"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Ademden sonra insanların çoğalması

adem , Havva ile Cennetten yeryüzüne indirilip uzun müddet ayrı kaldıktan sonra Arafat ovasında buluşarak Hindistana gittiler. Bazen da Arabistanda kaldılar. Daha sonra Şama yerleştiler. Allaha dua edip salih evlat istediler. Her sene biri erkek biri kız olmak üzere ikiz çocukları oldu. Havva yirmi defa doğum yaptı ve yalnız oğullarından Şit tek doğdu ve peygamberimiz Muhammed ın nuru ona intikal etti. Nesli gittikçe çoğaldı ve yeryüzüne yayıldı. Allah Kuran-ı kerimde mealen şöyle buyurdu:

“Ey insanlar, sizleri bir tek şahıstan (ademden) yaratan, o şahıstan da zevcesini vücuda getiren, ikisinden birçok erkeklerle kadınlar meydana getiren Rabbinizden korkun ve günah yapmaktan sakının.” (Nisa suresi: 1)

“Ey insanlar! Hakikat biz sizi bir erkekle bir dişiden (adem ile Havvadan) yarattık. Sizi, birbirinizle tanışmanız için büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, sizin Allah nezdinde en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır. (Zira ruhlar ancak takva ile olgunlaşır, insanlar onunla yükselir.) Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat suresi: 12)

“Biz gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin suresi: 4)

adem ın evladı çoğalınca, Allahın emri üzerine ikiz evlatlarından, önce doğan ikizleri sonra doğan ikizler ile evlendirdi. Aynı gün doğan ikizler birbirleriyle evlendirilmezdi. Zamanla insanlar çoğalınca Allah bu şekilde evlenmeyi haram kıldı. adem zamanında insanların çoğalması için bir erkeğin kendi kız kardeşi ile evlenmesi helal ve caizdi. İnsanlar çoğalınca buna lüzum kalmadı ve kardeşler arasındaki evlilik ilk olarak Nuh ın dininde haram kılındı. Nuh dan itibaren yasak olan bu evlenme şekli, bütün ilahi dinlerde devam etti. adem ın, soyundan kırkbin kişiyi gördüğü rivayet edilmiştir.

Allah, ilk insan olan adem ı topraktan halk edip, ondan da Havvayı yarattığını ve bunlardan da insanların çoğaldığını Kuran-ı kerimde bildirdi. Allaha iman etmeyen, İslam dinine inanmayan bazı tarihçiler ve ilim perdesi arkasına gizlenen maksatlı ve inkarcı kimseler, bu hususta kasten, yanlış ve yalan söylemişler, asılsız ve ilmi olmayan şeyler yazmışlardır. Hakiki fen ve ilim adamları ise hiçbir zaman böyle yanlış ve yalan şeyler söyleyip yazmamışlar, insanın yaratılışı ve çoğalıp, yeryüzüne yayılması hususunda gerçek ve doğru bilgi veren İslamiyetin büyüklüğünü gün geçtikçe daha yakından görmüş ve anlamışlardır. Hakiki ilim sahibi olmayanlar ise, dinii ve dünyayı anlamayarak maddi ve manevi kıymetlere saldırıp, felakete sürüklenmişlerdir. Buna karşılık hakiki fen adamları her zaman İslam dinine aşık olmuşlar ve insanlığın kurtuluşu için çalışmışlardır.

Dünyanın en büyük tabii ilimler bilginlerinden biri olan Max Planck bir eserinde bu hususu gayet açık olarak dile getirmiştir. (Max Planck 1858 yılında Almanyada Kiel şehrinde doğdu. İlk profesörlüğünü Kielde yaptı ve ondan sonra 1889da Berlin Üniversitesinde çalışmağa başladı. Berlindeki faaliyeti 30 sene kadar sürdü. 1947 de vefat etti.)

Max Planck, özellikle “Işıldama” ile meşgul oldu. En büyük buluşu, atomlardan çıkan enerji ışınlarının paketler (kvant) halinde yayıldığını meydana çıkarmasıdır.

Bu bilgin, “Der Strom von der Auflarung bis zur Gegenwart” adlı kitabında diyor ki: “Gerek din ve gerek tabii ilimler, üzerimizde kendisine erişilmeyen çok muazzam bir kudret bulunduğunu, bu kudretin dünyayı kurduğunu ve ona hükmettiğini ortaya koymaktadır.” Ancak onların bu kudreti izah hususunda kullandıkları dil birbirinden farklıdır. Fakat her iki izah tarzı, ayrı bile görünseler, hakikatte birbirinin aynıdır. Bu iki izah birbirine zıt olmayıp aksine birbirini tamamlar.

Gerek din, gerek tabii ilimler, bu alemi ancak mahiyetini hiçbir zaman anlayamayacağımız, insanların hiçbir zaman erişemeyecekleri bir kudretin yaratabileceğini kabul ederler. Bu muazzam kudretin bütün azametini biz bilemiyoruz ve hiç bir zaman bilemeyeceğiz. Onun kudretinin ancak en küçük bir parçasını dolaylı olarak öğrenebiliriz.

Din, bu kudreti ve yaratıcıyı tanımak ve insanları Ona yaklaştırmak için kendine mahsus akla hitabeden semboller kullanır. Tabii ilimler ise, bu kudretin tanınması için ölçü ve formüllerden faydalanır. Halbuki bu iki yolu birleştirecek olursak, asıl o zaman bu yaratıcının ne büyük bir kudret sahibi olduğu meydana çıkar ve dinin Allahı ile tabii ilimlerin bu kudretin ancak küçücük bir kısmında yaptığı araştırma, ölçme ve formüller, Onun zatını ve büyüklüğünü meydana koyar.

Din ile tabii ilimleri karşılaştıracak olursak, hiç bir yerinde bunların birbirinden zıt bir bilgi vermediğini görürüz. Gerek din, gerek tabii ilimler, bir muazzam yaratıcı olmadan bu dünyanın kurulamayacağını kabul ederler. Tabii ilimlerin bulduğu bütün yenilikler, bu muazzam yaratıcının varlığı ve büyüklüğü hakkında birer vesikadır. Din ile tabii ilimler arasında hiç bir fark yoktur. Bazılarının sandığı gibi, tabii ilimlerin tuttuğu yol ayrı değildir. Bugün ne yazık ki, bazı insanlar, tabii ilimlerin artık din ile hiçbir ilgisi kalmadığını sanırlar. Halbuki bu, çok yanlıştır. Yukarıda izah edildiği gibi, tabii ilimler bilakis dini inanç ve düşünceleri takviye ederler.

Tarihe bakılacak olursa, dünyaya gelmiş olan büyük tabii ilim bilginlerinin dine çok bağlı oldukları görülür. Leibniz, Newton, Kepler çok dindar insanlardı. Esasen o zamanlar tabii ilim araştırmaları, ancak kiliselerde, karanlık dünyaların izbelerinde, rahiplerin evlerinde yapılırdı. Ancak yavaş yavaş laboratuvarlar, çalışma enstitüleri, üniversite ilim merkezleri kurulduktan sonra, din adamları ile tabii ilimler bilginleri birbirlerinden ayrıldılar ve ayrı çalışma usulleri tatbike başladılar. Zamanla bunların çalışma metotları birbirinden çok ayrılmış gibi göründü ve bunlardan beklenenler birbirinden farklı sanıldı. Halbuki bu iki yol ayrı ayrı istikametlere doğru birbirinden ayrılan, başka başka yerlere sapan iki yol değildir. Bilakis birbirine tamamıyla paraleldir. Aynı gayeye doğru giderler ve nasıl ki, paralel hatlar sonsuzda birbirleriyle birleşecekler ise, din ile tabii ilimler de, esas gaye sonsuzunda birbiriyle buluşacaklardır.

Meşhur Amerikan fen adamı Edison bir çok keşifler yapmıştır. İlk elektrik ampulünü yaparak dünyayı nura boğan bu büyük Amerikan kaşifi hakkında çıkan bir eserde, onun en yakın mesai arkadaşı olan Martin Andre Rosonoff şu hatırayı anlatıyor:

“Bir gün laboratuvara girince, Edisonun kendinden geçmiş çok dalgın bir halde hiç kımıldamadan elinde tuttuğu bir kaba baktığını gördüm. Yüzünde büyük bir hayret, hürmet, takdir ve tazim ifadesi vardı. Yanına tam yaklaşıncaya kadar, geldiğimin farkına varmadı. Sonra beni yanında görünce, elindeki kabı bana gösterdi. Kap, civa ile doluydu. Bana; “Şuna bak!” dedi. “Bu ne muazzam bir eserdir! Sen civanın harikulade bir şey olduğuna inanır mısın?” Ben, “Civa, hakikaten hayrete değer bir maddedir” diye cevap verdim. Edison konuşurken sesi titriyordu. Bana; “Ben civaya bakınca bunu yaratanın büyüklüğüne hayran oluyorum. Buna ne türlü hassalar vermiş? Bunları düşündükçe, aklım başımdan gidiyor” diye mırıldandı. Sonra tekrar bana döndü; “Dünyadaki bütün insanlar bana hayrandır. Benim yaptığım bir çok keşifleri, bir çok yeni buluşları birer harika, birer başarı sanıyorlar. Beni insanüstü bir varlık gibi görmek istiyorlar. Halbuki ne büyük yanlış! Ben, beş para bile etmeyen bir bulucuyum. Benim buluşlarım esasen dünyada bulunan, fakat, o zamana kadar insanların göremedikleri büyük harikaların ancak ufacık bir kısmını meydana çıkarmaktan ibarettir. “Bunu ben yaptım!” diyen bir insan, ancak en büyük yalancı, en büyük budaladır. İnsan, elinden hiç bir şey gelmeyen aciz bir yaratıktır. Ancak bir parça konuşabilen, biraz düşünebilen bir mahluktur. İyi düşünse, kibre kapılmaz, aksine, ne kadar boş olduğunun farkına varır. İşte ben de bunları düşündükçe, ne kadar kudretsiz, ne kadar aciz, ne kadar zayıf bir yaratık olduğumu anlıyorum. Ben mucidim ha! Asıl mucit, asıl yaratıcı işte Odur. Allahtır!” dedi.” Daha pek çok fen alimi böyle söylemiş ve yazmıştır.

Hiç bir dine inanmayanlardan bir kısmı da, fen adamı görünerek bozuk düşüncelerini, fen perdesi altında, etrafa saçıyor. Mesela; “Bütün canlıların yapı taşı olan hücre, milyonlarca sene evvel, denizlerde, tesadüfen kendi kendine meydana gelip, zamanla küçük deniz nebatları ve hayvanları ve sonra karadakiler meydana gelmiş, en son insan haline dönmüştür.” gibi şeyler söylüyorlar. Böylece adem ın topraktan yaratılmadığını, Kuran-ı kerimin haşa, hikaye olduğunu, ilk canlı maddeyi vücuda getiren büyük bir kudretin varlığına inanmanın fenne uymayacağını anlatıyorlar.

Hakiki fen alimi olmayan bu fen taklitçileri çok yanılıyorlar. Bunlar ilmen de hiç değeri olmayan şeyler söylemişlerdir. Evet, fizyolojist Haldene; “Bundan milyonlarca sene evvel, sıcak denizlerde, güneşten gelen ultra viole şualar tesiri ile, inorganik gazlardan, uzvi bileşikler meydana gelmiş ve ekviproduktif hassası olan ilk molekülün, yani aldığı gıda maddelerini, kendi gibi canlı şekle çeviren hücre molekülünün de, bu arada, bir tesadüf eseri teşekkül etmiş olmak ihtimalini” söylemiştir. Fakat, bu bir hipotez (faraziye) olup, bir tecrübe ve hatta bir teori (nazariye) bile değildir. Ekviproduktif özelliği olan bir molekülün nasıl meydana geldiğini gösteren bir bilgi, hatta bir nazariye bu gün mevcut değildir. Fen bilgileri, gözetleme ve tetkik ilimleridir. Fen olayları, önce his uzuvları ile veya bunları takviye eden aletlerle gözlenir ve olayın sebepleri tahmin olunur. Sonra, bu olay, tecrübe ve tekrar edilerek, bu sebeplerin tesirleri, rolleri tespit edilir. Bir hadisenin sebebi ve oluş tarzı biliniyorsa, buna inanırız. Fakat tecrübe edildiği halde sebepleri anlaşılamayan hadiseler de vardır. Bunlara sebep olarak, birçok fikirler ileri sürülür. Bu fikirler mutlak değildir. Bir hadiseyi, muhtelif kimselerin başka başka tefsir ettikleri de olmuştur.

Aynı sebeplerle izah edilen çeşitli hadiselerin hepsini birden izah edebilecek umumi bir fikre, faraziye (hipotez) denir. Bir veya birkaç hipotez ile, birçok hadiseleri izah etmek ve bunlardan yeni hadiselere varmak ve bu hadiseleri tecrübe ile araştırmak neticesinde hipotezlerin doğru görülenlerine nazariye (teori) denir. Bir teori, az hipoteze dayanır ve ne kadar çok hadise izah ederse, o derece mükemmeldir. Haldenenin sözü, nihayet bir hipotezdir, teori olmaktan bile uzaktır. İnsanlar, bugünkü derecede kalmayıp, ilk canlıların ne suretle yaratıldığı hakkında doğru bilgi edinirlerse İslamiyete zararlı değil, faydalı olur. Çünkü canlı ve cansız, her şey yok idi. Hepsi, sonradan yaratıldı. Allah, Kuran-ı kerimde; “Her şeyi nasıl yarattığımı arayın, işlerimdeki intizamı, incelikleri görün! Böylece varlığıma, kudretimin, bilgimin sonsuzluğuna inanın.” buyurmuştur. Evet, inançsız kimseler, ilk canlı, kendi kendine meydana gelmiş dedikleri gibi, güneş sisteminin, yıldızların, çeşitli fizik, kimya ve biyoloji hadiselerinin de, hep kendiliklerinden olduğunu söylüyorlar. İslam alimleri, yazdıkları pek çok kitapta, bunlara gerekli cevapları verip, hepsini susturmuşlar ve aldandıklarını vesikalarla isbat etmişlerdir. Dinimiz, adem ın balçıktan yaratıldığını bildiriyor. Diğer hayvanların ve nebatların ne suretle yaratıldığını bildirmiyor ki, Haldene faraziyesinin, dine zararı dokunsun. İster o söylesin, isterse Darwin veya İbn-i Sina söylesin, her şeyi hareket ettiren, yapan, yaratan Allahdır. Bütün enerji şekilleri, hep Onun kudretinin tezahürüdür.

Îmanı gideren şey; herhangi bir hadisenin kendi kendine olduğuna inanmak ve hayvanların, tek hücrelilerden, yüksek yapılılara doğru, birbirlerine ve nihayet insana döndüğünü söylemektir. Fen bunu göstermiyor ve fen adamları da böyle söylemiyor.

İmam-ı Gazali “Tehafüt-ül-felasife” adlı kitabında buyuruyor ki: “Fen adamlarının sözleri üç kısımdır: Birinci kısımdaki sözleri, fennin, tecrübenin meydana çıkardığı hakikatleri bildiriyor. Bu sözleri, İslamiyete uyuyor ise de, yanlış kelimeler kullanıyorlar. Mesela bir şey kendiliğinden hareket edemez. Her cismi harekete getiren bir kuvvet vardır. Bu kuvvetler, tabiat kuvvetleridir. Her şeyi tabiat kuvvetleri yapıyor diyorlar. İslamiyette, hiçbir şey kendiliğinden hareket edemez. Her cismi harekete getiren bir kuvvet vardır. Bu kuvvetler, Allahın kudretidir. Her şeyi Allah yapıyor, diyor. Görülüyor ki, İslamiyet ve fen, aynı şeyi söylemekte olup, arada yalnız, isim farkı vardır. Fen adamlarının ikinci kısım sözleri ise, İslamiyetin haber vermeyip, arayıp bulunuz dediği şeyler hususundaki sözleridir. Mesela, ay ve güneş tutulması gibi hususlarda söyledikleri sözler gibi. Böyle doğru olan sözleri kabul edilir.

Üçüncü kısımdan olan sözleri, İslamiyette açıkça bildirilmiş olanlara uymayan sözlerdir. Bunların hepsi faraziye, yani zan ile veya fen perdesi altında, koyu bir taassup ve fen yobazlığı ile söyledikleridir. Her şeyin yoktan yaratılmış olduğu, adem ın çamurdan yapılan bedeninin, et ve kemiğe dönüp, canlanması, Allahın var olduğu ve sıfatları ve kıyamette olacak şeyler, tekrar dirilmek, imanın esaslarındandır. Bunlara uymayan, bunlara olan imanı bozacak sözlere inanılmaz. Fen adamı, bunlara uymayan söz söylemez. Çünkü bunlar, fenne uymayan şeyler değildir. Herkesi bunlara inandırmak ve aksini söyleyenleri ret etmek lazımdır.”

adem ın evladı çoğalarak Arabistan, Mısır, Anadolu ve Hindistana yayılmıştı. Nuh zamanındaki tufanda, hepsi boğularak, yalnız gemidekiler kurtuldu. İnsanlar bunlardan türeyip, zamanla çoğalarak, Asya, Afrika, Avrupa, Amerika ve Okyanusyaya, yani bütün yeryüzüne yayıldılar. Bu yayılma, hem karadan, hem de büyük gemilerle, denizden olmuştu. O zamanlarda Asyadan Amerikaya ve Okyanus adalarına, belki kara yolları vardı.

Fen ilerledikçe, Müslümanların, görmeden, akıl ermeden, inandıkları birçok şeyler, birer ikişer, fen yolu ile anlaşılmaktadır. Mesela, bugün Avrupa ve Amerikada mekteplerde, şöyle okutuluyor: “Eski jeolojik devrelerde, güney kıtaları arasında kara yollarının bulunduğu kabul edilmiştir. Meşhur meteoroloji alimi Alfred Wegner, Kontinentverschiebung (karaların kayması) nazariyesini kurmuş ve beş (bugün için altı) kıtanın evvelce birbirine bağlı olup, sonra yavaş yavaş ayrıldıklarını söylemiştir. Başka bir profesör, kıtalar arasında köprü gibi kara parçaları olduğunu, zeocoğrafik tecrübelere dayanarak, iddia etmiştir. Wegnere göre, Paleozoikum ve Mezozoikum devrelerinde, kıtalar birbirlerine yapışık idi. Paleozoikum sonuna kadar, hayvanlar, Cenubi Amerika ile Afrika, Asya (doğruca Hindistandan) ve Avustralya arasında kara yolculuğu yapmışlar, Eosenden itibaren Afrikada yaşayan hayvanlar, karadan, Cenubi (güney) Amerikaya geçmişlerdir) teorileri öğretilmektedir.

Görülüyor ki, adem ın topraktan yaratıldığı ve insanların, yeryüzüne, Suriye, Irak ve Orta Asyadan yayıldıkları, fen bilgileri ile de, anlaşılmaktadır.

İlk insanlar, bazı tarihçilerin zannettiği ve İslam dinine inanmayanların uydurduğu, filmlerde görüldüğü gibi, ilimsiz, fensiz, görgüsüz, çıplak, vahşi kimseler değildi. Bugün, Asya, Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç devrindekilere benzeyen vahşiler yaşadığı gibi, ilk insanlarda da bilgisiz, basit yaşayanlar vardı. Fakat, bundan dolayı, ne bugünkü, ne de ilk insanların hepsi için, vahşidir denilemez. adem ve ona iman edenler şehirlerde yaşardı. Okumak, yazmak bilirdi. Demircilik, iplik yapmak, kumaş dokumak, çiftçilik, ekmek yapmak gibi sanatları vardı. Allah, kendisine on sahife gönderdi. Cebrail “”, oniki kere gelmişti. Bu kitaplarda, iman edilecek şeyler, çeşitli dillerde lügatler, her gün bir vakit namaz kılmak, (bunun sabah namazı olduğu İbn-i abidinde yazılıdır), gusül abdesti almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz yememek, birçok sanatlar, tıp, ilaçlar, hesap, hendese (yani geometri) gibi şeyler bildirilmişti. Altın ve gümüş üzerine para dahi basılmış, maden ocakları işletilip aletler yapılmıştı. Nuh ın gemisinin, ateşle, kazanı kaynayarak hareket ettiğini, Kuran-ı kerim açıkça bildirmektedir.