Müslüman kitlelerin Allah ile aldatılması, İslama Arap Emevi saltanatçılığı musallat olduğunda başladı. Yani, İslamın saltanat ve hegemonya aracı yapılmasıyla başladı. Çünkü İslam toplumuna kötü niyetin girişi Arap-Emevi ırkçı saltanatının dini siyaset ve saltanat uğruna istismarıyla olmuştur.
Daha net söyleyelim:
Müslüman kitlelerin Allah ile aldatılması, Emevi kralı Muaviye b. Ebi Süfyanın, Alinin ordusunu aldatmak için Kuran sayfalarını mızrak üçlarına takıp “Aramızda bu kitap hakem olsun!” diyerek sergilediği şeytanetle başladı.
İslam tarihinde, Allah ile aldatmanın ilk ve en yaman görünümü budur. Ali, hükümlerini ayaklar altına aldığı bir kitabın kağıtlarını ‘hakem yapma aktörlüğüne kalkan bir zihniyetin güvenilir olmadığını en gür sesiyle haykırmışsada bu tarihsel aldanışı önleyememiştir.
Tarih, Sıffinden Madımak Oteli Neronizmine kadar bu aldanışın ibret tablolarıyla doludur.
Allah ile aldatmanın bu dehşetler tablosundan ders almasını bilmeyen bir kitlenin dinden rahmet bulmasını beklemek akıl gerçeğini ciddiye almamak olur.
Allah ile aldatma, Anadolu insanı özelinde İslamın Araplaştırılmasıyla başladı. İslamın Türkmen yorumunda Allah ile aldatma asla yoktur. Anadolu hümanizmine vücut veren ibn Arabide, Hacı Bektaşta, Mevlanada, Yunusta ve onların izinde giden alp-erenlerde Allah ile aldatma yoktur.
Türk tarihinde Allah ile aldatmanın tohumları 15. yüzyılın başlarında atıldıysa da resmiyet ve dokunulmazlık kazanması hilafet denen siyaset kurumunun din yaftası altında bize geçmesiyle oldu.
13. yüzyıl Anadolusunda, İbn Arabi-Mevlana-Hacı Bektaş-Yunus Emre (Erkan-ı Erbaa: Dört Temel Direk) dörtgeninde oluşan ‘yanlız Allah için İslam ve ‘İnsana sevgi ve saygıya dayalı din, bugün bile bir eşine tanık olmadığımız muhteşem bir rahmet uygarlığının, eşsiz bir aşk ahlakının canlı kaynağı idi. Biz buna Anadolu Hümanizmi veya Anadolu insancılığı diyoruz.
Yaşadığımız günlerde, Allah ile aldatmanın dehşeti, delinmez bir katran zırhı gibi ülkenin üstünü örtmüş ve tüm güzelikleri, havasızlıktan çırpınma noktasına getirmiştir. Cumhuriyet inkılabının açtığı nefes alma borusu sayesinde canlı kalabilen birçok değer, katran üreten sektörler tarafından yok olma tehlikesiyle yüz yüzedir.
Türkiye, güzelden çirkine mutluluktan sıkıntıya, uygarlıktan ilkeliğe doğru kanat açmış durumda.
Türkiyede felaket çanlarını çaldıran olumsuzluk üç ana başlık altında verilebilir:
1. Allah ile aldatmanın sektörleşmesi.
2. Riyakarlığın dinleşmesi.
3. Hak duygusunun genel kaybı ile haram lokmanın amaç haline getirilmesi.
Türkiyenin, Tür insanının nabzını en iyi tutanlardan biri olan gazeteci yazar Bekir Çoşkun şu tesbiti yapıyor Anadolu için:
“Değişim hızlı buralarda. Bir yandan televole kültürü amansız biçimde bastırırken öte yandan dinci iktidarlar sayesinde sahte sofu tipi yaygınlaşıyor. Devlet katmanlarında süren laik Cumhuriyetçiler ile şeriatçıların didişmesi taşrada bir başka boyutta. Televoleciler ile sahte sofular yarışıyor. Artık kim kazanırsa. Anadolunun o saf, misafirperver, yardım sever, samimi, duygulu, saygılı insanları gitmişler. Çalışmak, üretmek, alın teri ile kazanmak, namusluca didinmek yerine, cingözlük, avanta, entrika, üçkağıtçılık, beleşçilik prim yapıyor. En küçük belde dahi; mafyasıyla, hortumcusuyla, rüşvetçi memurlarıyla, soyguncularıyla, yağmalanan ulusal varlıklarıyla birer küçük Ankara veya İstanbul….” (Hüriyet, 2 Eylül 2003)
Trabzonlu sinema sanatçısı Tanju Gürsunun şu yaşanmış ve bence de onaylanan tespitleri altı defalarca çizilecek önemdedir. Diyor ki Gürsu:
“Trabzonda, bizim büyüdüğümüz 1950li yıllarda 18 konsolosluk vardı. Şems, Saba gibi otellerin restorantlarında öğle yemeklerinde piyano, keman çalınırdı. Eşim Aylanın annesi ve babası Keman çalar, benim annem keman, babam ut çalardı. Bahçeden bahçeye atışmalar yaparlar, birisi rast çalarkenatekisi ona nihavetle cevap verirdi. O yıllarda Trabzondaki dondurmacılarda bolestera denilen işlemeli önlüklü kızlar gümüş kupalarla dondurma servisi yapardı. Evimizin tam karşısında iskenderpaşa Camii vardı. Biraz aşağımızda da italyan kilisesi vardı. Camide ezan okunurken kilisede çan sesleri gelirdi. İtalyan kilisesinin papazları her Ramazan bizim eve iftara gelirdi. Şimdi, bahçeden bahçeye silah atılıyor, bolesteranın yerini ise kara çarşaflar aldı.” (Hüriyet, 1 Eylül 2003)
Allah ile aldatılan kitleler, kendilerine ufuk ve mutluluk getiren ve getirecek olan en yüce eriş ve oluşlardan bir bir yoksun bırakılıyorlar.
Osmanlıyı Osmanlı yapan İslamın Türkmen yorumu, bu ürünleri vermeye, hilafetin bize geçtiği, yani İslamın Arap-Emevi versiyonun teslim edildiğimiz güne kadar devam etmiştir. Hilafetin bize geçişi yani padişahların ‘Allah Elçisinin halefi olarak anılmaya başlamasıyladır ki, iki tokadı birden yedik ve ayağa kalkmamıza imkan vermeyen bir sendelemeyle yıkılmaya başladık.
Neresinden bakarsanız bakın, hilafetin Osmalıya geçişi veya geçirilişi, ruhta ve maddede çöküşümüzün ve Allah katında itibar kaybımızın aynı anda başlangıcı, gerekçesi ve tesçili olmuştur.
Eğer, siyasal bir kurum olan hilafeti dinleştirmek yerine, onu sadece siyasal bir kurum olarak algılasak veya İslamın yöntime ilişkin değerlerini anlasak ve uygulasaydık, örneğin devlet başkanına halife (Peygamberin halefi) demeseydik sadece siyasal-yönetsel hatalarımızın faturasını ödemekle kalırdık. Ve bunlar bizi batırmaz, cihan imparatorluğunu yıkmaz, dinimizi de perişan etmezdi.
Soruların en yamanını, en acımasızını soran tarih bize şunu sormamış mıdır:
“Dine-imana sarılacak idiyseniz, Allahın bitirdiği bir kuruma neden atama yapmaya kalktınız?! Neden siyasal-yönetsel bir kavram olan devlet başkanlığı veya yönetimi dinselleştirip hatalarınızın Allaha ve dine fatura edilmesine yol açacak bir günaha imza attınız?!”