"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Şuayb

Medyen ve Eyke ahalisine gönderilen peygamber. İbrahim veya Salihin neslinden olduğu rivayet edilir. Nesebi, Buhari-i şerifi şerheden alimlere göre; Şuayb bin Mikail bin Lavi bin Yakup bin İshak bin İbrahimdir . Ebüssüud Efendiye göre; Şuayb bin Mikail bin Yeşcer bin Medyen bin İbrahimdir . Fahreddin Razi, Medyenin, Lut ın kızı Reaya ile evlendiğini ve ondan doğan çocuklarının çoğaldığını rivayet etmektedir. Şuayb ın anne tarafından Lutun kızına ulaştığı ve Eyyuble teyzeoğulları oldukları da rivayet edilir. Musanın da kayınpederidir. İsminin Arapçada Şuayb, Süryanicede ise Yesrub olduğu bildirilmiştir. Memleketi olan Medyen ve oraya yakın bir yer olan Eyke ahalisine peygamber olarak gönderildi. Bu husus hadiste bildirilerek; “Şuayb Medyenlilerin neseben kardeşleridir. Onlara ve Eshab-ı Eykeye peygamber olarak gönderilmiştir” buyrulmuştur. Her iki kavmin azgınlıkları yüzünden helak olması üzerine inananlarla birlikte Mekkeye gitti. Orada vefat edip, Kabe-i muazzamada, altın oluğun altına, yani Hatime defnedildi. Kavmine güzel söz söylemesi, tatlı ve tesirli hitab etmesi sebebiyle, kendisine Hatib-ül-Enbiya (Peygamberlerin hatibi) denildi. Çok namaz kılar, kul hakkına ziyadesiyle dikkat eder, bilhassa ölçü ve tartı aletlerinde hak geçmemesi için, elinden geleni yapar ve titizlik gösterirdi.

Arabistanda, Akabe körfezinden Humus vadisine kadar uzanan Medyen bölgesinde doğup büyüyen Şuayb , o kavmin asil bir ailesine mensuptu. Hatta bir rivayette; dedelerinden olan Medyen adlı şahsın etrafında toplanan insanların kurduğu şehre Medyen isminin verildiği, bölgenin bu adla anıldığı bile söylenir. Şuaybın gençliği, Medyen kavminin arasında geçti. Bu bölge halkı sapıtıp azıtmış olduğundan; onların kötülüklerinden uzak yaşar, babasından kalan koyunları ile meşgul olur ve çok namaz kılardı. İnsanlara güzel huyları ve nasihatleri ile örnek oldu. Medyenliler, atalarının doğru yolundan ayrılmışlar ve kötü yollara sapmışlardı. Bu sebeple, bir olan Allaha ibadet etmeyi bırakmışlar, kendi yaptıkları putlara, heykellere tapmaya başlamışlardı. Medyenin kervan yolları üzerinde bulunması, bölge halkını ticarete yöneltmişti. Bu insanlar, yaptıkları alışverişte muhakkak hile yaparlardı. Yiyecek maddelerini alırlar, yer altına doldururlar, pahalanınca fahiş fiyatla satarlardı. O zamanlar, para, ya tane ile sayılarak veya tartılarak işlem görürdü. Medyenliler, alışveriş yaptıkları şahıslardan parayı tartı ile alıyorlar, kenarından kırptıktan sonra tane ile başkasına veriyorlardı. Ölçü ve tartı için, iki değişik alet ve ağırlıkları vardı. Birini kendileri satın alırken, diğerini de başkasına bir şey satarken kullanıyorlardı. İnsanların yollarını keserler, onların mallarından belli bir kısmına el koyarlardı. Yol üstünde dururlar, bilhassa yabancı ve gariplerin mallarını çeşitli hilelere başvurarak ellerinden alırlardı. İnsanlarla yaptıkları muamelelerde, karşı tarafa zarar verirler, onlara eziyet ve zulüm ederler, bozgunculuk yaparlardı. Sıhhatlerinin, boş vakitlerinin, yiyecek-içecek ve giyecekteki bolluk, fiyatlardaki ucuzluk ve emniyet içinde yaşamak gibi nimetlerin kıymetini bilip şükretmezler, ayrıca bütün bu nimetlere, nankörlük ederlerdi.

Medyenliler böyle zulüm ve sapıklık içinde hayat sürerken, Allah, onlara, doğru yola davet için, Şuaybı peygamber gönderdi. Şuayb , onlara nasihatlerde bulunup; Allaha şirk koşmamalarını ve yalnız Ona ibadet etmelerini; alış-verişte, ölçü ve tartıda haksızlıkta bulunmamalarını, ahiret gününe inanmalarını, yeryüzünde bozgunculuk yapmamalarını söyledi. Buna devam ettikleri takdirde Cehennem azabına uğrayacaklarını bildirdi. Emirlerini yapmaları halinde Cennetle müjdeledi. Eğer sözlerini dinlemezler, Allahın emir ve yasaklarına riayet etmezlerse, dünyada ve ahirette acı azablarla karşılaşacaklarını da haber verdi. Fakat, azgın Medyen ahalisi Şuaybın sözlerini dinlemeyip, azıttıkça azıttı. Kabilesinin kuvvetli olduğunu ileri sürerek, Şuayba kötülük yapmak istemediklerini söylediler. Fakat, ona inananları tehditten hiç geri kalmadılar.

Şuayb , bütün bu sıkıntı, eziyet ve horlamalara rağmen, kavmini doğru yola davet etti. İbrahime indirilen suhuflarda bildirilen hususları, yani Hanif dininin hükümlerini tebliğ eden Şuaybın peygamberliği, Şama kadar duyulmuştu. Allahaşkı ile yanan nice gönül sahipleri, akın akın onu görmek ve bildirdiklerine imanla şereflenmek için Medyene geliyorlardı. Allahın, nimet değil felaketlerine sebep olarak verdiği mal ve sıhhatleri sebebiyle kuvvetli olduklarını zanneden müşrikler, yolda durup Şuayba iman etmeye ve ziyaretiyle şereflenmeye gelenlere mani olmaya çalışıyorlar, böylece ellerinden geleni yapıyorlardı. Hatta, içlerinde en doğru kimse olduğunda şek ve şüphe etmedikleri Şuaybı ; yalancılıkla suçluyorlar, iman etmek için gelenleri ondan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Zamanla çabalarının çare olmadığını gördüler. Şuaybı ve ona inananları, kendi sapık dinlerine dönmedikleri takdirde, yurtlarından çıkaracaklarını söyleyip tehdit ettiler. Şuayb ve ona inananlar, sapıkların tehditlerine karşı çıktılar. Azgın Medyen ahalisinin imana gelmesinden ümid kesince, onları Allaha havale ettiler.

Şuaybın Allahın emir ve yasaklarını kavmine tebliği ve onlarla mücadelesi, Kuran-ı kerimde mealen şöyle beyan buyrulmaktadır:

“Biz, evlad-ı Medyene (neseben) kardeşleri Şuaybı gönderdik. O, onlara; “Ey kavmim! Allahı tevhid edip, Ona ibadet edin. Ondan başka ilahınız yoktur. Alış-verişinizde, ölçü ve tartıyı noksan etmeyin. Ben sizin zenginlik ve refah içinde olduğunuzu, (bu zenginlik ve bolluğa şükretmediğiniz takdirde elinizden çıkacağını veya bu bolluk içerisinde ölçü ve tartıda noksanlık yapmanızın size uygun olmadığını) görüyorum. Bu hıyanetiniz sebebiyle, kıyamette Cehennem azabının (veya dünyada iken şiddetli bir azabın) sizi kuşatarak hiç birinizin kurtulamayacağından korkarım” dedi.” (Hud suresi: 84)

Bu ayet-i kerimenin tefsirinde Fahreddin-i Razi hazretleri buyurdu ki: Peygamberler ilk önce tevhidle davete başlarlar. Bu sebeple Şuayb ; “Ondan başka ilahınız yoktur” buyurdu. Kavmini tevhide davet ettikten sonra, en mühim hususiyeti olan alış-verişteki hileden vazgeçmeye davet etti. Sonra bu davet ehemmiyet sırasına göre devam etti. Medyen halkının, ölçü ve tartıyı eksik ve hileli yapmak, adetleri olduğu için, Şuayb onlara; “Alış-verişinizde, ölçü ve tartıyı noksan etmeyin” buyurdu. Medyen halkı bu fiili iki şekilde yapıyorlardı. Kendileri başkasına tartarken eksik tartıyorlar, başkalarından ise fazla fazla alıyorlardı.

Şuayb kavmini davete devam ederek mealen; “Ben sizin zenginlik ve refah içinde olduğunuzu görüyorum” buyurdu. Burada iki vecih vardır. Birincisi, malları değerinden fazla yüksek fiyatla satmaktan men ve bu fiillerine tevbe etmezlerse bu nimetin kendilerinden gideceğini hatırlatma vardır. Şuayb bu eksik ve fazla tartmayı terketmelerini, eğer terketmezlerse; Allahın ihsan ettiği rahat ve zenginliği onlardan alacağını anlatmak istiyordu.

İkinci olarak ayet-i kerimeye şu mana da takdir edilmektedir; “Allah size, çok mal ve nimet verdi. Sizin eksik ve fazla tartmaya ihtiyacınız yoktur.” Bu sebeple ayet-i kerimenin sonunda mealen; “Bu hıyanetiniz sebebiyle, kıyamette Cehennem azabının sizi kuşatarak, hiç birinizin kurtulamayacağından korkarım dedi” buyrulmuştur.

Şuayb , sözlerine devam ederek mealen şöyle buyurdu: “Rabbiniz tarafından size açık mucize geldi. Artık kileyi, teraziyi tam tutun. İnsanların haklarını yerine getirmekte noksanlık yapmayın. (Peygamberler ve onlara tabi olanların vasıtasıyla) ıslah olmuş olan yeryüzünü, (küfür ve hilelerinizle) fesada vermeyin. Eğer benim sözümü tasdik ederseniz, (bu söylediklerim) sizin için hayırlıdır dedi.” (Araf suresi: 85)

Fahreddin-i Razi hazretleri bu ayet-i kerimelerin izahında buyurdu ki: Bu ayet-i kerimede, Şuayb kavmini şu hususlara davet etmiştir. İlk olarak mealen; “Allaha ibadet edin. Sizin için Ondan başka bir ilah yoktur” buyurmuştur. Bu, işin temeli olup, bütün peygamberlerin dininde muteberdir.

Şuayb ikinci olarak; kendisinin onlara peygamber olarak gönderildiğini bildirdi. Bunun için de onlara mealen; “Rabbiniz tarafından size açık bir beyyine geldi” buyurdu. Burada “beyyine” den muradın, mucize olması lazımdır. Zira peygamber olduğunu bildirenin (istendiği zaman) mucize göstermesi lazımdır. Şayet mucize gösteremezse ancak bir haberci olur, peygamber değil! Bu ayet-i kerime göstermektedir ki, Şuayb , kavmine peygamberliğinin ve bildirdiklerinin doğruluğunu gösteren bir çok mucize göstermiştir. Bu mucizelerin neler olduğu ve keyfiyeti, Kuran-ı kerimde Resulallah efendimizin bir çok mucizelerinin açıkça bildirildiği gibi bildirilmemiştir.

Şuayb üçüncü olarak, kavmine mealen; “Artık kileyi, teraziyi tam tutun” buyurdu. Peygamberler, kavimlerinin en bariz gördükleri kötü hallerini, diğer kötülüklerden daha önce nehye çalışırlardı. Şuayb ın kavmi, alış-verişlerinde eksik ve hileli tartmaya müptela idiler. Bu sebeple, Şuayb kavmini hileli ve eksik tartmaktan nehyetti. Az bir şey için eksik ve hileli tartarak hıyanet etmek, ahlaken de çok çirkin bir iştir. Bunun için Allah, haram olduğunu bildirdi ve hiç bir özür bırakmadı. Böylece insanlara ölçü ve tartıyı tam yapmalarını emretti.

Şuayb dördüncü olarak, kavmine mealen; “İnsanların haklarını yerine getirmekte noksanlık yapmayın” buyurdu. Şuayb , kavmini ölçü ve tartıda eksik tartmak ve hile yapmaktan nehy ettikten sonra, bütün yönleri ile noksanlık ve hileden de men etti. Bu sözü ile, başkasının malını gasp etmekten, hırsızlıktan, rüşvet almaktan, yol kesmekten, açık ve gizli bir hile ile insanların malını almaktan nehy etti.

Şuayb beşinci olarak mealen; “(Peygamberler ve onlara tabi olanların vasıtasıyla) ıslah olmuş olan yeryüzünü (inkar ve hilelerinizle) fesada vermeyiniz” buyurdu. İnsanların mallarını rızası olmadan almak, çekişmeye ve düşmanlığa sebep olmakta, çekişme ve düşmanlık da fesada sebep olmaktadır. Bu ayet-i kerime, din ve dünya işlerinin hepsinde fesad çıkarmayı nehyetmektedir.

Şuayb ın davet ettiği bu beş şey, iki esasta toplanmaktadır: Birincisi, Allahın emirlerini büyük bilmek. Bu esasa, tevhid ve peygamberleri tasdik de dahil olmaktadır. İkincisi ise, Allahın yarattıklarına acımaktır. Buna eksik ve hileli tartma ile fesad çıkarmayı terketmek, kısaca insanlara eziyeti bırakmak da girmektedir. Herkese faydalı olmak ve yardım etmek zordur. Fakat, herkese kötülük yapmaktan geri durmak mümkün ve lazımdır. İmam-ı Rabbani Mektubatının birinci cildi, yüzyetmişinci mektubunda buyurdu ki: “Ey akıllı kardeşim! Allahın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçmak lazım olduğu gibi, insanların haklarını ödemek ve onlarla iyi geçinmek de lazımdır. “Allahın emirlerini büyük bilmek ve Onun yarattıklarına acımak lazımdır” hadis-i şerifi, bu iki hakkı yerine getirmek lazım olduğunu göstermektedir. Bu iki haktan yalnız birini gözetmek kusur olur. Bir bütünün, bir parçası, onun hepsi demek değildir. Bundan anlaşılıyor ki, insanlardan gelen sıkıntılara dayanmak lazımdır. Onlarla iyi geçinmek vacibdir. Kızmak iyi olmaz. Sert davranmak yakışmaz. Farisi beyt tercümesi:

Seviyorum diyenin, güzel olsa da pek,

Nazlanmayı bırakıp, naz çekmesi gerek!

Allah, Şuayb ın kavmine söylediği bu beş şeyi bildirdikten sonra, Şuayb ın mealen şöyle dediğini bildirdi: “Eğer benim sözümü tasdik ederseniz (bu söylediklerim) sizin için hayırlıdır dedi.” Yani siz ahirete iman ediyorsanız bu söylediğim ve bildirdiğim beş husus ahirette sizin için hayırlıdır. Eksik tartmayı, fesad çıkarmayı terk edin. Bu sizin için dünyada mal toplamaktan daha hayırlıdır. Zira insanlar, sizin doğruluğunuzu ve emanete riayetinizi, ölçü ve tartıyı tam yaptığınızı bilirlerse sizinle muamelelerde bulunurlar. Böylece mallarınız çoğalır.

“Ey kavmim! Ölçekte ve terazide adaleti yerine getirin. İnsanlara hakkı olan şeyleri noksan vermeyin. Günah işlemek suretiyle yeryüzünde fesad çıkarıcı olmayın. (Dininizi ve dünyanızı ıslah ediciler olun.) Eğer mümin kimseler iseniz (yani benim söylediklerimi kabul edip, tasdik ediyorsanız), Allahın helalinden bıraktığı kar, sizin için (ölçü ve tartıda hile yaparak elde ettiğiniz fazlalıktan) daha hayırlıdır. Ben sizin üzerinize bir muhafız değilim.” (Hud suresi: 85-86) Yani, sizi kötü işlerden alıkoyacak gücüm yok ve yaptığınız kötü işlerden dolayı, ceza veremem. Yaptığınız kötülükler sebebiyle, üzerinizde bulunan nimetlerin elinizden çıkmasına da mani olamam. Ben ancak tebliğ edici, nasihat verici ve başınıza geleceği vadedilen azabla korkutucuyum.

“Onlar dediler ki: “Ey Şuayb! Bizim babalarımızın ibadet ettiği putlardan, yahut kendi mallarımızdan dilediğimizi eksik ölçüp tartmamızdan vazgeçmemizi, sana namazın mı emretti.” (Hud suresi: 87) Azgın kavmi, çok namaz kılan Şuaybı ibadet ederken gördüler. Kavmi, Şuayb a hakaret etmek için, bir saygı ifadesi bile kullanmadı ve onun namazıyla alay etmek için; “Bizim dedelerimizden kalan dinimizden ve mallarımızdan dilediğimizi eksik ölçüp tartmamızdan vazgeçmemizi, sana namazın mı emrediyor?” dediler. Müfessirler; “Burada, en büyük ibadet olduğu için namaz zikredilerek din murad edilmiştir” demişlerdir.

Fahreddin-i Razi hazretleri bu ayet-i kerimenin tefsirinde buyurdu ki: Şuayb , Araf suresi 86. ayet-i kerimesinde bildirdiği beş hususa bazı hususlar daha ilave etti. Şuayb onlara, Hakka ve hak dine giden yolu tıkayıp, insanların iman etmelerine mani olmamalarını bildirip mealen; “Her bir yol üzerine oturmayın” buyurdu.” Bu ayet-i kerime iki şekilde tefsir edilebilir. Birincisi, yoldan maksat insanların gittiği yoldur, Medyenliler yollara oturuyorlar ve Şuayb a iman etmek isteyenleri tehdit ederek mani oluyorlardı. İkinci vecih ise “Din yolu” demektir. Bazı alimlere göre “Her bir yol üzerine oturmayın” ayetinden murad, “Şeytana uymayın” demektir. ayet-i kerimede mealen buyruldu ki: “(İblis); “Öyle ise beni azdırmana yemin ederim ki, ademoğullarını saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna oturacağım!…” (Araf suresi: 14) Sırattan (yoldan) murad, dine götüren yolların hepsidir. Bunun delili ayet-i kerimenin devamında; “Allaha iman etmelerine mani olmayın” buyrulmasıdır.

Kısaca, Şuayb kavmini;

1- Yollara oturup insanları tehdit etmekten, eziyette bulunmaktan,

2- Allaha iman edecek kimselere mani olmaktan,

3- Îman edecek veya iman etmiş olanları şüphe ve tereddüde düşürmekten, eğri yola gitmelerini istemekten men etmiştir.

İyi düşünülürse bir kimsenin, bir sözü kabul edip inanmasına bu üç yol ile mani olunabilir.

Şuayb onlara mealen; “Sizin sayınız ve malınız az iken, sizi mal ve evlad ile çoğaltan Allahı zikredin. Sizden önceki ümmetlerden bozgunculuk edenlerin akıbetlerinin ne olduğuna bakın ve ibret alın dedi.”

Burada Şuayb , kavmine, Allahın onlar üzerindeki nimetlerini, geçmiş ümmetlerden iman etmeyenlerin başına gelenleri haber vererek, onları imana, taata, günahtan uzaklaşmaya teşvik ve imana davet etmektedir. Sözlerine mealen şöyle devam etmişlerdir;

“Halbuki biz seni rüşd ve hilm sahibi bir kişi olarak biliyorduk. Böyle iken sen atalarımızın dininden bizi nasıl uzaklaştırmaya çalışırsın?” dediler.” (Hud suresi: 87) Kavmi, bu sözü Şuayb ile alay etmek için söylemiştir.

Şuayb , kavminin cahil, inadçı ve alaylı sözleri karşısında; “Ey kavmim! İyice düşünüp bana cevap verin. Eğer ben, Rabbim tarafından ilim, hidayet, din ve nübüvvet ile gelmişsem veya Rabbim beni helal nimetler ile rızıklandırmış ise, yine hakkımda böyle isnadlarda bulunur musunuz? Ben, Allahın pek çok lütfune kavuşmuş iken, Onun emrine karşı gelemem. Rabbimin emir ve yasaklarını size tebliğ etmekten de asla vazgeçmem. Siz benim bu halimi, niçin anlamıyorsunuz? Halbuki, sizin yapmanızı bildirdiğim hususları, ben de yerine getiriyorum. Sizin sakınmanızı bildirdiğim kötülüklerden en evvel kendim kaçınıyorum. Ben, yapıp yapmamanızı istediğim hususları gücüm yettiği kadar tebliğ ederek, sizin ıslah olmanızı isterim. Benim söylediklerim, sizin faydanızadır. Size bildirdiklerimi zorla yaptıracak güçte değilim. Muvaffakiyetim Allahın yardımı iledir. Ben, yalnız Ona tevekkül edip, bütün işlerimde Ona güvendim ve Ona sığındım. Çünkü her şeye kadir olan Odur. Ben ancak Ona dönerim. Onun lütuf ve inayetine, yardımına güvenirim. Ey kavmim! Nuh kavminin suda boğulduğunu, Hud kavminin şiddetli rüzgarla savrulduğunu, Salih kavminin bir sayha, bir zelzele ile helak edildiğini bilmiyor musunuz? Bana olan düşmanlık ve muhalefetiniz, böyle bir belaya uğramanıza sebep olmasın! Bunu, kendi kötü işlerinizle kazanmış olmayınız. Ey kavmim! Lut kavmi de sizden uzak değildir. Onların dinsizliklerinden dolayı başlarına gelenleri, zaman ve mekan bakımından yakınlığınız sebebiyle bilirsiniz. Onların başına gelenleri düşünüp, küfür ve isyandan vazgeçmeniz lazım gelmez mi? Ey kavmim! Artık uyanın. Rabbinizden mağfiret dileyin! Ona iman edin. Sonra tevbe ederek günahlarınızın affedilmesi için yalvarın. Başka şeylere tapınmaktan vazgeçip, yalnız Ona ibadet edin! Önceden yaptığınız günahlardan da pişman olup af dileyin! Şüphesiz ki, benim Rabbim çok merhametlidir. Tevbe edeplere merhamet ve inayeti pek çoktur. O muhibdir. O, tevbe edip, Rabbine ibadet eden kullarını çok sever” dedi. Fakat azgın Medyen halkı söz dinlemedi. Şirretliklerini gittikçe arttırıp ona; “Ey Şuayb! Söylediklerinden birçoğunu iyice anlayamıyoruz” dediler. Halbuki Şuayb , kavmine kendi dillerinde açık bir lisanla nasihat veriyordu. Kavminin insanları ise, ona düşmanlıklarından dolayı anlamadıklarını söylüyorlardı. Böylece; “Senin peygamberliğin ve Allahın birliği hakkında söylediklerinin doğruluğu bizce meçhuldür” demek istiyorlardı. Kuran-ı kerimde sözlerine mealen şöyle devam ettikleri bildirildi: “Şüphe yok ki, biz seni aramızda cidden zayıf görüyoruz. Eğer senin aşiretin olmasaydı, elbette seni taşlayarak öldürürdük ve sen bize karşı bir izzet ve üstünlüğün sahibi de değilsin.” (Hud suresi: 91) Bununla; “Sen, bizim sana yapacaklarımıza karşı koyacak güç ve kuvvete sahip değilsin. Ama biz, aynı kanaate sahibiz. Fakat akrabalarının hatırı için, sana bir şey yapamıyoruz. Yoksa seni taşlayarak öldürürdük. Zaten bizim yanımızda hürmete değer bir tarafın da yok” demek istediler.

Şuayb cevap verip; onlardan korkmadığını, kavminden gelebilecek bir kötülüğe mukabelede bulunmaktan çekinmeyeceğini, zillete sebep olan azabın kimlere geleceğinin ve kimlerin yalancı olduğunun yakında anlaşılacağını açıkça söyledi. Bu husus Kuran-ı kerimde mealen şöyle bildirildi: “Ey kavmim! Benim aşiretim, sizin üzerinize Allahtan daha mı azizdir ki, (aşiretimden korkarak beni öldürmekten çekindiniz). Allahın emrine (atılmış, unutulmuş bir şey gibi) sırt çevirdiniz. Muhakkak Rabbimin ilmi, sizin bütün işlerinizi çepeçevre kuşatıcıdır dedi.” (Hud suresi: 92). İlmiyle, kudretiyle bütün yaratılmışları kuşatmış olan Rabbimi ve peygamberi olarak benim de Onun himayesinde bulunduğumu düşünmüyor da, aciz birer yaratık olan akrabalarımın hatırı için bana saldırmadığınızı söylüyorsunuz. Halbuki sizin yaptığınız işleri, ilmiyle çepeçevre kuşatmış olan Allahı hiçe sayıp unuttunuz. Ona ortak koşup, peygamberine ihanette bulundunuz. Onu, haşa unutulmuş arka tarafa atılmış bir şey gibi telakki ettiniz. Böyle kafirane bir kanaatte bulunmuş olduğunuzun farkında değilsiniz dedi ve mealen; “Ey kavmim! Bütün kuvvetinizle dilediğinizi yapın. Ben de vazifemi yapıcıyım. Yakında Allahtan azab gelince, kim zelil ve rüsva olur, yalancı kimdir, bileceksiniz. Şimdi azaba hazır olun. Ben de sizinle beraber sizin azabınızı gözeticiyim dedi.” (Hud suresi: 93)

Şuaybın , onların sözlerine ve tehditlerine aldırış etmeyerek herkese Allahın dinini anlatmaya çalışması karşısında, müşrikler; azgınlıklarına ziyadesiyle devam ettiler. Allaha iman edenleri korkutarak inançlarından vazgeçirmeye, onların yolları üzerinde oturarak yanıltmaya kalkıştılar. İnanmak için gelenlere Şuaybı kötülediler. Şuaybın kavminin ileri gelenleri, kendilerinden olan kimselerin Şuayba tabi olmaması için, onları, tehdit ettiler. Müşriklerin bu sözleri, Kuran-ı kerimde mealen şöyle bildirildi: “Şuayba uyarsanız, o takdirde muhakkak en büyük zarara uğramış kimseler olacaksınız.” (Araf suresi: 90)

Fahreddin-i Razi hazretleri, bu ayet-i kerimenin tefsirinde buyurdu ki: Allah, Medyen ahalisinin Şuayb ı yalanlayarak düştükleri sapıklığın büyüklüğünü bildirdi. Sonra, onların kendileri saptıkları gibi, başkalarını da saptırdıklarını beyan etti. Şuayb a uyanları kınadıklarını açıkladı. Medyen halkı dünyada ölçü ve tartıda hile yapmak suretiyle sapıklıkta son noktaya geldiler. Bu sebeple azaba, felakete uğramağa müstehak oldular. Bu kavmin insanları, puta tapmak esasına dayanan dinini ve insanların aldatılmasıyla elde ettikleri kötü kazançlarını terk etmeyi, büyük bir zarar zannediyorlar, başkalarını da böyle bir duruma düşmekten men ediyorlardı. Kuran-ı kerimde Şuaybın onlara mealen şöyle nasihat ettiği bildirildi: “(Şuayb kavmine şöyle dedi:) Îman etmek için gelenlerin yolları üzerine oturup, onları eziyet tehdidi ile korkutarak Allaha iman etmelerine mani olmayın. Eğri yola gitmelerini talep etmeyin. Sizin sayınız ve malınız az iken, sizi mal ve evlad ile çoğaltan Allahı zikredin. Sizden önceki ümmetlerden (sizin zamanınıza en yakın olan Lut ın ümmeti gibi ve diğer ümmetlerden) bozgunculuk edenlerin akıbetlerinin ne olduğuna (peygamberlerini yalanlayınca Allahın onları nasıl helak ettiğine) bakın ve ibret alın.” (Araf suresi: 86) Sözüne devam ederek mealen; “Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilen şeye iman eder ve bir kısmınız inkar ederse, Allaharamızda (hakkı ortaya çıkarmak, batıl yolda olanları helak etmek suretiyle) hükmedinceye kadar sabredin. O, hakimlerin en hayırlısıdır dedi.” (Araf suresi: 87) Bu ayet-i kerime ile kafirler azabla tehdit edilmiş, müminlerin de sabretmesi istenmiştir.

Kafirler, Şuaybın bu güzel nasihatlerini yine dinlememişler, kibirlenerek bildirdiklerine inanmayı hakaret saymışlar; kendi dinlerine uymadıkları takdirde, Şuaybı ve ümmetini memleketlerinden kovacakları tehdidini savurmuşlardı. Şuayb ise, onların sözlerini; “Bu nasıl olabilir? Sizin küfür içinde olduğunuzu kesin olarak biliyoruz. Sizin sapık dininizden ne kadar iğrendiğimiz de bellidir. Bütün bunlara rağmen, artık o dinin mensubu olmamız nasıl teklif olunabilir?” diyerek şiddetle reddetti. Nitekim ayet-i kerimede mealen; “Şuaybın kavminin, iman etmeyi kibirlerine yediremeyen reisleri; “Ey Şuayb! Seni ve sana iman edenleri, seninle beraber beldemizden çıkarırız veyahut kati surette bizim milletimize dönersiniz” dediler. Şuayb; “Kerih gördüğümüz dine nasıl döneriz” dedi.” (Araf suresi: 88) Şuayb sözüne devam edip, mealen; “Muhakkak ki, bizi İslamla şereflendirip, batıl dininizden kurtardıktan sonra, sizin milletinize dönersek, Allaha (şirk koşmak suretiyle) yalan yere iftira etmiş oluruz. Allahın dilemesi müstesna, dininize dönmek bize mümkün olmaz. Rabbimizin ilmi her şeyi ihata etmiş, kuşatmıştır. (Bizi imanda sabit kılması, yakine ulaştırması hususunda) ancak Allaha tam tevekkül ettik. Ya Rabbi! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hüküm ver! Sen hükmedicilerin hayırlısısın” dedi.” (Araf suresi: 89)

Fahreddin-i Razi hazretleri bu ayet-i kerimenin tefsirinde buyurdu ki: Risalet ve nübüvvette asıl olan, doğru konuşmak ve yalandan uzak olmaktır. Kafirlerin dinine dönmek peygamberliği iptal eder. Peygamberler bu tür şeylerden beri olup uzaktırlar. Tefsir alimlerinden Vahidi buyurdu ki: “Peygamberler ve evliyalar, akıbetlerinden ve hallerinin değişmesinden korkmuşlardır. Nitekim İbrahim mealen şöyle dua etmişti: (Ya Rabbi!) Beni ve evlatlarımı putlara tapmaktan muhafaza eyle.” (İbrahim suresi: 35) Bunun benzeri dualar peygamber efendimizden de nakledilmiştir. Peygamber efendimiz de; “Ey kalbleri ve gözleri çeviren Allahım! Kalblerimizi dininde ve sana itaatte sabit kıl” diye dua etmiştir.

Tefsir alimlerinin bildirdiklerine göre, Şuaybın ayet-i kerimede bildirilen hususları söylemekten kastı şuydu: O sapık dine dönüldüğü takdirde, Allahın ortağı ve benzeri olduğunu iddia etmiş olmak lazım gelir. İslamiyetin (haşa) hak din olmayıp batıl olduğuna ve o müşriklerin dinlerinin de, hakka yakın olduğuna inanmış olmak icab eder. Bu ise, en büyük yalan, muazzam bir iftiradır. Hakiki olan İslam dini terkedilip de batıla nasıl itikad edilir? Ancak Rabbimiz olan Allah bir kulunun irtidadını bir hikmetine mucip olarak dileyip irade ederse, Onun kazası tecelli eder. Fakat Rabbimiz, hakiki müslümanların dinden dönmesini katiyen dilemez. Allah, kullarının niyet ve itikadlarını bilir, her biri hakkında layık olan şeyleri takdir buyurur. alim ve kerim olan Allah, hidayet ve necat verdiği kullarının imandan çıkıp küfre düşmelerini diler mi? Bu Onun lütuf ve ihsanına uymaz. Biz de dinimizde sabit olmamız hususunda Allaha tevekkül etmişizdir. Bizi şirkten koruyarak hakkımızda nimetlerini tamamlaması için Ona iltica eylemişizdir. Şuayb , kavminin iman etmesinden ümidini kesince, Allaha dua etti. Şuaybın duası, Kuran-ı kerimde şöyle bildirilmektedir; “Ya Rabbi! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hüküm ver! Sen hükmedicilerin hayırlısısın.” (Araf suresi: 89) Şuayb , sözlerini Allaha tevekkül ve kavmine azab-ı ilahi gelmesi için beddua ile bitirdi.

Şuaybın kavmi olan Medyen ahalisinin bu azgınlıkları, günden güne artarak devam ederken, Şuayba ve ona inanan müslümanlara karşı düşmanlıklarını da çoğalttılar. Şuayb ı ve ona tabi olanları öldürmeyi düşündüler. Onlar zihinlerindeki kötülükleri fiiliyata dökmek için çalışırlarken, Cebrailin sayhası ve bir zelzele onları hakir ve zelil kıldı. Hepsi yok oldular. Sanki onlar, o beldede yaşamamışlardı. Fakat onların kınadıkları Şuayb ve ona iman edenler kötülüklerden korundukları gibi, onların maruz kaldığı azaptan da kurtarılarak saadete erdirildiler. Allah, bu azgın kavmin helak oluşunu Kuran-ı kerimde mealen şöyle beyan buyurmaktadır:

“(Cebrail ın) sayhasıyla onları zelzele alıp, evlerinde yüzleri üzerine düşerek helak oldular. (Şuayb ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında ikamet etmemiş gibi oldular. Onu yalanlayıp inkar edenler, dünya ve ahirette hüsranda oldular.)” (Araf suresi: 91)

“Azab emrimiz gelince, Şuayba ve onunla olan müminlere (rahmetimizle) necat verdik ve küfürle nefislerine zulmedenleri (Cebrail ın) sayhası yakalayıp evlerinde helak oldular. Sanki onlar, orada ikamet etmemiş yaşamamışlardı. Semud kavmi, rahmet-i ilahiyyeden nasıl uzaklaştırıldıysa (helak edildiyse), Medyen kavmine de öylece bir uzaklık verildi.” (Hud suresi: 94-95)

Medyen ahalisi, Salihin peygamber olarak gönderildiği Semud kavmine gelen azabın bir benzeri ile cezalandırılmıştır. Yalnız Semud kavmini altlarından, Medyen ahalisini ise üstlerinden gelen bir sayha helak etmiştir. Böylece her iki kavim de Allahın rahmetinden uzak bir şekilde helak olup; dünya ve ahirette hüsrana uğramışlardır.

Böyle bir felaketin ortaya çıkmasıyla kavminin durumunu gören Şuayb , onların iman etmeyerek bu hale düşmelerine üzüldü. Sonra kendisini teselli etti. Bu husus Kuran-ı kerimde mealen şöyle bildirildi; “Ey kavmim! Ben, Rabbimin gönderdiklerini size tebliğ ettim ve sizin için nasihatte bulundum. Artık ben kafir olan bir kavme karşı nasıl fazlaca mahzun olurum dedi.” (Araf suresi: 93) Elbette onlar, kendisinin bildirdiklerine Allahın emir ve yasaklarına inanmamakla azaba müstehak olmuşlar ve küfürde ısrarın karşılığını görmüşlerdir.

Bir rivayette Şuayb , kavminin helakinden sonra Medyene yakın; yeşillik, ağaçlık ve bolluk içinde bir şehir olan Eykedeki insanlara, doğru yolu göstermekle vazifelendirildi. Eyke halkı, Medyen ahalisinin bütün hususiyetlerini taşıyordu. Her türlü azgınlık ve kötülük onlarda da vardı. Onlar da bolluk içindeydiler. Ama teraziyi doğru kullanmazlar, ölçüde hile yaparlardı. Parayı tartı ile alırlar, kenarlarından kırptıktan sonra tane ile verirlerdi. Alış-verişlerinde karşı taraftakine muhakkak zarar vermeye, onu aldatmaya çalışırlardı. Alırken ucuz ve fazla fazla alırlar, satarken pahalı ve eksik verirlerdi. Yurtlarının, ticaret yolları üzerinde bulunmasından istifade ederek, yolcuları soyarlardı. Hepsinden kötüsü; puta taparlar, Allahın peygamberine iman etmek için gelenleri, niyetlerinden vazgeçirmek için Şuayba yalancı derlerdi. İstekleri olmazsa, tehditte bulunup eziyet yaparlardı. Başkalarının geçeceği yerlerde dururlar ve insanlara sıkıntı verirlerdi.

Molla Gürani hazretlerinin tefsirinde bildirildiğine göre: Medyen halkı çoğalıp şehirlerine sığmaz olunca, bir kısmı oradan ayrılıp Eykeye yerleşmişler, orayı imar edip, yurt tutmuşlardı. Medyen ahalisinin küfürde inad ederek helake uğramasından sonra, Şuayb , Eyke halkını hak yola davet etti. Onlara nasihatlerde bulundu. Bir gün putların da bulunduğu kalabalık bir yerde Eyke halkına nasihat etti. Bir olan Allaha inanıp ibadet etmelerini, ölçü ve tartıyı doğru kullanmalarını, insanların haklarına riayet edip, azgınlıklarından vazgeçmelerini istedi. Şuaybın peygamberliğine inanmayan halk, ondan mucize istediler. Şuayb da çevredeki putlara hitab edip; “Rabbiniz kimdir? Ben kimim? Söyleyin” dedi. Taş ve ağaçtan yapılmış, cansız birer mahluk olan putlar, dile gelip; “Rabbimiz ve yaratıcımız Allahdır. Ya Şuayb! Sen ise Allahın peygamberisin” dediler. Bu sözleri söyleyen putların hepsi, kaidelerinden yerlere düşüp paramparça oldular. Bu sırada şiddetli bir rüzgar esti. Kafirler kaçıp evlerine saklandılar. Bir çok kimseler, bu mucizeler karşısında imanla şereflenip, müslüman oldular. İnanmayanlar, azgınlıklarını daha da arttırdılar. Müslümanlara eziyet etmeye kalkıştılar. Şuayba ; “Gerçekten peygamber isen, gökyüzünün bir parçasını üzerimize indirip bizi helak eyle!” dediler. Şuayb , Allaha dua etti. Bu duadan sonra aniden Allahın emriyle sıcak rüzgarlar esti. Kafirler çaresiz kaldılar. Mavi renkte sinekler türeyip onları soktu. Havanın sıcaklığı gittikçe arttı. İnsanlar akarsulu, yeşillik ve gölgelik yerlere koşuştular. Fakat günden güne artan hararet, akarsuları kaynatırcasına ısıtmaya, kızgın bir hale gelmiş olan taş ve toprak, insanların ayaklarını yakmaya başladı. Yüzleri rüzgarın tesirinden kıpkırmızı oldu. Fakat kafirler inadlarında diretip küfürlerinde ısrar ettiler. Müslümanlar ayrı yere çekilip, kafirlerin bu halini ibretle seyrettiler. Cebrail bir bulut getirip şehrin dışında tuttu. Bulut sanki güneşi kaplamış, serinlik veriyor gibi idi. Kafirler bunu görünce ötekilere de haber verip bulutun altına koşuştular. Hep birlikte orada toplanınca; “Ey Medyen ehli! Eykeliler! Peygamberinizi yalanladığınız gibi, Rabbinizin acı azabını tadın! Önünde secde ettiğiniz putlarınıza söyleyin, eğer güçleri yeterse sizi kurtarsınlar!” diye nida gelip kafirlerin üstüne ateş ve kıvılcımlar yağmaya başladı. Bütün kafirler ve onlara ait şeyler; ağaçlar, taşlar bile yandı. İhtiyarlık ve acizlik sebebiyle bulutun altına gelemeyen kafirler, hararetin sıkıntısıyla bir miktar da olsa, serinlemek için evlerine kapandılar. Fakat onlar da Cebrailin sayhasıyla helak oldular. Sanki orada yaşamamışlar gibi onlardan bir eser kalmadı.

Eshab-ı Eykenin kıssası Kuran-ı kerimde mealen şöyle beyan buyrulmaktadır:

“Eshab-ı Eyke, peygamberleri yalanladılar. Şuayb onlara; “Allahtan korkmaz mısınız ki Ona isyan edersiniz?” dedi. Ben sizin için emin bir peygamberim. Allahtan korkun. (Yasakları terk edip) bana itaat edin. Ben sizden (tebliğim için) ücret istemem. Benim ecrim alemlerin Rabbindendir. Kileyi (ölçeği) tamam ölçün. (eksik tartarak) insanların haklarına zarar verenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların haklarından bir şeyi noksan etmeyin. Yeryüzünde (adam öldürmek, zina etmek ve yol kesmek suretiyle) bozgunculuk yapmayın. Sizi ve sizden öncekileri yaratan Allah (nın cezasın)dan korkun” dedi. Onlar; “Sen defalarca sihre uğramış olanlardansın. Sen ancak bizim gibi bir beşersin. Biz senin (davanda) yalancılardan olduğunu zannediyoruz. Eğer (davanda) sadık isen, üzerimize gökten bir parça (azab) düşür” dediler. Şuayb; “Rabbim sizin yaptıklarınızı (ölçü ve tartıyı noksanlaştırdığınızı ve müstehak olduğunuz azabı) bilir. (İsterse gökten parça ile, isterse başka surette azab eder) dedi. Onlar onu yalanladılar, (istedikleri gibi) onları (güneşin bunaltıcı sıcaklığından gölgelenmek için bulutun altına sığındıkları zaman yakılıp mahvedildikleri) yevm-üz-zılle (gölge gününün) azabı yakalayıverdi. Gerçekten o (yevm-üz-zılle azabı), büyük bir günün azabıydı. Bu zikredilen kıssada (alış-verişte, ölçü ve tartıyı eksik tartanlar için,) ibretler vardır. Onların çoğu (Şuayba) iman etmemişlerdi. Rabbin (peygamberlerini düşmanları üzerine) galib (ve enbiya ve tabilerine) rahmet edicidir.” (Şuara suresi: 176-191)

“Tefsir-i Mazhari”de buyruluyor ki: Peygamberlerin hepsi, Allahın emirlerini ve yasaklarını bildirirken aynı usulü kullanmışlardır. Bu usul, insanlara takvayı, Allahın emirlerine itaati, ibadetleri ihlas ile yapmayı emretmişler, davetleri hususunda onlardan bir ücret talep etmemişler, ecirlerinin Allahın katında olduğunu bildirmişlerdir.

İmam-ı Fahreddin-i Razi tefsirinde buyuruyor ki: “Şuayb Eshab-ı Eykeyi; 1) Ölçüyü ve tartıyı tam yapmaya, 2) İnsanların hukukuna riayet etmeye, 3) Yeryüzünde fesad çıkarmamaya, 4) Allahtan korkmaya, takva üzere olmaya davet etti.

Eshab-ı Eykenin bu hususları yalanlamaları, inkarda aşırı gitmeleri üzerine, Şuayb onların helak olmaları için dua etti ve Eshab-ı Eyke helak oldu. Şuayb ın peygamber olduğu kavimlerden Medyen halkı Cebrailin sayhası ve zelzele ile, Eshab-ı Eyke de gölge ile helak oldular.

Şuayb kavminin helak olmasından sonra, Medyende yerleşti. İnananlardan birinin kızı ile evlendi. İki kızı oldu. Kızlar büyüdü. Kendisi iyice yaşlandı. Allah korkusundan çok gözyaşı döktü. Gözleri zayıfladı. Vücudu kuvvetten düştü. Bu sıralarda Musa Mısırdan çıkıp yalnız başına Medyene doğru geldi. Kuyu başında, koyunlarını sulamak için bekleyen Şuaybın kızlarına yardım edip, koyunlarını suladı. Şuayb ücret vermek için onu yanına davet etti. Kızının şehadetiyle onun kuvvetli ve emin bir kimse olduğunu anlayıp, koyunlarına çoban tuttu. Sekiz sene koyunlarını gütmesi şartıyla kızlarından birini ona verdi. Musa orada on sene kaldı. Çocukları oldu. Şuaybın gözü açılıp gençleşti. Musa , on sene sonra Mısıra göçünce; Şuayb , her sene onun yanına gider, kızı ve damadını ziyaret ederdi. Bir müddet sonra Mekke-i mükerremeye gidip, orada yerleşti. Daha sonra orada vefat edip Zemzem kuyusu ile Makam-ı İbrahim arasında, Kabenin altınoluk tarafında defnedildi. Musa ile buluşmasının kavminin helakinden önce olduğu, kavmi helak olmadan evvel inananlarla birlikte gidip Mekkede yerleştiği ve vefatına kadar orada kaldığı da rivayet edilmektedir.

Bazı tefsirlerde, “ad kavmini de, Semud kavmini de, Ress eshabını da, bunların arasında geçen bir çok ümmetleri de helak ettik” mealindeki Furkan suresi 38. ayet-i kerimesinde zikredilen Eshab-ı Ressin de Şuayb ın kavmi olduğu bildirilmiştir.