"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Ad kavmi helak oluyor

ayet-i kerimelerde sarahaten (açıkça) bildirildiği gibi, kendilerine peygamber olarak gönderilen Hud a inanmayıp, müşriklikte ısrar eden, azgınlık ve taşkınlıkta, kibir ve gururda haddi aşan, hatta Allahın emir ve yasaklarını tebliğ eden zata hücum ederek, inciten azgın ad kavmi, şiddetli rüzgar ile helak edilmiştir. Nitekim, İmam-ı Ahmed bin Hanbelin naklettiği, İmam-ı Buhari ve İmam-ı Müslimin (rahmetullahi aleyhima), Abdullah ibni Abbasdan rivayet ettikleri bir hadiste; “Ben saba rüzgarı ile yardım olundum, ad (kavmi) ise debur ile helak edildi” buyrulmuştur. Allah, kullarının ibret alması ve ahiret yolculuğunda hazırlıklı olmaları için, geçmiş ümmetlere ait bazı kıssaları bildirmiş, Kuran-ı kerimin çeşitli ayetlerinde ad kavminin halini ve başlarına gelen azabı da haber vermiştir.

ad kavminin helak edilmesinde, sebep olan şiddetli rüzgar için, ayet-i kerimelerde; azab-ı elim, rih-i akim, sarsar ve atiye gibi kelimeler geçmektedir. Azab-ı elim, elem verici, şiddetli azab demektir.

Rih, yani yel, rüzgar normalde çok faydalıdır. Çirkin kokuları giderip, hoş kokular getirir. İnsana ferahlık, rahatlık verir. Ağaçlara su yürütür. Rih-ı akim ise, bu faydaları bulunmayan rüzgardır.

Yine ayet-i kerimede geçen sarsar kelimesi; soğuğu çok şiddetli ve pek gürültülü rüzgar manasına gelir. Bir de pek soğuk manasında olup, soğukluğu, dokunduğu yeri yakacak derecede olan demektir. atiye ise aman vermeyen ve çok şiddetli esen rüzgara denir. Şiddeti nihayet derecesinde olup, ölçüsü, tartısı yok demektir. Hiç kimse bu rüzgardan kendini koruyamaz. Nitekim ad kavmini helak eden rüzgar, uzun boylu ve iri cüsseli insanları kaldırıp kaldırıp çarpıyor, kendilerini korumak için tutundukları büyük kayalar ve içlerine sığındıkları muazzam binaların hiç biri işe yaramıyordu. Çünkü azab fırtınası, bu kavmin insanlarını tutundukları kayalarla ve içine girdikleri evlerle birlikte hemen havaya, çok yükseğe kaldırdığı gibi bırakıveriyordu. Böylece şiddetli olan bu rüzgara atiye de denilmiştir.

Gördükleri bulut, bir taraftan yaklaşırken, ad kavminin insanları sevinç ve neşe içersinde onu karşılamak üzere toplanmışlardı. Bunun yağmur yüklü bir bulut olmadığı, şiddetli bir azab taşıdığı hususunda, Hud ın ve bulutu görür görmez bayılıp düşen kadının sözlerine hiç aldırış etmeyen ad kavminin insanları, onun yağmur yüklü olduğunu zannediyorlardı. Nihayet o buluttan şiddetli bir gürültü ve fırtına çıktı.

Allah rüzgar ile vazifeli meleğe, rüzgarın bulunduğu hazinenin bazı kapaklarını açarak, rüzgarın normalden çok esmesini emretti.

Cebrail , rüzgara; “Ey rüzgar! ad kavmine azab olarak, Hud ve ona tabi olanlara da rahmet olarak es!” diye emir verdi.

Hud yanında müminler bulunduğu halde, yüksek bir dağdan kavmine seslenerek; “Ey ad kavmi! Sizi gölgeleyen ve bulut şeklinde gelen azabı, o bulutta olan sarsar ve rih-ı akimi görmüyorsanız yazıklar olsun. Başınıza bela gelmeden ve azabdan kurtuluş için kaçacak yer kalmayacağı zamandan önce Allaha iman ediniz” demesine karşılık, bu insanlar, Hudun sözlerine hiç önem vermeyip; “Sabredelim. Bu, yağmur öncesinde görülen bir rüzgardır ve arkasından çok yağmur yağacağına işarettir” dediler.

Azab bulutu vadiyi geçip, üzerlerine doğru ilerleyince, kendilerine pek güvenen mağrur adlılar, birbirlerine; “Gelin! Hep beraber oraya gidelim. Üzerimize gelen kasırgayı, vadiyi kaplayan uğultuyu bertaraf edelim. Mehderin dedikleri ve gördükleri doğru ise, o rüzgar bulutunda bulunan ve ellerinde ateşlerle gelen kimseleri geri çevirelim” dediler. İçlerinde reisleri Halcanın da bulunduğu bu adamlar, hep beraber gelmekte olan buluta doğru gidip yakınına vardıklarında, buluttan korkunç sesler, çöl fırtınasına benzer, kuvvetli rüzgarlar, çok kuvvetli esen kasırgalar zuhur etti. ad kavminden oraya gelen insanların hepsini yere seren bu kuvvetli rüzgarın müthiş bir uğultusu ve dayanılmaz bir soğuğu vardı. Fırtına, hiç mağlubiyete alışmamış, birinin karşısında yenilmek nedir bilmeyen adlıların hepsini yere serdi. Kızarak geri geri kaçmaya başladılar. Başları olan Halcan bir taraftan dağa doğru kaçıyor, bir taraftan da; “Bu rüzgar beni dize getirmeseydi, ben onu dize getirirdim” diye söyleniyordu. Evlerine çekildiler ve ortalık biraz sakinleşince, bol yağmura kavuşmak ümidiyle tekrar çıktılar. Hud bunları görüp, olanlardan sonra herhalde uslandılar, iman etmeye, tabi olmaya geliyorlar diye düşündü. Halbuki onlar inadlarında ısrar edip, Hud ı yalanlamaya devam ettiler. Hud bunların, imansızlıkta bu kadar ısrar etmelerine çok üzülüyor, bile bile inad ile kendilerini ebedi azablara, felaketlere atmalarına çok acıyordu.

Tayin olunan vakit gelince, vazifeli melekler, bulut ile beraber bu kavmin etrafını kuşattılar. Küfür ve inadlarında direnen bu insanlar, ailelerini muhkem kalelere ve yer altındaki sığınaklara bırakarak azab bulutu ile, vazifeli meleklere karşı (güya) harbetmek için ok ve silahlarını aldılar.

Bu halde, bulut ve melekler, Allahın emrini beklerken, Hud ve ona tabi olan müminler de bu şaşkın kavmin imana gelmesini istiyorlardı. Onlar ise, bu bekleyişi, bulutun ve buluttaki meleklerin saldırmaya cesaret edemedikleri şeklinde yorumluyorlar, hatta, Huda ; “Ey Hud! Kuvvet bakımından bizden daha şiddetli kimsenin olamayacağını şimdi göreceksin” diyerek, kendilerinin üstün geleceğini emin bir şekilde söylemekten çekinmiyorlardı.

Nitekim, Fussilet suresi 15. ayet-i kerimesinde, onların kuvvetlerinin çokluğuna aldanmalarının caiz olmadığını beyan için, onlar hakkında mealen buyruldu ki: “Onlar bilmediler mi ki, onları yoktan yaratan, kendilerine kuvvetli olmak hususiyetini veren, üzerlerine azab gönderip hepsini helak etmeğe kadir olan Allah, kuvvet ve kudrette onların hepsinden daha üstün, daha şiddetlidir. Onlar, Allahın kadir bir zat olduğunu, başkalarının yapmaya kadir olamadıkları şeylere gücünün yettiğini, pek kuvvetli olduğunu düşünmediler mi? Fakat onlar bizim ayetlerimizin hak olduğunu bildikleri halde, bile bile inkar ediyorlardı.”

“Tefsir-i kebir”de bu ayet-i kerimenin tefsirinde buyruluyor ki: “Onlar, boy ve cüsse bakımından, başkalarından daha kuvvetli iseler de, onları yaratan, onlardan elbette daha kuvvetlidir. O halde onlara layık olan, kuvvetleriyle zayıfları ezmek değil, kendilerinden çok daha kuvvetli olan Allaha itaat etmek idi. Fakat onlar kibir ve inkar yolunu tutmuşlardı. Katiyen o bozuk yoldan dönmediler. Şiddetli azabı hak ettiler.

Allah, Kuran-ı kerimde onların bu hallerini haber verdi ki, insanlar ibret alsınlar, kavuştukları dünyalık nimetlere aldanmasınlar, ahirete yönelsinler, orası için hazırlıkta bulunsunlar.”

Nihayet bir Çarşamba günü sabahı, buluttan rüzgar esmeye başladı. Rüzgar estikçe şiddetleniyordu. Esmeye başladığının ikinci gününde, ağaçları köklerinden söküp, havaya fırlatacak kadar oldu. Fırtına gittikçe şiddetlendiği gibi, uğultusu ve soğuğu da devamlı artıyordu. Fırtınadan; yağmur yerine, tarifi mümkün olmayan şiddetli bir ses ve soğuk geliyordu.

adlılar, bu rüzgarın çok şiddetli olduğunu, develeri ve dev cüsseli insanları havaya uçurduğunu görünce, koşuşarak pek muhkem ve çok emin bildikleri muazzam köşklerine girip kapılarını kilitlediler. Fakat rüzgar çok şiddetli estiğinden, ne ev ne de ağaç bırakıyordu. O muazzam evleri, muhteşem köşkleri söküp söküp havaya fırlattı ve içindekileri helak etti.

O uğultulu fırtına, ad kavminin insanlarını tutundukları büyük ağaç ve kocaman kayalarla birlikte göz açıp kapayıncaya kadar yerden kaldırıp, göklere çıkarıyor ve çok yükseklerden bırakıveriyordu. Bu dayanılmaz rüzgar; “Bizden daha kuvvetli kim olabilir ki” (Fussilet suresi: 15) diye büyüklük taslayanları saman çöpleri gibi havada uçuruyordu. Rüzgar onları o kadar yükseğe kaldırdı ki, büyük cüsseleriyle, havada, ancak çekirge kadar görünürlerdi. Sonra rüzgar, onlardan her birini, o kadar yükseklikten yere, yüzüstü çarpıverirdi. Sonra Allah rüzgara emretti. Rüzgar, adlıların etraflarında bulunan kum tepelerini onların üzerlerine yığdı. Yedi gece ve sekiz gün, bu kum yığınlarının altında inlediler. Allah yine rüzgara emredince, rüzgar onların üzerlerinden kumları kaldırdı ve hepsini denize attı. Onlar kum yığınları altında helak olduktan sonra, Allahın emri ile siyah bir kuşun, onların cesetlerini denize taşıdığı da rivayet olunmuştur.

Allah, ad kavmine gelen şiddetli azabı bildirerek mealen buyuruyor ki:

“Hudu ve dinde ona tabi olanları rahmetimizle kurtardık. Bizim ayetlerimizi tekzip edip (yalanlayıp), mümin olmayanların ise silsile ve köklerini kestik.” (Araf suresi: 72)

“Vakta ki azab emrimiz geldi. Hudu ve ona iman edenleri rahmetimizle kurtardık ve azab-ı galizden (ağır azabdan veya ahiret azabından) da necat (kurtuluş) verdik.” (Hud suresi: 58)

Tefsir alimleri, bu ayet-i kerimelerde; (…Rahmetimizle…) buyrulmasında şu iki hususu bildirmişlerdir:

1- Bir kimse, iman sahibi olmakta ve salih ameller işlemekte ne kadar ileri ve gayretli olursa olsun, ancak Allahın rahmeti ve merhameti ile kurtulabilir. Onun rahmeti olmadan, hiç kimse, ibadet ve taati sebebiyle azabdan kurtulamaz. Şu kadar var ki, rahmet ve merhametine, kullarının, halis iman ve halis ibadetlerini sebep, vasıta kılmıştır.

2- Allah, Huda ve ona tabi olan müminlere merhamet ederek, kafirlere gelen umumi azabdan onları muhafaza buyurdu.

“Biz de üzerlerine dünya hayatında zillet ve rüsva olmak azabını tattırmak için uğursuz günlerde çok soğuk (kavurucu) bir rüzgar gönderdik. Onların ahiretteki azabları ise (dünyadaki azablarından elbette) daha şiddetlidir. Onlar (dünyada ve ahirette) yardım da görmezler.” (Fussilet suresi: 16)

Nühusetli günler; meşum yani uğursuz günler demektir. ad kavmi üzerine, şiddetli rüzgar olarak gönderilen azabın geldiği günlerin, onlar hakkında fena günler olduğunu beyan eder. Eyyam-ı nahs (uğursuz, fena günler), onların helak oldukları günlerdir ve bu günlerin fena olması o zamana mahsustur. Peygamberimizin ümmetinde böyle, eyyam-ı nahs yoktur. Nitekim bir hadiste; “Müslümanlıkta, uğursuzluk ve hastalığın, sağlam kimseye muhakkak geçmesi yoktur” buyruldu.

Kaynak eserlerde zikredildiğine göre, ad kavmini helak eden rüzgar bir kış mevsiminin sonunda, Şevval ayında bir Çarşamba günü başladığından, bazı kimseler, Çarşamba gününü tetayyur etmişler yani uğursuz saymışlardır. Hatta bir çok kimse, o günü, uğursuz saydığı için Çarşamba günü hiç bir iş yapmazlar, evlerinden çıkmazlar. Bu kimselerin böyle inanç ve itikad edinmeleri çok yanlıştır. Nitekim dinimizde uğursuzluğun olmadığı hadis-i şeriflerde bildirilmiştir.

Yedi gece ve sekiz gün süren şiddetli azab rüzgarı ile mahv-ü perişan olan ad kavminin insanlarını, o soğuk ve uğultulu rüzgar, çok feci şekilde helak etmiş; onlardan hiç biri, değil başkalarını, kendilerini dahi koruyarak azabdan kurtulmaya muvaffak olamamıştır. Nitekim Zariyat suresinin 41 ve 42. ayet-i kerimelerinde mealen; “ad kavminin helak edilmesinde de bir ibret vardır. Hani üzerlerine o helak edici rüzgarı göndermiştik (O rüzgarda ne hayır, ne de bereket vardı. Helak rüzgarıydı.) Her nereye uğradıysa (mallarından, hayvanlarından ve canlarından) hiç bir şeylerini bırakmayıp hepsini kül gibi savurdu (helak etti).” buyruldu.

Ayrıca Hakka suresinin 6, 7 ve 8. ayet-i kerimelerinde mealen buyruldu ki: “ad kavmine gelince onlar da, kasıp kavuran, uğultulu, azgın ve şiddetli bir kasırga ile helak edildiler. Allah o rüzgarı, yedi gece ve sekiz gün devamlı olarak onların üzerlerine musallat etti. (Öyle bir hale geldiler ki, o vakit orada bulunsaydın bu müddet zarfında) onların, köklerinden kopup, yere serilen kof hurma kütükleri gibi, nasıl ölüp, yıkıla kaldıklarını görürdün. Şimdi onlardan bir kalan görebiliyor musun?”

Tabiinin büyüklerinden Şehr bin Havşebin Abdullah ibni Abbasdan rivayet ettiği bir hadiste, Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Allahın gökten indirdiği hiç bir yağmur ve esen rüzgar yoktur ki, ölçüsüz olsun. Ancak Nuh tufanında ve ad kavminin helak edildiğinde böyle olmadı. Nuh tufanı günü, su, Allahın emri ile hazinelerinden taştı ve ona hiç bir yol, ölçü olmadı. ad kavminin helak edildiği zaman da rüzgar, Allahın emri ile hiç bir ölçü ve yol olmadan her yerden korkunç bir şekilde esti.”

ad kavmini helak etmek için esen rüzgar, Allaha asi olan ve Onun emirlerini, hiçe sayıp alay eden o azgın kavmin insanlarını yok etti. Ancak peygamberlerine tabi olanlar kurtuldular.

Rivayet edildiğine göre, ad kavminden iman etmeyip, cehalet ve şirkte inad edenlerin hepsi helak olurken, en son reisleri Halcan kalmıştı. Halcan can korkusuyla bir taraftan dağa doğru kaçarken, bir yandan da, kavminin başına gelen bu felaketi anlayamamanın ve hakikati kabul edememenin verdiği hayretle karışık bir korku içinde mırıldanıyordu. O, bu zavallılık halinde ve acınacak durumda iken bile iman etmeyi düşünmüyor ve ahmaklığında ısrar ediyordu. O sırada, Hud onu gördü ve; “Kendine yazık ediyorsun ey Halcan! Bile bile ebedi felakete gidiyorsun. Gel, müslüman ol! Ancak bu şekilde kurtulursun” buyurunca, Halcan; “Müslüman olursam, Rabbinin katında benim için ne var?” dedi. O da; “Cennet var” deyince, Halcan; “Peki, kavmimi helak eden şu bulutun içinde gördüğüm çok heybetli kimseler kimdir?” dedi. Hud; “Rabbimin melekleridir” karşılığını verdi. Halcan; “Şayet müslüman olursam, Rabbin beni onlardan korur mu?” diye sorunca; Hud ; “Yazık sana. Sen hiç padişah gördün mü ki, o, bir kimseyi ordusundan, askerinden koruyamıyor olsun?” cevabını verdi. Bunun üzerine Halcan; “Keşke Rabbin benim razı olduğumu yapıp, kavmimi helak etmeseydi. Güç ve kuvvetimiz, mal ve servetimiz devamlı olsaydı” dedi ve yine iman etmedi. Nihayet, şiddetli rüzgar gelip onu da helak etti.

Zariyat suresi 41 ve 42. ayet-i kerimelerinde mealen buyruldu ki: “ad kavminin helak edilmesinde de bir ibret vardır. Hani, üzerlerine, (kendisinde ne hayır, ne de bereket bulunan ve bir helak rüzgarı olan) o kısır rüzgarı göndermiştik. O rüzgar her nereye uğradıysa, (adlıların canlarını, mallarını, hayvanlarını, her şeylerini) bırakmayıp kül gibi savurdu (helak etti)”.

Diğer taraftan, Mekkede Harem-i şerifte dua eden ad kavmi heyeti, daha sonra, tekrar Muaviye bin Bekrin sarayına dönüp orada bulunuyorlardı. O sırada mehtaplı bir gecede, devesinin üzerinde bir kişinin, kendilerine doğru yaklaşmakta olduğunu gördüler. Yanlarına gelince, o kimseye nereden gelip, nereye gittiğini sordular. O da, Yemen tarafından geldiğini, Mısıra gitmek için yolda bulunduğunu söyledi. adlılar buna sevinip, hemen, kavimlerinden haber sormaya başladılar. O kimse; “ad kavminden olanların işi bitti. Debdebeli hayatları, kahredici rüzgarla sona ererek perişan oldular. Köşkleri, kemerli yüksek binaları, gösterişli kaşaneleri yerle bir oldu” deyip, ad kavminin helak edildiğini haber verdi ve olanları da uzun uzun anlattı. Muaviyenin evinde bulunanlar, başka bir kavimden olan ve olup bitenleri uzaktan gören bu zatın anlattıklarına bir türlü inanamıyorlardı. Hayrete düşerek gelen kimseye, Hud ı ve ona tabi olanların hallerini sorunca; “Onları geçtiğimde deniz sahilinde ilerliyorlardı” cevabını verdi. Yani ad kavminin helakından sonra Hud , kendisine iman etmiş olanlarla birlikte, Yemenden ayrılarak sahil yolundan Mekke-i mükerremeye doğru geliyordu.

Muaviye bin Bekrin evinde bulunanlar, gelen kimsenin büyük bir heyecanla anlattıkları haberlere bir türlü inanamadıklarından, hala tereddüt içinde idiler. Muaviye bin Bekrin kızkardeşi Hüzeyle binti Bekr; “Mekkenin Rabbine yemin ederim ki, gelen kimsenin anlattıkları doğrudur. Zaten Haremde dua edilip, siyah bulut seçildiğinde, gizli bir münadi, bunun, ad kavminden hiç kimseyi bırakmayıp helak edecek bir azab olduğunu söylememiş miydi?” dedi.

Daha sonra Kayl bin Ayr ve heyeti üzerine, ad yurdunda, adlıları helak eden rüzgara benzeyen şiddetli bir rüzgar esti. Onlar da aynı şekilde helak oldular. Böylece Harem-i şerifte dua eden Mersed, Kayl ve Lokmanın her birine istedikleri verilmiş oldu.

Yemen tarafından gelen kimsenin, ad kavminin helakini anlatmasını dinledikten ve Kayl ile beraberindekilerin feci akıbetlerini de gördükten sonra, Mersedin şu mealde bir şiir söylediği rivayet edilmiştir: “ad kavmi, peygamberlerine inanmayıp isyan etti. Bu yüzden sema onları ıslatmadı ve bir damla yağmur bile düşmedi. Susuzluk içinde kıvrandılar ve su bulmak için, bir ay yol yürüyüp Kabeye geldiler. Fakat kör olduklarından, niçin bu musibete uğradıklarını bir türlü anlamak istemiyorlar, anlasalar bile kabul etmiyorlardı. Onlarda körü körüne bir inad; küfür ve isyanda, zulüm ve haksızlıkta kuru kuruya bir ısrar vardı. Üstelik; semud, sada ve heba adını verdikleri putlara tapıyorlar, Allaha şirk koşuyorlardı.

Pek azgın ve haddi aşan, kalbleri boş bir sahra gibi olan ve her türlü manevi düşünce ve hislerden uzak bulunan bu kavim, Hudun nasihatlerini dinlemeyip, azab ile korkutmasına aldırış etmedi.

Rablerini açıktan açığa inkarları yüzünden susuzluğa düçar oldular. Zaten onların bozuk halleri, aslında, büyük bir belaya tutulacaklarının habercisi idi. Nasihat; susuzluğa düşenlerin akıllarını başlarına toplamalarına ve uyanmalarına yetmedi. Sonunda susuzlukla beraber, üzerlerine kara bir bulut gelerek helak olup gittiler. Hud , kavmine saadet yolunu gösterdi. Biz hidayeti onun vesilesiyle gördük. Hudun ilahı olan Allah, benim de ilahım ve Rabbimdir. Yani ben Ona inanıp, iman getirip, itimad ve tevekkül ettim. Ona güvendim. Onun rahmetini ve yardımını ümid ederim. Kendim, çoluk-çocuğum Hudun yoluna feda olsun. Hud ve ona tabi olanlar, buraya geldiklerinde, inşallah bende onlara katılacağım.”

Rivayet edildiğine göre, ad kavminin helaki, kış mevsiminin sonunda, Şevval ayının üçüncü haftasında bir Çarşamba günü başlamıştı. Bu itibarla azab günlerinin sürdüğü zamana Eyyam-ı ecaz denilmiştir. İhtiyar bir kadın, rüzgar beni bulamasın diye çok gizli ve emniyetli zannettiği bir yerde saklanmıştı. O korkunç fırtına, başladığının sekizinci ve son gününde ihtiyar kadını da gizlendiği yerde helak etti. Buna nispetle bu azab günlerine Eyyam-ı acuz da denilmiştir.

Kışın sonuna rastlayan bu günlere Araplar da Berd-ül-acuz demişlerdir. Aynı günlerdeki şiddetli soğuklara Türkçede de Kocakarı soğuğu tabiri kullanılmak adet olmuştur. Ekseriya, şiddeti pek çok olup, sebze ve meyveleri yakan bu soğuk günlerin, ad kavminin akıbetinden haberdar olmak ve ibret almak için halk arasında kaldığı bildirilmektedir.

“Sahih-i Buhari”de Ayşeden şöyle rivayet olunmaktadır: Ayşe validemiz demiştir ki: Nebi, semadan yağmur yüklü sanılan bir bulut görünce, (ona karşı) yönelir, geri döner, (eve) girer, çıkardı. (Endişeli olduğundan mübarek) yüzünün rengi değişirdi. Gökten yağmur yağdığında, Ondaki bu hal kaybolurdu. (Ayşe devam ederek:) Ben bu halin sebebini, Ondan anlamak, öğrenmek istedim. Bana; “Bilmiyorum ki, belki o (bulut, ad) kavminin dediği gibi bir buluttur” buyurup, sonra; “adlılar kendi vadilerine karşı gelen azabı bir bulut parçası şeklinde görünce, memnun olup, sevinerek; İşte şu görülen şey, bize çok yağmur yağdıracak bir buluttur dediler. (Hud onların bu sözlerine karşı); Hayır, o bulut yağmur yağdırıcı bir bulut değildir. Bilakis o, sizin acele gelmesini istediğiniz azaptır. O bulut zannettiğiniz şey, kendisinde elem verici, şiddetli azab bulunan bir rüzgardır. O rüzgar, Rabbinin emriyle uğradığı her şeyi helak eder dedi” mealindeki Ahkaf suresinin 24 ve 25. ayet-i kerimelerini okudu.”

ad kavmi bu korkunç azab ile müthiş bir şekilde helak olurken, Hud ve ona iman edenler, hep birlikte avlu gibi bir yerde bulunuyorlardı. Zaten, Hud a azabın geldiği bildirilince, o gün, gün ağarırken eshabını bir yere toplamıştı. İnsanları havalara uçurup, evleri harab eden, dağları deviren, ahkaf denilen kum tepelerini, adlıların üzerlerine yığan o şiddetli kasırga, Allahın izni ile Hud ın ve ona tabi olanların yüzlerine gayet hoş gelen, tatlı ve serinletici bir rüzgar şeklinde esmişti. Huda iman edenlerin dörtbin kadar olduğu rivayet olunmuştur.

Eski zamanlarda, azan ve doğru yoldan ayrılan bir kavmin insanlarına, Allah peygamber gönderir onlar, gelen peygambere inanmaz, eziyet ve hakarette bulunup, azgınlık ve taşkınlıkları son haddine ulaşınca, bir musibet ile onları helak ederdi. Bu durumdaki peygamber ve kendisine iman edenler, bulundukları beldeden ayrılıp, Mekke-i mükerremeye gelirler hac yaparlar. Bir müddet veya vefatlarına kadar orada kalıp, ibadetle meşgul olurlardı.

Rivayet edildiğine göre, ad kavmi o korkunç rüzgar ile helak edilince Hud , iman edenlere; “Burada yaşayanlar Hak teala hazretlerinin kahrına, gadabına uğradıkları için artık bizim burada durmamız uygun değildir. Bu sebepten bu yerlerden hareket edip gitmemiz gerekir” buyurdu. Îman edenlerle birlikte Mekke-i mükerremeye geldiler ve Kabe-i muazzamanın bulunduğu yerde, ibadet ve taatla meşgul oldular. Hud , orada vefat etti. Vefatında 150, 472 veya 464 yaşlarında olduğu ve kabrinin Harem-i şerifte Hicr denilen yerde bulunduğu rivayet edilmektedir. Tarih-i Taberide 500 sene ömür sürdüğü, peygamberliğinin yani insanları saadete davet etmesinin ise, 50-70 veya 100 sene olduğu bildirilmiştir.

Rivayete göre, Harem-i şerifte Rükn, Makam ve Zemzem arasında; Hud, Salih, Şuayb ve İsmailin de bulunduğu doksan dokuz peygamber medfundur.

Bütün hadiselerde olduğu gibi, ad kavminin helak olmasında da, müminlerin ibret almaları ve sakınmaları gereken hususlar vardır. Bunlardan bazıları “Hüsn-üt-tenebbüh” kitabında şöyle bildirilmektedir:

1- Şirk ve küfürden, putlara ve başka mahluklara ibadet etmekten çok sakınmalıdır. Hakikat apaçık meydanda iken, körü körüne, inad ederek Cehenneme gitmemelidir. Bu hususta kendini haklı göstermek için, baba ve dedelerinin yolunda olduğunu söylemek, insanı azabdan kurtarmamakta, helakine mani olamamaktadır.

2- İster küfrü icabettirsin, ister büyük günah olsun, dinde hiç bir bidat ortaya çıkarmamalıdır. Nitekim ad kavmi, putlara tapmayı çıkardılar. Bu bidatleri müşriklik, yani küfür idi. Bu halleri, kendilerine peygamber gönderilerek ikaz edildi. Fakat onlar, şirk ve isyanda ısrar ettiler. Bu sebepten Allah onların dabirini (kökünü) kesti. Yeryüzü onlardan temizlendi ve haberleri, kendilerinden sonrakilere ibret olarak kaldı.

3- Doğruluğu ile tanınmış kimseleri yalanlamaktan ve yalan söylemekten çok sakınmalıdır. Bilindiği gibi, bütün peygamberler, peygamberliklerinin bildirilmesinden önce ve sonra, kavimleri arasında sadık ve emin olarak bilinen, meşhur kimselerdir. Peygamber olduğu bildirildikten sonra; bunlar, Allahtan, kıyamet ve ahiret hallerinden anlatmaya, insanları saadete davet etmeye başlayınca; inanmayanlar tarafından yalancılıkla, sihirbazlıkla, aklını kaybetmek gibi sıfatlarla itham edilmişlerdir. Îman edenlerin dışında herkes bu hataya düşmüş, bundan dolayı yalan; bütün dinlerde haram kılınmıştır.

Nitekim, Kaf suresinin 12, 13 ve 14. ayet-i kerimelerinde Kureyş müşriklerinden önce Nuh kavmi, Eshab-ı Ress, Semud kavmi, ad kavmi ve Firavunun da kendilerine gönderilen peygamberleri yalanladıkları bildirilmektedir.

4- Hak ve doğru olan zahir olup, açıkça meydana çıktıktan sonra, batılda ısrar etmekten sakınmalıdır. Çoğu defa; bir kavme peygamber geldiğinde, o zatın peygamber olduğunu kabul etmeyenler; “Peygamberlik iddiasında sadık isen, bize açık deliller getir, bunu biz de anlayalım” diyerek mucize isterlerdi. Peygamber olan zat, Allahın izni ile onlara mucize gösterince de insafı olanlar, bu apaçık hüccet (delil) karşısında iman ile şereflenirler, kuru kuruya bir inad ve batılda ısrar edenler ise, hakikat bu derece ortada iken yine kabul etmeyip, üstelik o peygamberi bir de yalancılık ve sihirbazlıkla itham ederlerdi.

5- Allahın rızası için, insanlara vaz ve nasihat veren, onları Allahın azabı ile korkutan bir zatın, bu işi, mutlaka dünyalık menfaat elde etmek için yapıyor olduğunu tahminden ve böyle düşünmekten çok sakınmalıdır. Bu şekilde bir düşünce, o yüce kişiyi dünya menfaatine düşkün olmakla itham etmek olacağından, bunun çirkinliği hemen ortaya çıkar. Hud da kavmine maksadının onlara nasihat etmek olduğunu, bunun için kendilerinden bir ücret talep etmediğini, vazifesine karşılık ecrin ve mükafatın Allah tarafından verileceğini söylerdi. İstisnasız olarak bütün peygamberler , Allahın emir ve yasaklarını, karşılıksız olarak, ücret almadan öğretmişlerdir. Yani onların hiç birisi, bu hususta ücret ve karşılık almamış ve böyle bir şey beklememişler, her zaman bundan uzak durmuşlardır.

6- Masiyetlerde (günah işlemekte) ısrar etmekten, tevbe ve istiğfarı geciktirmekten veya terketmekten de çok sakınmalıdır.

İbn-i Asakir , Dahhakın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Hazret-i Hudun davetine icabet etmeyen ad kavmine, Allah uzun müddet yağmur vermedi. Kuran-ı kerimde zikrolunduğuna göre, Hud, kavmine; “Rabbinize istiğfar edin. (Ondan mağfiret dileyin.) Sonra Ona tevbe edin” (Hud suresi: 52) dedi. Bu ayet-i kerime, istiğfar etmenin ukubeti (cezayı) uzaklaştırdığını ve pek çok faydalar temin ettiğini; günahta ısrarın ise rızka mani olduğunu göstermektedir.”