Bilindiği gibi Musa, Harun ile buluştuktan sonra, Allahın emri ile Firavuna giderek onu tevhide, Allaha imana ve yalnız Ona ibadete davet ettiler. İsrailoğullarına serbestlik verilmesini istediler. Bu hususta ayet-i kerimelerde mealen buyruldu ki:
“İkiniz Firavuna varıp; “Biz, alemlerin Rabbi olan Allahın peygamberiyiz…” deyin.” (Şuara suresi: 16)
“İkiniz Firavuna gidin. Çünkü o, (ilahlık iddiasında bulunmakla) hakikaten pek azgınlık etti. Ona yumuşak muamelede bulunun, yumuşak söz söyleyin. Olur ki, nasihat dinler, yahut Allahın azabından korkar.” (Taha suresi: 43-44)
Hazret-i Musa ve Harun izin ile Firavunın, yanına girdiklerinde, Musa şöyle dua etti: “La ilahe illallah-ül-halim-ül-kerim. La ilahe illallah-ül aliyyül-azim, sübhane rabbissemavatis-sebı velardin-is-seb ve ma fihinne ve ma beynehünne ve rabb-il-arş-il azim ve selamün alel-mürselin vel-hamdülillahi rabbil-alemin! Ey Allahım! Bizi öldürmesinden, kötülük yapmasından sana sığınırım, ona karşı sen bize yardım et ve dilediğin şeyle beni ondan koru.” Bunun üzerine Musa ın kalbine emniyet geldi.
Sonra Firavun, Musa a; “Sen kimsin?” dedi. O da; “Ben alemlerin Rabbinin peygamberiyim” cevabını verdi. Firavun çok hayret etti. O, kendisinin ilah olduğunu iddia edecek kadar azmış, isyan ve taşkınlıkta pek ileri gitmişti. Birileri gelecek, ona secde etmeyecek, ondan başka hakiki bir mabudun, yegane ilahın Allah olduğunu söyleyecek, üstelik de; “alemlerin Rabbi olan Allahın resulü, peygamberiyim” diyecek… Bu, Firavun için düşünülebilecek, akla gelebilecek bir hal değil idi. O, senelerdir, böyle birinin çıkacağı endişesiyle, yeni doğan binlerce masum bebeğin kanına girmekten çekinmemişti. Şimdi biri gelmiş, ona peygamber olduğunu söylüyor, hem de, bunu söyleyen, vaktiyle sarayında ihtimamla büyüttüğü birisiydi. İşte bu, Firavuna daha ağır gelmiş, yerinde duramaz olmuştu. Şuara suresinin 18 ve 19. ayet-i kerimelerinde bildirildiğine göre, Musaya mealen şöyle dedi: “Biz seni yeni doğmuş bir çocukken yanımızda büyütmedik mi? Sen, ömründen nice seneler bizim aramızda kalmadın mı? Hem o yaptığın işi de sen yaptın… Sen, nankörlerdensin.”
Hazret-i Musa sükunet ve vakar içinde onu dinledi. Firavunın, sen çok suçlusun der gibi; “O yaptığın işi de sen yaptın, sen yaptın” diye tekrar tekrar söylediği iş, Musanın, vaktiyle, kıptinin ölümüne sebep olmasıydı. Firavun; “Seni besleyip, büyüttüğüm halde, evimde, sarayımda senelerce kaldığın halde küfran-ı nimette bulundun. Üstelik benim kavmimden, hem de, hizmetçim (ekmekçim) olan kıptiyi öldürdün. Şimdi de kalkıp nasıl böyle bir iddiada bulunabiliyorsun?” diyordu.
Hazret-i Musa, ona şöyle cevap verdi: “Ben o fiili işlediğimde herhangi bir kastım yoktu. Bu iş hata ile oldu. Öldürmek istememiştim. İstemeyerek vaki olan bu hadiseden sonra da, “Sizden çekinip, buralardan ayrıldım, Medyen diyarına gittim… Nihayet Rabbim bana hikmet (ilim, fehim) verdi ve beni peygamberlerden kıldı.” (Şuara suresi: 21) Hem beni besleyip, yanında büyütmeni niye başıma kakıyorsun. Bu hakikaten bir nimet değil ki. Sen, Beni İsrailden olanları köle yapmasaydın, doğan çocuklarını öldürmeseydin, ailem beni elbette yetiştirip büyütürdü. Senin eline bu sebepten düştüm. Sen, Beni İsraile böyle zulmetmeseydin, annem beni sandığa koyup, nehre bırakmak mecburiyetinde kalmaz, beni, çok güzel terbiye edip yetiştirirdi. Sana da muhtaç olmazdım.
Sen, benim kavmime zulmetmişsin. Onları köle yapmış, çocuklarını öldürmüş bir zalim iken, tutmuş, benim yanınızda kaldığımı başıma kakıyorsun. Bir kimse ki onun kavmine, akrabasına ihanet olunmuş, o zelil olmuştur. Onun rahat etmesi düşünülebilir mi? O halde Beni İsraile yaptığın zorbalık, bana olan iyiliğini silip götürmüştür.”
Bu haklı cevap karşısında hiç bir şey söyleyemeyen Firavun; “(Ya Musa!) alemlerin Rabbi (dediğin) kimdir? dedi.” (Şuara suresi: 23) Çünkü Musa ve Harun (aleyhimesselam) geldiklerinde; “alemlerin Rabbinin resulleri, peygamberleriyiz” demişlerdi. Firavun, Musayı, çocukluğunda yanlarında besledikleri için, cüzi iyiliklerini başına kakmak suretiyle bu davetinden alıkoyamayacağını anlayınca, böyle sordu. Buna cevap olarak, Musa; “O, gökler, yer ve bu ikisi arasında olanların (yani kainatın) Rabbidir. Eğer bu görünen mahlukatı idrak ederseniz, bütün mahlukatın yaratıcısının Allah olduğunu da yakinen anlamış olursunuz” dedi.” (Şuara suresi: 24)
Haddi zatında Firavun, alemlerin Rabbinin ne gibi bir şey olduğunu, mahiyetini sormuştu. Allahın zatının mahiyetini bilmek, anlamak bir kul için mümkün olmadığından, Musa, Onun eserlerinden, fiillerinden haber vermiştir.
Firavun, aldığı bu cevaptan çok hayrete düşmüştü. Hem Musa ile alay etmek, hem de orada bulunanları da hayrete düşürmek ve zihinlerini başka tarafa çekmek için, Şuara suresinin 25. ayet-i kerimesinde bildirildiğine göre; “Kavminin ileri gelenlerinden orada bulunanlara; “İşitiyor musunuz? (Ben ona Rabbisinin hakikatinden sual ediyorum. O bana fillerinden cevap veriyor) dedi.”
Aslında Firavun böyle söylemekle, mecliste bulunanların zihinlerini dağıtmak istiyordu. Çünkü Musanın sözleri çok fasih, beliğ ve pek tesirli olduğundan, oradakilerin ona meyletmelerinden korkmuştu. Şuara suresinin 26. ayet-i kerimesinde bildirildiğine göre, Musa fesahatle sözüne devam ve açıklamasında ziyade edip; “O sizin de, evvelki atalarınızın da Rabbidir” dedi.”
Yani, önceki cevabını, Firavunın, orada bulunanlara bir hata gibi göstermek istemesine karşılık o, daha açık bir şekilde ve hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir surette cevap verdi ki, bu delil, insanın kendi vücududur. Çünkü herkes kendi vücudunun bir takım et ve kemikten yapıldığını, sonradan meydana geldiğini bildiği için, bunun hakiki bir yaratıcısının bulunduğunu ikrar ve izhar etmek elbette lazım olduğunu, kimsenin bunu inkar edemeyeceğinden böyle söyledi. Bu apaçık hakikati inkar etmek, kuru bir inaddan öte geçmeyeceği için, Musa böyle söyledi. Firavuna; “alemlerin Rabbi olan Allah senin de evvelki atalarının da Rabbidir. Böyle olunca senin, Rablık davasında bulunman, ilah olduğunu söylemen, senin ve her şeyin Rabbi olan Allaha karşı apaçık bir isyan, düpedüz bir sahtekarlık ve zahir olan bir küstahlıktır” demiş oldu.
“Hazin” ve “Ebüssüud” tefsirlerinin bildirdiklerine göre Abdullah ibni Abbasdan gelen bir rivayete göre, Musa ve Harun (aleyhimesselam) Firavunla görüşmek üzere birkaç defa saraya geldikleri halde içeri alınmamışlar, bu esnada onların peygamber oldukları da her tarafta duyulmuştu. Nihayet Firavun, ilk görüşmelerinde onları, güya susturup, bu davalarından vaz geçirecek şekilde tedbirler aldı. Memleketin ileri gelenlerinden beşyüz kişiyi toplayıp, meclis kurdurdu. Meclise öyle kimseler getirtti ki, onlar Musayı sustursunlar, bunu herkes duysun ve bir daha Musanın sesi çıkmasın. Böyle bir düşünce ile meclisi hazırladı. Sonra da Musa ve Harunu kabul etti.
Fakat Musa öyle sözler söyledi ki; Firavun ve orada bulunanlar cevap vermekte aciz kaldılar. Firavunın; ben bir şey soruyorum o ise başka cevap veriyor diye istihza etmesi bile haddi zatında onun dediği gibi değildi. Musa ın sözleri gayet açık ve beliğ olduğu halde, Firavun, hem cevap vermiş olmak, hem de etrafındakilere karşı kendini mahcub etmemek için böyle ileri geri söylüyordu. Nihayet ilmi ve akli yollardan cevap veremeyeceğini anladığında yalan ve iftiraya başladı. Bu husus, ayet-i kerimelerde mealen şöyle bildirilmektedir: “Firavun, yine alay edici bir tavırla meclisinde olanlara; “İşte bu size gönderilen peygamberiniz(!) Elbette, muhakkak bir mecnundur. Delidir. Ben, ona bir şeyden sual ediyorum; o, başka şeyden cevap veriyor” dedi.
Musa dedi ki: “O Allah, doğu ile batının ve ikisi arasında bulunan her şeyin (bütün kainatın) Rabbidir. Eğer aklınız varsa size, bunun üstünde cevap olmadığını iyi bilirsiniz.” (Şuara suresi: 27-28)
Hazret-i Musa onlara; “Doğuyu, batıyı, güneşin seyrini inkar eder misiniz? Çünkü her gün gözlerinizin önünde cereyan eden bir hadisedir. Güneş doğup aleme ışık veriyor. Allah onu hareket ettiriyor. Güneş batıdan batıyor. Karanlık gelip, gece oluyor, istirahat ediyorsunuz. Ziyayı (parlaklığı) giderip karanlığı getiren kimdir? Bunu idrak etmeniz lazımdır. Eğer aklınız varsa, bunları düşünmelisiniz.
Ey Firavun! Bu minval üzere günleri, ayları, yılları yaratmakla, dört mevsimi meydana getirmekle mahlukatın iyiliğini, faydasını temin eden, bütün bunları sağlayan kimdir? alemlerin Rabbi olan Allah mı? Yoksa sen mi?” dedi.
Musa böyle söylemekle Firavunu rezil etti. Çünkü Firavun; “Güneşi ben yarattım. Ben sevk ve idare ediyorum” diyemezdi. Dese bile, kimse inanmaz, bunun apaçık bir yalan, olduğu anlaşılır ve gülünç duruma düşerdi.
Firavun, makul cevaplar veremeyeceğini, yalan ve iftira olan sözlerle bir yere varılamayacağını, Musa ı susturamayacağını anlayınca derhal tehdide başladı. Yine Şuara suresinin 29. ayet-i kerimesinde bildirildiğine göre; “Firavun, Musaya; “Yemin ederim ki, eğer benden başkasını ilah, mabud edinirsen, ben elbette, muhakkak seni mahpuslardan, zindana girenlerden ederim dedi.” Zaten, akli delillerden aciz kalan zorbanın adeti böyle tehditler savurarak karşısındakini korkutmaktır. O da, Musaya söz ile galib gelemeyeceğini anlayınca, böyle tehditlere başladı.
“Beydavi”, “Medarik”, “Hazin” ve diğer muteber tefsirlerin bildirdiklerine göre, Firavunın, Musayı ölümle değil de, hapse atmakla tehdit etmesinin sebebi vardır. Firavunın zindanında olmanın, ölümden daha beter olduğu rivayet edilmiştir. Çünkü onun hapishanesi, birer adam atacak kadar derin kuyulardan meydana gelmişti. Kızdığı bir kimseyi o kuyulardan birine indirirdi. O kuyuda göz bir yeri görmez, girenin ancak ölüsü çıkardı. Bundan dolayı Firavunın zindanı, başkalarını tehditte en büyük vesile olduğundan, Musayı da onunla tehdit etmiştir.
Şuara suresinin 30 ve 31. ayet-i kerimelerinde bildirildiğine göre; “Musa Firavuna; “Ya sana davamın doğruluğunu isbat eden apaçık bir mucize getirmişsem (yine beni zindana atar mısın?) dedi. Firavun; “Eğer peygamberlik davanda sadık isen, haydi mucizeni getir…” dedi.”
Firavun, mucizeyi inkar etse; “İstemiyorum. Mucizeni tanımıyorum, kabul etmiyorum” deyip reddetse, orada bulunan herkes; “Firavun cevap vermekten aciz kaldı” diyeceklerdi. Böyle olunca, Musanın sözünü reddetmek Firavunın işine gelmedi. “Sadık isen mucizeni getir” demesi üzerine; “Musa asasını yere bıraktığında bir de ne görsünler. Asa apaçık bir ejderha, büyük bir yılan oluverdi.” (Şuara suresi: 32) Bu öyle bir ejderha oldu ki, ejderhalığı apaçık idi. Yoksa, sihirle, görünüşte ejderhaya benzeyen şekil almış bir hal değildi. Ona hiç benzemiyordu.
“Tefsir-i Tibyan”da diyor ki: “Rivayet olundu ki, Firavun bu mucizeyi görünce dehşete kapılıp, korkudan ne yapacağını şaşırdı. Koltuğundan fırlayıp kalktı. Korkuyla Musaya; “Seni, peygamber olarak gönderen Rabbinin hakkı için, onu tut! Ne olur. Bana bir zarar vermesin. Beni ondan kurtarırsan söz veriyorum, İsrailoğullarını serbest bırakacağım. Seninle beraber gitmelerine müsade edeceğim…” diye yalvardı. O da ejderhayı tutunca hemen asa oluverdi.”
Rivayete göre Firavun ekseriye muz yerdi. Muzun, dışarı atılacak posası pek yoktur. Bu sebeple ancak kırk günde bir defa büyük abdest bozmak için helaya giderdi. Hatta, hiç öksürmez, nezle olmaz, diğer insanlar gibi hastalığa yakalanmazdı. İmam-ı Gazali hazretleri Kimyay-ı Saadet kitabında, tevekkül bahsinde buyuruyor ki: “Firavunın ilahlık iddiasında bulunmasına, herkesin kendine tapmasını istemesine sebep; asırlar görüp, uzun müddet yaşaması, bu zaman içinde, bir kere başının ağrımaması ve ateşinin olmaması idi. Bir kere başı ağrısaydı, o saygısızlık hatırına gelmezdi.”
Allah ona çok şey vermişti. Mülkü, saltanatı, malı, serveti, kısacası, dünya nimeti olarak her şeyi tamam idi. Uzun ömürlü ve kuvvetli idi. Her istediğini kolayca yapar ve yaptırırdı. Kuvveti, şiddeti, ordusu, silahı, her türlü imkanı pek çoktu. Bedeni düzgün, bünyesi sağlam idi. Öksürmez, karnı ağrımaz, sancısı olmaz, gözü rahatsızlanmazdı. Velhasıl hasta olmaz ve eksiklik sayılabilecek bir şey ona isabet etmezdi. Dünya nimetlerine garkolmuş iken şükretmedi. Şükredeceği, aczini göstereceği yerde, zulüm ve haksızlıkta ileri gitmişti. Sonunda ilah (tanrı) olduğunu iddia etti ve insanları kendisine taptırdı.
Kitaplarda bildirildiğine göre Mısırda yirmialtı Firavun sülalesi hükümdarlık etmiştir. Her sülalede çeşitli Firavunlar, asırlarca saltanat sürmüşlerdir. Çoğu, insanları kendilerine taptırmışlardır.
Said bin Cübeyr buyurdu ki: “Firavun çok uzun bir ömür sürdü. Bu zaman zarfında kötü bir şey görmedi. Eğer bu zaman içinde bir gün açlık, yahut bir gece hastalık çekseydi, rububiyyet (tanrılık) iddiasında bulunmazdı. Büyük laf etmez ve ebedi felakete düşmezdi. Kendisine bir kötülük, eksiklik isabet etmedi. Hep iyilik ve itaat gördü. Bütün bunlar, Allahın, istidraç olarak, ona verdiği şeylerdi.
Böyle olan Firavun, Musa ile karşılaştığı, asanın ejderha olması mucizesinin görüldüğü o günde, ejderha korkusundan ishal oldu ve kırk defa dışarı çıktı.”
Bundan sonra Firavun, Musaya; “Bu görülen, asanın ejderha olması mucizesinden başka bir mucizen daha var mı?” dedi. O da, “Var” dedi. Bu husus Kuran-ı kerimde mealen şöyle bildirildi: “Elini koltuğu altına (koynuna) sokup geri çıkardı. Bir de gördüler ki, eli, görenlerin ve bakanların gözlerini kamaştıracak derecede güneş gibi parlak ve beyaz olmuştu.” (Şuara suresi: 33) Musa ın ikinci olan ve Yed-i beyda olarak bilinen bu büyük mucizesi de herkesi hayrette bıraktı. Eli her tarafı parlatan, gözlerin bakamadığı bir nur saçıyordu. Etrafını aydınlattığı gibi, ziyası evlerin içine dahi girdi. Pencereden, perde arkalarından da göründü. Firavun ona bakamadı. Sonra Musa tekrar elini koynuna sokup çıkardı ve eli eski haline geldi.
Rivayet edilir ki, Firavun, Musa ın mucizelerini görünce, onu tasdik edecek oldu. Veziri Haman gelip, huzurunda oturdu ve ona; “Bizce sen tapınılan ilahsın. Şimdi bir kula mı tabi oluyorsun?” dedi. Firavun, Musa a; “Bugün ve yarın bana mühlet ver” dedi. Allah, Musa a vahyedip; “Firavuna tarafımdan bildir ki: “Eğer Allahın bir olduğuna iman edersen, seni saltanatında tutarım ve sana gençliğini, tazeliğini veririm” buyurdu. Musa bunu Firavuna haber verdi ve; “Şayet iman edip, bana tabi olursan, Allaha dua ederim, gençleşirsin. Yiyip içmen, kuvvetin eskisi gibi olur ve Allah sana dörtyüz yıl daha ömür verir” buyurdu. Bu sözler Firavuna hoş geldi ve; “Düşüneyim” dedi.
Ertesi günün sabahında Firavun, yanına gelen veziri Hamana, Musanın, Allahtan verdiği haberi söyleyip; “Bu haber bana hoş geldi” dedi. Haman hemen karşı çıktı: “Yemin ederim ki, senin bu dediğin haber, bir gün tapınılmaktan azdır. Ben seni gençleştiririm” dedi. Hatta onu tahrik etti. “Utanmaz mısın ki böyle sözler söylersin. Hem ben tanrıyım dersin, şimdi de tutmuş ben kulum diyorsun” diye çıkışınca, Firavun niyetinden vaz geçti. Haman boya getirip Firavunın saçını sakalını boyadı. Musa gelip, onu boyalı halde görünce şaşırdı, hayret etti. Allah; “Gördüğün bu hal seni korkutmasın, çok sürmez o yine eski haline döner” buyurdu.
Veziri Hamanın hemen karşı çıkmasıyla, Musayı reddeden Firavun, gördüğü mucizeleri, bilhassa asanın ejderha olmasını, sihir olarak yorumladı. Şuara suresinin 34 ve 35. ayet-i kerimelerinde bildirildiğine göre; “Etrafında bulunan kavminin ileri gelenlerine, şüphesiz bu, sihir ilmini çok iyi bilen bir sihirbazdır. Sihir yapmak suretiyle sizi memleketinizden (Mısırdan) çıkarmak istiyor. Siz bana bunun hakkında ne yapmamı emredersiniz (tavsiye edersiniz) öyle hareket edeyim dedi.”
Aslında Firavun pek gururlu ve çok kibirli olduğundan, hatta ilahlık davasında bulunup, tebasını kendine tapındırdığından, başkalarına hiç danışmaz, onların fikirlerinin ne olduğunu sormaya bile tenezzül etmezdi. Fakat mucizeleri görünce, içine korku düştü ve orada bulunanların fikrini sordu. Hatta; “Bu peygamber olduğunu söyleyen Musa hakkında ne yapmamızı tavsiye edersiniz. Buna ne gibi tedbir düşünürsünüz?” diyerek yanındakilere iltifatkar davrandı.
Bilindiği gibi o zamanda sihir meşhur idi. Firavun, insanların Musayı tasdik etmelerine mani olmak için, hemen sihri ileri sürdü. Onu tasdik etmesinler diye, Musanın gösterdiği mucizeler için; “Bu sihirdir” dedi. “Bu sihri çok iyi bilir” demekle de insanları aldatmaya çalıştı. Ayrıca; Musaya karşı onları tahrike de gayret ederek; “Bu, sihri ile sizi Mısırdan çıkarmak istiyor” dedi. Zira, dini ve memleketi ile alakalı bir aksilik, devamlı olarak insanın kanını tahrik eder ve galeyana getirir.
Bunun üzerine, Firavunın yanında bulunanlar bildikleri şekilde cevap verdiler: Bu husus Kuran-ı kerimde mealen şöyle bildirildi: “Musayı ve kardeşi Harunu (hemen öldürme), az bekle (veya hapset). İdarende bulunan bütün şehirlere de toplayıcı adamlar gönder ki, sanatında mahir olan bütün sihirbazları getirsinler. Tayin edilen günün belli vaktinde (zinet günü veya Nevruz da denilen bir bayram gününde, kuşluk vaktinde veya o senenin birinci günü olan Cumartesinde, yetmiş iki kişi olduğu rivayet edilen) sihirbazlar toplandı. Mısır halkına da; (bu hali yani Musa ve Harun (aleyhimesselam) ile sihirbazların fiillerini, yaptıklarını seyretmek için) toplandınız mı? denildi. (Çarşılarda, yollarda tellallar dolaştırılarak, insanların belirtilen gün ve saatte, bildirilen yerde bulunmaları söylendi. İnsanlar dediler ki:) Eğer sahirler (sihirbazlar) galib olursa, umulur ki biz onlara tabi oluruz (da Musaya tabi olmayız” (Şuara suresi: 39-40) Çünkü sahirlerin dini Firavunın dini idi. Bu sebeple onların; “Sahirlere tabi oluruz” demeleri, Firavunın dinine tabi oluruz demektir.
Firavunın, herkesin toplanmasını emretmesi, sihirbazlarının Musaya mutlaka galib geleceklerini zannetmesi sebebiyledir. Çünkü o, sihirbazlarına ziyadesiyle güvendiğinden, onların kesin ve mutlaka galib geleceklerine inanıyordu. Herkese karşı rezil düşeceği, saltanatının sona ereceği ve enkazının kıyamete kadar, aleme ibret olacağı aklının köşesinden hiç geçmiyordu.
Abdullah ibni Abbas şöyle anlatmıştır: Bütün sihirbazlar, başta öğretmenleri olmak üzere Firavunın yanına geldiklerinde, Firavun, öğretmenleri olan baş sihirbaza; “Onlara, yani yanında bulunan diğer sihirbazlara ne yaptın, ne öğrettin?” dedi. Baş sihirbaz da, onlara sihrin bütün inceliklerini öğretmeye çalıştığını, bu hususta çok büyük gayret sarfettiğini bildirdi. Ayrıca; “Onlara çok sayıda büyük sihirler öğrettim. Gökten bir emir, yani ilahi bir müdahale olmadıkça, yeryüzünün sihirbazları bunlarla boy ölçüşemez. Ama semavi bir emir olursa, elbette ki, kulun gücü haricindedir, ona karşı durulmaz” dedi.
Rivayete göre sihirbazların toplanması emredildiğinde, başka bir şehirde sihir yapmakta usta ve pek mahir iki kardeş vardı. Babaları daha ileri olup, onları bu meslekte en iyi şekilde yetiştirmişti. Sihirbaz kardeşler, babalarına giderek durumdan haber verdiler. “Silah ve adamları olmayan, izzet ve kuvvet sahibi iki kişi hükümdara gelmişler. Yanlarında bir asa varmış. Onu yere bıraktıklarında ejderha oluyormuş. Böyle olunca karşısında bir şey bırakmıyor, demir, ağaç, taş ne bulursa yutuyormuş. Sultan da onların izzet ve kuvvetlerinden sıkılıp, daralmış. Haber göndererek bizi çağırmış” dediler. Buna karşılık babaları; “Uyudukları zaman onları gözetin. Asayı alabilirseniz alın. Çünkü, sihirbaz uyurken sihri iş görmez. Onların sihirbaz, yaptıklarının da sihir olduğunu böylece anlamış olursunuz. Eğer uyurlarken asa iş yaparsa, bu, alemlerin Rabbinin işidir. Siz onunla baş edemezsiniz. Bütün dünya bir araya gelse karşısında duramaz” diye cevap verdi.
Sonra bu iki kardeş, gizlice Musa ve Harunun bulundukları şehre, onların yanına geldiler. Uyurlarken, asayı almak istediler. Asa, onlara saldırınca alamadılar. Musa uyandı. Onunla görüştüler. Sonra zinet (bayram) günü sabahı buluşmak için, Musa la sözleştiler.
Nihayet tayin edilen gün geldi. Meydan tıklım tıklımdı. Sihirbazlar hazırlandılar, yapacakları bu karşılaşmada galib gelmeleri halinde, Firavunın kendilerine nasıl bir mükafat vereceğini sordular. Nitekim bu husus hakkında Şuara suresinin 41 ve 42. ayet-i kerimelerinde mealen buyruldu ki: “Sahirler (sihirbazlar) geldiklerinde, Firavuna dediler ki: “Biz galib olursak bize ücret var mıdır?” Firavun da onlara; “Evet, galib olursanız sizin için ücret vardır. Hatta galib olduğunuz takdirde, bana en yakın kimselerden olacaksınız” dedi.”
Firavun, sihirbazların isteklerine karşı bol vadlerde bulundu. “Her vakit bana sohbet arkadaşı olursunuz. Yanımda meclisimde bulunursunuz. Görülmemiş ihsanlarıma kavuşursunuz. İnsanlardan, yanıma girip çıkanlardan farklı olursunuz. İtibar ve imtiyazınız artar. Yanıma önce girer, sonra çıkarsınız.” dedi. Kendisiyle beraber bulunmayı bir nimet, bir imtiyaz gibi gösterip, bu mühim müsabakada galib olacaklara da bunu vadetti. Onlar bu vadler karşılığında aldanıp, meydana çıktılar.
O sırada Musa ile Harun (aleyhimesselam) da geldiler. Musa asasına dayanarak yürüyordu. Meydana girdiklerinde, kendilerini bekleyen sihirbazların yerlerini aldığını gördüler.
Taha suresinin 61. ayet-i kerimesinde, bu hususta mealen buyruldu ki: “Musa sahirlere hitab ederek; “Size yazıklar olsun. Allaha yalan olarak iftira etmeyin. Mucizelerine sihir diyerek itiraza kalkışmayın. Eğer iftira ederseniz, Allah hiç biriniz kalmamak üzere hepinizi helak eder. O halde iftira etmeyin ki, sizi helak etmesin. Allaha karşı yalan uyduran herkes, muhakkak hüsrana uğramıştır” dedi.”
Hazret-i Musanın bu sözleri, Allah için söylenmiş olduğundan onlara çok tesirli oldu. “Musanın bu sözü üzerine sahirler, aralarında, bu işleri hususunda birbirleriyle çekişe çekişe görüştüler ve (Firavun ve adamları bu konuşmalarını duymasınlar diye de) gizlice konuştular.” (Taha suresi: 62)
Musa ın sözleri, peygamberlik şefkatiyle, nasihat olarak söylemesi, onlara tesir etti ve insaflı düşünmelerine sebep oldu. Musa onlara; “Firavun gibi bir azgının emrine uyarak, buraya; sizin de, onun da her şeyin sahibi, Rabbi olan Allaha itiraz etmek, karşı gelmek için geldiniz. Bu yaptığınızın ne kadar tehlikeli ve Allahın gadabına sebep olacak ne kötü bir iş olduğunu bilmiyor musunuz? Düşünmüyor musunuz? Bile bile, yalan olarak Allaha iftira etmeniz halinde büyük bir azab ile, Onun sizi helak edeceğini, anlamıyor musunuz?” demişti.
Oradaki sihirbazlar, bu sözlerin, yapmacık olarak söylenemeyeceğini, bir sihirbazın böyle konuşamayacağını iyice anladılar. Heyecanlı bir şekilde aralarında bu mevzuyu istişare ettiler. Firavun ve adamlarının zararından da çekindikleri için, gayet gizli ve sessiz olarak konuşuyorlardı. Hepsi, iman etmeye, sihir göstermekten vaz geçmeye meylettiler. Ancak böyle yapmaları halinde, Firavunın zulüm ve işkence edeceğini bildiklerinden; kararlarını açıklamayı, karşılaşmadan sonraya bıraktılar. Musanın galib gelmesi halinde, hep birden ona tabi olmayı da kararlaştırdılar.
Allah Kuran-ı kerimde, sahirlerin kendi aralarındaki bu konuşmalarının neticesini bildirdikten sonra, Firavun ve adamları; sihirbazları teşvik etmek, onları cesaretlendirmek için çeşitli sözler söylediler. Bu hususta Taha suresinde mealen buyruluyor ki: “(Firavun ve kavmi, sihirbazlara veya sihirbazlardan bazısı bazısına) dediler ki: İş bu Musa ve Harun (aleyhimesselam) iki sihirbazdır ki, sihirleriyle sizi memleketinizden (Mısırdan) çıkarmak, bütün dinlerden efdal olan yolunuzu (dininizi, şerefinizi) gidermek (yok etmek ve yerine kendi dinlerini yerleştirmek) istiyorlar. Maksatları budur. O halde şimdi siz, hilenizi ve sihir aletlerinizi toplayın. Sonra saf saf meydana (müsabaka yerine) çıkın ki, heybetiniz şiddetli olsun. Bu gün galib olan, elbette felah bulur ve umduğuna kavuşur. (Zaten meydanda olan sihirbazlar, daha da ortaya çıktılar. Sihir aleti olarak, her birinin elinde ip ve asa vardı.) Sihirbazlar (edebe riayet ederek Musaya) asanı yere önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım dediler. (Musa ; asayı önce atan, yere bırakan, ben olmayayım.) Bilakis siz (asalarınızı, iplerinizi) yere koyun, başlayın dedi.
Sihirbazlar ellerindeki ip ve asalarını yere koyduklarında, onların ipleri ve sopaları, yaptıkları sihirden ötürü, Musaya gerçekten (asa ve iplerin yılan olup) koşuyormuş hayalini verdi.” (Taha suresi: 63-66)
Hazret-i Musa, onların bu sihirlerini görünce, Allah ona vahy edip mealen buyurdu ki: “Biz Musaya dedik ki; Korkma! Sen onlara elbette galib geleceksin. Elindeki asanı yere bırakıver. (Onların asalarının, iplerinin çokluğuna, bunların yılan şeklinde görünmelerine aldırma ki) senin asan, onların yaptıklarının hepsini yutar. Zira onların yaptıkları şeyler, ip ve asalarının yılan şeklinde görünmesi, sihirbazlık hilesidir. Sahir her nerede olsa felah bulmaz.” (Taha suresi: 68-69)
Şuara suresinin 45. ayet-i kerimesinde de mealen buyruldu ki: “Bunun üzerine Musa da asasını yere bırakıverdi. Bir de ne görsünler, o asa büyük bir ejderha olup, onların sihir ile uydurdukları (yılan şeklinde görünen) şeylerin hepsini yutuyor.” Bir mucize olarak ejderha şekline giren asa, sihirbazların sihir aletleri olan ve yılan şeklinde görünen şeylerin hepsini yuttu. Ortada hiç bir şey kalmadı. Musa onu tutunca, yine eskisi gibi bir asa oluverdi. Bununla beraber, asa, ejderha olup, o kadar şey yuttuğu ve eski şekline geldiği halde hacminde herhangi bir değişiklik ve fazlalık olmamıştı. Bu da bir başka mucize idi. Bu hal karşısında sihirbazlar, Musa ın bir sihirbaz değil, Allah tarafından gönderilmiş hak peygamber olduğunu tasdik ettiler. “Sihirbazlar derhal secdeye kapanmış olarak yere serildiler. Biz alemlerin Rabbine iman ettik. Musa ve Harunun (aleyhimesselam) Rabbine” dediler.” Şuara suresi: 46-48)
Tefsir alimlerinin bildirdiklerine göre, önceden sihirbaz, imansız kimseler iken, Musaya tabi olan, orada, Firavunın da bulunduğu kalabalık bir topluluğun karşısında imanlarını izhar eden o müminlerin, secdeye kapanıp; “Biz alemlerin Rabbine iman ettik” dedikten sonra, ayrıca; “Musa ve Harunun Rabbine…” demelerinin hikmeti şudur: Firavun da, ilahlık iddia ediyor ve her tarafın kendisine ait olduğunu söylüyordu. Ayrıca tebasından olanları şahsına secde ettiriyordu. Sihirbazlar, secdeye kapandıklarında, sadece; “alemlerin Rabbine iman ettik” deseler, başka bir şey söylemeselerdi, Firavun onların, kendine secde ettiklerini, ona olan imanlarını dile getirdiklerini iddia edecekti.
Hem Musa ın onlara galib gelmesine, hem de onların hep birden secdeye kapanarak iman etmelerine pek çok kızan Firavun; sinirinden yerinde duramaz, ne söyleyeceğini bilemez oldu. Bu husus hakkında Şuara suresinin 49. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki: “Firavun, sihirbazlara hitab ederek; “Ben size izin vermeden evvel Musaya iman ettiniz. Hakikat, demek o, size sihri öğreten bir büyüğünüzmüş. Siz elbette başınıza geleceği bilirsiniz. Ben size gösteririm. Sizin haliniz bu olunca muhakkak ki ben, sizin elinizi, ayağınızı muhalif (çaprazlama) olarak keseceğim ve hepinizi asacağım” dedi.”
Taha suresinin 71. ayet-i kerimesinde de mealen buyruldu ki: “Firavun sahirlere dedi ki: “…Muhakkak ki, sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama olarak keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım. (Benim mi yoksa Musanın Rabbinin mi) hangimizin azabının daha şiddetli ve devamlı olduğunu gerçekten bilecek, anlayacaksınız.”
Onlar ise Firavunın bu tehditlerine, bağırıp çağırmasına hiç aldırış etmediler. “Sen ne söylersen söyle ve ne yaparsan yap, biz bu imanımızdan vazgeçmeyiz” diyerek kuru laflardan ve tehditlerden korkmadıklarını, yalnız Allahın azabından korktuklarını bildirdiler. Bu hususta ayet-i kerimelerde mealen buyruldu ki:
“(Sihirbaz iken Allaha iman edip, secdeye kapanan o müminler, Firavunın tehditlerine hiç aldırmadılar ve ona; “Ey Firavun!) Biz, Musanın mucizeleri ve bizi yaratan Allahın rızasına karşı seni tercih etmiyoruz, istemiyoruz, beğenmiyoruz. Şimdi bizim üzerimize ne hükmedersen ve ne kastedersen et. Ama sen, hevan üzere, kendi görüşünle ancak şu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin, ahiret hayatı ise bakidir. Biz; hatalarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihrin vebalini mağfiret etmesi için Rabbimize iman ettik. Allahın sevabı, mükafatı seninkinden daha hayırlı, azabı da seninkinden daha bakidir.” (Taha suresi: 72-73)
Rivayet edilir ki, sihirbazlardan bazıları, bu karşılaşma olmadan evvel Firavuna; “Kendisi ile karşılaşacak olduğumuz Musayı bize uyurken gösterebilir misin?” demişlerdi de, o; “Peki” deyip göstermişti. Sihirbazlar, Musa uyurken asasının onu koruduğunu görmüş ve hayretle Firavuna gelerek, onun yaptığı sihir değildir. O, ilahi bir kudret ile olmaktadır. Sihir olsa, uyurken asasının bir şey yapamaması lazımdı. Zira, sahir uyuduğunda, sihri tesirli olmaz” demişlerdi. Firavun ise bunların sözlerine iltifat etmeyip, sihir yapmaları için onları zorladı. Onlar ise mağlub olacaklarını bildikleri halde, istemeye istemeye bu işe girdiler. Bundan dolayı Firavuna verdikleri cevapta; “Bize zorla yaptırdığın sihrin vebalini mağfiret buyurması için, Rabbimize iman ettik” dediler.
“Sahirler, Firavunın tehditlerine karşı, ona; “Bizim için zarar yoktur. Zira biz Rabbimizin huzuruna döneceğiz. (Senin tehdit ettiğin fiil, ahiret azabına göre zararsız ve çok hafif kalır. Hal böyle olunca, senin davranışın hatta bu tehdidini tatbik etmen, nihayet öldürmen bize ne zarar verebilir ki?) Çünkü, biz senin kavminden iman edenlerin evveli olduğumuz için, Rabbimizin, hatalarımızı af ve mağfiret etmesini ümid ederiz (yani bundan dolayı sen ne kadar tehdit etsen de, biz imanımızdan dönmeyiz)” dediler.” (Şuara suresi: 50-51)
Kaynaklarda bildirildiğine göre, Firavun başkalarının da Musaya tabi olmalarını önlemek, insanların gözlerini korkutmak için, akşam olunca, o gün iman eden sihirbazların hepsinin, elleri ve ayaklarını çaprazlama olarak kesti ve hurma dallarına astı. Böylece bu insanlık dışı işkenceyi yapanların ilki, o alçak oldu. Elleri, ayakları kesilip, hurma dallarına asılanların hepsi şehid oldu. Sabahleyin hepsi kafir ve sihirbaz iken, akşamleyin mümin ve şehid olarak vefat ettiler.
Bütün ahalinin gözleri önünde rezil ve perişan olan Firavun, Musaya herhangi bir zarar veremedi. El ve dil uzatmaya imkan bulamadı. Musa ve Harun (aleyhimesselam) oradan ayrıldıktan sonra kavimlerine, İsrailoğullarının yanına geldiler.