Havf yani (Allahtan korkmak), büyük makamlardandır. Fazileti, sebep ve neticelerine bağlıdır. Sebebi, ilim ve marifettir. Bunun için Allah mealen; “Allahtan ancak, alim kullar korkar” buyuruyor. (Fatır suresi: 28) Resulallah efendimiz; “Hikmet ve ilmin başı Allah korkusudur” buyurarak havfı övüyor. Neticesi ise; iffet, vera ve takvadır. Bunların hepsi saadetin anahtarıdır. Çünkü şehvet ve arzular terkedilmedikçe ve bu yolda sabredilmedikçe, saadet yolunu bulmak zordur. Şehvet ve arzuları, yakıp yok eden en iyi şey de korkudur. Bu sebeple Allah kendisinden korkanlar için; hidayet, rahmet, ilim ve rızayı üç ayette topladı ve mealen; “Hidayet ve rahmet, Allah için günahlardan kaçanlaradır.” (Araf suresi: 154), “Allahtan ancak alim kulları korkar.” (Fatır suresi: 28) ve “Allah onlardan, razıdır. Onlar da Allahtan razıdır” buyurdu. (Beyyine suresi: 8) Havfın neticesi olan takvayı, Allah kendine izafe ediyor ve; “Takva üzere olmanız Allah içindir” buyuruyor. (Hac suresi: 37)
Havfın sebebi, ilim ve marifettir. Kul, ahiret işlerinin tehlikesini ve kendi helakinin sebeplerini hazır ve kuvvetli görürse, bu ateş elbette can evinde meydana gelir. Bu da, iki marifetten doğar:
Birincisi; kendi ayıblarını, günahlarını, taattaki kusurlarını ve kötü ahlaklarını hakkıyla bilir. Bütün bu kusurları yanında, Allahın kendisine verdiği nimetleri de görür. Bu kişi padişahın nimet ve iltifatlarına kavuşup, harem ve hazinesine hıyanet eden kimseye benzer. Sonra aniden padişahın, kendisinin hıyanetlerini gördüğünü anlar. Padişahın çok gayur, intikam alıcı ve korkusuz olduğunu, kendisi için iltimas edecek birinin bulunmadığını, ona yaklaşmanın imkansızlığını da bilir. Bundan dolayı yaptıklarının kötülüğünü görüp, suç işlediğini bilince, kalbine ateş düşer.
İkincisi; sıfatından dolayı değil, korkusuzluğu ve kudretli olması sebebiyle Ondan korkar. Bu hal aslanın pençesine düşmüş bir kimsenin korkmasına benzer. Günahından ve kabahatinden korkmaz, fakat aslanın nasıl bir hayvan olduğunu ve kendisini nasıl helak edeceğini bilir. Böyle korku, daha olgun ve daha faziletlidir. Allahın sıfatlarını bilen; Onun celalini, büyüklüğünü, kudretini ve hakimiyetini anlayan, bütün alemi helak edip ebedi Cehennemde bulundursa, mülkünden hiç bir şey eksilmediğini düşünen elbette korkar. Bu korku peygamberlere mahsustur. Resulallah bunun için; “En arifiniz benim, en çok korkanınız da benim” buyurdu. Cahil olan, daha emin olur. Davud a vahiy geldi ve; “Ey Davud! Benden, kükremiş aslandan korkar gibi kork” buyruldu. Bu havfın sebebidir. Havfın bir de neticesi vardır.
Havfın neticesi kalbde, bedende ve azalardadır. Kalbdeki neticesi; dünya arzularını soğuk karşılamak ve ona rağbet etmeyi gidermektir. Zira bir kimsenin canı haram olan bir şeyi veya bir yemeği istese, o esnada bir aslanın pençesine veya şiddetti bir sultanın zindanına düşse, onda bu arzularına rağbet kalmaz, hatta kalbi korkudan hudu ve huşu içinde olup, daima halini murakabe ve muhasebe eder ve akıbetini düşünür. Kendisinde kin, hased, kötülük, dünya ve gaflet gibi şeyler kalmaz. Korkunun bedendeki neticesi; kırıklık, zayıflık ve sararıp solmaktır. Azalardaki neticesi ise günahlardan temizlenmek ve taatta edebli olmaktır.
Korkunun dereceleri çoktur. Arzulardan men ediyorsa, iffet denir. Haramlardan men ediyorsa, vera denir. Şüphelilerden veya haram korkusuyla helallerden men ediyorsa, takva denir. Allaha yaklaştıranların gayrisi olan her şeyden men ediyorsa, sıdk denir. Böyle kimseye Sıddık denir. Bunlar derece derecedir. İffet, vera ve takvanın da dahil hepsi sıdkın altında kalır. Havf (korku) da hakikatte budur. Ama gözyaşı akıtan, silen ve; “La havle ve la kuvvete illa billahil-aliyyil-azıym” deyip, kalbi gafil olan kimsenin bu hali korku olamaz. Çünkü bir şeyden korkan kimse, ondan kaçar, bir kimse eteğinde bir şey saklar, bunun yılan olduğunu bilirse; “La havle ve la kuvvete illa billah” ile yetinmez, belki yılanı atar. Zünnun-i Mısriye; “Allahtan korkan kul kimdir?” dediklerinde; “Kendini hasta görüp ölüm korkusuyla bütün isteklerinden kaçan kimsedir” buyurdu.
Zayıf, kuvvetli ve mutedil (orta) olmak üzere havfın üç derecesi vardır. Beğenileni, mutedil olandır. Zayıfı, kadınlar gibi ince kalbli olmak, kuvvetlisi de ümidsizliğe kapılmak olup, ikisi de kötüdür. Çünkü korkunun, kendi nefsinde bir kemali, olgunluğu yoktur. Tevhid, marifet ve muhabbet gibi değildir. Bu yüzden, Allahın bir sıfatı olamamıştır. Zira havf (korku), cahillik ve acizlik olmadan olmaz. Cahillik ve acizlik olmazsa, sonu meçhul olmaz ve tehlikeden sakınmak acz ve korku olmaz. Lakin havfın, gafillerin haline izafetle bir kemali vardır. Zira onlar için, çocukları okuturken veya hayvanı yolda sürerken dövmek ve kamçılamak gibidir. Çocuğun hatırına getirecek, çalıştıracak kadar olmalıdır. Çocuğu kaçıracak veya hayvanı korkutacak kadar kuvvetli ise bunları yapmak noksanlık olur. İkisi arasında olması gerekmektedir. Günahlardan sakındıracak, taatları yaptıracak halde olmalıdır. alim olanın havfı da o derece mutedil olur. Çünkü, ifrata varınca, reca (ümit) sebeplerini düşünmemeye başlar. Zayıf olunca da işin zararını anlayamaz. Korkmadığı halde kendine alim diyen, ilim elde etmemiş, boşa zaman harcamıştır. Böyle kimse tıpkı çarşılarda dolaşan, kendine hikmet sahibi diyen ve hikmetten hiç haberi olmayan falcılara benzer. Çünkü bütün marifetlerin başı, Allahı tanımak, sonra kendini ayıplı ve kusurlu, Allahı ise; Celal, azamet ve hakimiyet sahibi olarak bilmektir. Bunun için Peygamberimiz; “İlmin başlangıcı, Allahı Cebbar ve Kahhar bilmek; sonu ise kula yakışır şekilde işlerini Ona bırakmaktır” buyurdu. İnsan, kendisinin bir şey olmadığını ve bir şeyinin de bulunmadığını iyi bilmelidir. Bunu bilen korkusuz olabilir mi?
Havf (korku); tehlike ve zararı görüp anlamaktan doğar. Herkesin düşündüğü veya karşılaştığı bir tehlike vardır. Bazısının gözünün önüne, Cehennem gelir, korkusu ondandır. Bazısının ise Cehenneme götüren yol, gözünün önüne gelir. Kimisi tevbesiz öleceğinden, yahut yeniden günaha düşeceğinden, yahut gaflete düşüp kalbi kararacağından korkar. Bazısı adetlerin günah işlemeye sürükleyeceğinden, nimetin çokluğu sebebi ile zevke dalıp ahireti unutacağından, kıyamet günü kendisine şiddetli muamele edileceğinden, bütün kusur ve kabahatlerini ortaya dökeceklerinden veya kendisini rezil, rüsva edeceklerinden korkar. Veya hatırına gelen bir şeyin, Allah tarafından görülüp, beğenilen bir iş olmadığından korkar. Her birinin faydası, korktuğu ile meşgul olmaya götürmesidir. Kendisini günahlara düşürecek adetlerden korkan, adetleri yapmaktan sakınır. Allahın, kalbindekini bilmesinden korkan, kalbini temiz tutar. Diğerleri de böyledir. Bunların en büyük endişesi ekseriya, son nefeste imanla gidip gitmemek korkusudur. Bundan daha büyük korku, ezele ait korkudur. Acaba ezelde, saadetine mi, şekavetine mi hükm olunmuştur? Çünkü son, önce olanın neticesidir. Asıl olan ezeldir yani önce olandır. Resulallah minberde iken buyurdu ki; “Cennetlik bir kimse, cehennemlik olanın yaptığını yapar, hatta herkes bu da onlardandır, der. Sonra Allah, ölmeden önce onu bir saat bile olsa o yoldan döndürür ve saadet yoluna getirir.” Yine buyurdu ki; “Öncelerin öncesindeki kaza-i ilahide said olan saiddir (kurtulmuştur). “Şaki olan da, ezeldeki kazada şaki olandır.” Bu sebepten, sonrası için korkarlar. Şu halde, basiret sahiplerinin korkusu, bu sebeple, akıbetlerinin ne olacağındandır. Bu ise korkunun en yükseğidir. Tıpkı Allahtan Celal sıfatı sebebiyle korkmanın; kendi günahından ötürü korkmaktan üstün olması gibidir. Çünkü o korku hiç gitmez. Günahı sebebi ile Allahtan korkan; Günah işlemekten vaz geçince, niçin Allahtan korkayım diyebilir! Bu ise felakete sürüklenmektir.
Korkanların çoğu su-i hatimeden yani akıbetinin kötü olmasından korkmuşlardır. Çünkü insanın kalbi değişebilir. Ölüm zamanı müthiş bir zamandır. O vakitte kalbin neye karar kılacağı bilinemez. Hatta ariflerden biri şöyle der: “Bir kimsenin elli sene tevhid üzere olduğunu bilsem, yanımdan bir duvarın arkasına gitmek kadar uzaklaşsa, tevhid üzere olduğuna şahidlik edemem! Çünkü kalb hali değişebilir ve neye döndüğünü bilemem.” Bir başkası da der ki: “Evin kapısında şehid olmayı mı, yoksa odanın kapısında müslüman olarak ölmeyi mi seversin deseler, odanın kapısında ölmeyi isterim. Çünkü evin kapısına çıkıncaya kadar İslam üzere kalacağımı bilemem.” Ebu Derda yemin etti ve; “Hiç kimse, imanın ölüm zamanında geri alınmayacağına emin olamaz” buyurdu. Sehl-i Tüsteri; “Sıddıklar her nefeste su-i hatimeden korkarlar” buyurdu. Süfyan-ı Sevri ölüm zamanında inledi ve ağladı. “Allahın affının senin günahından büyük olduğunu bilmez misin?” dediler. “Tevhid üzere (imanla) gideceğimi bilsem, dağlar kadar günahım olsa yine korkmam” buyurdu. Büyüklerden biri vasiyet edip, elinde olan neyi varsa bir kimseye verdi ve; “Tevhid üzere (imanla) ölmenin nişanı şöyle şöyledir. O nişanları görünce, bu para ile, şeker ve badem içi satın al ve şehirdeki çocuklara dağıt ve bugün filanın sevinç günü, saadete erdiği gündür de! Eğer bunu görmezsen, insanlara söyle namazımı kılmasınlar ve benimle meşgul olmasınlar. Hiç olmazsa öldükten sonra mürai olmayayım” dedi. Sehl-i Tüsteri buyurdu ki: “Mürid, günah işlemekten; arif ise küfre düşmekten korkar.” Îsa , havarilerine; “Siz günahtan korkarsınız; biz peygamberler küfürden korkarız” buyurdu. Peygamberlerden biri; açlık, susuzluk, elbisesizlik ve daha bir çok sıkıntılara müptela oldu. Bu hal senelerce sürdü. Nihayet Allaha inleyerek yalvardı. Allah; “Kalbini küfürden koruyorum, buna razı olmuyorsun da, hala dünyayı mı istiyorsun?” buyurdu. “Ya Rabbi! Tevbe ettim, razı oldum” deyip, dünyalık istediği için başına toprak saçtı, yas tuttu. Su-i hatimenin yani imansız gitmenin işaretlerinden biri nifaktır. Bunun için Eshab-ı kiram kendileri için daima nifaktan korkarlardı. Hasen-i Basri ; “Bende nifak olmadığını bilseydim, bunu yeryüzünde olan her şeyden daha çok severdim.” “İçin dışa, kalbin dile uymaması nifaktandır” buyurdu.
Herkesin korktuğu su-i hatime, ölüm zamanında imanının alınması demektir. Yani imansız gitmektir. Bunun çok sebepleri vardır. Bunun ilmi örtülüdür. Fakat söylenebilecek kadarı iki sebeptendir. Biri: Bir kimsenin batıl bir bidate itikad etmesi ve ömrünü bu itikad üzere geçirmesidir. Bunun hata olabileceğini düşünmez, ölüm yaklaşınca, iş açığa vurulur. Hatta hatası kendine gösterilir. Bu sebeple, sahip olduğu diğer itikadlarda da şüpheye düşmüş olur. Çünkü itikadına itimadı kalmaz ve şüphe üzere gider. Bu tehlike, bidat sahibi içindir. Vera ve zühd sahibi olsa da böyledir.
Diğer sebep: Aslında imanın zayıf olması, dünya sevgisinin çok ve Allah sevgisinin az olmasıdır. Ölüm zamanında bütün arzu ve şehvetlerinin kendisinden alındığını, dünyadan kahır ile çıkarıldığını ve istemediği yere götürüleceğini görür ve kendisine böyle yapıldığını farkedince, kötü düşüncesi artar, o az sevgi de kalmaz. Bu, çocuğunu az seven bir babanın, kendisinin çok sevdiği bir şeyi, çocuğu alınca ona düşman olması gibidir. Böylece eskiden çocuğa karşı olan o az sevgi de kalmaz. Bunun için şehitlik mertebesi büyüktür. Çünkü o anda dünya gözünden kalkmış, Allah sevgisi kalbini kaplamış, gönlü ölmeye hazırlanmıştır. Böyle bir zamanda gelen ölüm, büyük bir kazançtır. Zira bu şekildeki hal çabuk değişir, kalb her zaman o güzel halde kalmaz. O halde kalbinde Allahın sevgisi her şeyden kuvvetli olan kimseyi, kendini bütün varlığı ile dünyaya vermekten bu sevgi men eder. O, bu tehlikeden daha emin olur. Ölüm zamanı gelince, sevgiliyi görmek zamanının geldiğini bilir, ölümü hakir görmez. Allah sevgisi gittikçe fazlalaşır ve dünya sevgisi büsbütün yok olur. Bu hüsn-i hatimenin, yani imanla gitmenin alametidir. Bu tehlikeden uzak olmak isteyen, Kuran-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde olanlara inanmalı, anladığını kabul etmeli, anlamadığı için doğrudur demeli, hepsine inanmalı ve bidatten uzak durmalıdır. Allah sevgisinin kendini kaplamasına, dünya sevgisinin azalmasına çalışıp, dinin hududunu gözetmelidir. Böyle kimseye dünya aşağı gelir ve ondan kaçar. Buna mukabil Allah sevgisi kalbinde kuvvetlenir. Daima Onu zikreder ve Ondan konuşur. Dünyayı sevenlerle değil, Allahı sevenlerle görüşüp konuşur. Demek ki, dünya sevgisi galib olunca, tehlike başlamış demektir. Nitekim Kuran-ı kerimde mealen; “Ey Muhammed! Hicreti terk edenlere de ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesaddan korka geldiğiniz bir ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allahtan, Onun peygamberinden ve Onun yolundaki bir cihaddan daha sevgili ise, artık Allahın emri gelinceye kadar bekleye durun, Allah fasıklar güruhunu hidayete erdirmez” buyruldu. (Tevbe suresi: 24)
Peygamberlerden ve büyük alimlerden son nefeste imanla ilgili birçok şeyler nakledilmiştir. Bazıları şöyledir.
Yahya ibni Zekeriyya , Beytül-Mukaddeste ibadet ederdi. Daha çocuk idi. Çocuklar kendisini oyuna çağırdıkları zaman; “Beni oyun için yaratmadılar” derdi. Onbeş yaşına gelince, insanlar arasından çıkıp, sahraya gitti. Bir gün babası arkasından gitti. Oğlunu, ayaklarını suya sokmuş, susuzluktan ölecekmiş gibi bir halde; “Ya Rabbi! İzzetine yemin ederim ki, senin katında yerimin neresi olduğunu bilmezsem su içmem!” derken gördü. O kadar ağlardı ki, yüzünde et kalmamış idi. Dişleri dışardan anlaşılıyordu. İnsanlar görmesin diye yüzüne deri parçası bağlardı. Peygamberlerin hikayelerinde bu gibi haller çoktur. Böyle haller, Eshab-ı kiram ve onların yolunda gidenlerde de çok görülmüştür.
Sıddık-i ekber o büyüklüğü ile, bir kuş gördüğü zaman; “Keşke kuş olsaydım” derdi. Ebu Zer “Keşke bir ağaç olsaydım” derdi. Ayşe; “Keşke adım ve sanım olmasaydı” derdi. Ömer bazan, Kuran-ı kerimden bir ayet duyduğu zaman, düşer, kendinden geçer, hasta olurdu. Yüzünde, ağlamanın tesiriyle iki siyah çizgi vardı. “Keşke anası, Ömeri doğurmasaydı” derdi. Bir defa bir kapının yanından geçiyordu. Bir kimse namazda Kuran-ı kerim okuyordu. “Muhakkak ki Rabbinin azabı olacaktır” mealindeki Tur suresinin 7. ayet-i kerimesine gelmişti. Bunu duyunca, hayvandan düştü. Bu manaya dayanamadı. Kendisini eve götürdüler. Bir ay hasta yattı. Kimse hastalığının sebebini anlayamadı.
Ali ibni Hüseyin Zeynelabidin, abdest aldığı zaman, yüzünün rengi sararırdı. “Sana ne oldu?” dediklerinde; “Kimin huzuruna çıkacağımı biliyor musunuz” derdi. Müsevver ibni Muhrebe, Kuran-ı kerim okumaya dayanamazdı. Bir gün tanımadığı bir kimse; “Hatırla o günü ki, müttekileri binekler üzerinde Cennette bulundururuz, mücrimleri susuz olarak Cehennem ateşini tatmaya göndeririz” mealindeki Meryem suresi 85 ve 86. ayet-i kerimelerini okuyordu. “Ben müttekilerden değil, mücrimlerdenim deyip, bu ayeti bir daha oku!” dedi. Bir daha okudu. Feryad etti ve can verdi. Hatem-i Esam der ki: “Güzel, süslü yerlere aldanma. Cennetten daha iyi yer yoktur. adem ın başına gelenleri biliyor musun? Çok ibadet ediyorum diye övünme; iblisin başına gelenleri duymadın mı? Binlerce sene ibadet etti. İlminin çokluğuna güvenme; Belam-ı Baura ilimde o derecede idi ki, İsm-i azamı bilirdi. Harama biraz meylettiği için imansız gitti. Hakkında ise mealen; “Onun gibiler köpek gibidir” (Araf suresi: 176) buyruldu. İyi dostlara güvenme; Resulallahın akrabası, yakınları, Onu çok gördüler, Onun sohbetinde bulundular, fakat müslüman olmadılar.” Sırriyi Sekati buyurdu ki: “Her gün birkaç defa aynaya bakar, yüzüm karardı mı diye düşünürüm.” Ata Sülemi, Allahtan çok korkanlardan idi. Kırk sene gülmedi. Gökyüzüne bakmadı. Bir defa göğe baktı ve korkusundan düştü. Her gece birkaç defa kendini yoklar, insanlık şeklinden çıkıp çıkmadığını araştırırdı. İnsanlara kıtlık ve bir bela gelse; “Benim yüzümden geliyor” derdi. Ahmed ibni Hanbel der ki: “Korkudan bir kapının bana açılması için dua ettim. Kabul edildi. Korktum ve aklımı yitireceğimi sandım. Ya Rabbi! Dayanabileceğim kadar ver, dedim. Sonra sükunet buldum.” Dinine çok bağlı birini ağlarken gördüler; “Niçin ağlıyorsun?” diye sordular. “Kıyamette insanları suale çektikleri saatin korkusundan ağlıyorum” cevabını verdi. Hasen-i Basriye bir kimse; “Nasılsın?” dedi. “İnsanlarla beraber bir gemide bulunan ve gemi parçalanıp deniz ortasında herkesin bir tahta üzerinde kaldığı bir yerde olan kimsenin hali nasıl olur?” “Çok korkunç olur” dedi. “İşte benim halim de öyledir” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Haberde geldi ki: Bir kimseyi bin sene sonra Cehennemden çıkarırlar. Keşke ben o kimse olsaydım.” Bunu son nefeste imansız gitmek ve ebedi Cehennemde kalmak korkusundan söyledi. Ömer ibni Abdülazizin bir cariyesi vardı. Bir gün uykudan kalkınca; “Ey Emir-el-müminin, tuhaf bir rüya gördüm” dedi. “Hadi anlat” buyurdu. Şöyle anlattı: “Cehennem alevlenmiş, üzerinde sırat kurulmuş, bazı kimseleri getirdiler, önce falancayı gördüm. Getirdiler, geç dediler. Geçemedi, Cehenneme düştü. “Anlat” buyurdu. “Falancayı gördüm. Getirdiler, o da düştü.” “Anlat” buyurdu. “Sonra seni getirdiler.” Bunu söyler söylemez, Ömer ibni Abdülaziz bir feryad edip, kendinden geçti ve düştü. Cariye bağırıyor ve; “Allaha yemin ederim ki, sen sıratı selametle geçtin” diyordu. Cariye bağırıyor, o ise düşmüş, kendinden geçmiş bir halde yatıyordu. Hasen-i Basri uzun yıllar gülmedi. Boynu vurulacak bir esir gibi dururdu.
Şuayb ın hususiyetlerinden biri de, alış-verişte Allahın emir ve yasaklarına titizlikle uyması idi. Bu sebeple, başkalarının haklarının kendi üzerinde kalmamasına çok dikkat eder ve azami gayreti gösterirdi. Halbuki onun kavmi tamamıyla aksine davranır, insanları aldatmak için hile yapar ve ellerinden geleni geri komazdı. Bu kimseler, insanların ihtiyacı olan malları ucuzken toplayıp, pahalanınca satarlardı. Terazi ve ölçüde hile yapmadan duramazlardı. Zamanın geçer akçesi olan altın ve gümüş paraların kenarlarından kırparlar, alışveriş yaptıkları kimselere muhakkak zarar verirlerdi. Böyle yapmazlarsa kazançlarının eksileceğinden ve zarara uğrayacaklarından korkarlardı. Kul hakkını hiç düşünmezler, ahirette, bütün bu yaptıklarından hesap vereceklerini hatırlarına bile getirmezlerdi. Müslümanların da Şuaybın kavminin durumuna düşmemesi, kul hakkı yiyerek insanlara ve kendilerine zarar vermemesi için; İslam alimleri kitaplarında alış-veriş, (bey ve şira) bilgilerini geniş geniş anlatmışlar, “Alış-veriş bilgisinden haberi olmayan haram yer, haram yiyenin de ibadetlerine sevab verilmez” buyurmuşlardır. İslam alimlerinin büyüklerinden olan İmam-ı Gazali hazretleri, müslümanlara nasihat edip, doğru yolu göstermek ve Allahın rızasını kazanmak niyetiyle yazdığı Kimya-yı Saadet adlı eserinde, bu hususta buyurdu ki:
Alış-veriş bilgisini bilmeyen harama ve faize düşer, bundan haberi bile olmaz. Bu hususta bir şey sormasını da bilemez. Bazıları, yaptığı alış-verişi İslamiyete uygun sanır, halbuki bunların müslümanlara zarar ve ziyanı dokunur. Bunları yapanlar, lanete uğrarlar. Alış-verişte müslümanlara zarar vermek iki türlüdür. Biri, herkese zararı dokunmak; ikincisi, alışveriş edilen kimseye zarar vermektir. Herkese zararı dokunmak da iki kısımdır: Biri ihtikardır, diğeri ise piyasaya kalp (sahte ve eksik) para sürmektir.
İhtikar (karaborsacılık); insan ve hayvan gıda maddelerini piyasadan toplayıp, yığıp, pahalandığı zaman satmak demektir. İhtikar eden melundur. Peygamberimiz buyurdu ki: “Bir kimse gıda maddelerini alıp, pahalı olup da satmak için kırk gün saklarsa, hepsini fakirlere parasız dağıtsa, günahını ödeyemez.” “Bir kimse gıda maddelerini kırk gün saklarsa, Allah ona darılır. O, Allahı saymamış olur.”
“Bir kimse, hariçten gıda maddesi satın alıp, şehre getirir ve piyasaya göre satarsa, sadaka vermiş gibi veya köle azad etmiş gibi sevab kazanır.”
İmam-ı Ali ; “Gıda maddelerini kırk gün saklayanın kalbi kararır” buyurdu. Ona, bir muhtekiri haber verdiklerinde; emretti, sakladığı şeyleri dağıttırdı. alimlerden biri, tüccar idi. Vasıt şehrinden, Basraya gıda gönderip satılmasını vekiline emretti. Basrada ucuz olduğu için, vekili bir hafta bekleyip, pahalı sattı ve alime müjde yazdı. alim, cevabında buyurdu ki: “Biz, az kar ile çok sevab kazanmağı daha çok severiz. Fazla kazanmak için, dinimizi feda etmemeli idin. Çok büyük cinayet yapmışsın. Bunu affettirmek için, sermayeyi ve karı hemen sadaka olarak dağıt!” İhtikarın haram olması, insanlara zararlı olduğu içindir. Çünkü gıda maddeleri, insanların ve hayvanların yaşayabilmesi için lazımdır. Satılınca, herkesin alması mubahtır. Bir kişi alıp saklayınca, başkaları alamaz. Sanki çeşme suyunu saklayıp, herkesi susuz bırakmağa benzer. Gıda maddelerini bu niyetle satın almak günahtır. İmam-ı azam Ebu Hanife buyurdu ki: “Köylü, tarlasından aldığı gıda maddelerini istediği zaman satabilir. Acele satması vacib değildir. Fakat, acele etmesi sevabdır. Pahalı olunca satmasını düşünmesi çirkindir. İlaçlarda ve gıda maddesi olmayan ve herkese lazım olmayan şeylerde ihtikar haram değildir. Ekmek ve benzerlerinde çok haram olup, et, yağ gibilerde az haramdır.” İmameyne göre, bunların hepsi ihtikardır. İnsanlara lazım olan her şeyde ihtikar haramdır. Hükümet, ihtikar edeni, haber alınca, evine yetecek kadar bırakıp, fazlasını halka satmasını emreder.
Herkese yapılan zararın ikinci kısmı, kalp para sürmektir. Alan, anlamazsa, zulüm edilmiş olur. Anlarsa, o da başkasını, başkası da, bir diğerini, zincirleme aldatırlar. Elden ele dolaştıkça, günahı, birinci kimseye de yazılır. Bunun için büyüklerimiz; “Bir sahte lira vermek, yüz lira çalmaktan daha fenadır” buyurmuşlardır. Çünkü hırsızlığın günahı bir keredir. Bunun günahı ise, öldükten sonra da devam eder. İnsanların en zavallısı, ölüp gittiği halde, bıraktığı kötülük sebebi ile günahı tükenmeyen kimsedir. Öldükten senelerce sonra günahı yazılır ve azabını çeker. Eline sahte para geçen, onu yok etmeli, kimseye vermemelidir. İnsan paraları iyi tanımalı, aldanmamalıdır. Daha dikkatli olarak kimseyi aldatmamalıdır. Paranın kalp olduğunu bilerek ve bilmeyerek kalp para alıp vermek de günahtır. Çünkü insanın başına gelen her işin, dindeki ilmini öğrenmesi vacibdir. Yok etmek niyeti ile, kalp para almak sevabdır. Ayarı bozuk maden paraları yok etmemeli, söyleyerek emin kimselere, hükümete vermelidir. Hile edecek kimselere vermesi, silahı yol kesene satmağa benzer. Bu da haramdır.
İnsanlara verilen ziyanın ikincisi, alışveriş edilen kimseye yapılan zarardır. Zarar veren her iş, zulüm olur. Zulüm ise haramdır. Her müslüman, kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi, kafirlere de yapmamalıdır.
Alış-veriş esnasında şu dört şeyi yapmamak lazımdır:
1- Satılan malı, olduğundan aşırı medh etmemelidir. Çünkü hem yalan söylemiş, hem aldatmış, hem de zulüm etmiş olur. Hatta, doğru olarak da, müşterilerin bildiği şeyi söylememelidir. Çünkü bu da faydasız söz olur. Kıyamet günü her sözden sual olunacaktır. Beyhude söyleyenler, hiç özür bulamayacaktır. Yemin ile satmağa gelince, yalan yere yemin etmek haramdır. Yani büyük günahtır. Doğru yemin ederse, az bir şey için Allahın ismini söylemek saygısızlık olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Alış-verişte vallahi böyledir, vallahi öyle değildir diye yemin edenlere ve sanat sahiplerinden, yarın gel, öbür gün gel diye sözünde durmayanlara yazıklar olsun!” “Malını yemin ederek beğendiren kimseye kıyamet günü merhamet edilmeyecek ve acınmayacaktır.” Yunus bin Ubeyd ipekli kumaş tüccarıydı. Malını satarken hiç medh etmezdi. Çırağı bir gün, kumaşı gösterirken, müşterinin yanında; “Ya Rabbi! Bu Cennet kumaşından bana da nasib et!” deyince, Yunus bu sözün, kumaşı medh etmek olacağını düşünerek, kumaşı kaldırıp sattırmadı.
2- Malın ayıbını, müşteriden gizlememeli, hepsini, olduğu gibi göstermelidir. Kusuru gizlemek, hıyanettir. Mümine nasihat etmemektir. Zalim, asi olmaktır. Malın iyi tarafını göstermek, karanlıkta göstermek zulüm, hile olur. Resulallah buğday satan birisinin buğdayına, mübarek parmaklarını sokup, içinin yaş olduğunu görünce; “Bu nedir?” buyurdu. “Yağmur ıslatmıştır” deyince; “Niçin saklayıp göstermiyorsun? Hile eden, bizden değildir” buyurdu. Birisi, üçyüz dirhem gümüşe bir deve sattı. Devenin ayağında arıza vardı. Eshab-ı kiramdan (aleyhimürrıdvan) Vasile bin Eska orada idi. O anda dalgın idi. Devenin satıldığını anlayınca, alanın arkasından koşup; “Devenin ayağı arızalıdır” dedi. Müşteri deveyi geri getirip, parasını aldı. Bayi yani satan; “Satışımı niçin bozdun?” deyince, Vasile dedi ki: “Resulallahtan işittim. Buyurdu ki: “Satılan bir şeyin kusurunu gizlemek helal değildir. O kusuru bilip söylememek de, kimseye helal değildir.” Vasile yine dedi ki: “Resulallah müslümanlara nasihat etmemiz ve onlara merhamet etmemiz için bizden söz aldı. Malın kusurunu saklamak, nasihat etmemek olur.” Satıcıların, kusur saklamamaları çok güçtür. Büyük cihad demektir. Bu cihadı kazanmak için, mal alırken dikkat etmeli, kusurlu mal almamalıdır. Eğer kusurlu mal alırsa, müşteriye söylemeyi niyet etmelidir. Eğer aldanırsa, ziyan etmiş olur. Başkasını da ziyana sokmamalıdır. Kendisi, başkasına incinince, başkalarını da kendinden soğutmamalıdır. Şunu iyi bilmelidir ki, hile ile rızık artmaz. Belki, malın bereketi gider. Hile ile azar azar biriktirilen şeyler, ansızın gelen bir felaketle birden bire giderek, geride yalnız günahları kalır. Nitekim bir sütçü, süte su katardı. Bir gün, ansızın sel gelip, ineği boğdu. Adam şaşkın bir halde düşünürken, çocuğu dedi ki; “Kattığımız sular birikerek, gelip ineği götürdü.” Resulallah buyurdu ki: “Ticarete hıyanet karışınca, bereket gider.” Bereket, az malın çok faydası olmak, çok işe yaramak demektir. Az bir mal, bereketli olunca, çok kimsenin rahat etmesine, çok iyi işlerin yapılmasına yarar. Bereketli olmayan çok mal, sahibinin dünyada ve ahirette felaketine sebep olur. O halde, malın çok değil, bereketli olmasını istemelidir. Bereket, emin olanlarda bulunur. Hatta çokluk dahi emin tüccarlarda bulunur. Çünkü her müşteri, emin tüccara gider. Hıyanet edenlere kimse gitmez. Bir tüccar; “Ömür en fazla yüz senedir. ahiretin ise, sonu yoktur. Bir kaç günlük ömründe; altın ve gümüşünü arttırmak için, ebedi olarak zararda olmağı kim ister?” şeklinde düşünmelidir. Böyle düşünen bir satıcı hıyanet yapamaz. Resulallah buyurdu ki: “La ilahe illallah diyenler, dünyayı dinden üstün tutmadıkları takdirde, Allahın gadabından, azabından kurtulurlar. Dini bırakıp, dünyaya sarılırlarsa, bu kelime-i tevhidi söyleyince, Allah onlara, yalan söylüyorsun! buyurur.”
Her sanatta hile yapmamak farzdır. Çürük iş yapmak ve bunu gizlemek haramdır. İmam-ı Ahmed ibni Hanbelden , gizli yama yapmağı sordular. “Kendi giymesi ve müşterinin giymek için istemesi ile caiz olup, hile olarak yapmak, yani gizli yamayı, yeni diye satmak günahtır. Aldığı para haramdır.” buyurdu.
İnsanlar fasıktır, kafirdir diyerek, hile, hıyanet yapmanın caiz olacağını sanmak doğru değildir. Hile, hıyanet ve başkalarının haklarına saldırmak haramdır. Haramlar, zaruret olmadıkça, hiç bir yerde, hiç bir sebeple helal olmaz. İslamın güzel ahlakını her yerde tatbik etmek lazımdır. Güzel ahlaklı olmak sureti ile müslümanlığı tanıtmak, emr-i maruf yapmak olur. Dar-ül-harbde de, kafirlerin haklarına dokunmamak, hükümetlerinin kanunlarına uymak, kimseyi dolandırmamak, müslümanlığın icabıdır.
3- Ölçüde hile etmemeli, doğru tartmalıdır. Kuran-ı kerimde, Mutaffifin suresi, birinci ayetinde mealen; “Verirken noksan, alırken fazla ölçenlere acı azablar yapacağım” buyrulmuştur. Büyüklerimiz, her aldıklarını biraz noksan, verdiklerini de biraz fazla ölçerdi. “Bu az fark, Cehennem ile aramızda perdedir” derlerdi. Bunu, tam doğru ölçmemek korkusundan yaparlardı. “Yedi kat yer ve yedi kat gökler genişliğinde olan Cenneti, birkaç kuruşa satanlar ve bir kaç arpa tanesi için Cehennem azabı ile müjdelenenler ne kadar ahmaktır” buyururlardı. Resulallah her ne satın alsaydı, parasını biraz fazla verirdi. Fudayl bin Iyad , oğlunu, bir şey satın alıp, vereceği altının kirlerini temizlerken görünce; “Ey oğlum! Bu yaptığın iş, sana iki nafile hacdan ve iki umreden daha faydalıdır” buyurdu. Büyüklerimiz buyuruyor ki: “Fasıkların en kötüsü, alırken çok, satarken az ölçenlerdir. Manifaturacılardan, kumaşı alırken gevşek, satarken gergin tutup ölçenler de böyledir. Kemiğini, adetten fazla koyan kasaplar da böyledir. Hububat içine toz toprak karıştırıp satan köylüler de böyledir. Malın iyisi ile kötüsünü karıştırıp, hepsini iyi diye satan pazarcılar da böyledir.” Bunların hepsini de yapmak haramdır. Velhasıl, alış-verişte herkese karşı doğru hareket etmek vacibdir. Hatta, kendine söylenmesini istemediği sözü başkalarına söylememelidir. Böyle haramlardan kurtulmak için de kendini, din kardeşinden üstün görmemek lazımdır. Bunu da, herkesin yapması güçtür. Bunun için Allah; “Hepiniz Cehennemden geçeceksiniz!” buyuruyor. Amma, herkes Allahtan korkusuna göre, oradan çabuk veya geç kurtulacaktır.
4- Satış fiyatında hile yapmamaktır. Peygamberimiz “Müslümanların, şehre mal getiren köylüleri karşılayıp, piyasa fiyatını gizleyerek, ucuz satın almalarını” men buyurdu. Köylünün bu suretle yaptığı satıştan vaz geçmesi caizdir. Köylü ucuz bir şey getirince, bunu karşılayarak; “Malı bana bırak, ben sonra yüksek fiyatla satarım.” demekten de men buyurdu. Bir malın, pahalı satılması için, herkesin yanında, onu yüksek fiyatla satın almaktan da men buyurdu. Müşteriler, böyle bir satış olduğunu anlarsa, satışı bozabilir. Piyasayı bilmeyenlere yüksek fiyatla mal satmak da haramdır. Hatta, acemi olup, ucuz satan veya pahalı alanlar ile alışveriş etmemelidir. Bunlarla alışveriş sahih ve caiz ise de, piyasadaki fiyatı bunlardan gizlemek günahtır. Basrada büyük bir tüccar vardı. İranda, Sus şehrinde bulunan adamlarından biri, mektup yazarak; “Bu sene şeker kamışı verimli olmadı. Başkaları duymadan, çok şeker al!” dedi. Tüccar da, çok şeker satın alıp, şeker piyasadan çekilince, pahalı satarak, otuzbin dirhem gümüş kar etti. Sonra, düşünüp; “Şeker kamışlarına afet geldiğini, müslümanlardan saklayarak, onlara hıyanet ettim, bu nasıl Müslümanlıktır” deyip, otuzbin dirhemi, şekerlerini almış olduğu kimselere götürdü. Her birine; “Bu para senindir” dedi. “Niçin?” dediklerinde, yaptığı yanlış işi anlattı. Hiç biri almayıp; “Sana helal olsun” dediler. Akşam evinde düşündü ki: “Belki utanarak almamışlardır. Din kardeşlerime hıyanet ettim” diyerek, ertesi gün tekrar götürdü. Her birine yalvararak otuzbin dirhem gümüşü taksim etti. Müşteriye doğru söylemeli, hiç hile etmemelidir. Malda bir arıza oldu ise, haber vermelidir. Malı, akraba veya ahbabından, ona yardım olsun diye yüksek fiyatla aldı ise, müşterisine bunu söyleyerek, doğru değerini bildirmelidir. Mesela, on lira etmeyen malı, on lira vererek aldı ise, o malı satarken, on liraya aldığını söylememelidir. Ucuz aldığı bir malın fiyatı yükselip pahalı satıyor ise, aldığı fiyatı söylemelidir. Böyle misaller pek çoktur. Bunları bilmeyerek hıyanet yapanlar çoktur. Hıyanet yapmaktan kurtulmak için, herkes, kendine yapılmasını istemediği şeyleri, başkalarına yapmamalıdır. Çünkü, herkes dikkat ile, pazarlıkla uğraşarak, tam değerini verip aldığını sanır. O halde, aldatarak satmak, hıyanet ve dolandırıcılık olur.
“Mecelle”nin yirmialtıncı maddesinde; “Çok kimseyi zarardan kurtarmak için, bir kimseye zarar yapılabilir” diyor. Gıda maddelerini satanlar, piyasadaki değerin iki misline satarak halka zarar verirlerse, Hakim, piyasadaki değerine sattırır. Kıtlık zamanında, hükümet, ihtikar yapanın yani karaborsacıların yığdığı gıda maddelerini, uygun fiyat ile, aç kalanlara sattırabilir.
Allah, adalet yapmayı emrettiği gibi, ihsan etmeği de emrediyor. Yukarda adalet yapmağı bildirdik. Bunları öğrenen, zulüm yapmaktan kurtulur. Şimdi ihsanın nasıl yapılacağını anlatacağız: Araf suresi, ellibeşinci ayetinin meal-i şerifinde; “İhsan edenlere, elbette rahmetim çok yakındır” buyrulmaktadır. Yalnız adalet yapanlar, dinde sermayelerini kurtarmış olur. Fakat kar, ihsan edenleredir. Aklı olan, ahiret karını hiç kaçırır mı? İhsan, emredilmeyen iyiliği yapmaktır. Üçüncü kaide isardır. Îsar, muhtaç olduğu bir şeyi almayıp, muhtaç olan din kardeşine bırakmaktır. İnsana lazım olan şeylerde isar yapılır. Kurbet ve ibadetlerde isar yapılmaz. Mesela, taharetlenecek kadar suyu, setr-i avret edecek kadar örtüsü olan, bunları kendi kullanır. Bunları muhtaç olana vermez. Birinci safdaki yerini başkasına vermez. Namaz vakti gelince, abdestsiz kimsenin abdest suyunu başkasına isar etmesi caiz değildir.
Ticarette ihsan, altı türlü elde edilir:
1- Müşteri, fazla ihtiyacı için çok para vermeğe razı olsa bile, çok kar istememelidir. Sırriyi Sekatinin dükkanı vardı. Yüzde beşten ziyade kar istemezdi. Bir kere, altmış altınlık badem içi almıştı. Badem fiyatı ansızın yükseldi. Dellal, badem satmak için geldi. “Altmış üç altına sat!” dedi. Dellal; “Bugün, bu kadar bademi, doksan altına alıyorlar” deyince; “Ben yüzde beşten fazla kar almamağa karar verdim. Kararımı değiştirmem” buyurdu. Dellal da; “Ben de senin malını aşağı fiyatla satamam” dedi ve satmadı. O da yüksek fiyatla satmağa razı olmadı. Bademler satılamadı. İşte ihsan böyle olur. Muhammed bin Münkedir, din büyüklerindendi. Mağazası vardı. Çeşit çeşit kumaş satıyordu. Kimisinin zraı (yarım metresi) beş altın, kimisinin on altın idi. Bir gün, kendisi yok iken, çırağı, bir köylüye, beş altınlık kumaşı, on altına sattı. Kendi gelip, haber alınca, akşama kadar köylüyü arattı. Köylüyü görünce; “Bu kumaş beş altından fazla etmez” dedi. Köylü; “Ben bunu, seve seve aldım” deyince; “Ben kendime uygun görmediğimi, din kardeşime de uygun görmem. Ya satıştan vaz geç, yahut beş altını geri al, yahut da gel on altınlık kumaştan vereyim” buyurdu. Köylü beş altını geri aldı. Sonra, birisine; “Bu merd kimdir” diye sordu. “Muhammed bin Münkerdir” dediler. Bu ismi duyunca; “Sübhanallah! Bu, öyle bir kimsedir ki, çölde susuz kalınca yağmur duasına çıkıp, onun adını söylediğimiz zaman rahmet yağıyor” dedi. Büyüklerimiz az karla, çok iş yapar, bunu daha bereketli bulurlardı. Halife Ali , Kufe şehri çarşısında dolaşarak; “Az karı red etmeyiniz! Çok kardan mahrum kalırsınız!” buyururdu. Eshab-ı kiramın (aleyhimürrıdvan) büyüklerinden Abdurrahman bin Avfa; “O büyük serveti nasıl kazandın?” dediler. “Çok az kara da razı oldum. Hiç bir müşteriyi boş çevirmedim. Hatta bir gün, bin deveyi sermayesine satmıştım. Yalnız dizlerindeki ipleri kar kalmıştı. Her ip, bir dirhem gümüş değerinde idi. O gün develerin yem parasını ben vermiştim. Kazancım ise, bin dirhem olmuştu” buyurdu.
Hamza Efendi Bey ve şira risalesi şerhi, yirmibeşinci sahifesinde diyor ki: “Yüksek fiyatla satıp, bir kimseyi aldatmaktan sakınmalıdır. Zira piyasada on liraya satılmakta olan bir malı, onbir liradan yukarıya satın almak gaben-i fahiş ile aldanmaktır. Yani çok aldanmaktır. Yalan söylemekle çok aldatılan bir müşteri, satıştan vaz geçebilir.”
2- Fakirlerin malını fazla para ile almalı, onları sevindirmelidir. Mesela, dul kadınların eğirdiği ipliğe, çocukların sattığı meyvelere çok para vermelidir. Bu suretle çalışanlara yardım etmek, sadaka vermekten daha sevabdır. Böyle yapanlar, Resulallahın duasına kavuşur. Çünkü, “Alış-verişte kolaylık gösterenlere, Allah merhamet eylesin!” diye dua buyurmuştur. Fakat, zenginden mal alırken aldanmak sevab ve iyi değildir. Malı zayi etmektir. Belki pazarlık edip, ucuz almak lazımdır. İmam-ı Hasen ve Hüseyin , her aldıklarında pazarlık eder, ucuz almağa uğraşırlardı. Kendilerine; “Bir günde binlerle dirhem sadaka veriyorsunuz da, bir şey satın alırken niçin uzun pazarlık ederek yoruluyorsunuz?” dediklerinde; “Verdiklerimizi Allah rızası için veriyoruz. Ne kadar çok versek yine azdır. Fakat, alış-verişte aldanmak, aklın ve malın noksan olmasıdır” buyururlardı.
3- Müşteriden para almakta üç türlü ihsan olur. Fiyatta ikram etmelidir. Eski, kirli paraları kabul etmelidir. Peşin verdiği fiyatla, veresiye vermelidir. Veresiye vermek için, fiyatı arttırmak şart edilirse, bey fasid olur. Haram olur. Resulallah buyurdu ki: “Alış-verişte kolaylık gösterenlere, Allah, her işinde kolaylık gösterir.” İhsanın en büyüğü, en kıymetlisi, fakirlere veresiye vermektir. Parası, malı olmayanın borcunu uzatmak, zaten vacibdir. İhsan değil, adalettir ve vazifedir. Fakat, malı olup da, ziyan ile satmadıkça veya muhtaç olduğu bir şeyi satmadıkça ödeyemeyecek bir halde olanların ödemesine zaman vermek ihsandır ve büyük sadakadır. Resulallah buyurdu ki:
“Kıyamette bir kimseyi hesaba çekerler ki, çok günah işlemiş, hiç iyilik yapmamış. Sen dünyada hiç iyilik yapmadın mı? derler. Hayır, yalnız çırağıma derdim ki: “Fakir olan borçluları sıkıştırma! Ne zaman ellerine geçerse o zaman vermelerini söyle. İstediklerini yine ver. Boş çevirme!” Allah; “Ey kulum! Bugün sen fakir, muhtaçsın! Sen dünyada benim kullarıma acıdığın gibi, bugün biz de sana acırız” deyip, onu affeder.”
Başka bir hadiste; “Bir müslümana, Allah rızası için ödünç veren kimseye, her gün için sadaka sevabı verilir. Fakirden, alacağını çabuk istemeyene, her gün için malın hepsini sadaka vermiş gibi sevab verilir” buyurdu. Büyüklerimizden öyle kimseler vardı ki, borcun getirilmesini arzu etmezdi. Her gün, o malı sadaka vermiş gibi sevab kazanmağı tercih ederlerdi. Bir hadiste buyruldu ki: “Sadaka verilen her dirhem için on sevab, ödünç verilen her dirhem için ise, onsekiz sevab vardır. Çünkü borç, ihtiyacı olana verilir. Sadaka belki, ihtiyacı olmayanın eline düşebilir.”
4- Borç ödemekte ihsan, istemeğe vakit bırakmadan önce vermektir ve paranın en iyisini vermek ve kendi eli ile ve ayağına gidip vermektir. Onu birisini göndermeğe, mecbur bırakmamaktır. hadiste buyruldu ki: “En iyiniz, borcunu iyi ödeyeninizdir.” Başka bir hadiste de; “Ödünç alan bir kimse, iyice ödemeği niyet ederse, borcunu ödemesi için, melekler ona dua eder” buyruldu. Bir kimse, malı olduğu halde, borcunu ödemeği bir saat geciktirse, zalim ve asi olur. Namaz kılarken de, oruç tutarken de, uykuda da yani her an, lanet altında bulunur. Borç ödememek öyle bir günahtır ki, uykuda bile durmadan yazılır. Malı olmak, parası çok olmak demek değildir. Belki satılık bir şeyi olup da, satmazsa, günah işlemiş olur. Değeri düşük olan para veya işe yaramayan mal vererek öder ve bunu hak sahibi beğenmeyerek alırsa, yine günah olur. Onu razı etmedikçe, yani gönlünü almadıkça, günahtan kurtulamaz. Çok kimseler bunu düşünmez, fakat büyük günahlardandır.
5- alışveriş ettiği kimse pişman olursa ikale etmek, yani yapılan satışı geri çevirmektir. Birinin “Vazgeçtim” demesi, ötekinin de “Kabul ettim” veya “Ben de vazgeçtim” demesi ile ikale yapılır. İkalede, semenin arttırılması veya azaltılması şart edilirse, bu şart batıl olur. Yani bu şart yerine getirilmez. Semenin helak olması, ikaleye mani olmaz. Mebiin helak olması, mani olur. Fasid ve mekruh olan satışlarda ve gaben-i fahiş ile aldatılan müşterinin istediği zamanda ikale yapmak vacib olur. Sahih satışta, biri istediği zaman, ötekinin de yapması müstehabdır. Çünkü Resulallah buyurdu ki: “Bir kimse (karşısındaki pişman olunca) beyi fesheder, geri alırsa, Allah, onun günahlarını affeder”. Yapılan satışı geri çevirmek vacib değildir. Fakat, çok sevabdır ve ihsan etmektir.
6- Fakirlere veresiye verip, parası olmayandan, istememeği niyet etmektir. Borçlusu ölünce helal etmektir. Büyüklerimizden bazısının dükkanında iki defter vardı. Birisine bilinmeyen isimler yazarlardı ki, hepsi fakir idi. Bazı borçlar karşısında isim de yazılı değildi. Böylece kendisi ölürse, kimse fakirlerden bir şey isteyemezdi. Fakat böyle tüccarlar da, en iyi sayılmazdı. En iyi olanlar, fakirler için, hiç defter tutmayanlardı. Bunlar, fakir bir şey getirirse alır, getirmeyenlerden bir şey istemezlerdi. İşte, din büyükleri, böyle ticaret yapardı. Şüpheli bir kuruşu kabul eden, dinde mertlerden sayılmazdı.
Bir kimsenin dünya ticareti, ahiret ticaretine mani olursa, bu kimse bedbahttır, zavallıdır. Bir çömlek almak için, altın kupa verene ne denir? Dünya, saksı parçası gibidir. Hem kıymetsizdir, hem de çabuk kırılır. ahiret ise, altından kupaya benzer. Hem çok kıymetlidir, hem de dayanıklı olup kırılmaz. Hatta hiç tükenmez. Dünya ticaretinin ahirete yaraması için ve Cehenneme sürüklenmemesi için, çok uğraşmak lazımdır. İnsanın sermayesi, dini ve ahiretidir. Bu sermayeyi kaptırmamak için, çok uyanık olmak lazımdır. Dinini kayırmak isteyenler yedi şeye dikkat etmelidir:
1- Her sabah; kendisinin, evlad ve ailesinin rızkını kazanmak, onları kimseye muhtaç bırakmamak, Allaha rahat ve temiz ibadet edebilmek, ahiret yolunda yürüyebilmek için, vazifeme gidiyorum şeklinde niyet etmelidir. O gün müslümanlara iyilik, yardım ve nasihat, emr-i maruf, nehy-i münker yapmağı, kalbinden geçirmelidir. Namazda kusur edenlere, günah işleyenlere, emr-i maruf yapmalı, onlara göz yummamalıdır. Böyle niyet eden bir tüccar, bir memur, bir muallim, bir hakim ve bir subay vazifesini yaptığı kadar, hep sevab kazanır. Onun her işi, ibadet olur. Dünyada kazandığı şeyler de görünürdeki kazancıdır.
2- Binlerce insan çalışmayacak olursa insanın kendisinin bile yaşayamayacağını düşünmesi gerekir. Mesela, çiftçi, fırıncı, dokumacı, demirci, iplikçi ve daha nice sanatkarlar, hep onun için çalışıyor. O hepsine muhtaçtır. Herkes onun için çalışıp, ona hazırlayıp da, onun boş oturması, kimseye faydalı olmaması doğru olur mu? Bu dünyada herkes yolcudur. Geldik gidiyoruz. Yolcuların birbirlerine yardım etmesi, el ele vermeleri, kardeş gibi olmaları lazımdır. Her müslüman böyle düşünmelidir. Vazifesine başlarken; “Müslüman kardeşlerime yardım etmek, onları rahat ettirmek için çalışacağım. Din kardeşlerim benim işimi gördükleri gibi, ben de onlara hizmet edeceğim” demelidir. Her Müslüman bütün sanatların farz-ı kifaye olduğunu bilmelidir. Bunu düşünerek, bir sanata yapışmak, ibadet etmek olur. İster kitaplı kafirler keşfetsin, ister kitapsız kafirler bulsun, her sanatı öğrenmek ve hele, harb vasıtalarını en modern, en ileri şekilde yapmağa çalışmak farzdır. Bu vasıtaları yapabilmek için, gerekli ilimleri, dersleri mekteplerde, bu niyetle okutmak ve okumak hep ibadet olur. Namaz kılan insanın bu niyetle, her işi ibadet olur. Namaz kılmayanların her hareketi de günah olur. O halde, her müslüman, namazını kılmalı, sonra farz olduğunu düşünerek, vazifesini yapmalıdır. İş görürken niyetin doğru olmasına alamet, insanlara faydalı olan bir meslek, bir sanat seçmektir. Yani, öyle bir iş görmeli ki, eğer o iş olmasa, müslümanlar sıkıntı çekerdi. O halde, keyif, oyun ve benzerlerine, sanat dense de ve haram işleyenlere sanatkar ismi verilse de, bunları yapmak ibadet olmaz. Hatta, haram olmayan, mubah olan, fakat insanlara lüzumlu olmayan sanatları seçmemelidir. hadiste buyruldu ki: “En iyi ticaret, bezzazlıktır, kumaş satmaktır. En iyi sanat, terziliktir.”
3- Dünya işleri, ahiret için çalışmağa mani olmamalıdır. ahiret için ticaret yeri camilerdir. Münafikun suresi, dokuzuncu ayet-i kerimesinin meal-i şerifinde; “Mallarınız ve çocuklarınız, Allahı hatırlamanıza mani olmasın!” buyrulmakta ve bu hususa dikkat emredilmektedir. Halife Ömer çarşıya girince; “Ey tüccarlar! Önce ahiret rızkını kazanın! Sonra dünya rızkına çalışın!” diyerek tüccarlara nasihatlerde bulunurdu.
Ticaretle meşgul olan büyüklerimiz, sabah ve akşamları ahiret için çalışır, Kuran-ı kerim okur, ders dinler, tevbe ve dua eder, ilim öğrenir ve gençlere öğretirlerdi. Kelle kebabı, sabah çorbası gibi şeyleri çocuklar ve zimmiler satardı. Çünkü müslümanlar, sabah-akşam camilerde bulunurdu. İnsanların amellerini yazan ikişer melek, her sabah ve akşam değişmektedir. hadiste buyruldu ki: “Melekler insanların amel defterlerini götürdükleri zaman, başında ve sonunda iyi iş yazılı ise, gün ortasında yapılanları ona bağışlarlar.”
“Gündüz ve gece melekleri, sabah ve akşam, gidip gelirken birbirleri ile karşılaşırlar. Hak teala, (gelen meleklere) kullarımı nasıl bıraktınız? buyurur. Ya Rabbi! Namazda bulduk ve namaz kılarken bıraktık, derler. Allah da, şahid olun, onları affettim buyurur.”
Müslüman tüccarlar, sanat sahipleri, gündüzleri de, ezan sesini duyunca, işini hemen bırakıp, camiye koşmalıdır. Dinini seven ve kayıran bir imam bulursa, ona uymalı, dinini dünyaya değişen, ibadete haram, bidat karıştıran, müslümanlıktan haberi olmayan imam ve hafızların yanına, sesine, sözüne yanaşmamalıdır. Büyüklerimiz; “Ticaretleri, satışları, Allahı unutmalarına sebep olmaz” ayet-i kerimesine mana verirken buyurdular ki: “Demirciler vardı. Demir döverken, ezan okununca, çekici kaldırmış iken, demire vurmaz, bırakıp namaza koşarlardı. Ve terziler vardı. İğneyi sokunca, ezan okunsaydı, o halde bırakıp, cemaate koşarlardı.”
4- Çarşıda ve işte, Allahı zikir ve tesbih etmeli, her an Onu hatırlamalıdır. Dili ve kalbi boş kalmamalıdır. İyi bilmelidir ki, o anda kaçırdığını, bütün dünyayı verse, bir daha eline geçiremez. Gafiller arasındaki zikrin sevabı çok olur. Resulallah “Gafiller arasında Allahı zikir eden kimse, kurumuş ağaçlar arasında bulunan yeşil fidan gibidir ve ölüler arasındaki canlı gibidir ve harbde kaçanlar arasında, arslan misali dövüşenler gibidir” buyurdular.
“Çarşıya giderken; “La ilahe illallah, vahde hu la şerike leh, le-hül mülkü ve le-hül hamdü, yuhyi ve yümit, ve hüve hayyün la yemut, biyedihil-hayr, ve hüve ala külli şeyin kadir” diyen kimseye, iki milyon sevab yazılır.” Bu hadiste olduğu gibi, sevab veya günah miktarını, göklerin büyüklüğünü, uzaklıklarını ve ahiretteki zamanları ve dünyanın yaratılışını ve mahlukların sayısını bildiren hadis-i şeriflerdeki çeşitli rakamlar, miktar sayısını göstermek için değil, miktarın çokluğunu anlatmak içindir. Mesela bir kimseye, birkaç defa, zahmet çekerek gidip bulamayarak canı sıkılan birinin, o kimseyi görünce, seni on defa aradım, bulamadım, demesi gibidir. Cüneyd-i Bağdadi (kuddise sirruh) buyurdu ki: “Pazarda çok kimse vardır ki, Allahadamlarının halkasında oturanlardan daha kıymetlidirler.” Bir kere de buyurdu ki: “Öyle kimse tanıyorum ki, pazarda her gün üçyüz rekat namaz kılmakta ve otuzbin tesbih okumaktadır.” Bazısı demiştir ki: “Bu kimse, kendisidir.” Hülasa, dine, ibadetine yardım niyeti ile dünyaya çalışanlara, hep böyle sevab vardır. Yalnız para kazanıp, dünya malı toplamak için çalışanlar, sevabdan mahrum kalırlar. Hatta bunlar, camide, namazda iken de, kalbleri dükkanın hesabındadır. Fikirleri dağınıktır.
5- Dünya işlerine çok düşkün olmamalıdır. Mesela, çarşıya herkesten önce gidip, herkesten sonra çıkmamalı. Tehlikeli ve uzun yollara gitmemelidir. Muaz bin Cebel buyuruyor ki: “Şeytan pazarda; yalan, hile, hıyanet ve yemin ettirerek müslümanları günaha sokmağa çalışır. Önce gidip, geç çıkanlara daha çok asılır.” hadiste buyruldu ki: “Tüccarın, esnafın en kötüsü, erken gidip, geç dönenlerdir.” Sabah namazını kılıp ve kitap okuyup bir şey öğrenerek işe gitmeyi adet edinmelidir. İhtiyacı kadar dünyalık kazanınca, ahireti kazanmakla meşgul olmalıdır. Çünkü ahiret hayatı sonsuzdur ve ona ihtiyaç daha çoktur ve ahiret ticaretinde iflas etmek üzeredir. İmam-ı azam Ebu Hanifenin hocası Hammad , ticaret yapardı. Başörtüsü satardı. Her gün iki habbe kazanınca eşyayı toplar pazardan çıkardı. Büyüklerden bazısı dükkana, haftada iki gün giderdi. Bir kısmı da Cumadan başka her gün gider, öğle namazında geri dönerdi. Bir kısmı nihayet ikindiye kadar alışveriş ederdi. Hepsi ihtiyacı kadar kazanınca camiye gider, ibadetle, ilim öğrenmekle akşamı yapardı.
6- Şüpheli şeylerden kaçınmalıdır. Harama yaklaşan zaten, asi, fasık olur. Şüphe ettiği şeyleri, Ehl-i sünnet kitaplarından öğrenmelidir. Cahil hafızlara, hocalara ve her kitaba güvenmemelidir. Kalbine sıkıntı getiren şüpheliyi almamalıdır. Zalimlerle, hile, hıyanet edenlerle, yemin ederek insanları aldatanlarla, din ile alay edenlerle, yalan yanlış kitaplar yazarak dini yıkmağa uğraşanlarla alışveriş etmemeli, velhasıl herkesle muamelede bulunmamalıdır. Doğru insan aramalıdır. Bir zaman vardır ki, bir tacir, her istediği ile muamele edebilirdi. Çünkü herkes alışveriş ilmini biliyor ve bildiğine göre hareket ediyordu. Sonraları öyle zamanlar geldi ki, birkaç kişi ile muamele edilemezdi. Daha sonraları ise, ancak birkaç kimse ile muamele edilebilir oldu. Bir zaman gelmek korkusu vardır ki alışveriş edecek kimse bulunamayacaktır. Bunu çok zaman önce, söylemişlerdir. Bizler belki de, büyüklerimizin korktuğu o zamana kaldık. Kim ile olursa olsun, alışveriş edilmektedir. Cahil hafızlar, yangına körükle gidip; “Bugün dünyanın her tarafı böyle oldu. Her yerdeki mala haram karıştı. Haramdan kurtulmak imkansız oldu” diyorlar. Bu söz, çok yanlıştır. Hiç de dedikleri gibi değildir. Bunu, alışveriş bilgilerini yazan İslam alimlerinin kitaplarından öğrenmelidir.
7- alışveriş yaptığı kimse ile olan sözlerini, hareketlerini, aldığını, verdiğini iyi ve doğru hesap etmelidir. Kıyamette, bunların hepsinden hesap vereceğini bilmelidir. Büyüklerden biri, bir bakkalı rüyada görüp; “Allah sana ne yaptı?” dedi. “Önüme ellibin sahife koydular. Ya Rabbi! Bu sahifeler kimlerindir dedim. Ellibin kişi ile alışveriş yapmışsın. Her sahife bunların birisi ile olan muameleni göstermektedir dediler. Baktım, her sahifede bir kimse ile olan muamelemin inceden inceye yazılmış olduğunu gördüm” dedi. Bir kuruş hile yapan, bir kuruş hak yiyen, cezasını çekecektir ve hiç bir şeyin yardımı olmayacaktır.
Bugün bunlar unutulmuş, bilen de kalmamıştır. Bunlardan birisini yapana çok sevab verilir. Resulallah buyurdu ki: “Bir zaman gelir, o zamanın müslümanları bugün sizin yaptığınız ibadetlerin onda birini yaparlarsa, ahirette azabdan kurtulurlar.” Sebebini sorduklarında; “Çünkü sizler hayr işlemeğe çok yardımcı buluyorsunuz. Onlar yardımcı bulamayacakları gibi, çeşitli engellerle de karşılaşacaklardır. Gafiller ve cahiller arasında garib kalacaklardır” buyurdu. Bu hadis-i şerifi bildirmekten maksadımız, müslümanların, zamanın halini görüp, ümidsizliğe düşmemeleri içindir. O halde; “Bu zamanda, yukarıda yazılanların hepsini kim yapabilir” diyerek yese düşmek doğru değildir. Ne kadar yapılabilirse o kadar kar elde edilir. ahiretin dünyadan daha iyi olduğuna inanan kimse, bunların hepsini yapabilir. Bunların hepsini gözetmek, yapsa yapsa, insanı fakir yapar. Sonsuz saadete, ebedi rahatlığa sebep olacak, birkaç senelik fakirliğe elbette katlanır. Nitekim birçok kimse, birkaç şey kazanmak için fırtınalı, karlı havalarda, sıkıntılı yolculuklara; bir rütbeye, dereceye yükselmek için de nice mahrumiyetlere katlanıyor. Halbuki, ölüm gelince, bütün kazançları elden çıkmakta, boşuna didinmiş olmaktadırlar.
Allahın, bir kuluna, faydalı, güzel işler yapmağı, çok kimsenin ihtiyaçlarını sağlamasını nasib etmesi, çok kimsenin ona sığınması, bu kul için pek büyük bir nimettir! Allah, kullarına (iyalim) demiş, çok merhametli olduğu için, herkesin rızkını, nafakasını kendi üzerine almıştır. Allah, bu iyalinden birkaçının rızıkları, nafakaları için ve bunların yetişmeleri, rahat yaşamaları için bir kulunu vazifelendirirse, bu kuluna büyük ihsan etmiş olur. Bu büyük nimete kavuşup da, bunun için şükretmesini bilen kimse, çok talihli, pek bahtiyardır. Bunun kıymetini bilip, şükretmek, kendi sahibinin Rabbinin iyaline hizmet etmeği saadet ve şeref bilmek ve Rabbinin kullarını, kölelerini yetiştirmekle öğünmek, aklın gereğidir.