Çok daha önemli ve buna benzer başka bir güçlük var. Hayvanlar âleminin farklı başlıca bölümlerinden olan türlerin taşıl bulunduğu bilinen en eski tabakalarda birdenbire ortaya çıkmasını söz konusu ediyorum. Aynı grubun yaşayan bütün türlerinin bir tek atadan türediğine beni inandıran kanıtların pek çoğu, bilinen en eski türlerde aynı ölçüde geçerlidir. Örneğin, bütün Kambriyum Dönemi ve Silür Dönemi trilobitlerinin [Birinci Zamanda çok gelişmiş, bugün tükenmiş, vücutları sırt bölgesinde boyuna yarıklarla üçe bölünmüş, yassı ve yumurtamsı denizel eklembacaklılar] Kambriyum Döneminden çok önce yaşamış olmak gereken, ve belki bilinen herhangi bir hayvandan büyük ölçüde farklı bir kabuklu hayvandan türemiş olduğundan kuşkulanılamaz. Nautilus [kafadanbacaklılardan bir yumuşakça cinsi; Pasifik ve Hint Okyanuslarında yaşar] Lingula [kolsuayaklılardan bir yumuşakçamsı cinsi] vb. gibi en eski hayvanların bazıları, bugün yaşayan türlerden pek farklı değildir; ve teorimize göre, bu eski türlerin aynı grupların sonradan ortaya çıkmış bütün türlerinin ataları olduğu düşünülemez, çünkü onlar, ıraca arada bir özellik göstermemektedirler.
Bundan dolayı, teorim doğruysa, en eski Kambriyum tabakaları çökelmeden önce, Kambriyum Döneminden günümüze dek geçmiş bütün zaman kadar, belki ondan çok daha uzun dönemler geçtiği tartışma götürmez. Burda korkunç bir engelle karşılaşmaktayız; çünkü dünyanın canlıların barınabilmesine uygun durumda yeterince kaldığı kuşkulu görünmektedir. Sir W. Thompson, yerkabuğunun katılaşmasının 20 milyon yıldan az ve 400 milyon yıldan çok önce, ama belki 98 milyon yıldan az ve 200 milyon yıldan çok önce olmuş olamayacağı sonucuna varmaktadır. Bu çok geniş sınırlamalar, verilerin ne denli kuşkulu olduğunu göstermektedir; ve ilerde probleme başka öğeler de katılabilir. Bay Croll, Kambriyum Dönenimden beri aşağı yukarı 60 milyon yıl geçmiş olduğunu oranlamaktadır; ama bu, Buzul Çağının başından beri olmuş organik değişmenin azlığı göz önünde tutulunca, Kambriyum Döneminden beri ortaya çıktığı besbelli olan büyük birçok organik değişme için çok kısa görünmektedir; ve önceki 140 milyon yıl, Kambriyum Döneminde yaşamış çeşitli canlı biçimlerin gelişimine pek de yeterli sayılamaz. Bununla birlikte, Sir William Thompson’ın üzerinde durduğu gibi, dünyanın fiziksel koşullarında önceleri bugünkünden daha hızlı ve etkili değişmeler olmuş, ve böyle değişmeler o zamanki organizmaların daha uygun bir hızla değişmesine yol açmış olabilir.
Varsayılmış bu Kambriyum-öncesi dönemlerden kalma taşılca zengin çökeltilerin neden bulunmadığı sorusuna doyurucu bir yanıt veremiyorum. Başta Sir R. Murchison olmak üzere, ünlü birçok yerbilimci, yakın zamana dek, en eski Silür Dönemi tabakasındaki organik kalıntılarda yaşamın ilk izini gördüğümüz kanısındaydılar. Lyell ve E. Forbes gibi bazı büyük yetkililer, bunu kuşkuyla karşılamışlardır. Dünyanın yalnız küçük bir kesiminin iyi bilindiğini unutmamalıyız. M. Barrande, kısa bir süre önce, bilinen Silür Sisteminin altında, yeni ve özel türlerle dolu daha eski bir oluşum buldu; ve bugün, Bay Hicks, Galler Ülkesinin güneyindeki en eski Kambriyum oluşumlarının da altında, trilobitlerce zengin, ve içlerinde çeşitli yumuşakçalar ve halkalı-kurtlar (annelids) bulunan tabakalar ortaya çıkardı. En eski yaşamsız (azoic) kayalarda bile fosfatlı yumrucukların ve ziftli maddelerin varlığı, belki o dönemlerdeki yaşamın belirtisidir; Kanada’da, St. Lawrance Irmağının kuzeyindeki oluşumlarda Eozoon’un [Eozoon: Tanhayvanı. Varolduğu düşünülmüş tekgözeli bir hayvan cinsi] varlığı genellikle kabul edilmektedir. Kanada’daki Silür Sisteminin altında üç büyük tabaka vardır, tanhayvanı onların en alttakinde bulunmuştur. Sir W. Logan şöyle diyor: “Üçünün birden kalınlığı, Birinci Zaman serisinin tabanından başlayarak bugüne dek birbirini izlemiş tabakalarınkini aşabilir. Böylelikle öylesine eski bir döneme ulaştık ki, Barrande’ın Primordial (en eski) denen faunasının ortaya çıkması, buna oranla çok yeni bir olgu sayılabilir.” Tanhayvanı en az organlanmış hayvanlardandır, ama sınıfına göre çok organlanmıştır; sayılmayacak kadar çok varolmuş, ve, Dr. Dawson’a göre, besbelli çok sayıda yaşamış olmak gereken pek küçük organik yaratıklarla geçinmiştir. Böylece, Kambriyum Döneminden çok önce canlı varlıklar bulunduğu konusunda 1859’da yazdıklarımın doğruluğu sınanmıştır; yazdıklarım, Sir. W. Logan’ın o zamandan beri söylediklerinin aşağı yukarı aynıdır. Bununla birlikte, Kambriyum sisteminin altında taşılca zengin büyük tabaka yığınlarının bulunmamasının sağlam gerekçesini belirlemek pek güçtür. En eski tabakaların su-süpürmesi yüzünden tümüyle sürüklenmiş olması, ya da içlerindeki taşılların başkalaşım etkisiyle tanınmaz duruma gelmiş olması, olası görünmemektedir, çünkü böyle olsaydı, onları izleyen oluşumların ancak küçük kalıntılarına rastlardık, ve onlar hep kısmen başkalaşmış durumda olurdu. Ama Rusya ve Kuzey Amerika gibi geniş alanlardaki Silür Dönemi çökeltileri üzerine edindiğimiz bilgiler, bir oluşumun ne denli eski olursa o denli sürekli ve çok su-süpürmesine uğradığı görüşünü doğrulamamaktadır.
Bu olgu şimdilik açıklamasız kalmaktadır; ve burada geliştirilen görüşlere karşı, sağlam bir kanıt olarak gerçekten ileri sürülebilir. İlerde bazı açıklamalar yapılabileceğini göstermek için aşağıdaki varsayımları veriyorum. Görünüşe göre denizlerin çok derin yerlerinde yaşadıkları anlaşılan organik yaratıkların Avrupa’nın ve Kuzey Amerika’nın yer bilimsel oluşumlarındaki kalıntılarının niteliğinden, ve oluşumları meydana getiren millerce kalınlıktaki çökeltinin niceliğinden, bugünkü Avrupa ve Kuzey Amerika kıtalarının yakınlarında bu çökeltinin sürüklendiği büyük adaların ya da kara parçalarının öteden beri bulunduğu sonucunu çıkarabiliriz. Agassiz ve başkaları, aynı görüşü çoktan beri savunmaktadırlar. Ama, ardışık oluşumlar arasındaki zamanlarda durumun nasıl olduğunu, o zamanlar Avrupa ve Birleşik Amerika’nın kara mı, yoksa karaya yakın ve tortu çökelmesi olmamış deniz dibi mi, ya da açık ve alabildiğine derin bir denizin teknesi mi olduğunu bilmiyoruz.
Yüzölçümleri karalarınkinin üç katı olan bugünkü okyanusları incelersek, birçok adayla bezenmiş olduklarını görürüz; ama hemen hemen hiçbir okyanus adasında (Yeni Zelanda, gerçekten bir okyanus adası sayılabilirse, ayrı tutularak) herhangi bir Birinci ya da İkinci Zaman kalıntısı bulunduğu bilinmemektedir. Bundan ötürü, Birinci ve İkinci Zamanlarda, okyanusların bugün kapladığı alanlarda kıtalar ve ada-kıtalar bulunmadığı sonucu çıkarılabilir; bulunsaydılar, büyük olasılıkla, oralardan süpürülüp götürülmüş nesnelerin birikmesiyle Birinci ve İkinci Zaman oluşumları meydana gelir, ve onlar, o uzun zaman aralıkları boyunca araya girmiş düzey salınımlarıyla hiç değilse kısmen yükselirlerdi. Demek ki, bu olgulardan herhangi bir sonuç çıkarılmak istenirse, bugün okyanusların kapladığı alanları bilinen en uzak çağdan beri gene okyanusların kapladığı, ve öte yandan, bugün kıtaların bulunduğu yerlerde Kambriyumdan beri kuşkusuz önemli düzey salınımları geçirmiş büyük kara parçaları bulunduğu sonucu çıkarılabilir. Mercan kayaları konusundaki kitabıma ekli renkli haritaya bakarak vardığım sonuç şudur: Büyük okyanuslar hâlâ başlıca alçalma alanları, büyük takımadalar hâlâ düzey salınımlarının etkisinde olan alanlar ve kıtalarsa yükselme alanlarıdır. Ama dünyanın başlangıcından beri bunun böyle kaldığını varsaymamız için hiçbir gerekçe yoktur. Kıtamız [Avrupa] birçok düzey salınımı sırasında, yükseltici etkenlerin üstün gelmesiyle oluşmuştur; ama bir hareketin ağır bastığı alanlar zamanla değişemez mi? Kambriyum-öncesi uzun bir dönemde, bugün okyanusların kapladığı yerlerde kıtalar bulunmuş olabilir; ve şimdi kıtaların olduğu yerlerde açık okyanuslar uzanmış olabilir. Örneğin, Pasifik Okyanusu’nun teknesi bugün bir kıtaya dönüşse, orada Kambriyum Dönemi tabakalarından (onların da eskiden orada biriktiği varsayılırsa) tanınır ölçüde daha eski oluşumlar bulunacağını düşünmek de doğru olmaz; çünkü alçalmayla yerin merkezine birkaç mil daha çok yaklaşmış, ve üstüne yüklenen suyun korkunç ağırlığıyla sıkıştırılmış tabakalar, yüzeye hep daha yakın kalmış olanlardan daha çok başkalaşıma uğramış olabilir. Örneğin dünyanın Güney Amerika gibi geniş bazı kesimlerindeki o çıplak ve büyük bir basınç altında kalıp ısınmış olmak gereken başkalaşmış kaya tabakalarının varlığı, bence, özel bir açıklamayı gerektirir görünmektedir; ve belki, o geniş alanlarda, Kambriyum Döneminden çok önceki birçok yer bilimsel oluşumun tümüyle başkalaşmış ve su-süpürmesine uğramış bir durumunu görmekte olduğumuza inanabiliriz.
Burada tartışılan türlü güçlüklerin hepsi, yani, bugün yaşayan ve eskiden yaşamış türler arasındaki geçişsel biçimlerin birçoğunu yer bilimsel oluşumlarda bulmakla birlikte onların hepsini birbirine bağlayan zincirin bütün ara halkalarını ortaya çıkarmamış olmamız; çeşitli tür gruplarının Avrupa’daki yer bilimsel oluşumlarda birdenbire ortaya çıkması; bugün bildiğimiz kadarıyla, Kambriyum tabakalarının alanda taşılca zengin oluşumların hemen hemen hiç bulunmaması, elbette pek önemli olgulardır. Bunu Cuvier, Agassiz, Barrande, Pictet, Falconer, E. Forbes vb. gibi en başarılı eskivarlıkbilimcilerin ve Lyell, Murchison, Sedgwick vb. gibi en ünlü yerbilimcilerin türlerin değişmezliğini oybirliğiyle ve üsteleyerek savunmalarından anlıyoruz. Ama Sir Charles Lyell, gerçekten yetkili bir kişi olarak, artık karşı görüşü desteklemektedir; ve yerbilimcilerin ve eskivarlıkbilimcilerin çoğu, bugün, eski inançlarında pek kararsızdır. yer bilimsel belgelerin herhangi bir ölçüde tam olduğuna inananlar teorimi elbette hemen reddedeceklerdir. Kendi payıma, Lyeel’in eğretilemesini kullanarak, yer bilimsel belgeleri dünyanın değişen bir lehçeyle yazılmış eksik bir tarihi olarak görüyorum; bu tarihin yalnız iki ya da üç ülkeyi ele alan son cildi elimizdedir. Ve bu cildin yalnız kısa bir bölümü dağınık olarak şurada burada saklanmaktadır; ve her sayfasında ancak birkaç satır bulunmaktadır. Yavaş yavaş değişen dilinin birbirini izleyen bölümlerde epey farklı olan her sözcüğü, ardışık oluşumlarda gömülü ve bize yanlış olarak birdenbire ortaya çıkmış gibi görünen canlı biçimleri temsil edebilir. Bu açıdan bakılınca, yukarda tartışılan güçlükler büyük ölçüde azalmakta, hatta ortadan kalkmaktadır.