O günlerde, Anadoluda, kötülük kol geziyor, zalim esen rüzgar ölüm türküleri söylüyordu. İnsanlar, geleceğinden kuşkulu kendilerini yönetenlere en küçük bir güven duymuyorlardı. Çünkü, köylünün alın terine, göz nuruna el konuyor ve mutlu bir azınlık, bunları kendi arasında üleşiyordu.
Yöneticiler su başlarını tutuyor, insanları kendi toğrağında yarıcı olmanın ızdırabını duyuyordu. Yoksulun çömleği boş, varsılın ise keyfi hoş mu hoştu. Çocuklar aç, yaşlılar ilaçsız.
Padişah ve yandaşları, iktidarlarını perçinlemeye çalışıyor; Türkmenler ise, “Kızılbaşlık”la aşağılanıyor, “Zındıklıkla” suçlanıp; binbir güçlükle elde ettiği ürünü “Helaldir” diye elinden zorla alınıyordu. Halk, ahuzar içindeydi.
Köylü Selçukludan beri, hiçbir zaman üretim araç ve gereçlerinin de sahibi olmamıştı. Çalıştığı toprak üzerinde kesinlikle bir mülkiyet hakkı yoktu. Gece-gündüz didinip emeğinin karşılığını sömürgen sınıflara kaptıran halk, ah-vah etmekten başka bir şey yapamıyordu.
Öyle ki, köylüler avcının hedefindeki geyiğe dönmüşlerdi. Eğemen sınıf kovalıyor, köylüler kaçıyor. İnsanları eşya gibi gören devlet, tahsildarları ve asesleri aracılığıyla, köylüleri iliklerine kadar emiyorlardı. Bu da yetmiyormuş gibi, namuslarına dil uzatılıp, onurlarıyla oynanıyordu.
Her köye bir molla atıyor, onun aracılığıyla köyde olup bitenlerden anında haberdar oluyordu. Molla, padişahın en yakını olan Şeyhülislamın temsilcisiydi.
Köylü çaresizliğini şöyle dile getiriyordu:
“Çıksam dağa ayısı var, kurdu var,
Düze insem sıtması var, derdi var.
Köye gitsem tahsildarın derdi var,
Şaştım ağam bu salgının elinden”
Halk, bu ateş cemberini yarıp kurtulmak için çareler arıyor, fakat bir türlü bulamıyordu. Ne zaman biri çıkıp, önderlik yapmaya kalkışsa, tepesine biniliyor, sürüm sürüm süründürülüyordu.
Kimisi, bütün bu olup bitenleri alın yazısı veya kader olarak kabul edip, boyun eğerken; kimisi de aseslere ve tahsildarlara karşı direniyor, “Aşar vermek görevimizdir, fakat siz ürünümüzün tamamına yakınını alıyorsunuz. Takdir-i ilahinin böyle olmaması gerekir. Bu haksızlıktır” diyordu. Ve bir gün mülkün gerçek sahibinin, olaya el koyacağına inanıyor, şöyle sesleniyordu:
“Bütün malım aldın ey kanlı zalim
Şikayet ederim seni Hüdaya seni!….
Şeyhülislamdan icazetli din adamları, vaaz verirken, insanları Tanrının yeryüzündeki gölgesi gibi gösterilen padişaha ve hizmetindeki devlet adamlarına boyun eğmelerini öğütlüyorlar:
“Allah herşeye kadirdir. Başımıza ne geliyorsa Allahtandır. Hayır da, şer de onun takdirindedir. Bu dünyada yoksul olan, öteki dünyada mutlaka mükafatlandırılacaktır. Yeter ki Allaha ve onun yeryüzündeki temsilcisi olan hünkarımıza karşı olan görevlerini bihakkın yerine getirin. Zengin-yoksul, efendi-köle ilahi takdirin sonucudur. Bakınız, beş parmağın beşi bir mi? şeyhülislam efendimizin fetvaları ve padişahımızın fermanları, Tanrı buyruğu gibi kabul edilmeli ve verilen emirler eksiksiz yerine getirilmelidir. Böyle olursa Allah da sizi sever, padişah efendimiz de…” diyorlardı.
Gerçeğin böyle olmadığını, bu durumun “İlahi adalet”e ters düştüğünü söyleyenler ise “Tanrı tanımazlıkla”, “Zındıklıkla”, “İsyanlık”la suçlanıp işkenceye tabi tutuluyorlardı.
Baba İshaktan başlayıp Şeyh Bedreddine uzanan çizgide, gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı döneminde irili ufaklı pek çok ayaklanma girişimi olmuş, fakat hepsi başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Örneğin Şeyh Bedreddin şöyle diyordu: “Tanrı dünyayı yarattı, insanları bağışladı. Erzak , giyim kuşam, sürüler, arazi ve bütün toprak, ürünleriyle insanların ortak malıdır. İnsanlar yaradılış ve yaşayışta eşittirler. Birinin servet toplayıp biriktirmesiyle, diğerlerinin ekmeğe muhtaç kalması, ilahi maksada aykırıdır.”
Bedreddinin karşısındakiler de, aynı şekilde mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu kabul ediyordu, fakat onun yeryüzündeki gölgesi sayılan “Padişah-Halife”, ürünü insanlarla paylaşmaya yanaşmıyor, çevresindeki pek az insanı yararlandırıyordu.
Baba İshakın, Hacı Bektaş Velinin ve Bedreddinin görüşleri, dilden dile, kulaktan kulağa yayılıyordu. Bu düşüncelerin daha çok uç verdiğini gören yönetim, toplum üstündeki estirdiği terörü daha da sertleştiriyordu. Ekonomik taleplerle ortaya çıkan insanlar, dinsizlikle suçlanıyor; kim ki, düşüncesini açıkça söylemişse, yakalanıp ya zindana ya da katlediliyordu. Suç aleti sayılan bağlamalar kırılıyor, kitaplar yakılıyor, Yunus Emrenin, kaygusuz Abdalın ve Abdal Musanın şiirleri yasaklanıyordu.
Safevi Türk devleti hükümdarı Şah İsmailin (Şah Hatai) etkisi de her gün biraz daha yayılıyordu. “Hatai” tapşırmasıyla şiirler yazan Şah İsmailin ölüsü bile egemenleri korkutuyordu. Onun şiirleri de diğer ozanlarınki gibi yasaklanıyor, adının anılması dahi istenmiyordu. Şah İsmail, İran hükümdarı gibi gösteriliyor, onun izinde olanlar da casuslukla, bölücülükle suçlanıyordu.
Sofi mezhebimin nesin sorarsın
Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz
Gözlüye gizli yok ya sen ne dersin
Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz
Eğnimize kırmızılar giyeriz
Halimizce her manadan duyarız
Katarda imam cafere uyarız
Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz
Biz tüccar değiliz alıp satmayız
Erkan gözediriz yoldan sapmayız
Gönlümüz ganidir kibir tutmayız
Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz
Her kimin ki çerağını Hak yakar
Mümin polanları katara çeker
Aslımız On İki imama çıkar
Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz
Muhammed Alidir kırkların başı
Uralım Yezide laneti taşı
Hünkar Hacı Bektaş Velidir eşi
Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz
Baharda açılır gonca gülümüz
Ol dergaha doğru gider yolumuz
On İki imam ismin okur dilimiz
Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz
Şah Hataim ider Muhammed Ali
Onlardan öğrendik erkanı yolu
Ali Muhammedir Muhammed Ali
Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz
Kısaca ifade edilecek olursa, Türkmenleri ezmek, yok etmek için bahane çoktu!…