Raiyye (çoğulu: reaya) Kuransal bir tabirdir ve ‘davar sürüsü anlamındadır. Raiyyeyi güdene ‘rai denir ki çobananlamında kullanılmaktadır. Bütün krallık-sultanlık sistemleri bir raiyye sistemidir. Nitekim, bir padişahlık sistemi olan Osmanlı düzeninde halkın genel adı ‘raiyyedir. Mondros Mütarekisinin ardında işgal edilen İstanbulun o günkü manzarası içinde padişah Vahdettini ziyaret edip ona Türk milletinin ayaklandığını ve işgalcileri er-geç topraklarımız dışına ataçağımızı, bundan emin olması gerektiğini bildiren ulema ve subaylara Vahdettinin söylediği sözler tarih ve Kuran mesajı açısından ibret ve dehşet vericidir. Olay şöyle gelişmiştir:
Osmanlı Mebuslar Meclisi 16 Mart 1920 günü işgal kuvvetlerince başladığında, Celalettin Arif, Rauf Orbay, Balıkesirli Müderris Abdülaziz Mecdi Efendi, Yalvaçlı Ömer Vehbi Hoca (Müddafaai Hukuk Cemiyeti geçici heyeti reisi, Konya Müftüsü, daha sonra Konya Milletvekili, TBMM 1. Reis Vekili, Şeriye Vekili) durumun vehametini anlatmak üzere padişah Vahdettini ziyaret ederler. Aralarında şu konuşma geçer:
Vahdettin-Ecnebiler her şeyi yapabilecek vaziyettedirler. Meclisi Mebusan müzakerelerinde sözlerinize fazlaca dikkat etmelisiniz.
Vehbi Hoca-Şevketmeab! Millet azimlidir; vatanını da sizi de kurtaracaktır.
Padişah-Hoca, Hoca! Sözlerinize dikkat ediniz! Fiili hadisler meydandadır. Akıl için yol birdir. Bu adamlar isterlerse yarın Ankaraya girerler.
Abdülaziz Mecdi (Sarayın penceresinden gözüken düşman donanmasını göstererek) – Bu kafirlerin kudreti, şu denizdeki toplarının menzili içindedir. Millet demir gibidir. Onu yıkamayacaklardır. Padişahım, müsterih olunuz. Millet sonuna kadar mücadele edecektir.
Vehbi Hoca – Millet, Vatanını son damla kanına kadar müdafa edecek ve Canabı Hakkın inayetiyle muzaffer olacaktır. Padişahım, buna itimat ediniz.
Rauf Bey – Hoca efendiler, zatı şahanelerine hakikatı arz ediyorlar. Padişahım, Millet hudutları dahilinde istikhalini ve makamınızı kurtarmaya azmetti. Millet sizden bir muahedeye imza koymanızı istirham ediyor. Aksi taktirde akıbet çok tehlikeli görünüyor. Siz, mahsur vaziyette olduğunuz için imza etmeye mecburiyetiniz de yoktur.
Sinirlenen Padişah, sert bir şekilde ayağa kalkar ve soğuk bir ses tonuyla şöyle cevap verir:
“Bu millet koyun sürüsü, bir çoban lazım. O da benim.”
Ve konuşmayı sona erdirir. Saraydan çıkacakları sırada Vehbi Hoca, arkadaşlarına dönerek şu tarihi cevabı verir.
“Bu adam nefsini islah etmezse akıbeti fenadır. Allah büyüktür. Bu millet halaskarını bulacaktır. Milleti koyun sürüsü addetmek Allahın rızasına aykırıdır. Yaşarsak çok şeyler göreceğiz.” (Cemal Kutay, Kurtuluşun Kuvvacı Din Adamları, 89, 156-157, 165)
Vahdettin nefsini asla islah etmedi, memleketini işgal edenlerle işbirliği yaptı, sonra da onlara sığınarakülkesini terk etti. Onun hakkında büyük bir ferasetle bir tahminde bulunan Vehbi Hoca, daha sonra (1 Kasım 1922) onun saltanattan indirilmesine ilişkin fetvayı yazma işini, Şeriye Vekili olarak üstlenecektir.
‘Nurul – Beyan fi tefsiril Kuran adlı ünlü tefsirin de müelllifi olan Vehbi Efendinin Padişah Vahdettinin tahttan indiriliş ve halifelikten uzaklaştırılışını hükme bağlayan fetvası kısmen sadeleştirilmiş şekliyle şöyledir:
“Müslümanların Padişahı ve halifesi olan kişi, düşmanın, bütün müslümanlar aleyhinde mahva sebep olan ağır tekliflerini hiçbir mecburiyeti yokken kabul ile müslümanların haklarını müdafaadan aczini ortaya koyarak ve müslümanların mücahitçe savaşlarında düşman tarafına muvafakat ederek müslümanların çözülme ve mağlup olmasını hazırlıyan hareketlere fiilen teşebbüs ve bu tür yıkıcı hareketlere devam ve ısrar ve daha sonra da ecnebi himayesine iltica ederek hilafet makamını terk ve hilaffetten bilfiil feragat etmekle makamından şeran indirilmiş olur mu? Elcevap: Olur.” (Kutay, aynı eser, 90)
Onun hakkında tarihin ve Türk milletinin hükmü açık ve nettir: Korkak hain.
Millet ve tarih mesela, Abdülmecit hakkında böyle bir hüküm vermemiştir. Oysaki Abdülmecit de Osmanlının veliahtlarından biridir, halife unvanı almıştır. Mesele, Osmanlılık meselesi değildir. Milletin kurtuluş mücadelesine karşı olup olmama meselesidir. Abdülmecit millete düşmanlık yapmamıştır, milletin istiklali için canını koyanlar aleyhinde çalışmamıştır, onları aforoz etmemiştir. Ama Vahdettin, milli mücadele kahramanlarını aforoz ederek onlar hakkında ölüm vetfası verdi, Ankarada Rıfat Börekçi de hutbeleri onun adına değil, millet adına okutarak onu millet adına aforoz etti.
1921 Nisanında Ankarada Milli Mücadele hakkında bilgiler veren 28 sayfalık Fıransızca ve Türkçe bir broşör yayınlanmıştır. O broşürde ilk resim Abdülmecit Efendinindir. Sonraki resimler milli mücadele kahramanı komutanlarındır. Vahdettinin resimi yoktur. Çünkü milletin hükmü budur. TBMMnin Milli Mücadele günlerindeki zabıtlarına bir bakın, Vahdettin adının her geçtiği yerde Meclisten şu sesler yükselmektedir:
“Kahrolsun, hain, Allah cezasını versin.”
Bu sesleri yükselten Meclisin yarıya yakını sarıklı din adamlarından oluşmaktaydı: Hocalardan, müftülerden, müderrislerden. Dahası var: aynı Mecliste, konuşmacılar, Milli Mücadeleye karşı sergilenen hıyanetlere ve bu hıyanetleri sergiliyen hainlere isim vermeden değindiklerinde salonda çoğu zaman “Vahdettin, Vahdettin! Allah kahretsin!” sesleri yükselmiştir.
Hırsları, çıkarları uğruna Osmanlıya ihanet ederek İngilizlerle işbirliğine giden Şerif Hüseyin gibi bir adam bile, yeri geldiğinde İngilizleri sorgulayabilmiş, onlara kuşkuyla bakabilmiştir. Türklerin Padişahı ve müslümanların Halifesi unvanını taşıyan Vahdettin ise bu kadarını bile yapamamıştır. ‘İngiliz Devleti Fahimanesi diye andığı, tarihin en büyük İslam düşmanı İngiltereye aralıksız ve teredütsüz bağlı kalmış, Türk milleti ile İngilterenin hesabı her çeliştiğinde İngilizlerin yanında yer almıştır. Sonra da hain, Şeyhülislam Mustafa Sabriye kaleme aldırıp yayınladığı ‘Beyanname adlı hezeyennamesinde, vatanını terk edip İngilizlere sığınmasını anlatırken vicdan ve izanı sızlamadan kendisinden şöyle bahsedebilmiştir:
“Müvekkil-i zişanı olduğum Peygamberin hicret sünnetini izledim.” (Orhan Koloğlu, Gazinin Çağında İslam Dünyası, 313)
Vahdettin kendisini, bütün olup bitenlerden sonra, İslamın temel esaslarına aykırı bir adlandırmayla ‘Peygamberin şerefli vekili diye anmaktadır. Bu da yetmiyor, İslamın baş düşmanı işgalcı İngilizlere sığınışını ‘hicret olarak gösteriyor ve Haçlıya sığınma rezilliğini ‘Peygamberin sünneti diye anıyor.
Vahdettinin o beyannamede İslam açısından işlediği suç sadece bu kadar değildir. Beyannemesinin bir yerinde şunu söylemek bedbahtlığını gösteriyor ve farkında olmadan küfre yelken açıyor:
“Beni haksız yere ihanetle suçlayanlar saltanatla hilafeti ayırarak saltanat-ı Muhammeddiyeyi yıkmış, sadece vatanlarına değil, İslama da ihanet etmişlerdir.” (Kaloğlu, aynı eser, 313)
Bu kendinden habersiz adam, demek istiyor ki,
“Benim saltanatıma son verilmesiyle Muhammedin saltanatı da bitmiştir. Bunu bitirende Milli Mücadeleyi verenlerdir.”
Dikkat edilirse, Vahdettin, Peygamberin sıfatının başına bir ‘Hz. Bile eklemezken kendisinden ‘zişan (şanlı şerefli) diye bahsediyor. Hem de Cenabı Peygamberin isminin tam yanında. Halbuki, İslam terbiye ve geleneği, o ifade ‘zişan sıfatının Peygambere verilmesini gerektirir. Büyük Osmanlının gerçekten büyük Padişahlarının yaptıkları gibi. Bu büyük cihan Padişahları, Kabeye ve Peygamberin türbesine hizmetlerini anlatırken, kendilerini Araplar gibi ‘sahibl-Haremeyn (Mekke ve Medinenin sahibi) diye değil, ‘Hadimul-Haremeyn (Mekke ve Medinenin hizmetçisi) olarak anmışlardır.
O Osmanlıdan, Vahdettin gibilerin temsil rttiği Osmanlıya geliş ne büyük bir acı, ne büyük bir talihsizliktir!
Kuran, işte bu sistemleri ‘bozgun ve zillet sistemi olarak nitelemektedir. (Nemi Suresi, 34)
Kuran, Bakara 104. ayette, mensuplarını raiyyeleşmekten kaçırmaya çağırmaktadır:
“Ey iman edenler! ‘Raina!2 demeyin, ‘Unzurna! deyin / Bizi davar gibi güt! diye konuşmayın, ‘Bize bak! diye konuşun ve dinleyin.”
Bu çağrı, demokrasinin, özgürlük ve yetkin bireyin temel söylemidir. Kuran, iman sahiplerini davar sürüsüne dönmeye çağırmakla, biraz da bu gerçeğin altını çizmektedir.
Davarlaşmış bir kitle, şeytana teslimiyet malzemesi olmaya hazır demektir. Bunun içindir ki şeytan, kitleyi teslim alma stratejisinin ilk faliyeti olarak kitleyi davarlaştırır. Yani aklını işletmez., sorgulayamaz, “Neden ve niçin?” sorularını sormaz hale getirir. Bu, “Gelen ağam, giden paşam” kitlesi, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” rahatlığı tercih etmeye başlar. İşte, davarlaşma noktası bu noktadır.
Dinci siyaset kadroları veya din üzerinde siyaset yapan kadrolar, şeytanın ordularından biri olan din sınıfı ile kader birliği yapan bir Şeytan hizbi dir. Bu timle bu ordunun işbirliği gerçekleşmeden Allah ile aldatmanın hedefine varması asla söz konusu olamaz. İslam dünyasında bu işbirliği asırlardır yürülükte bulunuyor. Günümüz Türkiyesi bu işbirliğin en tipik görünümlerine sahne olan bir çoğrafyadır.
Bir yandan “İslamda din sınıfı yoktur” derken öbür yandan, imamlara yılda iki katrilyon devlet parası maaş olarak dağıtılmaktadır. Bu, İslamın bütün buyruklarına aykırı bir Hıristiyani yapıdır.