Şimdi, tükenmiş ve yaşayan türlerin karşılıklı ilgilerini inceleyelim. Hepsi birkaç büyük sınıfa ayrılmaktadır; ve bu olgu, türeme ilkesiyle açıklanıvermektedir. Herhangi bir biçim ne denli eskiyse, genel bir kural olarak, yaşayan biçimlerden o denli farklıdır. Ama, Buckland’ın uzun süre önce belirttiği gibi, tükenmiş türlerin hepsi hem hâlâ yaşayan gruplara sokulabilir, hem de kendi aralarında sınıflanabilir. Tükenmiş biçimlerin, yaşayan cinsler ve familyalar arasındaki boşlukları doldurduğu kesinlikle doğrudur; ama bu çoğu zaman önemsenmediği ve hatta reddedildiği için, bu konuda birkaç söz söylemek ve bazı örnekler vermek yerinde olur. Aynı sınıfın yaşayan ya da tükenmiş türlerini, ikisinden birini, göz önünde tutunca, seriler, ikisini de genel bir sistemde birleştirdiğimiz zamankinden daha az tam olmaktadır. Prof. Owen’ın yazılarında tükenmiş hayvanlar için “genelleşmiş biçimler” deyiminin, ve Agassiz’in yazılarında “öngören ya da bileşimsel (synthetic) tipler” deyiminin sık sık kullanıldığını görüyoruz; bu terimler, böyle biçimlerin gerçekten zincirin ara ya da birleştirici halkaları olduğu anlamına gelmektedir. Seçkin başka bir eskivarlıkbilimci, M. Gaudry, Atina yöresinde bulduğu birçok taşıl memelinin yaşayan cinsler arasındaki boşlukları doldurabildiğini şaşılacak bir açıklıkla göstermiştir. Cuvier, geviş getirenleri ve kalınderilileri [Pachyderms: Suaygırı, gergedan vb.] memelilerin en farklı takımlarından ikisi saymıştı; ama öyle çok taşıl arabiçim bulundu ki, Owen bütün sınıflamayı değiştirdi, ve belirli kalınderilileri geviş getirenlerle birlikte aynı alt-takıma koydu; örneğin, domuzla deve arasındaki büyük boşluğu aşamalı olarak giderdi. Toynaklılar bugün tek-parmaklılar ve çift-parmaklılar diye ikiye bölünüyor; oysa Güney Amerika’nın Macrauchenia’sı bu iki büyük bölümü belirli bir ölçüde birbirine bağlamaktadır. Hipparion’un bugünkü atla eski bazı toynaklı hayvanlar arasında geçişsel bir biçim olduğunu kimse reddetmeyecektir. Güney Amerika’nın Typotherium’u (Prof. Gervais’nin ona verdiği adın da gösterdiği gibi) memeliler zincirinin şaşırtıcı bir halkasıdır, ve bugünkü takımlardan hiçbirine konamamaktadır. Deniz-inekleri (Sirenia) apayrı bir memeli grubu oluşturur ve bugünkü Avustralya dugong’u ile Lamentin’in göze en çok çarpan özelliklerinden biri, art ayaklarının hiç, güdük durumda bile, olmamasıdır; ama, Prof. Flower’a göre, tükenmiş Halitherium’un “leğendeki çok belirgin hokka çukuruna eklemle bitişmiş” bir uyluk kemiği vardı. Bu, onu, deniz-ineklerinin başka bakımlardan hısım olduğu bayağı toynaklılara yaklaştırmaktadır. Balinalar, öbür memelilerin hepsinden büyük ölçüde farklıdır, ama kimi doğa bilginlerinin ayrı bir takıma yerleştirdikleri Üçüncü Zamansal Zeuglodon ile Squalodon’a, Prof. Huxley, kesinlikle balina, “ve susal (aquatic) etçil hayvanlarla balinalar arasında birleştirici halkalar” saymaktadır.
Adı geçen doğa bilgini, kuşlarla sürüngenler arasındaki büyük uçurumun, hiç beklenmedik bir tarzda, bir yandan devekuşu ve tükenmiş Archeopteryx ile, ve bir yandan da Compsognathus –Üçüncü Zamanın en iri karasal sürüngenlerini içeren Dinozorlar grubundan bir hayvan– ile kısmen kapatıldığını göstermiştir. Omurgasızlara gelince, Barrande, (ve tanımadığım önemli bir yetkili), Birinci Zaman hayvanları bugünkü gruplar içinde güvenle gösterilebilmekle birlikte, grupların o zaman birbirlerinden bugünkü gibi açıkça ayrılmamış olduğunun her gün biraz daha anlaşıldığını söylemektedir.
Kimi yazarlar, tükenmiş herhangi bir türün ya da tür grubunun yaşayan iki tür ya da tür grubu arasında düşünülmesine karşıdırlar. Bu, tükenmiş bir biçimin bütün ıraları bakımından yaşayan iki biçimin ya da grubun doğrudan doğruya arasında olduğu anlamına gelseydi, itirazları belki yerinde olurdu. Oysa doğal bir sınıflamada, taşıl birçok tür, kesinlikle, yaşayan türler arasında, ve tükenmiş bazı cinsler, yaşayan cinsler, hatta farklı familyalardan olan cinsler arasında bulunmaktadır. Öyle görünüyor ki, en yaygın durum, (özellikle balıklar ve sürüngenler gibi çok farklı gruplarda), bugün diyelim ki yirmi ırayla ayırt edilen iki grubun eskiden daha az sayıda ıra bakımından birbirinden ayrılmış, ve bundan dolayı birbirine şimdikinden daha yakın olmuş olmasıdır.
Yaygın bir inanca göre, bir biçim ne denli eskiyse, bugün birbirinden pek ayrılmış gruplara bazı ıralarıyla o denli çok bağlanır. Bu düşünüş, hiç kuşkusuz, ancak eski yer bilimsel zamanlar boyunca çok değişmeye uğramış gruplar için geçerli olmak zorundadır; ve doğruluğunu sınamak güçtür, çünkü karamaru (L’epidosiren) [Akciğerli balıklar takımının balçıkbalığıgiller familyasından bir tür] gibi çok farklı gruplarla hısım olan ve üstelik yaşayan bir hayvan arada bir bulunmaktadır. Ama daha eski sürüngenleri, kurbağaları, balıkları, kafadanbacaklıları, ve Eosen Dönemi memelilerini aynı sınıfların daha yeni üyeleriyle karşılaştırırsak, bu inançta biraz gerçeklik olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Şimdi bu çeşitli olguların ve çıkarsamaların değişiklik geçirerek türeme teorisiyle hangi ölçüde bağdaştığını görelim. Konu biraz çapraşık olduğu için okurun dördüncü bölümdeki diyagrama bakmasını dilemem gerekiyor. Numaralanmış küçük harflerin cinsleri, ve onları ıraksayan noktalı çizgilerin her cinsteki türleri gösterdiğini varsayabiliriz. Diyagram pek basittir, pek az cins ve pek az tür verilmektedir, ama bunun bizim için önemi yoktur. Yatay çizgiler ardışık yer bilimsel oluşumları gösterebilir, ve en üstteki çizginin altındaki bütün biçimler tükenmiş sayılabilir. Varolan üç cins a14, q14, p14, küçük bir familya; b14 ile f14 çok yakın hısım bir familya ya da alt-familya; o14, e14, m14 bir üçüncü familya oluşturacaktır. Bu üç familya, ata-biçim olan (A)’yı farklı türeme çizgilerinde ıraksayan tükenmiş birçok cinsle birlikte bir takım oluşturacaktır; çünkü hepsi de, soya çekimle, eski atalarından ortak bir şey almış olacaktır.
Daha önce bu diyagram üzerinde açıklanmış olan ıranın sürekli ıraksama eğilimi ilkesine göre, herhangi bir biçim ne kadar yeni olursa, eski atasından genellikle o denli çok farklı olacaktır. Bu, bize, en eski taşılların yaşayan biçimlerden niçin en farklı olduğunu açıklamaktadır. Bununla birlikte, ıranın ıraksamasını zorunlu bir olay saymak zorunda değiliz; ıranın ıraksaması, özellikle bir türün döllerinin doğa ekonomisinde çok ve farklı yerleri böylelikle kapabilmesine bağlıdır. Bundan ötürü, bazı Silür biçimlerinde gördüğümüz gibi, bir tür, az değişmiş yaşam koşullarıyla ilişkili olarak hafifçe değişiklik geçirebilir, ve aynı genel ırasallıkları (characteristics) uzun bir zaman koruyabilir. Bu, diyagramda F14 ile gösterilmektedir.
(A)’dan türemiş, tükenmiş ve yaşayan biçimlerin hepsi, demin söylendiği gibi, bir takım oluşturmaktadır; ve bu takım, tükenmenin ve ıranın ıraksamasının sürekli etkileri dolayısıyla, bazılarının farklı dönemlerde ortadan kalktığını ve bazılarının günümüze dek sürdüğünü varsaydığımız çeşitli alt-familyalara ve familyalara bölünmektedir.
Diyagrama bakarak şunu görebiliriz: Ardışık oluşumlara gömülmüşlükleri varsayılan tükenmiş biçimlerin birçoğu, sırada altlarda kalan oluşumların çeşitli yerlerinde ortaya çıkarılsaydı, en üst çizgideki yaşayan üç familya birbirinden daha az farklı görünürdü. Örneğin a1, a5, a10, f8, m3, m8, m9 cinsleri gömülü oldukları yerlerden çıkarılsaydı, bu üç familya birbirleriyle öylesine sıkı bağlanırdı ki, geviş getirenlerin ve bazı kalınderililerin başına geldiği gibi, belki üçü bir tek familyada birleştirilirdi. Bununla birlikte, tükenmiş cinslerin arada sayılmasına, ve böylelikle üç familyanın yaşayan cinsleri birbirine bağladıklarına itiraz eden kimse, kısmen haklı olurdu, çünkü bunlar aradadır, ama doğrudan doğruya arada olmayıp ancak çok farklı biçimlerden geçen uzun bir dolambaçla onların arasına girmektedir. Ortadaki yatay çizgilerden ya da yer bilimsel oluşumlardan birinin altında değil de yalnızca yukarısında –örneğin VI. çizginin yukarısında– tükenmiş birçok biçim bulunsaydı, o zaman familyalardan yalnız ikisi (soldakiler, a14, vb. ve b14, vb.) birleştirilebilirdi; ve geriye taşılların bulunmasından önceki durumlarına oranla birbirinden daha az farklı iki familya kalırdı. Bundan başka, sekiz cinsten (a14’ten m14’e dek) oluşan en üst çizgideki üç familyanın altı önemli ıra bakımından birbirinden farklı olduğu varsayılırsa, o zaman VI. dönemde yaşamış familyalar, birbirinden elbette daha az ıra bakımından farklı olurdu; çünkü o familyalar türemenin o daha önceki aşamasında ortak atalarını daha az ıraksamış olacaktı.
Bu süreç doğada diyagramda gösterilenden çok daha karmaşık olacaktır; çünkü doğada sayısız grup vardır, ve kalımları hiç eşit olmayan bu gruplar farklı ölçülerde değişiklik geçirecektir. Elimizde yer bilimsel belgelerin yalnız son cildi, o da bölük pörçük, bulunduğu için, seyrek bazı durumlar dışında, doğal sistemdeki büyük boşlukları doldurmayı, ve farklı familyaları ya da takımları böylelikle birleştirmeyi beklemeye hiç hakkımız yoktur. Ancak şunu beklemek hakkımızdır: Bilinen yer bilimsel dönemlerde çok değişikliğe uğramış grupların daha eski yer bilimsel oluşumlarda birbirlerine biraz yaklaşması, ve bundan ötürü aynı grubun eski üyelerinin, bazı ıraları bakımından, yeni üyelerdekinden daha az birbirinden farklı olması gerekir; ve en iyi eskivarlıkbilimcilerimizin tanıklığına göre sık sık karşılaşılan durum da budur.
Böylece, değişiklik geçirerek türeme teorisine göre, tükenmiş canlı biçimlerin birbirleriyle ve yaşayan biçimlerle karşılıklı ilgileri konusundaki başlıca olgular, inandırıcı bir tarzda açıklanmaktadır. Ve bu olgular başka bir görüşle açıklanamaz.
Aynı teoriye göre, dünya tarihinin uzun herhangi bir dönemindeki faunanın, genel ırası bakımından, kendinden öncekiyle kendinden sonraki arasında olacağı besbellidir. Onun için, diyagramımızdaki altıncı türeme aşamasında yaşamış türler, beşinci aşamada yaşamışların değişiklik geçirmiş dölleri, ve yedinci aşamadaki daha da değişiklik geçirmiş döllerin atalarıdır; öyleyse onlar, ıra bakımından, aşağıdaki ve yukarıdaki canlı biçimlerin arasındadır. Bununla birlikte, önceki türlerden bazılarının tümüyle tükendiğini, herhangi bir yere başka yerlerden yeni biçimlerin göç ettiğini, ve ardışık oluşumlar arasında geçmiş uzun zaman aralıklarındaki değişikliğin büyük ölçüde olduğunu göz önünde tutmalıyız. Bunlar dikkate alınırsa, hiç kuşkusuz, her yer bilimsel dönemin faunası, ıraca, önceki ve sonraki faunaların arasındadır. Yalnız bir tek örnek vereyim: Devon sistemi ilk bulunduğu zaman eskivarlıkbilimciler o sistemdeki taşılların ıraca üstteki Karbon sistemiyle alttaki Silür sistemindekilerin arasında olduğunu hemen kabul etmişlerdir. Ama her faunanın tam ortada olması zorunlu değildir, çünkü ardışık oluşumlar arasında eşit zamanlar geçmemiştir.
Bazı cinslerin bu kuralın dışında kalması, her dönemdeki faunanın genellikle kendinden önceki ve sonraki faunaların aşağı yukarı ortasında bir ıra gösterdiği savındaki gerçekliğe karşı somut bir itiraz değildir. Örneğin, Dr. Falconer’ın önce karşılıklı ilgilerine ve sonra yaşadıkları dönemlere göre düzenlediği mastodon ve fil türleri serilerinde uygunluk yoktur. Iraca aşırı uçlarda bulunan türler, en eskiler ve en yeniler değildir; ve ıraca ortada olanlar da zaman bakımından ortada değildir. Ama bu ve buna benzer durumlarda, türlerin ilk ortaya çıkmasını ve ortadan kalkmasını gösteren belgelerin tam olduğunu (durum hiç de böyle değildir) bir an için varsaysak bile, birbiri ardınca türemiş biçimlerin kalım sürelerinin eşit uzunluklarda olmak gerektiğine inanmamız için hiçbir gerekçe yoktur. Özellikle ayrıklanmış bölgelerdeki karasal canlılarda, çok eski bir biçim bazen başka bir yerde sonradan ortaya çıkmış bir biçimden daha uzun zaman dayanabilir. Şu, önemsiz şeyleri önemlilerle karıştırmaya örnektir: Yaşayan ve tükenmiş başlıca evcil güvercin ırkları ilgilerine [ya da hısımlıklarına] göre sıraya konsaydı, bu sıralama, onların ortaya çıkma zamanlarındaki sırayla pek bağdaşmaz, ve ortadan kalkma zamanlarıyla daha da büyük bir bağdaşmazlık gösterirdi; çünkü ata olan kaya güvercini hâlâ yaşamaktadır; ve kaya güvercini ile posta güvercini arasındaki birçok çeşit tükenmiştir; ve gaga uzunluğu gibi önemli bir ıra bakımından oransızlık gösteren posta güvercinleri, bu bakımdan serilerin karşıt uçlarında bulunan kısa-gagalı taklacılardan daha önce türemiştir.
Bütün eskivarlıkbilimcilerin önemle üzerinde durdukları olgu, yani birbirini hemen izleyen iki yer bilimsel oluşumdaki taşılların birbirinden uzak oluşumlardakilerden çok daha yakın hısım olması, arada kalan bir oluşumdaki organik kalıntıların ıraca da belirli bir ölçüde arada olduğu savıyla iyice bağdaşmaktadır. Pictet, Tebeşir oluşumunun farklı tabakalarındaki organik kalıntıların genel benzerliğini, o oluşumun her tabakasındaki türler farklı olmakla birlikte, örnek göstermektedir. Yalnız bu olgu bile, genelliğinden ötürü, Prof. Pictet’in türlerin değişmezliği inancını sarsmış görünüyor. Yaşayan türlerin yeryüzündeki dağılımını bilen bir kimse, birbirini hemen izleyen yer bilimsel oluşumlardaki farklı türlerin bu büyük benzerliğini, eski yereylerdeki fiziksel koşulların aşağı yukarı aynı kalmış olmasıyla açıklamaya kalkmayacaktır. Canlı biçimlerin, hiç değilse denizde yaşayanların, yeryüzünün her yerinde, ve bundan dolayı en farklı iklimlerde ve koşullarda, hemen hemen aynı zamanda değişmiş olduğunu anımsayalım. Bütün Buzul Çağını içeren Pleistosen Dönemi boyunca iklimin pek çok değiştiğini ve denizlerdeki türsel biçimlerin pek az etkilendiğini göz önünde tutalım.
Türeme teorisine göre, birbirini hemen izleyen oluşumlardaki taşıl kalıntılar (onlar ayrı türler sayılmakla birlikte) arasındaki yakın hısımlığın anlamı açıktır. Her oluşumun birikmesi sık sık kesildiği için ve ardışık oluşumlar arasında büyük boşluklar olduğu için, geçen bölümde göstermeye çalıştığım gibi, herhangi bir ya da iki oluşumda, o dönemlerin başlangıcından bitimine dek ortaya çıkmış türler arasındaki geçişsel biçimleri bulmayı bekleyemeyiz; ama, yıllara vurulunca çok uzun, yer bilimsel bakımdan ise epey kısa olan zaman aralıklarından sonra yakın hısım biçimler, ya da kimi yazarların dediği gibi, temsilci türler bulmamız gerekir; ve onları her durumda buluyoruz. Sözün kısası, türsel biçimlerin yavaş ve güçlükle sezilen değişmelerinin bu türlü ve haklı olarak beklediğimiz kanıtını buluyoruz.