Birkaç örneği inceleyerek doğal bir durumda ve seçmeyle içgüdülerin nasıl değişiklik geçirmiş olduğunu belki çok iyi anlayacağız. Yalnız üç örnek vermek istiyorum: Kül rengi guguğu başka kuşların yuvalarına yumurtlamaya dürten içgüdü; bazı karıncaların köleleştirme içgüdüsü; ve Bal arısının petek gözü yapma yetisi. Doğa bilginleri, genellikle, son ikisini bilinen içgüdülerin en şaşırtıcısı saymaktadırlar.
Kül rengi guguğun içgüdüleri. –Kimi doğa bilginleri, Kül rengi guguğun her gün yumurtlamayıp iki ya da üç gün arayla yumurtlamasının, içgüdüsünün doğrudan nedeni olduğunu düşünmektedirler; Kül rengi guguk kendi yuvasını yapmak ve yavrularını kendisi çıkarmak zorunda olsaydı, ilk yumurtaları bir süre öylece bekler, ya da yuvada aynı zamanda yumurtalar ve yavrular birlikte bulunurdu. Durum böyle olsaydı, Kül rengi guguk çok erken göç eden bir kuş olduğu için, yumurtlama ve kuluçkada yatma süresi bunu aksatacak uzunlukta olurdu; ve erkek kuş, ilk çıkan yavruları tek başına beslemek zorunda kalırdı, demektedirler. Ama Amerikan guguğunun durumu bütün bu düşüncelerle çatışmaktadır, çünkü Amerikan guguğu kendisi yuvasını kendisi yapmakta, ve yuvasında, yumurtaları ile yavruları aynı zamanda bulunmaktadır. Amerikan guguğunun ara sıra başka kuşların yuvalarına yumurtladığı hem öne sürülmekte hem de reddedilmektedir; ama bu yakınlarda Iowalı Dr. Merrel’den işittiğime göre, kendisi, birinde bir tepeli karga (Garrulus cristatus) yuvasında bir guguk yavrusu ile birlikte bir kestane kargası yavrusu bulmuştur; yavruların ikisi de tümüyle tüylenmiş olduğu için, tanınmalarında yanılmak söz konusu olmamıştır. Yumurtalarını ara sıra öbür kuşların yuvalarına bıraktığı bilinen başka kuşlara da örnekler verebilirim. Avrupa guguğunun eski atalarında alışkanlıkların tıpkı Amerikan guguğununkiler gibi olduğunu, ve bazen öbür kuşların yuvalarına bir yumurta bıraktığını varsayalım. Yaşlı guguk, bu geçici alışkanlıktan yararlanarak daha erken göç edebilseydi; ya da yavruları, başka bir türün içgüdü yanılmasından yararlanarak, yaşları farklı yavrularını ve yumurtalarını aynı zamanda gözetmek durumunda olan öz analarının bakımında görüldüğünden daha gürbüz olsaydı, o zaman bu, yaşlı kuş ya da başka bir kuşun beslediği yavruları için bir üstünlük sağlamak demek olurdu. Örnekseme bizi şunu varsaymaya götürür: Böyle yetişen yavrular, soya çekimle, analarının bu geçici ve sapık alışkanlığını izlemeye ve sırası gelince yumurtalarını başka kuşların yuvalarına bırakmaya eğilimli olur, ve böylelikle yavrularını daha iyi yetiştirebilirdi. Kül rengi guguğun o garip içgüdüsünün bu türlü bir süreçle türediğine inanıyorum. Gene bu yakınlarda Adolf Müller, Kül rengi guguğun ara sıra çıplak toprağa yumurtladığını, kuluçkaya yattığını, ve yavrularını beslediğini, yeterli kanıtlara dayanarak ortaya koymuştu. Seyrek rastlanan bu olay, yuva yapma içgüdüsünün yittiği bir başlangıca dönüş durumu olabilir.
Kül rengi guguğun birbiriyle ilişkili ve birlikte anılması zorunlu olan öbür içgüdülerini ve vücut yapısındaki uyarlanmaları dikkate almadığım ileri sürüldü. Ama bütün durumlarda, yalnız bir türün bildiğimiz bir içgüdüsü üzerine kurguda bulunmak boşunadır; üstelik şimdiye dek bize yol gösterecek hiçbir olgu bilinmiyordu. Yakın zamana dek yalnız Avrupa guguğunun ve asalak olmayan Amerikan guguğunun içgüdüleri biliniyordu; bugün, Bay Ramsay’ın gözlemlerinden, yumurtalarını başka kuşların yuvalarına bırakan Avustralyalı üç tür üzerine bir şeyler öğrenmiş bulunuyoruz. Üzerinde durulacak üç önemli nokta var: Birincisi, bayağı guguk pek seyrek ayralarla (istisnalarla) bir yuvaya yalnız bir yumurta bırakmakta, ve böylelikle, iri ve obur yavrusunun bol besin almasını sağlamaktadır, ikincisi, yumurtaları dikkati çekecek kadar küçüktür, ve tarla kuşununkilerden –büyüklüğü guguğun dörtte biri kadar olan bir kuş– daha iri değildir. Asalak olmayan Amerikan guguğunun yumurtalarını kendi büyüklüğüyle oranlı irilikte olmalarına bakarak, bayağı guguk yumurtalarının ufaklığının gerçek bir uyarlanma durumu olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Üçüncüsü, guguk yavrusu, yumurtadan çıktıktan hemen sonra, üvey kardeşlerini yuvadan atacak ve böylece soğuktan ve açlıktan ölmelerini sağlayacak güçtedir; böyle davranma içgüdüsü ve buna uygun irilikte bir gagası vardır. Hiç çekinmeden, bu, yavru guguğun yeterince besin alabilmesi için, ve üvey kardeşlerinin bunu sezecek duruma gelmeden önce ortadan kalkması için yararlı bir işleyiştir, denmektedir!
Şimdi Avustralya’daki türlere dönelim; bu kuşlar bir yuvaya genellikle yalnız bir yumurta bırakmaktadır, ama aynı yuvada iki ve hatta üç yumurtaya rastlandığı da olmaktadır. Tunç (bronz) gugukta yumurtaların iriliği büyük ölçüde, uzunlukları 16,8 ve 21,1 mm. arasında değişmektedir. Yavrularına bakan türleri aldatmak, ya da –ki bu daha olasıdır– kuluçka süresini kısaltmak için (çünkü yumurtaların iriliğiyle kuluçka süresi arasında bir ilişki olduğu söylenmektedir) bugünkülerden daha ufak yumurta yumurtlamak bu türlerin yararına olsaydı, o zaman gittikçe daha ufak yumurta yumurtlayan bir ırk ya da tür oluşabilirdi; çünkü onların yavrularının yumurtadan çıkması ve bakımı daha kolay olurdu; Bay Ramsay, Avustralya guguklarından ikisinin, yumurtalarını açık bir yuvaya bırakırken, kendi yumurtaları ile aynı renkte olan yumurtaların bulunduğu yuvaları özellikle seçtiğini bildirmektedir. Avrupa’daki türler de bu içgüdüye benzer bir eğilim göstermekte, ama ara sıra da olsa bu eğilimden sapmakta, örneğin soluk ve donuk renkli yumurtalarını, parlak yeşilimsi mavi yumurtaları olan çit-ötleğeninin (Hedgewarbler) yuvasına bıraktıkları görülmektedir. Bizim guguğumuz yukarda anılan içgüdüyü gösterseydi, bu içgüdü, hep birlikte edinilmek gerektiği varsayılan öbür içgüdülere elbette katılabilirdi. Bay Ramsay’a göre Avustralyalı tunç guguğun yumurtaları renk bakımından büyük ölçüde değişmektedir, bundan ötürü, doğal seçme yumurta iriliği bakımından olduğu gibi, bu bakımdan da yararlı değişimleri saklayabilir ve pekiştirebilirdi.
Avrupa guguğuna gelince, yavru guguk yumurtadan çıktıktan sonra, üç gün içinde, kendisine bakan kuşun yavrularını yuvadan atmaktadır; bu denli ufak bir guguk yavrusu pek güçsüz olduğu için, Bay Gould, önceleri, yavruları yuvadan atma işini ana-babalarının yaptığını sanıyordu. Ama sonra, daha gözleri açılmamış ve başını kaldırmaya bile gücü yetmeyen bir guguk yavrusunun üvey kardeşlerini yuvadan atarken gerçekten görüldüğü konusunda güvenilir belgeler edindi. Gözlemci, atılmış yavrulardan birini yeniden yuvaya koymuş, ve yavru yeniden atılmıştır. Bu garip ve iğrenç içgüdünün hangi yoldan kazanıldığına gelince, yavru guguk için, yumurtadan çıktıktan hemen sonra, olabildiği kadar çok besin almak gerekliyse (ki görünüşe göre öyledir), yavrunun yuvadaşlarını atması için gerekli kör eğilimi, gücü, ve yapıyı, ardışık kuşaklar boyunca yavaş yavaş kazanmasında hiçbir özel güçlük göremiyorum; çünkü böyle alışkanlıkları ve yapıları en iyi gelişmiş guguk yavrularının yetişmesi büyük bir güvenlik içinde olacaktır. Bu özel içgüdünün edinimine (acquisition) doğru ilk adım, yaşı biraz ilerleyen ve biraz güçlenen yavru guguğun istemeyerek rahatsız olması olabilir; bundan bir alışkanlık gelişebilir, ve soya çekimle küçük yavrulara iletilebilirdi. Bence bunu anlamak, öbür kuşların yumurtadaki yavrularının çıkacakları yumurtanın kabuğunu kırma içgüdüsünü edinmelerini, ya da, Owen’a göre, yılan yavrularının üst çenelerinde çıkacakları yumurtanın sert kabuğunu kesmek için sivri bir diş bulunmasını anlamaktan daha güç olamaz. Çünkü bütün parçalar her yaşta bireysel değişkenlere uğruyorsa, ve değişimler uygun ya da küçük yaşta soya çekilmeye eğilimliyse, –ki böyle olduğu tartışılamaz–, yavrunun yapısı ve içgüdüleri, ergininkiler gibi güvenlikle ve yavaş yavaş değişiklik geçirebilir; ve bu durumların ikisi de doğal seçme teorisinin tümüne uygundur ya da uygun düşmektedir.
Bizim sığırcıklarımızla hısım olan bazı Molothrus (guguklardan pek farklı bir Amerikan kuş cinsi) türlerinin Kül rengi guguğunkilere benzer asalaklık alışkanlıkları vardır, ve bu türler içgüdülerinin yetkinleşmesinde ilginç bir aşamalanma göstermektedir. Başarılı bir gözlemci olan Bay Hudson’a göre, Molothrus badius’un erkekleri ve dişileri bazen sürüler halinde karışık olarak, ve bazen de çift yaşamaktadır. Bunlar ne kendilerine yuva yapmakta, ne de başka kuşların yuvalarını, onların yavrularını dışarı atarak, kapmaktadırlar. Ne böylece ele geçirilmiş bir yuvaya yumurtlamakta, ne de gariplik edip böyle bir yuvanın üstüne kendileri için bir yenisini yapmaktadırlar. Çok kez kendileri kuluçkaya yatmakta ve yavrularını kendileri büyütmektedirler; ama Bay Hudson, onların belki ara sıra asalaklık ettiğini, çünkü bu türün yavrularının başka türlerden olan ergin kuşları izlediklerini ve onların kendilerini beslemesi için bağrıştıklarını gördüğünü söylemektedir. Başka bir Molothrus türünün, M. bonariensis, asalaklık alışkanlığı bundan daha çok gelişmiştir, ama yine de yetkin olmaktan uzaktır. Bu kuş, bilebildiğimiz kadarı ile, yumurtalarını hep yabancı yuvalara bırakmaktadır; ama bazen birçoğunun hep birlikte, kendileri için örneğin büyük bir kenger otunun yaprakları gibi pek elverişsiz yerlere düzensiz, derme çatma bir yuva yapmaya başlaması dikkate değer. Bununla birlikte, Bay Hudson’un araştırmalarına göre, kendileri için yapmaya başladıkları hiçbir yuvayı tamamlamamaktadırlar. Yabancı bir yuvaya çoğu zaman birçok –onbeş yirmi– yumurta bırakmaktadırlar, ama bunların birkaçından yavru çıkabilmekte ya da hiçbirinden yavru çıkmamaktadır. Bu kuşların gerek kendi yumurtalarına, gerek kuluçka asalaklığı ettikleri kuşların yuvalarında buldukları yumurtalara gagalarıyla delikler açmak gibi pek garip bir alışkanlıkları vardır. Yumurtaların birçoğunu da yere düşürmektedirler; ve böyle yumurtalar boşa gitmektedir. Üçüncü bir tür, Kuzey Amerika’nın M. pecoris’i, Kül rengi guguğunkiler kadar yetkin içgüdüler edinmiştir; yabancı bir yuvaya asla birden çok yumurta bırakmaz, bundan ötürü yavruları güvenlik içinde yetişir. Bay Hudson evrime hiç inanmayan bir kimsedir, ama Molothrus bonariensis’in eksik içgüdülerine pek şaşmış görünmekte ve benim sözlerimi aktardıktan sonra şöyle sormaktadır: “Bu alışkanlıkları özellikle bağışlanmış ya da yaratılmış içgüdüler olarak değil de, genel bir yasanın, yani geçişin (transition) önemsiz sonuçları olarak mı kabul etmeliyiz?”
Yukarda söylendiği gibi, türlü kuşlar yumurtalarını öbür kuşların yuvalarına arada bir bırakmaktadır. Bu alışkanlığın tavukgillerde çok yaygın olmadığı söylenemez. Ve bu, devekuşunun o kendine özgü içgüdüsünü biraz aydınlatmaktadır. Bu familyada, birden çok dişi kuş işbirliği yapar, her dişi önce yuvalardan birine ve sonra başka birine birkaç yumurta bırakır, ve erkekler kuluçkaya yatar. Bu içgüdü, dişilerin çok sayıda, ve, Kül rengi guguk gibi, iki ya da üç günde bir yumurtlamasıyla açıklanabilir. Bununla birlikte, Amerikan devekuşunun içgüdüsü, Molothrus bonariensis örneğindeki gibi, henüz yetkinleşmemiştir; çünkü şuraya buraya bırakıverdiği yumurtaların çokluğu insanı şaşırtır: Bir av günü boyunca topladığım yitmiş ve ziyan olmuş yumurtaların sayısı yirmiden az değildi.
Bazı arılar asalaktır, ve yumurtalarını düzenli olarak başka arı türlerinin yuvalarına bırakmaktadır. Bu, Kül rengi guguğunkinden çok daha dikkate değer bir durumdur; çünkü asalaklık huylarına uygun olarak yalnız içgüdüleri değil, yapıları da değişikliğe uğramıştır; örneğin, kendi yavruları için besin biriktirmeleri gereken arılar için zorunlu olan çiçek tozu toplama aygıtları onlarda yoktur. Bazı Sphegidae türleri (eşek arısına benzer böcekler) de asalaktır; ve bu yakınlarda M. Fabre, genellikle yuvasını toprağa kendisi oyan ve kurtçukları için felce uğrattığı avları biriktiren Tachytes nigra’nın, yapılıp bitirilmiş ve içine besin yığılmış başka bir sphex [yuvasını toprağa oyan bir eşek arısı cinsi] yuvası bulunca, fırsatı ganimet bilip geçici olarak asalaklaştığına inandırıcı kanıtlar göstermiştir. Burada da, Molothrus ya da Kül rengi guguk örneğinde olduğu gibi, geçici bir alışkanlığın (türe yararlıysa, ve yuvası ve biriktirdiği besinleri haince alınan böcek o sırada yok edilmiyorsa) doğal seçmeyle sürekli kılınmasında hiçbir güçlük görmüyorum.
Köleleştirme içgüdüsü. –Bu dikkate değer içgüdüyü Formica (Polyerges) rufescens’te ilk bulan, ünlü babasından çok daha iyi bir gözlemci olan Pierre Huber’dir. Bu karınca tümüyle kölelerinin eline bakar; köleleri olmasaydı, bu tür, bir tek yılda kesinlikle yok olurdu. Erkekleri ve doğurgan dişileri hiçbir iş yapmaz; işçileri, ya da kısır dişiler, köle yakalamakta pek hamarat ve ustadır, ama başka bir iş yapmaz; kendi yuvalarını yapmayı ve kendi kurtçuklarını beslemeyi beceremez. Eski yuvaları kullanışsızlaşıp göç etmeleri gerekince, göçe karar veren ve efendilerini ağızlarında taşıyan kölelerdir. Efendiler öylesine beceriksizdir ki, Huber onlardan otuzunu kölesiz bırakıp en sevdikleri besinlerle ve çalışmaya isteklensinler diye kendi kurtçuklarıyla baş başa bırakınca hiçbir şey yapmamışlar, kendilerini bile besleyememişlerdir; ve birçoğu açlıktan ölmüştür. Huber daha sonra onların yanına bir köle (F. fusca) [bir karınca türü] bırakmıştır; köle karınca hemen işe koyulmuş ve sağ kalanları besleyip ölümden kurtarmış; gözeler yapıp yavrulara bakmış ve işleri düzene sokmuştur. Bu çok iyi incelenmiş olgulardan daha olağanüstü ne olabilir? Bu türden başka hiçbir köleci karınca bilmeseydik, böylesine şaşırtıcı bir içgüdünün nasıl yetkinleşebildiği konusunda kurguda bulunmamız boşuna olurdu.
Başka bir türün, Formica sanguinea, köleleştirici bir karınca olduğunu da ilk bulan gene Huber’dir. Bu türe İngiltere’nin güneyinde rastlanmaktadır. Ve bu konuda ve başka konularda pek çok bilgiyi kendisine borçlu olduğum British Museum’dan Bay F. Smith bu türün alışkanlıklarını incelemiştir. Huber’in ve Bay Smith’in tanıklıklarına güvenim tam olmakla birlikte, köleleştirme içgüdüsü gibi olağanüstü bir içgüdünün varlığından kuşkulanan herhangi bir kimse hoş görülebileceği için, bu konuya aşırı kuşkucu bir tarzda eğilmeye çalıştım. Bundan dolayı gözlemlerimi biraz ayrıntılı olarak sunmak istiyorum. On dört F. sanguinea yuvası açtım, ve hepsinde birkaç köle buldum. Köle türün (F. fusca) erkekleri ve doğurgan dişileri yalnız kendi topluluklarında bulunmakta, ve F. sanguinea yuvalarında onlara hiç rastlanmamaktadır. Köleler karadır ve büyüklükleri kızıl efendilerininkinin ancak yarısı kadardır, onun için görünüşlerinde büyük fark vardır. Yuva bozulunca köleler bazen dışarı çıkmakta, ve efendileri gibi pek heyecanlanarak yuvayı savunmaktadır; yuva daha çok bozulunca, ve kurtçuklar ve pupalar açıkta kalınca, köleler efendileriyle birlikte onları güvenilir bir yere taşımaya çalışmaktadır. Bundan ötürü, kölelerin kendilerini tümüyle kendi yuvalarında imiş gibi saydıkları besbellidir. Ardışık üç yıl Haziran ve Temmuz aylarında, Surrey ve Sussex’teki yuvaları saatlerce inceledim, ve bir kölenin ne yuvadan çıktığını, ne de yuvaya girdiğini gördüm. Kölelerin sayısı o aylarda pek az olduğu için, daha kalabalık oldukları zaman başka türlü davranabileceklerini düşündüm; ama Bay Smith’in bana bildirdiğine göre, kendisi mayıs, haziran ve ağustos aylarında, Surrey’deki ve Hempshire’daki yuvaları saatlerce gözlemiş, ve kölelerin, kalabalık oldukları Ağustosta bile, yuvaya girip çıktığını görmemiştir. Bundan ötürü onları tam anlamıyla ev-kölesi saymaktadır. Öte yandan, efendilerin yuvaya gerekli nesneleri ve besinleri taşıdıkları her zaman görülebilir. Bununla birlikte 1860 yılı Temmuzunda köleleri olağanüstü kalabalık bir topluluğa rastladım, ve birkaç kölenin efendileriyle birlikte yuvadan çıkıp aynı yolu izleyerek yirmi beş yarda uzaktaki yüksek bir sarıçama gittiğini, ve belki Yaprak biti ya da kırmız böceği (coccus) aramak için ağaca tırmandığını gördüm. Gözlem için bol bol fırsat bulmuş olan Huber’e göre, İsviçre’deki köleler efendileriyle birlikte yuvanın yapımında her zamanki gibi çalışmakta, ve yuvanın kapısını sabah akşam yalnız onlar açıp kapamaktadır; ve, Huber’in önemle belirttiğine göre, kölelerin başlıca işi Yaprak biti aramaktır. İki ülkede efendilerle kölelerin alışkanlıkları arasındaki bu fark, belki özellikle İsviçre’de İngiltere’de olduğundan daha çok köle tutulmasına bağlıdır.
Bir gün, bir F. Sanguinea topluluğunun bir yuvadan başka birine göçüne tanık oldum; efendilerin F. rufescens’te olduğu gibi kendilerini kölelerine taşıtacak yerde, kölelerini ağızlarında dikkatle taşıdıklarını görmek pek ilginçti. Başka bir gün, besin aramadıkları besbelli olan yirmi kadar köleci karıncanın aynı yere sık sık uğraması dikkatimi çekti; bunlar köle-türün (F. fusca) bağımsız bir topluluğuna yaklaşıyor ve zorla geri püstürtülüyorlardı; bazen üç kadar Fusca, kölecilerin, F. sanguinea, bacaklarına sarılıyordu. Köleciler kendilerine saldıran bu küçük karıncaları acımadan öldürüyor ve yenmek üzere yirmi dokuz yarda uzaktaki yuvalarına taşıyorlardı; ama köleleştirmek için pupa çalmalarına engel olundu. O sırada başka bir yuvayı kazıp birkaç F. fusca pupası çıkardım, ve dövüş alanının yakınına, çıplak bir yere koydum; zorbalar savaştan yengiyle çıktıklarını sanmış olacaklar ki, onları sevinçle kapıp götürdüler.
Aynı yere ve aynı zamanda başka bir türün, F. flava birkaç pupasıyla birlikte, hâlâ yuvalarından kopmuş parçalara yapışmış olarak duran bu sarı karıncalardan (F. flava) birkaçını koydum. Bay Smith’e göre, bu tür bazen, ama pek seyrek olarak, köleleştirilir. Bu karıncalar pek küçüktür, ama yiğitliklerine diyecek yoktur, öbür karıncalara çılgınca saldırdıklarını görmüşümdür. Birinde, bir köleleştirici F. sanguinea yuvasının yanıbaşındaki bir taşın altında bağımsız bir F. flava topluluğu bulunca şaşmıştım, ve yuvalarını istemeyerek bozduğum zaman, ufak karıncalar iri komşularına şaşırtıcı bir yiğitlikle saldırmışlardı. Onun için F. sanguinea’nın alışageldiği üzere köleleştirdiği F. fusca pupalarını, pek seyrek yakalayabildiği ufak ve yiğit F. flava’nınkilerden ayırt edip edemeyeceğini merak ediyordum: Bu farklı pupaları ayırt ediverdiler; demin söylediğim gibi, F. fusca pupalarını sevinçle ve hemen kapıp götürürlerken, F. flava pupalarına, ve hatta yuvalarından kopmuş parçalara rastlayınca pek korktular, ve çabucak kaçtılar; ama aşağı yukarı on beş dakika sonra, bütün küçük ve sarı karıncalar ortadan yiter yitmez yüreklendiler, ve onların pupalarını da alıp gittiler.
Bir akşam üzeri başka bir F. sanguinea topluluğuna uğradım, ve F. fusca ölüleri ve pupaları taşıyarak yuvalarına dönen (bu göç etmediklerini gösteriyordu) ve giren karıncalar gördüm. Ganimetleri taşıyan uzun bir karınca dizisini, pupa taşıyan son F. sanguinea bireyinin çıktığı sık bir çalı kümesine dek, yaklaşık kırk yarda, izledim; ama sık çalılar arasında bozulup yağma edilmiş yuvayı bulamadım. Yuva yine de pek yakında olmalıydı, çünkü iki üç F. fusca pek büyük bir ürkü içinde sağa sola koşuşuyor, ve biri, ağzında kendi pupası, çalı kümesindeki dalcıklardan birinin tepesine tünemiş, kımıltısız, ve yıkılan yuvasının üzerinde bir umutsuzluk anıtı gibi duruyordu.
İşte insanı şaşırtan köleleştirme içgüdüsü konusunda bir de benim doğrulamamı hiç gerektirmeyen olgular bunlardır. Şimdi F. sanguinea’nın içgüdüsel alışkanlıkları ile F. rufescens’inkiler arasındaki karşıtlıkları ele alalım. F. rufescens yuvasını kendisi yapmaz, göç edip etmeyeceğini kendisi belirlemez, kendisi ve yavruları için besin toplamaz, ve kendisini bile besleyemez: Tümüyle kölelerinin eline bakar. F. sanguinea ise daha az köle bulundurur, kölelerinin sayısı özellikle yaz başında pek azdır; yeni bir yuvanın ne zaman ve nerede yapılacağını ve ne zaman göç edileceğini efendiler belirler, kölelerini kendileri taşır. İsviçre’de de İngiltere’de de, köleler özellikle kurtçuklara bakmakla görevli görünmektedir, ve efendiler yalnızca köle sağlamak için savaşmaktadır, İsviçre’de yuva yapımında gerekli nesneleri kölelerle efendiler birlikte sağlar ve yuvayı birlikte yaparlar; ama Yaprak bitlerinin sağımı (böyle denebilir) ile daha çok köleler uğraşır; topluluk için gerekli besini de gene birlikte toplarlar. İngiltere’de yapı gereçlerini, ve kendileri, köleleri ve kurtçukları için gerekli besini çoğu zaman yalnız efendiler toplar. Bu yüzden, İngiltere’deki efendilerin kölelerinden gördüğü hizmet, İsviçre’dekilerin gördüğünden daha azdır.
F. sanguinea’nın içgüdüsünün hangi aşamalarla türediğini kestirmeye kalkışmayacağım. Ama köleleştirici olmayan karıncalar da başkalarının pupalarını (kendi yuvalarının yakınına bırakılmışsa) alıp götürdükleri için, önceleri besin olarak biriktirilen bu pupalar gelişmiş olabilir; ve böyle, istenmeden, yetişmiş yabancı karıncalar kendi öz içgüdülerine uyarak ellerinden gelen işi yapar. Varlıklarının kendilerini tutan türün yararına olduğu görülürse –o tür için işçileri bu yoldan sağlamak, onları zorla yakalamaktan daha yararlıysa– eski amacı besin olarak pupa toplamak olan bu alışkanlık doğal seçmeyle pekiştirilebilir ve çok farklı amaçlarla köle yetiştirmek için sürekli kılınabilir. Ve bu içgüdü bir kez kazanılırsa, kölelerinden İsviçre’deki aynı türün gördüğünden daha az yardım gören İngiliz F. sanguinea’sındaki kadar yetkin olmasa bile, doğal seçme, Formica rufescens gibi tümüyle kölelerinin eline bakan bir karınca oluşturuncaya dek –her değişikliğin türün yararına olduğu varsayılmaktadır– bu içgüdüyü pekiştirebilir ve onda değişiklik yapabilir.
Bal arısının petek gözü yapma içgüdüsü. –Burada bu konuyu bütün ayrıntılarıyla ele almak istemiyorum, tersine, yalnız konunun bir özetini ve vardığım sonuçları vermek istiyorum. Bir peteğin amacına tümüyle uygun olan o ince yapısını büyük bir hayranlık duymadan inceleyebilen kimse budalanın biri olmalıdır. Arıların pek çapraşık bir problemi çözdüğünü, ve pek değerli olan balmumunu olabildiğince az kullanarak petek gözlerini en çok bal alabilecek biçimde yaptığını matematikçilerden işitiyoruz. Eli ince işlere yatkın bir işçinin, uygun araçları, ölçüleri ve balmumu kullanarak bir petek gözünün tıpkısını yapmasının çok güç olduğu belirtilmektedir; oysa arılar bu gözleri karanlık bir kovanda elbirliğiyle çalışarak yapmaktadır. Arılara dilediğiniz içgüdüleri bağışlayınız, onların gerekli bütün açıları ve yüzeyleri nasıl yaptığı, ve üstelik yapılanın doğru olduğunu nasıl anladığı ilk bakışta yine de inanılmaz gibi görünür. Ama bunu anlamak ilk bakışta göründüğü kadar da güç değildir: Bence, bu güzel yapıt, tümüyle, basit birkaç içgüdünün sonucudur.
Beni bu konuyu incelemeye yönelten, her gözün biçiminin bitişik gözlerin varlığı ile sıkı ilişkisi olduğunu gösteren Waterhouse’dir; ve aşağıdaki görüşler, belki de, onun teorisinin yalnızca değişik bir biçimi sayılabilir. Şimdi o büyük aşamalanma ilkesine bakalım ve doğanın kendi çalışma yöntemini bize açıklayıp açıklamadığını görelim. Kısa bir serinin bir ucunda, eski kozalarını bal koymak için kullanan, bazen ek olarak balmumundan kısa tüpler, ve bazen de ayrı ve yuvarlaklığı düzgün olmayan gözler yapan yaban arıları vardır. Serinin öbür ucunda ise Bal arısının iki yanlı yerleştirilmiş petek gözleri bulunur: Bilindiği gibi, her göz bir altıgen prizmadır, ve altı yüzünün tabandaki kenarları eğimli olarak birleşip üç yan yüzü birer eşkenar dörtgen olan ters yüz edilmiş bir piramit oluşturur. Bu eşkenar dörtgenlerin açıları belirlidir, ve peteğin bir yanındaki gözlerden birinin piramit biçimindeki tabanını oluşturan üçü, peteğin öbür yüzündeki bitişik üç gözün birleşimine girinti yapar. Bal arısının son derece yetkin petek gözleriyle yaban arısının pek basit petek gözleri arasındaki seride Pierre Huber’in özenle resmini çizdiği ve anlattığı Meksika’da yaşayan Melipona domestica’nın petek gözleri bulunmaktadır. Melipona’nın kendisi de, vücut yapısı bakımından, Bal arısı ile yaban arısının arasında yer alır, ama ikinciye daha yakındır; gözleri silindir biçiminde olan epey düzgün petekler yapar ve yavruları onların içinde yetişir; onlardan başka, bal koymak için büyük birkaç göz yapar. Bu sonuncular, aşağı yukarı küre biçimindedir ve hemen hemen aynı büyüklüktedir, ve düzgün olmayan bir yığın konumunda birleşmiştir. Ama ilginç olan önemli nokta, tamamlanmış kürelerin hep birbirini kesecek ya da birbirinin içine girecek kadar yakın yapılmış olmasıdır; ama bu, böyle kesişen kürelerin arasına arıların tümüyle düzgün balmumu duvarlar yapmasına izin vermez. Bundan dolayı, her gözün küresel bir dış kesimi; ve gözün bir, iki, üç ya da daha çok gözle bitişik olmasına göre, iki, üç ya da daha çok düzgün yüzü vardır. Bir göz üç ayrı göze dayanıyorsa –ki küreler aşağı yukarı eşit büyüklükte olduğu için çoğu zaman zorunlu olarak öyledir– düzgün üç yüzeyin birleşmesinden bir piramit doğar; ve Huber’in belirttiği gibi, bu piramit Bal arısının petek gözünün tabanındaki üç yüzlü piramidin kaba bir benzeridir. Bal arısının petek gözlerinde olduğu gibi, burada da, her gözün üç düzgün yüzü bitişik üç gözün birleşimine girinti yapar. Melipona’nın böyle bir petek yaparken balmumundan ve daha önemlisi, işten kazandığı bellidir; çünkü bitişik gözler arasındaki duvarlar çift değildir, tersine, küresel dış kesimler gibi eşit kalınlıktadır, bununla birlikte her düzgün kesim iki gözün bir parçasını oluşturmaktadır.
Bu durumu düşünürken bana öyle geldi ki, Melipona petek gözlerini birbirinden belirli bir uzaklıkta ve eşit büyüklükte yapsaydı, ve gözleri iki yanlı ve bakışımlı sıralasaydı, ortaya çıkan yapı, Bal arısının peteği kadar yetkin olurdu. Bundan dolayı Cambridge’ten Prof. Miller’e yazdım, ve bu geometrici aşağıda anlatılanı baştan sona okuyup tümüyle doğru olduğunu bildirmek inceliğini gösterdi:
Eşit büyüklükte küreler, merkezleri paralel iki düzlem üzerinde bulunacak tarzda yan yana sıralanırsa; ve her kürenin merkezi aynı tabakada kendisini çevreleyen kürelerin merkezlerinden yarıçap x √2, ya da yarıçap x 1,41421 kadar (ya da biraz daha az) uzakta olursa; ve öbür paralel tabakadaki kendine bitişik kürelerin merkezlerine uzaklığı da buna eşit olursa; o zaman, her iki tabakadaki kesişme yüzeyleri belirlenirse, üçer eşkenar dörtgenden oluşmuş piramitler ile birbirine bağlanmış altıgen prizmalardan meydana gelmiş iki tabaka elde edilir; ve eşkenar dörtgenler ve altıgen prizmaların yüzleri, en iyi araçlarla yaptığım ölçümlere göre, Bal arısının petek gözlerininkilere özdeş olur. Ama dikkatli birçok ölçüm yapmış olan Prof. Wyman’den işittiğime göre, arının yaptığı işin yetkinliği büyük ölçüde abartılmaktadır, öyle ki, petek gözünün tipik biçimi ne olursa olsun, bu yetkinlik asla gerçekleşmez değilse de pek seyrek gerçekleşir.
Bundan ötürü, şu sonuca güvenle varabiliriz: Melipona’nın bugünkü içgüdülerinde değişiklik yapabilseydik, bu an kendi petek gözlerini Bal arısınınkiler kadar yetkin yapardı. Melipona’nın petek gözlerini tam küresel ve eşit büyüklükte yapma yetisi olduğunu varsaymamız gerekir; ve bu, hiç de şaşırtıcı değildir; çünkü bu arının belirli bir ölçüde böyle çalıştığını, ve birçok böceğin belirli bir noktada dönerek tahtaya ne denli düzgün silindirler oyduğunu biliyoruz. Melipona’nın, petek gözlerini, bugün silindir biçimindeki gözleri sıraladığı gibi, düzgün bir tabaka konumunda sıraladığını varsaymamız gerekir; ve sonunda, en güç olanı budur, gözler elbirliğiyle yapılırken, işdeşlerinden ne kadar uzakta bulunduğunu doğru olarak her nasılsa belirleyebildiğini varsaymamız gerekir; ama Melipona uzaklığı belirli bir ölçüde saptamaya, kürelerini hep belirli ölçüde kesişecek tarzda sıralamaya, ve kesişme noktalarını tümüyle düz yüzeylerle birleştirmeye yeteneklidir. Bence, Bal arısı bu eşsiz mimari yetilerini gerçekte pek de şaşırtıcı olmayan böyle içgüdü değişiklikleriyle (bir kuşu yuva yapmaya dürtenlerden pek az daha şaşırtıcı) ve doğal seçmeyle edinmiştir.
Ama bu teori deneyle de sınanabilir. Bay Tegetmeir’in verdiği örneği izleyerek iki peteği ayırdım, ve onların arasına uzun, kalın, dikdörtgen biçiminde bir balmumu şeridi koydum: Arılar bu şeritte hemen çok küçük yuvarlak çukurlar açmaya başladılar; ve bu küçük çukurları derinleştirirken bir yandan da genişleterek sığ leğenciklere dönüştürdüler; bu leğencikler bir petek gözünün çapında tam bir küre ya da küre parçası gibi görünüyordu. En ilginci, yan yana bu leğenleri oymaya başlayan arıların, her yerde, leğenler yukarda anılan genişliği (yani bildiğimiz petek gözünün genişliğini) alıncaya, ve leğenlerin derinlikleri, bir kesimini (leğenlerin birbiriyle kesişen kenarlarını) oluşturdukları kürenin çapının yaklaşık altıda birini buluncaya dek, birbirlerinden eşit uzaklıkta çalıştıklarını görmekti. Bu gerçekleşir gerçekleşmez arılar oymayı bırakıp leğenler arasındaki kesişen çizgilerden düz balmumu duvarlar çıkmaya başladılar, sonunda her altıgen prizma, bildiğimiz petek gözlerinde olduğu gibi üç yüzlü bir piramidin birer doğru parçası olan kenarları üzerine yapılacağı yerde, düz bir leğenin tarak [Pecten] kabuklarının kenarlarını andıran kenarları üzerine yapılmış oldu.
Ondan sonra kovanın içine kalın, dikdörtgen biçiminde bir balmumu yerine, dar ve ince, bıçak ağzı inceliğinde, zincifreyle boyanmış bir balmumu parçası koydum. Arılar, tıpkı önceki gibi, her iki yüzde de birbirine yakın oyuklar açmaya başladılar; ama balmumu şeridi öylesine inceydi ki, bundan önceki deneyde anılan derinliğe inseydiler, delinirdi. Ne var ki arılar buna fırsat vermeyip oyma işini tam zamanında bıraktılar; böylece, pek az derin, sığ leğencikler ortaya çıktı; bu leğencikler kemirilmemiş ince zincifreli balmumundan oluşmuştu, gözle seçilebildiği kadarıyla, balmumu şeridinin öbür yüzündeki leğenciklerin sözde kesişimlerine rastlayan küçük düzlükler boyunca sıralanmıştı. Böylelikle, eşkenar dörtgensi düzlüklerin bazı yerlerde yalnız küçük kesimleri, başka yerlerdeyse büyük kesimleri karşıt leğenlerin arasında kaldı; iş, doğal olmayan koşullar yüzünden düzgün yapılmadı. Arılar, kesişim düzlüklerine gelince işi durdurarak, leğencikler arasında küçük düzlükler bırakabilmek için, zincifreli balmumu tabakasının her iki yüzeyindeki yuvarlak leğencikleri derinleştirirken aşağı yukarı aynı hızla çalışmak zorundaydılar.
İnce balmumunun ne denli esnek olduğu düşünülürse, balmumu şeridinin iki yüzünde çalışırken balmumu uygun incelikte kemirilince işi bırakmakta arılar için hiçbir güçlük yoktur. Bana öyle geliyor ki arılar bayağı peteklerin karşıt yüzlerinde de tümüyle eşit hızda çalışmayı her zaman başaramamaktadır; çünkü yapımına yeni başlanmış bir gözün tabanındaki yarı tamamlanmış eşkenar dörtgenlerin arıların pek hızlı çalıştığını sandığım petek yüzeyinin bir yerinde hafif çukur, onun karşıtı olan ve arıların daha az hızlı çalıştığını sandığım yandaysa tümsek olduğunu gördüm. Bunun çok belirgin olduğu bir örnekte, peteği yeniden kovana koydum, ve arıları kısa bir süre çalışmaya bıraktım, sonra gözleri bir daha inceledim, ve eşkenar dörtgen biçimindeki düzlüklerin tamamlanmış ve hiç pürüzsüz duruma getirilmiş olduğunu gördüm: Bu pek küçük levhacıkların aşırı inceliği yüzünden, arıların tümsek yanı kemirerek bu sonucu almaları kesinlikle olanaksızdı; böyle durumlarda arıların sıcak ve yumuşak balmumunu karşıt yandan, gerekli düzgünlüğü sağlayıncaya dek, iterek eğdiğini sanıyorum (denedim, kolayca oluyor).
Zincifreli balmumu şeridiyle yapılan deneme şunu açıkça göstermektedir: Arılar önlerinde balmumundan ince bir duvar bulunca, birbirlerinden uygun uzaklıkta durarak, aynı hızla kemirerek, ve birbirine eşit ve yuvarlak oyuklar açmaya çalışarak, ama onları asla birbirleriyle kesiştirmeden, petek gözlerini uygun büyüklükte yapabilmektedirler. Yapılmakta olan bir peteğin kenarları incelenince açıkça görüldüğü gibi, peteğin çevresine çembersi ve kaba bir duvar ya da kenar çekmekte; ve her zaman bir petek gözünü derinleştirirken yaptıkları gibi döne döne çalışarak o kenarı karşıt yandan kemirerek delmektedirler. Bir petek gözünün üç yüzeyli piramit biçimindeki tabanının tümünü aynı zamanda oymamakta, tersine, yalnız en dışta yapılmakta olan kenara bitişik bir eşkenar dörtgeni, ya da bazen olabildiği gibi, ikisini, ortaya çıkarmakta; ve altıgen duvarların yapımına başlamadan önce eşkenar dörtgen biçimindeki levhaların üst kenarlarını asla tamamlamamaktadırlar. Burda bildirilenlerden bazıları, haklı bir ünü olan yaşlı Huber’in bildirdiklerinden farklıdır, ama doğru oldukları kanısındayım; ve yerim olsaydı, teorime uygun düştüklerini gösterebilirdim.
Huber, ilk petek gözünün küçük, paralel yüzlü bir balmumu duvardan kemirilerek yapıldığını bildirmektedir; bu, gördüğüm kadarıyla, tümüyle doğru değildir; ilk başlangıç her zaman balmumundan küçük bir tepeciktir; ama burada ayrıntılara girmek istemiyorum. Gözlerin yapımında kemirmenin ne denli önemli bir yeri olduğunu biliyoruz; bununla birlikte, arıların bitişik iki küre arasındaki kesişme yüzeyi boyunca, uygun konumda, kaba bir balmumu duvar yapamayacaklarını düşünmek büyük bir yanılma olur. Elimde bunu yapabildiklerini apaçık gösteren türlü örnekler var. Yapılmaktaki bir peteğin çevresindeki balmumu duvarda ya da kenarda bile, bazen, ilerde yapılacak gözlerin tabanlarındaki eşkenar dörtgen biçimli düzlüklere karşılık olan eğrilikler görülebilmektedir. Ama kabaca yapılmış balmumu duvar, her zaman, iki yüzünden de büyük ölçüde kemirilerek bitirilmek zorundadır. Arıların petek yapma tarzı ilgi çekicidir; ilk kaba duvarı, sonunda bitirildiği gibi bırakılan o aşırı ince petek gözü duvarından hep 10-20 kat daha kalın yapmaktadırlar. Duvarcıların önce harçtan ve kalın bir duvar çıktığını, sonra yere yakın bir yerden başlayarak tam ortada pürüzsüz ve çok ince bir duvar kalıncaya dek o kalın duvarı iki yandan eşit olarak yonttuğunu, yontulan harcı yeniden üstüne yığarak duvarı yükselttiğini varsayarak arıların çalışma tarzını daha iyi anlayabiliriz. Böylelikle durmadan yükselen, ama üst kesimi hep kalın olan bir duvar elde ederiz. Yapımına hemen başlanmış ve tamamlanmış bütün petek gözlerinin duvarları da bu durumda olduğu için, arılar, altıgen biçiminde yükselmiş ince petek gözü duvarlarına zarar vermeden peteğin üzerinde öbek öbek durabilir ve dolaşabilirler. Prof. Miller’in bana bildirdiğine göre, bu duvarların incelikleri büyük ölçüde değişir; petek kenarına yakın olanlarda yapılan on iki ölçümün ortalaması onların kalınlığının 1:353 parmak olduğunu göstermektedir; oysa eşkenar dörtgen biçimindeki taban levhaları daha kalındır, oran 3:2’dir, ve kalınlık ortalaması, yirmi bir ölçüme göre 1:229 parmaktır. Böyle bir yapım tarzı peteği sürekli sağlam tutar, ve balmumundan olabildiğince çok kazanılmasını sağlar.
Çok sayıda arının birlikte çalışması, petek gözlerinin nasıl yapıldığını anlamayı ilk bakışta daha da güçleştirir gibi görünür; bir arı, gözlerden birinin yapımında kısa bir süre çalıştıktan sonra öbürüne geçer, öyle ki, Huber’in belirttiği gibi, ilk petek gözüne daha başlangıçta emek vermiş arıların sayısı yirmiyi bulur. Bu olguyu gerçekten sınayabildim: Bir petek gözünün kenarlarını, ya da yapılmakta olan bir peteğin en dış kenarını ergitilmiş zincifreli balmumu tabakasıyla çepeçevre kapladım; ve her zaman, arıların bu renkli balmumundan pek küçük parçalar alarak gözlerin yapımında kullandıklarını ve zincifrenin al renginin peteğin her yanına, bir ressamın fırçayla yapabileceği güzellikte, yaydıklarını gördüm. Yapım işi birçok arı arasında denk bir yarış gibi görünmektedir: Bütün arılar, içgüdüyle, birbirinden eşit uzaklıkta durmakta, eşit yuvarlaklar açmaya çabalamakta, ve sonra onların arasındaki kesişme yüzeylerini kemirmeden bırakmakta ya da onların yapımını ilerletmektedirler. Güç durumlarda, örneğin peteğin iki parçası bir açı yaparak birleşince, arıların aynı petek gözünü bozup türlü tarzlarda yeniden yaptıklarını, ve bazen daha önce kullanılmaktan kaçınılmış bir biçimi yeniden ele aldıklarını görmek gerçekten ilgi çekicidir.
Arılar, çalışabilmek için uygun konumda durabilecekleri bir yer bulunca, –örneğin, aşağı doğru yapılmakta olan bir peteğin tam ortasından aşağı ince bir tahta parçası konunca ve böylelikle peteğin tahta parçacığının bir yüzüne yapılması zorunlu olunca– bu durumda, arılar, yeni bir altıgenin bir duvarının temelini tam uygun yere, öbür tamamlanmış gözlerin altına, koyabilmektedirler. Arıların birbirinden ve son tamamlanmış gözün duvarlarından uygun uzaklıkta durabilmelerinin sağlanması yeter, o zaman, gerçekleşmemiş kürelere uygun olarak, bitişik iki küre arasına bir orta duvar yapabilmektedirler; ama, gördüğüm kadarıyla, bir gözün açılarını onun ve ona bitişik gözlerin büyük bir kesimi yapılıncaya dek asla bitirmemektedirler. Arıların bu belirli koşullarda yapımına hemen başlanmış iki gözün arasına ve uygun yere kaba bir duvar yapma yeteneği önemlidir, çünkü, ilk bakışta yukarda anılan teoriyi yıkar gibi görünen bir olguyu, yani bir eşek arısı peteğinin en kenarındaki gözlerin bazen tümüyle altıgen biçiminde olmasını açıklamaktadır; ama burada bu konuyu ele almaya yerim elvermiyor. Bundan başka, bir tek böceğin (örneğin kraliçe eşek arısı), aynı zamanda başlanmış iki ya da üç petek gözünün iç ve dış yüzeylerinde sırayla çalışarak, ve hemen başlanmış bir gözün kesimlerinden hep uygun uzaklıkta durup küreler ya da silindirler biçimlendirerek, ve onların aralarına düzgün duvarlar çıkarak altıgen biçimli petek gözleri yapmasını anlamakta da hiçbir güçlük görmüyorum.
Doğal seçme yalnız her biri bireye yaşadığı koşullarda yararlı hafif yapı ve içgüdü değişikliklerini biriktirerek etkisini gösterdiği için haklı olarak şöyle sorulabilir: Hepsi de bugünkü yetkin yapım tarzına yönelmiş olan değişiklik geçirmiş mimari içgüdülerin ne denli uzun ve aşamalı bir ardışımı (succession), Bal arısına yararlı olabilirdi? Bunun yanıtı güç değildir sanırım: Bal arısının ya da eşek arısının petek gözleri gibi yapılmış gözlerin sağlamlığı artmakta, böylelikle işten ve yerden, ve özellikle gözlerin yapıldığı gereçlerden çok kazanılmaktadır. Arıların balmumu oluşturmak için yeterince bal özü bulmakta sık sık sıkıntı çektiği bilinmektedir. Ve Bay Tegetmeir’in bana bildirdiğine göre, kendisi, bir arı kovanında yarım kilo balmumu salgılanabilmesi için 6-7,5 kilo kuru şeker tüketildiğini deneyerek bulmuştur; demek ki bir kovandaki arıların peteklerini yapabilecek gerekli balmumunu salgılayabilmek için toplamak ve tüketmek zorunda oldukları sıvı balözünün tutarı pek çoktur. Üstelik, arıların birçoğu günlerce balmumu salgılamakla oyalanmaktadır. Büyük bir arı topluluğunu kış boyunca beslemek için büyük ölçüde bal biriktirilmek gerekir; ve bilindiği gibi, bir kovanın esenliği özellikle çok sayıda arının sağ kalmasına bağlıdır. Bundan ötürü balmumundan kazanmak baldan ve bal toplamaya harcanan zamandan kazanmak demektir, ve bir arı ailesinin varlığını sürdürmesi için önemli bir öğe olmak gerekir. Türün kalımı düşmanlarının ya da asalaklarının sayısına, ve arıların toplayabildiği balın niceliğinden bağımsız başka nedenlere de elbette bağlıdır. Ama bizim yaban arılarımızla hısım olan bir arının herhangi bir ülkede çok sayıda bulunup bulunmamasını belirleyen etkenin balın niceliği olduğunu (belki çoğu zaman böyledir) varsayalım; ve sonra, arı topluluğunun kıştan sağ çıktığını ve bunun hemen ardından kovana biriktirilmiş bal gerektiğini düşünelim: Bu durumda, varsayılı arımızın içgüdülerinde onu balmumu gözleri birbirleriyle biraz kesişecek kadar yakın yapmaya yönelten hafif bir değişikliğin bir üstünlük olacağından kuşkulanılamaz; çünkü bitişik iki göz arasındaki ortak bir duvar bile işten ve balmumundan az da olsa kazanılmasını sağlar. Bundan ötürü, arımız petek gözlerini Melipona’nınkiler gibi gittikçe daha düzgün, birbirine daha yakın, ve derli toplu yaparsa, bu onun için gittikçe pekişen bir üstünlük olur; çünkü bu durumda bir gözü sınırlayan yüzeyler bitişik gözleri de sınırlamaya yarar, ve işten ve balmumundan daha çok kazanılır. Bundan başka, aynı nedenden ötürü, petek gözlerini birbirine daha yakın, ve her bakımdan bugünkülerden daha düzgün yapmak, Melipona için de yararlı olur; çünkü, görüldüğü gibi, o zaman küresel yüzeyler tümüyle yiter, ve onların yerini düz yüzeyler alır; ve Melipona, Bal arısınınki kadar yetkin bir petek yapar. Mimari yetkinliğin bu aşamasından sonra doğal seçme etkili olamaz; çünkü, bildiğimiz kadarıyla, Bal arısının peteği işten ve balmumundan kazanma bakımından tümüyle yetkindir.
Bundan dolayı, bence, arının bildiğimiz bütün içgüdülerin en şaşırtıcısı olan bu içgüdüsü, doğal seçmenin daha basit içgüdülerin sayısız, ardışık, ve hafif değişikliklerinden yararlanmasıyla açıklanabilir; doğal seçme, arıların iki tabaka konumunda ve birbirinden belirli bir uzaklıkta bulunan eşit küreler yapmasını, ve onların kesişimlerindeki balmumunu kemirip düzgün yüzeyler elde etmesini yavaş yavaş ve aşamalı ve gittikçe daha yetkin olarak sonuçlamıştır; arılar, birbirinden belirli bir uzaklıkta olan küreleri yaparken, bir altıgen prizmanın açıları ve o prizmanın tabanındaki eşkenar dörtgenler üzerine bildiklerinden daha çoğunu elbette bilmemektedirler; doğal seçme sürecini güden, kurtçuklar için uygun büyüklükte ve biçimde, yeter sağlamlıkta petek gözlerinin işten ve balmumundan olabildiğince çok kazanılarak yapılması olmuştur; en az emekle, ve balmumu salgılamak için en az bal kullanarak en iyi petek gözlerini yapmayı başarmış oğul en kalımlı olmuş, ve yeni edindiği bu ekonomik içgüdüleri yeni oğullara iletmiş, ve onlar da, kendi dönemlerindeki yaşama savaşında en başarılı olma şansını kazanmışlardır.