Alevilerinnamazı cem ibadetidir,
Başka namaz bilmeyiz!
Sünni ve Şii misyonerler tarafından Alevilere yönelik gerçekleştirilen en önemli tacizlerden biri de namaz ibadetidi ile ilgilidir. Buna göre Sünni ve Şii kimi çevreler, gerçeğin hilafına (Karşı, yalan) bilinen şekil ve kalıplara dökülmüş namazı İslamın bir buyruğu olarak gördüklerinden, Aleviler kendi anladıkları biçimiyle namaz kılmadıkları ve böyle bir şekilsel zorunluluğu kabul etmedikleri için tekfir (kafir sayma) etmekte yahut cehaletle suçlamaktadırlar. Oysa gerçek bambaşkadır. Hiç kuşku yok ki, bu gerçeği savunmak konusunda Alevi inan ve kültürü gereken donanıma sahiptir. Biz bu çalışmamızla o donanımı gözler önüne sermek istiyoruz.
Öncelikle namaz sözcüğünü semantik (anlam bilimsel) açıdan olarak inceleyelim.
Namaz, bilindiği üzere Farsça bir sözcüktür. Aslı “Nemaz”dır. Sözlükte; dua, yalvarış, yakarış gibi anlamlara gelmektedir. Sözcüğün Farsça olmasından da anlaşılacağı üzere Kuranda namaz sözü geçmemektedir. Bunun yerine aynı anlama gelen Arapça bir sözcük mevcuttur. Namazın Arapçadaki karşılığı “salat” ifadesidir.
“Salat” ifadesini temel alarak namaza kanıt arayan Sünnü ve Şii bilginler yer yer salat sözcüğü dışında başka sözcükleri de kendi teolojik tezleri paralelinde aynı anlama gelmek üzere yorumlamaktadırlar.
Bu sözcükler; tesbih/yüceleme, zikir/anma, sabah kuranı/sabah okuması vb. dir. Bu sözcükler; bilinen haliyle şekle dökülmüş namaz anlamına gelmediği halde o anlama geliyormuşçasına kullanılmaktadır.
Namazın nasıl kılınacağı konusunda Kuranda hiçbir bilgi yoktur. Bu da gösteriyor ki, namaz bir dua etkinliği olarak toplumdan topluma ve bir kültürden kültüre başka biçimlerde yerine getirilebilir bir tapınma faaliyetidir. Sadece bir kültürün tapınma faaliyetlerini tüm müslüman toplumlara dayatmak İslam adına kültür emperyalizmi yapmaktan başka bir şey değildir. Şekilsel bakımdan bilinen haliyle namaz, Orta Doğu ve Arap halklarının tapınma biçimidir. Kıyam/ayakta durma, Rukü/eğilme, Secde/ Yere kapanma ve Kade/ Oturma adı verilen şekillerle gerçekleştirilen namaz ibadeti İslami bir zorunluluk olmayıp tümüyle geleneğin ürünüdür.
Namazın İslami olan yönü Tanrının adının yüceltilmesi, Ona boyun eğilmesi ve ona yalvarıp yakarılmasıdır. Şekilsel yani zahiri yönünü İslami bir zorunluluk olarak görmek yüzyılların getirdiği körleşmeden başka bir şey değildir. Tanrı, kendisini anmak isteyen kullarına belli şekilleri zorunlu kılacak kadar sığ (Yüzeysel, basit) bir varlık değildir. Asıl olan Allahın anılması ise bunun belli bir şekle hapsedilmesi insani açıdan insafsızlık olduğu kadar dinsel anlamda da bağnazlıktır.
Buna karşın şurası bir gerçek ki, insanlar özelikle de Sünni ve Şii müslümanlar yüzyıllardır alıştıkları, kanıksadıkları ve belledikleri şekli şartlarına hapsedilmiş bir namazdan başka türlü bir ibadeti kabul etmekte elbette ki, zorlanacaktır. Ancak unutulmamalı ki, bu zorlanma İslam adı altında gerçekleştirilen Arap kültür Emperyalizminin yürek burkan ve can acıtıcı bir sonucudur. Bu yürek burkuntusunu ve can acısını ortadan kaldırmanın yolu, yüce Allahın dinini bir ırkın kültürüne hapsetmek isteyen çevrelere kararlılıkla karşı çıkmaktan geçmektedir. Biz bu karşı çıkışı gerçekleştirmek adına yola çıktık.
Bu karşı çıkışta Alevi ulularından, Horasanlı, Türkistanlı Türkmen pirlerinden aldığımız manevi güç, kuşku yok ki, en büyük direnç kaynağımızdır.
Arap ve diğer Orta Doğu halklarının tapınma biçimini, “Namaz ancak böyle olur, başka türlü olmaz!” diye dayatanlara karşı, Alevi ulularının nefesleriyle verdiği yanıtlara geçmeden önce Sünni misyonerlerce ileri sürülen günlük namazların beş vakit olduğu şeklindeki iddiaya ve Şii misyonerlerin üç vakit ısrarlarına değinmek ve bu konudaki akıl tutulmasını gözler önüne sermek istiyoruz.
Sünni kimi din bilginleri Kuranda günlük beş vakit namazın buyrulduğu düşüncesindedirler. Bu düşünceye varmak için esas aldıkları söz konusu ayet şudur: “… Güneşin doğmasından önce de, batmasın dan önce de Rabbini övgü ile tesbih et. Gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün taraflarında da tesbih et ki, rızaya ulaşasın.” (Taha suresi, 130)
Bu ayette namaz/salat sözcüğü yerine tesbih yani yüceleme sözü kullanılmıştır. Fakat sanki salat sözcüğü kullanılmış gibi davranılmakta ve beş vakit namaza en güçlü kanıt denilerek bu ayet ileri sürülmektedir. Ayrıca bu ayette “etraf” yani “taraftar” ifadesi geçtiği halde pek çok yorumcu bu sözcüğü “iki tarafında/gündüzün iki tarafında yani iki ucunda” biçiminde anlamlandırılmaktadır. Oysa “iki taraf” ifadesinin Arapçadaki karşılığı “tarafeyn” dir.
Görüldüğü üzere bu ayette iki çarpıtma vardır. Biri, namaz sözcüğü kullanılmadığı halde kullanılmış gibi davranılmış olmasıdır. İkincisi ise; taraflar sözcüğünün iki taraf/iki uç biçiminde tahrif edilmiş olmasıdır.
Eğer bu ayet, Sünni anlayış doğrultusunda çarpıtılmadan anlaşılmaya çalışılırsa beş değil altı vakit namaz ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki;
Güneşin doğmasından önce, bir,
Batmasından önce, iki,
Gecenin bazı saatlerinde, üç,
Günün üç tarafında da üç vakit olmak üzere toplam altı vakit.
Oysa, bilindiği kadarıyla altı vakit namazı iddia eden muteber hiçbir görüş yoktur.
Alevi inancı açısında bakıldığında bu ayetten çıkan yorum şu olmalıdır. Sabah, akşam, gündüz ve her ne vakitte olursa olsun, Allah sürekli anılabilir. Bu anmanın şekli yoktur. Bu, bir sözle de olabilir. Kişi buna içinde yaşadığı toplumun gelenekleri çerçevesinde karar verebilir.
Bir başka ayet ise şöyledir: “Gündüzün iki ucunda ve gecenin bir kısmında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükler giderir.” (Hud suresi: 114)
Bu ayette iki taraf ifadesi doğru bir biçimde kullanılmıştır. “Gecenin bir kısmında” ifadesi bazı yorumcular tarafından “Gündüzün geceye yakın kısımları” biçiminde anlamlandırılmaktadır.
“Kısımlar” yani “Zülef” ifadesi Arapça en az üç adet anlamında kullanılmaktadır. İki adet için başka bir çoğul kuralı vardır ki, burada ikil çoğul değil en az üç adet anlamına gelen çoğul eki kullanılmıştır.
Ayrıca diğer ayetin tersine tesbih ya da zikr gibi sözcükler yerine açıkça Namaz/Salat sözcüğü kullanılmıştır. Fakat yine de bu ayette “Gecenin bir kısmında” ya da “Gündüzün geceye yakın kısımları” ifadesiyle hangi vakitlerin kast edildiği belli değildir. Oysa yorumcular; akşam, sabah ve yatsı namazlarının kastedildiğini ileri sürmektedirler.
Bir başka ayet: “Namazları ve orta namazını koruyun ve Allaha gönülden boyun eğiciler olarak durun.” (Bakara suresi: 238)
Bu ayeti de beş vakit namaza kanıt göstermekteler. Şöyle ki; Namazlar anlamına gelen “salavat” sözcüğü en az üç vakti bildirir. Bir de ayette orta namazından bahsedilmektedir. O halde orta namazının gerçekten orta namazı olabilmesi için salavat sözcüğü ile üç değil dört vakit namazın kastediliyor olması gerekir.
Görüleceği üzere burada da tam bir zorlama yorumu vardır. Sünni bilginler böylesi zorlamalarla beş vakit namazı ihdas etmeye çalışmaktadırlar.
Kuranda benzer içerikte birkaç ayet daha bulunmaktadır. Bir kısmı peygambere özel olarak seslenen ayetlerdir. Yani, sadece peygambere özgü buyruklardır.
Bu nokta da “Vakitlendirilmiş namaz” dan bahseden ayeti ele almak yerinde olacaktır.
“Namazı bitirdiğinizde, Allahı ayaktayken, otururken ve yan yatarken anın. Artık güvenliğe kavuşursanız namazı kılın. Çünkü namaz, inananlar üzerine vakitlendirilmiş olarak yazılmıştır.” (Nisa süresi: 103)
Namazın yani Salatın vakitlendirilmiş olmasından kasıt inananların belli vakitler tayin ederek Tanrıyı anmalarıdır. Toplu tapınma için belli bir vaktin tayin edilmesi şarttır. Nitekim bu vakit açıkça belirtilmiştir. Kuranda hiç bir yoruma gerek duyulmadan açıkça belirtilen tek namaz Cuma namazıdır.
Söz konusu ayet şöyledir: “Ey inananlar, Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, Allahı zikretmeye koşun ve alım satımı bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (Cuma suresi: 9)
Burada dikkat edilmesi gereken konu, Cuma namazının kadın erkek ayrımı yapılmadan tüm insanlara yüklenmiş olmasıdır. Ancak Sünni ve Şii müslümanlar bu gerçeği göz ardı ederek Cuma namazı sanki sadece erkeklere farz kılınmış gibi hareket etmektedirler. Kuranın bu tanrısal buyruğunu gereğince yerine getirenler de yine Alevilerdir. Bilindiği gibi Aleviler, Cuma günleri yani Perşembeyi Cumaya bağlayan gece kadın erkek ayrımı yapmadan Cuma namazı kılmaktadırlar. Eski takvimde (Hicri) yeni günün başlangıcının gün batımı olduğu gerçeği dikkate alındığında Perşembeyi Cumaya bağlayan akşamın Cuma günü içerisinde yer aldığı görülecektir. Bu açıdan bakıldığında Alevilerce Cuma akşamları yani Perşembeyi Cumaya bağlayan akşam yapılan Cem ayinleri Kurandaki Cuma namazı buyruğunun yerine getirilmesi amacıyla gerçekleştirilen bir toplu dua etkinliğidir. Hiç kuşku yok ki, Cem ayini, kuranda buyrulan toplu tapınmanın yani namazın Türk/Türkmen toplumlarınca şekle dönülmüş halidir. Sünni ve Şii müslümanlar Cuma namazı adı verilen toplu tapınmada kadınlara yer vermezken Aleviler, bu konuda da ne denli doğru bir uygulama içerisinde olduklarını göstermektedirler.
Nitekim Hünkar Bektaş Veli şöyle buyurmaktadır.
“Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde
Hakkın yarattığı her şey bakın yerli yerinde
Bizim nazarımızda kadın-erkek farkı yoktur
Noksanlık ve çirkinlik senin görüşlerinde…”
Kuranda namazla ilgili bir diğer çarpıcı ayet de şudur: “Eğer (bir tehlikeden) korkarsanız, namazı yaya olarak veya binek üzerinde kılın. Güvenliğe kavuşunca da, Allahı, daha önce bilmediğiniz ve onun size öğrettiği şekilde kılın.” (Bakara suresi: 239)
Gerçekten bu ayet egemen Sünni ve Şii çevrelerin dayatmacı yorumlarına karşı tam bir yanıttır.
Şöyle ki; Namaz illa belli şekillerde kılınacak diye bir kural yoktur. Çünkü binit üzerinde söz konusu o şekilleri uygulamak olanaksızdır. O halde anlaşılıyor ki, namazın şekil olarak değişmez kuralları yoktur. Zorunlu durumlarda geleneğin ortaya koyduğu şekiller değişebilmektedir. Bu zorunlu durumları günlük yaşamda karşılaşılan durumlarla sınırlandırmak hem doğru değildir hem de Allahın rahmet esaslı kolaylaştırıcılık özelliğini onun iradesinin hilafına kısıtlamaktır. Bu zorunlu durumlar kültürler arası farklılıklar boyutunda da anlaşılmalıdır. Her kültürün kendine özgü bir tapınma şekli vardır. Egemen Sünni ve Şii çevreler sadece Orta Doğu ve Arap halklarının tapınma biçimini tüm müslüman halklara dayatıcı bir tavır içerisinde olmuşlardır. Bu tavır yüzyıllardır Arap olmayan müslüman halkların bir inanç ve akıl tutulmasına uğraması sonucu doğurmuştur. Bu inanç ve akıl tutulmasını nispeten kıran tek halk yine Alevi Türkmenleridir. Başta Türkmenler olmak üzere Türk kavimleri, dayatılan tapınma şekillerini rededip kendi kültürleri çerçevesinde yüce Tanrıya ibadet etme yolunu yaşama çevirmeyi büyük bedeller ödeme pahasına da olsa başarmışlardır.
Kuranın indiği ve onun ilk muhatabı olan Arap toplumunun kültürel ve geleneksel özeliklerinin pek çok dinsel konuda izler taşıdığı biliniyorken başka toplumlarla bu özeliklerin sanki dinin aslındanmış gibi dayatılması, Allah adına zulmetmekten başka nedir ki?
Bu zulme seyirci kalmak ve yüce İslam dininin Arap gelenekleri içerisinde boğulmasına göz yummmak samimi birer müslüman olarak tahammül edebileceğimiz bir durum değildir. Aynı şekilde İslam örtüsü altında Arap kültürünün halkımıza ve diğer müslüman halklara empoze edilmesi karşısında sessiz kalmak sahip olduğumuz insani vasıflarımızın şekillendirdiği kişiliğimizin asla kabul etmeyeceği bir husustur.
Namazla ilgili olarak üzerinde durulması gereken bir diğer konu da savaş sırasında namazın nasıl kılınacağı ile ilgili husustur. Bu konuda Nisa suresi 101. ve 102. ayetlerde açıklama yapılmıştır;
“Yeryüzünde sefere çıktığınızda, hakikati inkara şartlanmış olanların aniden üzerine saldırmasından korkarsanız namazı/duayı kısaltmanızda sakınca yoktur. Kuşkusuz ki, gerçeği inkar edenler sizin apaçık düşmanlarınızdır. O halde sen inananlar arasında iken onlara namazda/toplu dua etkinliğinde önderlik yapacaksan, bir bölümünün, silahlarını kuşanmış olarak seninle namaza durmalarına izin ver. Onlar, namazlarını bitirdikten sonra, namazlarını eda etmemiş olan diğer gurubun her türlü tehlikeye karşı hazır vaziyette ve silahlarını kuşanmış olarak gelip seninle namaza durmaları sırasında size koruyuculuk yapsınlar; hakikati inkara şartlanmış olanlar sizin silahlarınızı ve teçhizatınızı unutup bırakmanızı isterler ki, ani bir baskınlaüzerinize saldırabilsinler. Fakat yağmurdan dolayı sıkıntıya düşerseniz yahut hasta iseniz silahlarınızı bırakmanızda bir sakınca yoktur; ama tehlikeye karşı hazırlıklı olun. Allah, hakikati inkar edenler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.” (Nisa suresi: 101. ve 102. ayetler)
Görüleceği üzere bu ayette de zorunlu durumlarda namazın şekli ve suresi konusunda değişiklikler yapılabileceği Tanrısal bir hüküm olarak belirtilmektedir. Bu zorunlu durumlarda yukarıda özelikle göçebe Türkmenlerinin sosyal yaşamları dikkate alındığında ne denli zorunlu ve zorlu durumların yaşanabileceği takdir edilecektir. Sürekli göç eden Tütkmenlerin yerleşik Araplar gibi bir ibadet yaşamlarının olması mümkün değildir. Göçebe bir halka yerleşik bir halkın ibadet biçimini zorunlu kılmak için kuşku yok ki, bir zulümdür.
Alevilerin, neredeyse tamamına yakınının göçebe Türkmen oymaklarından meydana geldiği düşünüldüğünde, geçmişte belli zaman dilimlerinde yapılan Cem ibadetlerinin ne denli isabetli bir uygulama olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Göçebe Türkmenlerin tarihsel süreç içerisinde yerleşik yaşama geçmeleri ve özellikle kentleşmeyle birlikte kent yaşamının gerçekleri çerçevesinde Cem ibadetlerini zamansal olarak sabitleştirdikleri bilinmektedir. Buna göre Cem ibadetleri Perşembeyi Cumaya bağlayan gece yapılmak suretiyle zamansal olarak da sabitleştirilmiştir. Bu arada belirtelim ki, Cem ibadetlerinin teolojik kökeni Kırklar meclisidir. Alevi teolojisi Cem ibadetinin kaynağı olarak Kırklar meclisini işaret etmektedir.
Ayrıca Sünni bilginlerin tüm ısrarlarına rağmenŞiiler günlük namazların üç vakit halinde kılınabileceği ileri sürerek aslında bu hususta Kuranın zannedildiği gibi net hükümler içermediğini fiilen ilan etmiş olmakta değil midirler?
Sünni din bilginlerinin günlük namazlar konusunda sergiledikleri bir diğer gülünç durum ise, namazın miraçta, aslında elli vakit olarak emredildiği fakat daha sonra Musanın isteği ve Muhammedin ricasıyla kademe kademe beş vakte indirildiği yönündeki rivayettir. Bu rivayetin kaynağı Sünnilerin en sağlam hadis kitapları olarak kabul ettikleri derlemelerdir.
“ Peygambere İsra gecesi, namaz elli vakit olarakfarz kılındı. Sonra azaltıldı ve beş vakte düşürüldü. Sora şöyle seslenildi: Ey Muhammed, şüphesiz bizim nezdimizdeki söz bir değişikliğe uğramaz. Senin için bu beş vakit namaz, elli vakit namazın karşılığıdır.” (Buhari, Salat, 76. Enbiya, 5)
Aynı içerikte başka hadisler yine Sünnilerce muteber kabul edilen başka kaynaklarda da yer almaktadır. Söze konu bu hadislerde peygamber ile Allahın neredeyse günlük namazların sayısı konusunda pazarlık yaptıkları gibi bir manzara sergilenmekte ve bu pazarlıkta Musa da Muhammedin efsanelerle ne denli özünden saptırıldığının acıklı/trajik örneklerinden biridir.
Yeniden Kurana dönecek olursak Kurandaki hükümleri zahiri/dışsal anlamlarıyla anlamak ısrar edip zamanın ve farklı toplumsal özeliklerin doğurduğu yeni koşulları görmezden gelen Sünni ve Şii din bilginlerine bir soru yöneltmek istiyoruz.
Kurandaki Hacca davetin yer aldığı bir ayetteki anlamları aynen uygulamak konusunda neden zahiri manaya bağlı kalmaktan vazgeçiyorsunuz?
Kuranda hacca davet ile ilgili bir ayette şöyle denilmketedir: “İnsanlar içinde haccı ilan et ki, gerek yaya olarak ve gerekse derin vadilerden geçerek yorgunluktan incelmiş develer üzerinde sana gelsinler.” (Hac suresi: 27.)
Bu ayetin zahiri/dışsal anlamı dikkate alındığında haccın mutlaka ya yaya olarak ya da yorgunluktan incelmiş develer üzerinde yapılması gerekmiyor mu?
O halde neden bunu uygulamıyorsunuz da hacca otobüslerle, uçaklarla ya da gemilerle gidiyorsunuz?
Hani Kuranın tüm hükümleri uygulanmalıydı?
Haca yay olarak ya da yorgunluktan incelmiş develer üzerinde neden gitmiyorsunuz?
Hem kendiniz böylesi hükümleri uygulamıyorsunuz hem de Alevilerin sizin anladığınız anlamda, sizin istediğiniz vakitlerde ve sizin istediğiniz şekillere dökülmüş olarak namaz kılmadıkları için taciz ediyorsunuz? Ne Hakla?
Üstelik bu ayette dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus da “sana gelsinler” ifadesidir. Burada “sana” ifadesiyle kim kastedilmektedir? Hiç kuşku yok ki, burada kastedilen Muhammedir. ancak kimi kaynaklarda bir önceki ayet de dikkate alınarak burada kastedilen İbrahim olduğu da belritilmektedir.
Hac ibadeti bizzat Peygamberin şahsını ziyaret midir, yoksa Kabeyi ziyaret midir?
Eğer Peygamberlerin şahsı ziyaret ise, neden o vefat ettikten sonra da hac ibadeti sürmüştür?
Yok kastedilen peygamberin şahsı değil de Kabenin ziyaret edilmesi ise o halde neden “sana” ifadesi yer almaktadır?
Burada anlatmaya çalıştığımız husus, Kuranın zahiri manasıyla anlaşılması gerektiği konusunda yapılan/yapılacak olan bir ısrarın ne denli tuhaf sonuçlar doğuracağıdır.
Özelikle namaz konusundaki ayetler dikkate alındığında görülecektir ki, din bilginleri şifre çözer gibi hatta iğneyle kuyu kazar gibi namaz vakitlerini saptamak için çırpınıp durmuşlardır.
İddia ettikleri gibi ve onların anladıkları ileri sürdükleri haliyle namaz günlük yaşamda bu denli önemli bir tapınma biçimi ise yüce Allah neden böylesi önemli bir konuyu açıkça ortaya koymamıştır?
Neden Allah, bu denli yoruma ve kafa yormaya gereksinim duyulan ifadeler kullanılmaktadır?
Oysa Kuranın pek çok ayetinde Allah, Kuranın apaçıkve net bir kitap olduğunu söylemektedir.
Bizce bunun yanıtı bellidir. Tanrı, ibadet/tapınma biçimini ve vaktini inananların mensup oldukları kültürlere göre belirleye bilme imkanını sağlamak için böylesi bir yolu irade etmiştir. Fakat zahirler, bu gerçeği anlamak istemedikleri için çırpınıp durmaktadırlar.
Günümüzde kim Sünni bilginler de namaz konusundaki şekil şartlarının aslında dinin asli buyruklarında olmadığı ve tümüyle Arap geleneğin yansıması olduğu konusunda fikirler beyan edebilme noktasına gelmişlerdir. Kuşku yok ki, bu sevindirici bir durumdur. Bu hususta ülkemizinyetiştirdiği ünlü din bilginlerinden Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürkün öne çıkmakta olduğu malumdur.
Aleviler, tarih boyu namaz konusunda kendilerine yönelik tacizlere kimi nefes ve deyişlerde felsefi içeriği derin ve bilgece yanıtlar vermişlerdir. Şimdi bu yanıtlardan bazılarını örnek olarak sunalım:
Bana namaz kılmaz diyen
Ben kılarım namazımı
Kılar isem, kılmaz isem
Ol Hak bilür niyazımı
Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmişiki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil.
Savm, salat, hac, zekat:
Hicaptır aşıklara!
Aşık, bundan münezzeh,
Naz u niyaz içinde…
Oruç, namaz, zekat, hac,
Cürm-ü cinayetdür.
Fakir bundan azaddur,
Has-u havas içinde…
Abdestimiz, namazımız,
Doğruluktur taatımız,
Aşka bağladık safımız,
Safımızda kim ayıra….
Yunus Emre
Camilerde olan imam
Çoğu bilmez bunu tamam
Dört bin altı yüz seksen selam
Daha namaz sorar mısın?
Kaygusuz Abdal
Sofular secde ederler mescidin mihrabına
Yar eşiği secdegahım yüz sürerim kime ne.
Kah çıkarım gök yüzüne hükmederim kaf be kaf
Kah inerim yeryüzüne yar severim kime ne
Seyyid Nesimi
Namazımız dara durmak
Orucumuz sabredmek
Biz bir oruç tutarız ki,
Ramazana benzemez.
Seyyid Nesimi
Ve sanıyorum en susturucu yanıtı da büyük ozanımız Pir Sultan Abdal vermiştir:
Alınmış abdestim aldırırlarsa
Kılınmış namazım kıldırırlarsa
Sizde Hak diyeni öldürürlerse
Bende bu yaylada Şaha giderim….
Pir Sultan Abdal
Sonuç: Aleviler, üzerinde yüzyıllardır süren baskının yansımalarından biri olarak nitelenebilecek beş ya da üç vakit namaz dayatmasına karşı Alevi inanç ve kültürünün tarihsel birikiminden yaralanarak kaleme aldığımız bu çalışmamızı, ulaşılan sonuçları maddeler halinde sıralayarak noktalayalım:
1-İslam dinine göre namaz bir dua etkinliğidir. Bu etkinlik bireysel olarak yapılabileceği gibi toplu olarak da yapılabilmektedir.
2-İslam dinine göre, namazın belli bir şekli yoktur. Her toplum kendi kültür/gelenekleri çerçevesinde bir takım şekiller ihdas edebilir.
3-İslam dinine göre, günlük olarak beş ya da üç vakit namaz söz konusu değildir. Namazın gerek şekli gerekse de ihdas edilmiş vakitleri tümüyle zorlama yorumlara ve Orta Doğu ve Arap halklarının geleneklerine dayanmaktadır.
4-Alevilerin, namaz konusunda geliştirdikleri içtihad, mensup oldukları kültürlerin doğal sonucudur. Bu bağlamda cem ayini, İslamın namaz emrinin Alevilerce uygulama biçimidir.
5-Alevilerin, namazı cem ibadetidir. Başka türlü bir namaz Alevi inanç ve kültüründe olmadığı gibi Alevi geleneğine de aykırıdır.
6-Cem ayini, içerisinde barındırdığı kıyam yani dara durma, tecella ve temenna yani rukü ve ayrıca defalarca icra edilen secdesiyle İslamın namaz buyruğunu karşılayan en güzel ritüeldir.
7-Cem ayini yerine başka türde bir namazı benimsemek ya da bunu savunmak Aleviliğin eritme çabasından başka bir şey değildir.
8-Kuranda vakti hiçbir yoruma gerek duyulmadan açıkça belirtilen tek namaz Cuma namazıdır. Alevilerin, cem ayinlerinin yapılış vakti yani Perşembeyi Cumaya bağlayan gece Cuma namazı vaktidir. Cuma namazının vakti, Cuma günü süresinin tümüdür. Bu sürenin her hangi bir bölümünde namaz ifa edilebilir.
9-Cuma namazı Kuranda kadın erkek ayrımı yapılmadan tüm insanlara emredilmiştir. Bu bağlamda Alevilerin kadın erkek birlikte cem yapmaları Kuransal buyrukla örtüşen gerçek bir ibadet hüviyetindedir.
10-Namaz konusunda yüzyıllardır süren Sünni ve Şii uygulamalarının bir inanç ve akıl tutulması olduğu açıktır. Sünni ve Şiilerin bu konudaki yorumlarına Alevilerin, gösterdiği saygı eşit düzeyde bir karşılığı hak etmektedir. Bu bağlamda Alevilerin, namaz ile ilgili olarak geliştirdikleri yorum ve uygulamaya Sünni ve Şii din bilginleri de aynı şekilde saygı göstermek zorundadırlar.
11-Kuranda, Allahın yatarken, ayaktayken ve otururken de anılmak suretiyle ibadet edilebileceği net bir biçimde belirtildiğinden namazı belli bir şekle hapsetmeye çalışmak isabetli bir tutum değildir.
12-Alevi inancına göre cem ayininin teolojik kökeni Kırklar meclisidir.
Son söz olarak yenileyelim ki, Alevilerin namazı cem ayinidir. Başka namaz bilmeyiz. Bir de hakka yürüyen canın ardından kılınan ve helaleşme niteliğinde olan Cenaze namazımız vardır ki, bu namaz, gerek semantik açıdan gerekse işlev bakımından bu yazımızın kapsamı dışındadır.