"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Allahın nurunun dağa tecelli etmesi

Allahın nurunun, azametinin dağa tecelli etmesi:
Hazret-i Musa, Allahın kelamını duymak lezzetini tattığı ve cemalini görmek nimetinin çok daha fazla lezzetli olacağını da bildiği için, iştiyakı pek fazla artıp; “Ya Rabbi! Kelamını işittim. Bunun için seni görmek istedim. Seni görüp ölmek, bana görmeyip yaşamaktan daha sevgilidir” dedi. Allah ona; “Dağa bak” buyurdu. Bu, Medyen diyarında, Zübeyr denilen en büyük dağ idi. Allah tecelliyi ona mahsus kıldı. “Eğer o yerinde durursa, sen de beni görürsün” buyurup, o dağa tecelli eyledi.

Alimler, tecellinin tarifinde değişik şeyler bildirdiler: İbn-i Abbas ; “Allahın nuru, dağa tecelli etti” dedi. Abdullah bin Selam ve Kab-ül-Ahbar ise; Allahın azametinden dağa tecelli eden, iğne deliği kadardı. Onun azametinin bu kadarı, dağı yerle bir etti dediler.

Bu hususta Enes bin Malik , peygamber efendimizden şöyle rivayet etmiştir: Resulallah efendimiz Allahın, azamet nurunun dağa tecelli ettiğini bildiren ayet-i kerimeyi okudu. Bu tecellide, Allahın nurunun çok az bir kısmının tecelli ettiğini işaret ederek; Şöyle buyurdular ve başparmaklarını, işaret parmaklarının üst boğumu üzerine koydular.

Bazı alimler şöyle bildirmişlerdir: “Allah, yetmişbin perde arkasından dirhem kadar bir nur gösterdi. Bu nur, dağı yerle bir etti. O anda bütün sular tatlı oldu, bütün deliler akıllandı, bütün hastalar iyileşti, ağaçlardaki dikenler döküldü, yeryüzü yeşillendi ve çiçeklendi, mecusilerin ateşi söndü, putlar yüzükoyun yere yıkıldı.

Dağa tecelli olunmasıyla, dağın halinin nice olduğu hususunda da alimlerden değişik rivayetler bildirilmiştir: Bazı alimler, tecelli sebebiyle, dağın parça parça olup, her parçasının bir yere gittiğini; bazıları, dağın toprak olduğunu; bazıları, dağın eriyip yere geçtiğini; bazıları da yıkılıp denize düştüğünü bildirmişlerdir.

Allahı müminler Cennette görecektir. Fakat, nasıl olduğu bilinmeyen bir görmekle göreceklerdir. Nasıl olduğu bilinmeyeni, anlaşılmayanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmayan bir görmek olur. Belki, gören de, nasıl olduğu bilinmeyen bir hal alır ve öyle görür. Bu, bir muamma, bir bilmecedir ki, bu dünyada, evliyanın büyüklerinden seçilmişlere bildirilmiştir. Bu derin, güç mesele herkese gizli iken, bunlara hakikat olmuştur. Bunu, Ehl-i sünnetten başka, ne müminlerin fırkaları, ne de kafirlerin bir ferdi anlayamamıştır. Bu büyüklerden başkası, Allah görülemez, demiştir. Bunlar, bilmedikleri şeyleri, gördükleri şeylere benzeterek düşündükleri için, yanılmıştır. Böyle benzetmelerin, ölçmelerin, bozuk netice vereceği meydandadır. Bu gibi derin meselelerde iman şerefine kavuşmak, ancak Muhammed ın sünnetine yani yoluna uymak ışığı ile nasib olur. Allahı Cennette görmeğe inanmak şerefinden mahrum olanlar, bu saadete kavuşmakla nasıl şereflenebilir ki; “İnkar eden, mahrum kalır” sözü meşhurdur. Cennette olup da görmemek de uygun değildir. Çünkü, dinimiz, Cennette olanların hepsi görecektir diyor. Bir kısmı görecek, bir kısmı görmeyecek demiyor.

Cennet de, her şey gibi, Allahın mahlukudur. Allah, mahluklarının hiçbirisine girmez, birinde bulunmaz. Fakat mahluklarının bazısında Onun nurları zuhur eder. Bazısında ise, o kabiliyet yoktur. Aynada, karşısındaki cisimlerin görünüşleri zuhur ediyor. Taşta, toprakta ise etmiyor. Allah, her mahlukuna aynı nispette ise de, mahluklar birbirlerinin aynı değildir. Allah, dünyada görülemez. Bu alem, Onu görmek nimetine kavuşmaya elverişli değildir. Dünyada görülür diyen yalancıdır, iftiracıdır. Doğruyu anlayamamıştır. Bu dünyada, bu nimet nasib olsaydı, herkesten önce, Musa görürdü. Peygamberimiz miraçda, bu devletle şereflendi ise de, bu dünyada değildi. Cennete girdi. Oradan gördü. Yani, ahirette görmüş oldu. Dünyada görmedi. Dünyada iken, dünyadan çıktı, ahirete karıştı ve gördü.

Allahın görüleceğine inanmalı, nasıl görüleceği düşünülmemelidir. Çünkü Allahın işleri akıl ile anlaşılmaz. Dünya işlerine benzemez. (Fizik ve kimya bilgileri ile ölçülemez.) Allahın ciheti, karşıda bulunması yoktur. Allah, madde değildir. Cisim değildir. (Element değildir. Karışım, bileşik değildir.) Sayılı değildir. Ölçülemez. Hesap edilmez. Onda değişiklik olmaz. Mekanlı değildir. Bir yerde değildir. Zamanlı değildir. Öncesi, sonrası, önü arkası, altı üstü, sağı solu yoktur. Bunun için, insan düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı Onun hiçbir şeyini anlayamaz. Onun nasıl görüleceğini de kavrayamaz.

Musa ın Tur-i Sinaya gelmesi, otuz gün ve sonra on gün daha oruç tutması, Allah ile mükalemesi, konuşması ve Allahı görmek dilemesi, bunun dünyada mümkün olmadığının bildirilmesi, Allahın dağa tecelli etmesi hususlarında ayet-i kerimelerde mealen buyruldu ki:

“Biz, Musaya otuz gece (oruç tutmasına karşılık kendisine Tevratı vereceğimizi yahut kendisiyle konuşacağımızı) vad ettik. (Otuz gün Zilkade ayını oruçlu olarak geçirdi.) Sonra ona on gün daha ilave ettik. (Zilhiccenin ilk on gününü de oruçlu geçirdi.) Böylece ibadet için Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceye tamamlandı. (Bu ayet-i kerimede Musaya vad ve emredilen zamanın gece olarak bildirilmesi hususunda, alimler demişlerdir ki: “Hazret-i Musaya oruç tutulması emredildiğinden, oruç, hilali görmekle, orucun başlama ve bitmesi gece ile alakalı olduğundan, ayet-i kerimede gece lafzı kullanlmıştır.) Musa , kardeşi Haruna; “Kavmimin arasında benim halifem olarak bulun. İşlerinde düzeltilmesi icabedenleri ıslah eyle. Bozgunculuk edenlerin yoluna tabi olma!” dedi.

Vakta ki Musa, bizim, tayin ettiğimiz vakitte, Tur-i Sinaya geldi. Allah ona, vasıtasız olarak kelamını (sözünü) işittirdi. (Cebrail Musanın yanında iken, Hak tealanın ona ne söylediğini işitmedi. Musa Allahın bizzat kelamına muhatap olmanın lezzetinin şiddetinden, Onu görmek de diledi. Bu iştiyakını Allaha arzedip); “Ya Rabbi! Bana kendini göster, sana nazar edeyim” dedi. Allah; Sen beni (dünyada) göremezsin buyurdu. (alimler burada buyuruyorlar ki: Buradan Allahın görülmesi caiz olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, peygamberlerin mümkün olmayan bir istekte bulunması muhaldir, düşünülemez. Nitekim Allah; “Ben görülmem” veya; “Bana nazar edemezsin, bakamazsın” buyurmadı. “Hiç bir beşerin, bana dünyada nazar etmeye, bakmaya, beni görmeye takati yoktur. Her kim dünyada bana nazar edecek, beni görecek olsa, o anda ölür” buyurdu. Musa; “Ya Rabbi! Seni görüp ölmem, seni görmeden yaşamaktan bana daha sevgilidir” diye arzedince, Allah); “Fakat şu dağa nazar eyle. Eğer o dağ yerinde durabilirse, sen de beni görmeye takat getirebilirsin” buyurdu. Allahın azametinden ve nurundan çok az bir parçası dağa tecelli ettiğinde, o azamet ve nur, dağa zahir olduğunda, dağ parça parça oluverdi. Musa da dağın parçalanmasının dehşetiyle düşüp bayıldı. Kendine gelip ayıldığında, Rabbini tazim ederek; “Ya Rabbi! Seni her ayıb ve kusurdan tenzih ederim. (Senin emrin ve iznin olmadan bu şekilde bir istekte bulunduğum için) sana tevbe ettim. (Senin dünyada görülemeyeceğini anladım.) Ben müminlerin, iman edenlerin evveliyim dedi. (Çünkü bir kavme peygamber olan zatın imanı, o kavimde bulunan müminlerin imanlarının hepsinden evveldir. Her peygamber, ümmeti içinde müminlerin ilki, evvelidir)” (Araf suresi: 142-143)

“Hak teala, Musaya buyurdu ki; “Ya Musa! Ben, seni peygamber göndermemle ve vasıtasız olarak seninle konuşmamla, zamanındaki bütün insanlara seni mümtaz kıldım. Seni seçtim. O halde sen, benim sana ihsan ettiğim, peygamberlik ve diğer nimetlerimi al ve nimetlerime şükredenlerden ol!” (Araf suresi: 144)