"Enter"a basıp içeriğe geçin

Etiket: 6. Teorinin güçlükleri

Değişiklik geçirerek türeme teorisinin güçlükleri – Darwin

Okur, yapıtımın bu bölümüne varmadan önce bir yığın güçlükle karşılaşmış olacaktır. Bunların bazıları bugüne dek üzerlerinde belirli bir ölçüde duraksamadan düşünemediğim kadar çetindir; ama, bunların çoğu yalnızca görünüştedir, ve gerçek olanlarsa teorim için yıkıcı değildir sanırım.

Bu güçlükler ve itirazlar şöyle sınıflanabilir: Birincisi, türler başka türlerden belli belirsiz aşamalardan geçerek türediyse, neden her yerde sayısız geçişsel biçimlere (transitionalform) rastlamıyoruz? Bugün gördüğümüz türler yerine doğada neden biçimlerin karmakarışıklığı ile karşılaşmıyoruz?

İkincisi, örneğin, yapısı ve alışkanlıkları bakımından yarasa olan bir hayvan, çok farklı yapısı ve alışkanlıkları olan başka bir hayvanın değişiklik geçirmesiyle oluşabilir mi? Doğal seçmenin bir yandan zürafanın kuyruğu gibi sinek kovmaya yarayan pek az önemli bir organ ve öte yandan, göz gibi şaşılası bir organ türetebildiğine inanabilir miyiz?

Üçüncüsü, içgüdüler doğal seçmeyle kazanılabilir ve değişikliğe uğratılabilir mi? Arıyı büyük matematikçilerin buluşlarını çok önceden uyguladığı petek gözlerini yapmaya yönelten içgüdü için ne diyeceğiz?

Dördüncüsü, birbirleriyle çaprazlanan türlerin kısırlığını ve kısır döller vermelerini, oysa birbirleriyle çaprazlanan çeşitlerin döl verimlerinin bozulmadan kalmasını nasıl açıklayacağız? İlk iki madde burada, başka bazı itirazlar gelecek bölümde, İçgüdü ve Hibritlik onu izleyen iki bölümde tartışılacaktır. Geçişsel çeşitlerin yokluğu ya da seyrekliği üzerine. –Doğal seçme yalnızca yararlı değişikliklerin saklanmasıyla iş gördüğü için, her yeni biçim, tümüyle tutulmuş bir bölgede yarıştığı daha az gelişmiş kendi ata-biçiminin ve daha az kayırılan öbür biçimlerin yerlerini kapmaya ve sonunda onları yok etmeye çabalayacaktır. Böylece tükenme ile doğal seçme el ele ilerler. Bundan ötürü, her türe bilinmeyen bir biçimin dölü gözüyle bakarsak, gerek ata-biçim ve gerek bütün geçişsel çeşitler, yeni biçimin oluşması ve yetkinleşmesi süreciyle genellikle yok edilmiş olacaktır.

Ama, bu teoriye göre sayısız geçişsel biçimler olmak gerektiğine göre, onlara yer kabuğuna gömülmüş olarak neden çok sayıda rastlamıyoruz? Bu soruyu Yerbilimsel Belgelerin Eksikliği bölümünde tartışmak daha uygun olacaktır; burada yalnız şunları söylemek isterim: Gerçekte bu sorunun yanıtı belgelerin genellikle sanıldığından çok daha eksik olmasında gizlidir. Yer kabuğu pek büyük bir müzedir; ama doğal dermeler (collection) eksiktir ve ancak uzun zaman aralıklarıyla yapılmıştır.

Ama yakın hısım birçok tür aynı alanda yaşayınca, bugün geçişsel epeyce biçime ne olursa olsun rastlamamız gerekir, diye üstelenebilir. Basit bir durumu ele alalım: bir kıtada kuzeyden güneye gidersek, zaman zaman, yakın hısım ya da temsilci türlerle karşılaşırız ve onların, ülkenin doğal ekonomisinde aşağı yukarı aynı yeri tuttukları bellidir. Bu temsilci türler çoğu zaman birbirine bitişir ve iç içe geçer ve biri gittikçe seyreldiği oranda, başka biri onun yerini alıncaya dek gittikçe sıklaşır. Ama bu türleri karışık bulundukları yerde birbirleriyle karşılaştırırsak, her birinin yayılma alanlarının ortalarından alınan örnekler gibi yapılarının her ayrıntısında birbirinden kesinlikle ve genellikle farklı olduklarını görürüz. Teorime göre, bu hısım türler ortak bir atadan gelmektedir ve değişiklik geçirme süreci boyunca, her biri kendi çevresinin koşullarına uyarlanmış ve başlangıçtaki ata biçiminin ve kendisinin geçmişteki ve bugünkü durumları arasında bulunan bütün geçişsel çeşitlerin yerini almış ve onları yok etmiştir. Bundan dolayı, bugün onların yayılma alanlarında çok sayıda geçişsel çeşitlere rastlamayı bekleyemeyiz, ama onlar oralarda yaşamış olmak gerekir ve gömülmüş ve taşıllaşmış olarak oralarda bulunabilirler. Peki ama geçit bölgelerde, yaşam koşullarının geçiştiği yerlerde, neden birbirine yakın geçişsel çeşitlere rastlamıyoruz? Bu güçlük, uzun süre, kafamı karmakarışık etti. Ama bunun büyük ölçüde açıklanabileceğine inanıyorum.

Her şeyden önce, sonuç çıkarırken son derece dikkatli olmalıyız, çünkü şimdi sürekli olan bir alan, uzun bir süreden beri öyle değildir. Yerbilim, kıtaların çoğunun, Üçüncü Zamanın sonlarında bile, adalara bölündüğünü göstermektedir; ve böyle adalarda, farklı türler, ara bölgelerde ara çeşitler olmadan da ayrı ayrı oluşmuş olabilir. Bugün sürekli olan denizler, çoğu zaman, karanın biçiminde ve iklimde ortaya çıkan değişmelerden ötürü, bugün olduklarından daha az sürekli ve bir-biçim koşullarda varolmuş olmalıdır. Ama güçlüklerden kurtulmanın bu yolunu bir yana bırakmak istiyorum; çünkü tümüyle belirgin birçok türün tam anlamıyla sürekli alanlarda oluştuğuna inanıyorum; ama bugün sürekli olan alanların eskiden kesiklenen koşullarının, özellikle özgürce çaprazlanan ve yer değiştiren hayvanlarda, yeni türlerin oluşmasında önemli bir payı bulunduğundan da hiç kuşkulanmıyorum.

Türlerin bugün geniş bir alandaki dağılımını incelersek, o alanın büyük bir kesiminde oldukça çok sayıda bulunduklarını ve sonra alanın sınırlarına doğru epey çabuk seyreldiklerini ve sonunda yittiklerini genellikle görürüz. Bundan ötürü, iki temsilci tür arasındaki yansız (neutral) kesim o türlerin kendi yayılma alanlarına oranla çoğu zaman dardır. Aynı olguyu dağlara tırmanırken görürüz ve Alph. de Candolle’un gözlediği gibi, bazen, yaygın bir dağsal (alpine) türün pek birdenbire yitmesi gerçekten dikkate değerdir. Aynı olguyu E. Forbes denizin derinliklerini tarakla iskandil ederken fark etmiştir. İklim, yükseklik ve derinlik sezilmeden derecelendiği için, bu olgular iklimi ve fiziksel yaşam koşullarını dağılımın en önemli öğesi sayanları şaşırtsa gerektir. Ama hemen hemen her türün, kendi yaşama alanında bile kendisiyle yarışan başka türler olmasaydı, pek çok üreyeceğini; yırtıcı olsun, yırtıcılara av olsun, aşağı yukarı bütün türlerin, sözün kısası bütün organik varlıkların, dolaylı ya da dolaysız olarak, öbür organik varlıklarla çok sıkı ilişkili olduğunu göz önünde bulundurursak, görürüz ki, bir ülkedeki canlıların yayılımı sezilmeden değişen fiziksel koşullara asla bağlı değildir, tersine, büyük ölçüde, sırtından geçindiği, ya da kendisini yok eden, ya da yarıştığı öbür türlerin varlığına bağlıdır; ve bu türler, artık belirlenmiş oldukları için, ve sezilmez aşamalarla birbirlerine karışmadıkları için, herhangi bir türün yayılma alanı öbürlerininkilere bağlı olarak, kesinlikle belirlenmeye eğilimli olacaktır. Bundan başka, her tür, daha az sayıda bulunduğu kendi yayılma alanının sınırlarında, düşmanlarının ya da avlarının sayısındaki dalgalanmalar ya da mevsimlerin özelliklerindeki değişmeler sırasında, tümüyle tükenmeye pek uygun durumda olacaktır ve böylece, türün coğrafi alanı gittikçe daha kesin olarak belirlenecektir.

Hısım ya da temsilci türler, sürekli bir alanda yaşadıkları zaman, genellikle her birinin oldukça birdenbire seyrekleştiği belirli bir ölçüde dar ve yansız bölgelerle çevrili geniş bir yayılma alanı olduğu için ve, çeşitler aslında türlerden farklı olmadıkları için, aynı kural belki ikisi için de geçerli olacaktır; ve çok geniş bir alanda yaşayan bir türü dikkate alırsak, iki çeşidi geniş iki alana, ve bir üçüncü çeşidi dar bir ara bölgeye uyarlamamız gerekecektir. Bu yüzden, ara çeşit, dar ve küçük bir alanda yaşadığı için, sayıca daha az olacaktır ve gerçekten, görebildiğim kadarı ile, bu kural doğal bir durumdaki çeşitler için geçerlidir. Balanus cinsinin belirgin çeşitleri arasındaki çeşitlerde bu kuralın çok güzel örneklerine rastladım. Ve Bay Watson, Dr. Asa Gray ve Bay Wollaston’dan edindiğim bilgilere göre, genellikle, iki ayrı biçim arasında geçişsel çeşitler olunca, onlar birbirine bitiştirdikleri çeşitlerden sayıca çok daha az görünmektedir. Şimdi, bu olgulara ve çıkarsamalara (inference) güvenebilirsek ve iki başka çeşidi bağlayan çeşitlerin birbirine bağladıkları biçimlerden genellikle sayıca daha az olduğu sonucuna varırsak, o zaman, ara çeşitlerin neden çok uzun süre kalımlı olmamak gerektiğini ve genel bir kural olarak, onların başlangıçta birbirine bağladıkları biçimlerden niçin daha çabuk tükenmek gerektiğini anlayabiliriz.

Yukarda söylediğim gibi, sayıca az bulunan bir biçim, sayıca çok olandan çok daha kolay yok edilir ve bu özel durumda, ara biçim, her iki yanındaki hısım biçimlerin saldırısına uğrayıverebilir. Ama çok daha önemli olan etken şudur: İki çeşidin farklı iki türe dönüştüğü ve yetkinleştiği varsayılan değişiklik geçirme süreci boyunca, daha geniş alanlarda yaşadıkları için sayıca daha çok bulunan iki çeşidin dar ve ara bir bölgede yaşayan ve sayıca az olan ara çeşide karşı büyük bir üstünlükleri olacaktır. Çünkü sayıca çok olan çeşitlerin belirli bir sürede doğal seçmeye uygun değişiklikler göstermeleri şansı, sayıca az, seyrek biçimlerinkinden daha büyüktür. Bundan ötürü, yaşama yarışında, daha yaygın biçimler, daha az yaygınları bastırmaya ve onların yerlerini kapmaya eğilimli olacaktır, çünkü seyrek biçimler daha yavaş değişiklik geçirmekte ve daha yavaş gelişmektedir. Benim inandığım ve ikinci bölümde gösterildiği gibi, yaygın türlerin her ülkede, ortalama olarak, seyrek türlerden daha çok sayıda belirgin çeşit türetmesi de bu ilkeye dayanmaktadır. Ne demek istediğimi belirtmek için, biri pek dağlık bir bölgeye, bir ikincisi birinciye oranla dar, daha az engebeli bir alana ve bir üçüncüsü de eteklerde başlayan geniş düzlüklere uyarlanmış üç koyun çeşidi varsayalım ve o alanlardaki bütün sürü sahiplerinin aynı ustalık ve yılmazlıkla ve seçmeyle sürülerini iyileştirmeye uğraştıklarını düşünelim; bu durumda, dağlardaki ya da düzlüklerdeki büyük sürü sahiplerinin sürülerini daha çabuk iyileştirme şansı, dar ve arada kalan az engebeli alandaki küçük sürü sahiplerininkinden daha iyi olacaktır ve bundan dolayı, gelişmiş dağ ya da ova ırkı az engebeli alandaki daha az gelişmiş ırkın yerini çabucak alacaktır; ve böylece, başlangıçta sayıca çok olan iki ırk, yeri kapılan ara çeşidin aracılığı olmadan, birbiriyle yakın ilişki durumuna geçecektir.

Özetlemek gerekirse, türlerin epey belirgin nesneler olduğuna ve asla değişen ve aracılık eden biçimlerin çapraşık bir karışıklığı olmadığına inanıyorum; çünkü, birincisi, değişim çok yavaş bir süreç olduğu için, ve doğal seçme uygun bireysel farklar ya da değişimler oluncaya, ve ülkenin doğal ekonomisindeki bir yeri oranın canlılarından birinin ya da birkaçının değişiklik geçirmiş bir biçimi daha iyi kaplayabilinceye dek hiçbir şey yapamayacağı için, yeni çeşitler çok yavaş oluşur. Ve böyle yeni yerler, iklimin yavaş değişmelerine, ya da yeni canlıların arada bir göç etmesine ve belki de, daha önemli bir ölçüde, eski canlılardan bazılarının yavaş yavaş değişiklik geçirmesine ve böylece ortaya çıkan yeni biçimlerle eskilerin birbirlerini etkilemesine bağlıdır. Öyle ki, herhangi bir yerde ve herhangi bir zamanda, bir dereceye dek sürekli yavaş yapı değişiklikleri gösteren ancak birkaç tür görmemiz gerekir; gördüğümüz de gerçekten budur.

İkincisi, bugünkü sürekli alanların çoğu oldukça yakın zamanlarda ayrıklanmış parçalar olmuş olmalıdır. Oralardaki biçimlerin birçoğu, özellikle her doğum için çiftleşen ve çok yer değiştirenler, temsilci türler olarak nitelendirilmelerine yetecek kadar birbirinden uzak kalmış olabilir. Bu durumda, farklı temsilci türlerle onların ortak ataları arasındaki geçişsel çeşitler, bu ayrıklanmış kara parçalarında eskiden varolmak gerekir, ama bu ara halkalar doğal seçme süreci boyunca yerlerini kaptırmış ve tükenmiş olacaktır, bu yüzden o ara biçimlere canlı olarak rastlanmayacaktır.

Üçüncüsü, tam anlamı ile sürekli bir alanın farklı kesimlerinde iki ya da daha çok çeşit oluştuğu zaman, geçit bölgelerde ara çeşitler önceleri belki oluşabilecektir, ama onların ömrü genellikle kısa olacaktır. Çünkü o ara çeşitler, yukarda belirtilen gerekçelerden (yani, yakın hısım ya da temsilci türlerin ve onanmış çeşitlerin bugünkü dağılımı konusundaki bilgilerimizden) ötürü, geçit bölgelerde, birbirine bitiştirdikleri çeşitlerden daha az sayıda bulunacaktır. Yalnızca bundan ötürü, ara çeşitler dış etkilerle kolayca tükenecektir; ve doğal seçmeyle daha da değişikliğe uğrama süreci boyunca, onlar birbirine bağladıkları biçimlere yenilecek ve yerlerini kaptıracaklardır; çünkü o biçimler sayıca daha çok oldukları için, toplam olarak daha çok çeşit gösterecek, ve böylece doğal seçmeyle daha da gelişecek ve yeni üstünlükler edineceklerdir.

Sonuncusu, teorim herhangi bir zaman için değil de bütün zamanlar için doğruysa, aynı grubun bütün türlerini birbirine birleştiren pek çok ara çeşit kesinlikle varolmuş olmalıdır; ama, sık sık belirtildiği gibi, doğal seçme süreci ata biçimleri ve aradaki bağlantıları hiç durmadan yok etmeye çabalar. Bundan ötürü onların geçmişteki varlığının kanıtları yalnızca taşıl kalıntılar arasında bulunabilir, ama onlar, gelecek bölümlerden birinde göstermeye çalışacağımız gibi, aşırı eksik ve aralıklı olarak saklanmıştır.

Kendilerine özgü alışkanlıkları ve yapıları olan organik varlıkların kökeni ve geçişleri üzerine. –Benim savunduklarıma benzer görüşlerin karşısında olanlar şöyle sorabilirler: Örneğin, etçil bir kara hayvanı nasıl oldu da susal (aquatic) alışkanlıkları olan bir hayvana dönüşebildi, ve bu hayvan geçişsel durumdayken nasıl yaşayabildi? Tam anlamı ile karasal ve susal alışkanlıklar arasında bir dizi yakın aşamalar gösteren etçil hayvanların bugün de varolduğunu kanıtlamak kolaydır; ve onların her biri yaşamak için bir savaş vererek varolduğuna göre, her birinin doğadaki yerine iyi uyarlanmış olmak gerektiği besbellidir. Kuzey Amerika vizonuna (Mustela vison) bakınız, ayak parmaklarının arası perdelidir, kürkü, kısa bacakları ve kuyruğunun biçimi su samurununkilere benzer. Bu hayvan yaz boyunca suya dalar ve balık avlar, ama uzun kış mevsimi boyunca donmuş sulardan uzaklaşır ve öbür sansargil türleri gibi, fare ve kara hayvanları avlar. Başka bir durum ele alınıp da böcekçil bir dört-ayaklının nasıl olup da uçan bir yarasaya dönüştüğü sorulsaydı, bu soruyu yanıtlamak çok daha güç olurdu. Bununla birlikte böyle güçlüklerin pek de önemli olmadığını sanıyorum.

Derlediğim ilginç bir sürü örnekten, hısım türlerdeki geçişsel alışkanlıklar ve yapılar üzerine ve aynı türdeki çeşitlenmiş, kalıcı ya da geçici alışkanlıklar üzerine ancak bir ya da iki örnek verebilmek gibi sıkıcı bir duruma burada da düşüyorum. Ve bana öyle görünüyor ki, yarasanınki gibi kendine özgü bir durumda güçlüğü azaltmak için böyle örneklerin uzun bir listesi elverir.

Sincapgilleri (Sciuridae) ele alalım: Burada kuyrukları yalnızca hafif yassılaşmış hayvanlardan, ve Sir J. Richardson’ın belirttiği gibi, vücutlarının gerisi epeyce geniş ve böğürlerindeki deri epey tam olan başka hayvanlardan, uçar-sincaplara dek en ince aşamaları buluyoruz; ve uçar-sincaplarda art bacaklar ve hatta kuyruk başlangıcı geniş bir deri uzantısıyla birleşmiştir, ve bu, bir ineç (paraşüt) görevi yapmakta ve bu hayvanların havada, ağaçtan ağaca, şaşılacak kadar uzağa akıp gitmesini sağlamaktadır. Her özgün yapının her sincap türüne kendi yurdunda yararlı olduğundan kuşkulanamayız, çünkü bu, yırtıcı kuşlardan ya da başka yırtıcılardan kaçmalarını, besinlerini daha çabuk toplamalarını sağlamakta, ya da, inanmamız için gerekçe olduğu üzere, rastgele düşmenin tehlikesini azaltmaktadır. Ama bundan, her sincabın yapısının olanaklı bütün koşullarda olabilenin en iyisi olduğu sonucu çıkmaz. İklimin ve bitki örtüsünün değiştiği, göçle başka kemiricilerin ortaya çıktığı ve yaşama yarışına katıldığı ya da yeni yırtıcıların geldiği, ya da eskilerin değişiklik geçirdiği düşünülürse, bütün bu ilişkilere bakarak, değişiklik geçirmedikleri ve yapıca uygun bir tarzda gelişmedikleri sürece hiç değilse bazı sincapların sayıca azalacağına ve tükeneceğine inanmamız gerekir. Bundan ötürü, özellikle değişen yaşam koşullarında, böğür-derileri gittikçe tamamlanan bireyleri sürekli olarak korunmasında doğal seçme sürecinin birikmiş etkileriyle yetkin bir uçar-sincap ortaya çıkıncaya dek her değişikliğin yararlı olmasında ve sürdürülmesinde hiçbir anlaşılmazlık göremiyorum.

Şimdi de uçar-makiyi (Galeopithecus) inceleyelim; uçar-maki eskiden yarasalardan sayılıyordu, oysa bugün böcekçillerden olduğuna inanılmaktadır. Uçar-makide pek geniş bir böğürderisi çenenin köşelerinden kuyruğa doğru gerilmiştir, ve bacaklarla uzamış parmakları da içermektedir. Bu böğür-derisi gerici bir kasla donatılmıştır. Havada akıp gitmeye uyarlanmış ve bugün uçar-makiyi öbür böcekçillerle bağlayan ara halkalar bulunmamakla birlikte, böyle ara halkaların eskiden varolduğunu, ve her birinin tıpkı havada pek de iyi kayamayan sincaplar gibi aşamalardan geçerek geliştiğini; yapıdaki her değişmenin hayvan için yararlı olduğunu düşünmek hiç de güç değildir. Uçar-makinin deriyle birleştirilmiş parmaklarının ve önkollarının doğal seçmeyle büyük ölçüde uzatılabildiğine inanmakta da yenilmez bir güçlük görmüyorum; ve bu, uçma organları söz konusu olduğu sürece, hayvanı bir yarasaya dönüştürmeye yeter. Kanatderisi omuzdan kuyruğa dek uzanan ve art bacakları da içeren belirli yarasalarda, belki başlangıçta uçmaktan çok havada süzülmeye uyarlanmış bir aygıtın izlerini görmekteyiz.

Aşağı yukarı bir düzine kuş cinsi tükenmiş olsaydı, kanatlarını mankafa ördek (Micropterus brachypterus) gibi yalnızca suya çarparak kullanan; penguen gibi suda yüzgeç ve karada önkol olarak; devekuşu gibi gibi yelken olarak kullanan; ve kivi (Apteryx) gibi hiçbir amaçla kullanmayan kuşların yaşayabilmiş olduğunu sanmak ataklığını kim gösterebilirdi? Oysa bu kuşların her birinin yapısı yaşadığı koşullarda kendisi için iyidir, çünkü her biri savaşarak yaşamak zorundadır; ama her birinin yapısı olanaklı bütün koşullarda olabilenin ille de en iyisi değildir. Bu sözlerden, belki hepsi de kullanılmamanın sonucu olan bu kanat yapılarının her birinin, kuşların gerçekten tam uçma yetisini kazanmalarını sağlamış aşamaların belirtisi olduğu sonucuna varılmamalıdır; ama bunlar, hiç değilse geçişin hangi çeşitli tarzları olabileceğini göstermeye yarar.

Su-soluyan (water-breathing) sınıfların kabuklular ve yumuşakçalar gibi birkaç üyesinin karada yaşamaya uyarlanmış olduğunu görüyoruz, ve uçan kuşlar ve memeliler, pek çeşitli tiplerde uçan-böcekler olduğunu, ve eskiden uçar sürüngenler yaşamış olduğunu biliyoruz. Bugün göğüs yüzgeçlerini çırparak sudan fırlayıp havada bir yay çizerek kaydıktan sonra suya dönen uçar-balıkların tam uçan hayvanlara dönüşebileceği anlaşılırdır. Bu gerçekleşseydi, bu hayvanların ilk geçişsel durumlarında iken açık denizlerde yaşadığını ve başlangıç durumundaki uçma organlarını, bildiğimiz kadarı ile, yırtıcı balıklardan kaçıp kurtulmak için kullandığını kim düşünebilirdi.

Bir kuşun uçmaya yarayan kanatları gibi belirli bir amaç için çok yetkinleşmiş herhangi bir organla karşılaşınca, o yapının ilk geçişsel aşamalarını gösteren hayvanların pek seyrek olarak günümüze dek sağ kalmış olacağını düşünmeliyiz, çünkü doğal seçmeyle giderek daha da yetkinleştirilmiş ardılları onların yerini kapmıştır. Bundan başka, çok farklı yaşama alışkanlıklarına uymuş yapılar arasındaki geçişsel durumların, erken bir dönemde, aşağı birçok biçimde ancak pek seyrek olarak çok sayıda gelişmiş olacağı sonucuna da varabiliriz. Öyleyse, tasarladığımız uçar-balık örneğine dönersek gerçekten uçabilen balıkların, aşağı birçok biçimden başlayarak, karada ve suda türlü birçok avı türlü yollardan yakalamak için, uçma organlarının yaşama savaşında öbür hayvanlara karşı onlara belirli bir üstünlük sağlayacak yetkin bir aşamaya ulaşıncaya dek gelişmesi olası görünmemektedir. Bu yüzden, geçişsel aşamalardaki türleri taşıl durumda bulma şansı her zaman çok az olacaktır, çünkü böyle türler tümüyle gelişmiş organları olanlardan daha az sayıda varolmuştur.

Şimdi, aynı türün bireylerinde çeşitlenmiş ve değişmiş alışkanlıklara iki ya da üç örnek vermek istiyorum. Her iki durumda da, hayvanın yapısını onun değişmiş alışkanlıklarına, ya da türlü alışkanlıklarından yalnız birine uyarlamak doğal seçme için kolay olur. Bununla birlikte, genellikle önce alışkanlıkların ve ardından yapının değişip değişmediğine, ya da yapıdaki hafif değişikliklerin değişmiş alışkanlıklara yol açıp açmadığına karar vermek bizim için güçtür ve maddedışıdır (immaterial); belki çoğu kez, ikisi hemen hemen aynı zamanda olmaktadır. Değişmiş alışkanlıklar konusunda, bugün yabancı kökenli bitkilerle ya da özellikle yapma (artificial) maddelerle beslenen birçok Britanyalı böceği anmak bile yetecektir. Çeşitlenmiş alışkanlıklara sayısız örnek verilebilir: Güney Amerika’da, tıpkı bir kerkenez gibi havada kanat çırparak bir nokta üzerinde duran ve sonra başka bir noktaya geçen ve başka zamanlar su kıyısında hiç kımıldamadan bekleyen, ve sonra bir balığı yakalamak için tıpkı bir yalı çapkını gibi kendini suya atan bir sinek yutanı (Saurophagus sulphuratus) sık sık gözetledim. İngiltere’de bir baştankaranın (Parus majör) bir tırmaşık kuşu gibi dallara tırmandığı ve bazen, bir örümcekkuşunun yaptığı gibi, küçük kuşları gagalayarak öldürdüğü görülebilir; ve, baştankaranın biri porsuk ağacının dalındaki tohumları sıvacıkuşu gibi gagalayarak kırdığını gördüm ve işittim. Hearne, Kuzey Amerika’da kara ayının ağzını alabildiğine açarak saatlerce yüzdüğünü ve böylelikle, bir balina gibi, sudaki böcekleri yakaladığını görmüştür.

Bazen, türlerinin ya da aynı cinsin öbür türlerinin alışkanlıklarından farklı alışkanlıkları olan bireyler gördüğümüz için, böyle bireylerin, arasıra, sapkın alışkanlıkları olan ve yapıları kendi tiplerininkinden biraz ya da önemli ölçüde farklılaşmış yeni türler türetmesini bekleyebiliriz. Ve doğada böyle örnekler vardır. Ağaçlara tırmanan ve kabuğun çatlaklarındaki böcekleri çekip çıkaran ağaçkakanınkinden daha güzel bir uyarlanma örneği verilebilir mi? Oysa Kuzey Amerika’da çokluk yemişlerle beslenen ağaçkakanlar vardır, ve uçarken böcek avlayan, kanatları uzamış başka ağaçkakanlar da bulunmaktadır. La Plata’nın hemen hemen hiç ağaç yetişmeyen ovalarında bir ağaçkakan (Colaptes campestris) yaşamaktadır; ayak parmaklarının ikisi öne ve ikisi arkaya doğru çıkmaktadır, dili uzun ve sivridir, sivri kuyruk telekleri bir direğe konduğu zaman kuşu düşey tutmaya elverecek kadar serttir, ama tipik ağaçkakanlarınkiler kadar sert değildir, ve gagası düzgün ve güçlü değildir, ama gene de ağacı delebilecek güçtedir. Bundan ötürü, bu Colaptes yapısının bütün önemli parçaları bakımından gerçek bir ağaçkakandır. Renk, sesin kulak tırmalayıcılığı ve alçalıp yükselerek uçmak gibi önemsiz ıralar bakımından bile, bayağı ağaçkakanla yakın kanilişkisi olduğu apaçıktır; bununla birlikte, yalnız kendi gözlemlerime değil, Azara’nın güvenilir gözlemlerine de dayanarak, bu kuşun belirli geniş alanlarda ağaçlara tırmanmadığını ve yuvasını yamaçlardaki kovuklara yaptığını güvenle söyleyebilirim! Ama aynı ağaçkakan, Bay Hudson’ın belirttiği gibi, belirli başka alanlarda ağaçlara uğramakta, ve yuvasını yapmak için ağaç gövdesinde kovuk açmaktadır. Bu cinsin değişmiş alışkanlıklarına örnek olarak, De Saussure’ün Meksika’da incelediği bir ağaçkakanın içinde meşe palamudu biriktirmek için sert ağaçlarda kovuklar açmasını anabilirim.

Fırtına kırlangıçları okyanuslar üzerinde havada en çok kalan kuşlardır, ama Ateş Ülkesinin durgun ve sessiz boğazlarında yaşayan bir tür, Puffinuria berardi, genel alışkanlıkları bakımından, şaşırtıcı dalma yetisi, yüzme ve uçmak zorunda kalınca uçma tarzı bakımından bir dalgıçkuşuyla ya da yumurta-piçiyle karıştırılabilir; ama aslında bir fırtına kırlangıcıdır, ne var ki, oluşumunun birçok parçası yeni yaşama alışkanlıklarına bağlı olarak çok değişiklik geçirmiştir; oysa La Plata ağaçkakanının yapısında ancak hafif değişiklikler olmuştur. Ölü bir sukaratavuğunu inceleyen bir gözlemci, onun yarısusal (sub-aquatic) alışkanlıkları olduğundan asla kuşkulanmazdı; oysa karatavukgillerin hısımı olan bu kuş, besinini suya dalarak sağlar, su altında kanatlarını kullanır ve ayakları ile taşlara tutunur. Proctotrupes cinsi ayrı tutulursa, büyük zarkanatlılar (Hymenopterd) takımının bütün üyeleri karada yaşar. Sir John Lubbock Proctotrupes’in alışkanlıkları bakımından susal olduğunu bulmuştur; sık sık suya dalar, ve o sırada bacaklarını değil kanatlarını kullanır, ve su altında dört saat kadar kalabilir; bununla birlikte, sapkın alışkanlıklarına uygun hiçbir yapı değişikliği göstermez.

Her canlının bugün olduğu gibi yaratıldığına inanan bir kimse, yapısı ile alışkanlıkları uyuşmayan bir hayvana rastlayınca şaşsa gerektir. Ördeklerin ve kazların perdeli ayaklarının yüzmek için oluştuğundan daha anlaşılır ne olabilir? Ama yaylalarda yaşayan ayakları perdeli kazlar su boylarına pek seyrek uğrar; ve Audubon’dan başka hiç kimse, bugüne dek, okyanus yüzeyinde, ayak parmaklarının dördünün de arası perdeli olan fregat kuşu [uzun kanatlı bir deniz kuşu] görmemiştir. Öte yandan, su-tavukları ve dalgıçkuşları, ayak parmakları deriyle yalnızca çevrili olmakla birlikte, pek susal kuşlardır. Bataklık kuşlarının deriyle donatılmamış uzun ayak parmaklarının batakta ve yüzen yapraklar üzerinde yürümek için oluştuğundan daha anlaşılır ne vardır? Sazlık tavuğu [Ortygometra] ile kızıl su-tavuğu [Crex] bu takımın üyesidir, ama birincisi aşağı yukarı su-tavuğu kadar susaldır, oysa ikincisi nerdeyse keklik ya da bıldırcın kadar karasaldır. Böyle durumlarda, bunlara başkaları da eklenebilir, alışkanlıklar değişmiş, ama yapıda buna uygun bir değişme olmamıştır. Yayla kazında perdeli ayakların görev bakımından güdükleştiği, ama yapı bakımından güdükleşmediği söylenebilir. Fregat kuşunun parmakları arasındaki çok eksik perde, yapının değişmeye başladığını göstermektedir.

Ayrı ayrı ve sayısız yaratma eylemine inanan bir kimse, böyle durumlarda, Yaradanın bir tipin başka birinin yerini almasını dilediğini söyleyebilir; ama bu, bana, olgunun yalnızca ağırbaşlı bir dille yeniden söylenmesi gibi görünüyor. Varolma savaşına ve doğal seçme ilkesine inanan bir kimse, her organik varlığın sayısını hiç durmadan çoğaltmaya çabaladığını ve yapısı ya da alışkanlıkları bakımından pek az da olsa değişen ve böylelikle aynı ülkenin öbür canlılarına karşı bir üstünlük kazanan bir canlının, öbür canlıların yerini –orası kendi yerinden farklı olsa bile– kapacağını kabul edecektir. Bundan ötürü, susuz yerlerde yaşayan ve su boylarına seyrek uğrayan ayakları perdeli kazlar ve fregat kuşları; hemen hemen hiç ağaçsız yerlerde ağaçkakanlar; suya dalan karatavuklar ve zarkanatlı böcekler ve dalgıçkuşununkiler gibi alışkanlıkları olan fırtına kırlangıçları olması, onu hiç şaşırtmayacaktır.