşmanı vardır. Nefs, bunların en önemlisi ve her an karşı karşıya geldiğidir. Onun arzu ve isteklerine boyun eğmek, hem dünyada hem de ahirette felakete uğramaya sebeptir. Belam bin Baura da, nefsinin isteklerine kapılarak yaratılış gayesinden gaflet ettiği için, son nefeste imansız gitmiştir. Peygamber efendimiz “Nefsini tanıyan, Rabbini tanır” buyurduğu için, nefsi çok iyi ve etraflıca bilmek lazımdır. Din ve dünya felaketine sebep olan nefs nedir? Onunla nasıl mücadele edilir? İnsanın, devamlı içinde sakladığı, her an imansızlık zehirini akıtmak için hazır bekleyen nefsi, İslam alimleri şöyle anlatıyorlar:
Nefs; Allahın, insanın vücuduna yerleştirdiği ruhun aksine olarak, her isteği onun zararına olan ve insanın üreme ve dünya için çalışmasını sağlayan bir kuvvettir. Dinimiz nefsin yaratılmasından maksadın; insanların üremesi ve dünya için çalışmaları olduğunu, bildirmektedir. İnsanlar, muhtaç oldukları şeylere kavuşmak ve korktuklarından korunmak için, şehvet ve gadab denilen iki ayrı kuvvetten istifade ederler. Ayrıca insanda, seve seve çalışması, usanmaması için nefs-i emmare denilen üçüncü bir kuvvet daha vardır. Nefs-i emmare, arzu edilenleri ele geçirmek, gadab edilenlerle dövüşmek için insanı zorlar, isteklerinde sınır tanımaz. Yaptığı işler, hep aşırı ve zararlıdır. Nefs-i emmareden hasıl olan kötülükler, insanın kendi hastalığıdır. Öldürücü zehirdir ve kullukla bağdaşmaz. Dışardan gelen kötü istekler, şeytandan gelmekte beraber geçici hastalıklardandır. Ufak bir ilaç ile kolayca giderilebilir. İnsanın en büyük düşmanı nefsidir. Varlıklar içinde en cahil olan insanın nefsidir. Çünkü, hep kendine zararlı şeyleri ister. Her istediği, Allahın yasak ettiği şeylerdir. Her işi, yaratanı olan ve bütün iyiliklerin sahibi bulunan Allaha karşı gelmektir.
Nefsin kötülüklerinden emin olmak için; İslamiyetin emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmak suretiyle onu tezkiye etmeli; kötülüklerden temizleyip faziletlerle süslemelidir. Nefsin tezkiyesi, doğru bir imana sahip olduktan sonra; farzları, haramları, vacib ve sünnetleri öğrenip, bütün işleri öğrenilenlere göre yapmakla mümkündür. Nefsin kötülüklerden temizlenmesiyle, kalb de kötü düşüncelerden arınır.
Nefsin şehvetlerine, isteklerine, lezzetlerine tabi olmaya hevay-ı nefs denir. Bunun, insanı dünyada ve ahirette felaketlere götüren pek kötü bir hastalık olduğu, ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. Çünkü nefs, daima Allahı inkar, Ona inad, isyan etmek ister. Her işte, nefsin arzularına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan, küfre veya bidat sahibi olmaya yahut fıska yani haram işlemeye başlar. Ebu Bekir Tamistani buyuruyor ki: “Nefse uymaktan kurtulmak, dünya nimetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefs, Allah ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür.” Sehl bin Abdullah-i Tüsteri buyuruyor ki: “İbadetlerin en kıymetlisi, nefse uymamaktır.” İslam bin Yusuf Belhi, Hatim-i Esama (rahmetullahi aleyhima) bir şey hediye etti. Hatim bunu kabul edince; “Bunu kabul etmek nefsin arzusuna uymak olmaz mı?” dediler. “Kabul etmekle kendimi zelil, onu aziz eyledim. Red etseydim, kendim aziz, o zelil olurdu. Nefsimin hoşuna giderdi” dedi. Resulallah efendimiz uzun bir hadis-i şerifin sonunda; “İnsanı felakete sürükleyen şeyler üçtür: Hasislik, nefse uymak, kendini beğenmek.” buyurmuştur. İmam-ı Gazali buyurdu ki: “Allahın, insana yardımına mani olan perdelerin en kötüsü, ucbdur. Yani ayıblarını görmeyip, kendini beğenmektir. Îsa , havarilerine; “Ey havariler! Rüzgar çok ışıkları söndürmüştür. Ucb da, çok ibadetleri söndürmüş, sevablarını yok etmiştir” buyurdu.
hadiste; “Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar; nefse uymak ve ölümü unutup, dünya arkasında koşmaktır” buyruldu. Nefse uymak, İslamiyete uymaya mani olur. Ölümü unutmak, nefse uymaya sebep olur.
hadiste; “Aklın alameti; nefse galib ve hakim olmak ve öldükten sonra lazım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alameti; nefse uyup, Allahtan af ve merhamet beklemektir” buyruldu. Nefse uyup da, tevbe ve istiğfar etmeden, af ve Cennet beklemek ahmaklıktır. Sebebine yapışmadan bir şey beklemeye temenni; sebebine yapıştıktan sonra, beklemeye reca denir. Temenni, insanı tembelliğe götürür. Reca ise, çalışmaya sevk eder. Nefsin sevdiği, istediği şeylere heva denir. Nefs, yaratılışında kötülükleri, zararlı şeyleri sevici ve isteyicidir.
Yuşa ın kumandası altında, Eriha, Eyliya ve Belka şehirlerinin fethedilmesinden sonra, Arz-ı Mevud diye bilinen Filistin ve Şam diyarı, peyderpey İsrailoğullarının eline geçti. Fetihler yedi sene devam edip, Kudüs şehri de Yuşa ve ona inananlar tarafından fethedildi. Yaptıkları azgınlık ve isyanların cezası olarak, kırk sene müddetle Tih sahrasında kıtlık ve yokluk içinde kalan İsrailoğulları, Arz-ı Mevuda gelip türlü türlü nimetlerden istifade etmeye başladılar.
Beyt-i Mukaddesin bulunduğu Kudüs-i şerife girdikleri sırada, Tih sahrasından kurtuldukları ve Arz-ı Mevuddaki türlü nimetlere kavuştukları için, cenab-ı Hakka şükür secdesi yapmaları ve geçmiş günahlarına tevbe ve istiğfar etmeleri emredildi. “Hıtta” yani; “Ya Rabbi! Bizim dileğimiz günahlarımızın affolmasıdır. Ya Rabbi! Bizim günahlarımızı affedip, amel defterimizden silmeni niyaz ederiz” demeleri bildirildi. Fakat, İsrailoğulları Allahın bu emrini hafife alıp; “Hıtta” kelimesi yerine buğday manasına gelen “Hınta” dediler. Allah, emrini hafife alıp, alay ettikleri için, onlara azabını gönderdi. Bir rivayete göre, yıldırım düşüp asi olanların hepsi helak oldular. Bir başka rivayete göre de taun yani salgın veba hastalığına tutulup bir saat içinde, ölüp helak olmuşlardır.
Bu husus Bakara suresi 58 ve 59. ayetlerinde mealen; “Hatırlayın ey İsrailoğulları! Hani biz (sizin dedelerinize), şu beldeye (Beyt-i Mukaddese) giriniz. Oranın meyvelerinden ve yiyeceklerinden bol bol dilediğiniz yerde oturup yiyiniz. O beldenin kapısından secde eder olduğunuz halde mütevazı bir şekilde giriniz ve, (Ya Rabbi! Beşer olarak yaptığımız hata ve günahlarımızın bağışlanmasını senden niyaz ederiz manasına) Hıtta deyiniz. (Siz böyle niyaz ediniz ki) sizin hatalarınızı mağfiret edelim. İyilik edenlerin (Allaha ibadet ve taat ederek ihsanda bulunanların) mükafatını daha fazlalaştıracağız” dedik. Fakat bizim “Hıtta” demelerini emretmemiz üzerine nefslerine zulmedenler (İsrailoğullarından zulümkar olan kimseler) sözü (yani Hıtta kelimesini) kendilerine söylenilenden başkasına tebdil ettiler. (Hıtta yerine Hınta diyerek istihza ve alay ettiler.) Biz de yaptıkları fıskın (günahın) karşılığı olarak, o zalimlerin üstüne gökten korkunç bir azab indirdik” buyruldu.
Sahih-i Buharide, Ebu Hüreyreden rivayet edilen hadiste peygamber efendimiz buyurdu ki: “İsrailoğullarına (Beyt-i Makdise) o beldenin kapısından secde eder olduğunuz halde mütevazi bir şekilde giriniz ve; Ya Rabbi! Hıtta (yaptığımız hata ve günahlarımızı bağışlamanı senden niyaz ederiz)” deyiniz diye emrolundu. Onlar (dan zalim olanlar hafife alıp alay etmek için bu emirleri) değiştirdiler. Ve ellerini kalçalarına dayayıp, ayaklarını sürüyerek kibir ve gurur ile girdiler. “Hıtta” yerine “Habbetün fi şeiratin” (arpa tanesi) dediler.”
İbn-i Abbasdan rivayet edilen hadiste de; “İsrailoğulları, secde ederek mütevazi bir şekilde girmeleri emredilen kapıdan, ellerini kalçalarına dayayıp, ayaklarını sürüyerek kibir ve gurur ile girdiler. Onlar (dan zalim olanlar); Hıntatün fi şeiratin (Arpa içinde buğday isteriz) dediler” buyruldu.
Yuşa Eriha ve Kudüs şehirlerini fethedince o beldelerin ahalisinden bir çoğu, eman dileyip, imana geldi. Bu bölgedeki diğer şehirleri de fetheden Yuşa , batıda beş şehre gidip orayı da düşmanlardan aldı. Daha sonra Şam diyarına giderek orada yerleşmiş otuzbir hükümdarlığın beldelerini zaptetti. Putperest ve Allaha isyan eden hükümdarları öldürtüp, memleketlerini İsrailoğulları arasında taksim eyledi. Bu savaş ve fetihler yedi yıl sürdü.
Arz-ı Mevud denilen beldeleri yedi yılda fethedip, İsrailoğullarını oraya yerleştiren Yuşa , yirmi yıl daha İsrailoğullarına, Musa a nazil olan Tevratı okudu ve hükümlerini açıkladı. Onların Allaha iman ve ibadet üzere kalmalarına çalıştı.
Ömrünün sonuna doğru hastalandı. Bunu duyan Selem hükümdarı Barık, bütün halkıyla mürted olup dinden çıktı. Yuşa , hastalığı sebebiyle ona karşı harbe gidemedi. Yerine Kalib bin Yuknayı halife tayin etti. Mürtetlere de bedduada bulundu. Musa ın vefatından sonra, yirmiyedi yıl, insanlara Allahın emirlerini bildirdi ve 127 yasında vefat etti. Kabri, Nablus veya Haleb yakınındaki Mearre şehrinde olduğu rivayet edilir.
Yuşa , İstanbula hiç gelmedi. Beykoz tepelerinde ziyaret edilmekte olan kabrin, Yuşa peygambere ait olduğu söyleniyorsa da, tarihi bilgilere uygun değildir. Bu bir veli veya havarilerden biri olabilir. Böyle ise yine kıymetlidir. Yuşa peygambere ait olup olmadığını kesin olarak söylemek uygun değildir.
Yuşa ın vefatından sonra Kalib bin Yukna, Allaha iman edenlerle birlikte, daha önce mürted olup dinden çıkan Barık üzerine yürüdü. Selem diyarını fethedip, bunlardan onbin kadarını öldürdü. Barık ve ileri gelenlerini yakalayıp esir etti. Ölümden kurtulup dağlara kaçanlar da, Yuşa daha önce beddua ettiği için zillet ve sıkıntı içinde yaşayıp telef oldular.