بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ
Şu kainat semasının gurubu olmayan manevi güneşi olan Kuran-ı Kerim; şu mevcudat kitab-ı kebirinin ayat-ı tekviniyesini okutturmak, mahiyetini göstermek için şuaları hükmünde olan envarını neşrediyor. Ukul-ü beşeri tenvir ile sırat-ı müstakimi gösteriyor. Beşeriyet aleminde her fert, hilkatindeki makasıdı ve fıtratındaki metalibi ve istikametindeki gayesini, o hidayet güneşinin nuru ile görür, anlar ve bilir. O hidayet nurunun tecellisine mazhar olanlar, kalb kabiliyeti nisbetinde ona ayinedarlık ederek kurbiyet kesbeder. Eşya ve hayatın mahiyeti o nur ile tezahür ederek, ancak o nur ile görülür, anlaşılır ve bilinir. Şems-i Ezeliyenin manevi hidayet nurlarını temsil eden Kuran-ı Kerim, kalb gözüyle hak ve hakikati görmeyi temin eder. Onun için, onun nurundan uzakta kalanlar, zulümatta kalırlar. Zira herşey nur ile görülür, anlaşılır ve bilinir. İşte şu kitab-ı kebirin manevi ve sermedi güneşi olan Kuran-ı Kerimin nur-u tecellisine bu asrımızda “Nur” ismiyle müsemma olan Risale-i Nurun şahs-ı manevisi mazhar olmuştur. O Nurlar ki, zulümattan ayrılmak istemeyen yarasa tabiatlı, gaflet uykusuyla gündüzünü gece yapan sefahet-perest, aklı gözüne inmiş, zulümatta kalarak gözü görmez olanlara ve yolunu şaşıranlara karşı projeksiyon gibi nurlarını iman hakikatlerine tevcih ederek sırat-ı müstakimi büsbütün kör olmayanlara gösteriyor. Nur topuzunu ehl-i küfür ve münkirlerin başına vurup “Ya aklını başından çıkar at hayvan ol, yahut da aklını başına alarak insan ol!” diyor.
İlim bir nevi nur olduğuna göre, Risale-i Nurun ilme olan en derin vukufunu gösterecek bir-iki deliline kısa işaret ederiz.
Evvela: Şunu hatırlamalıyız ki: Risale-i Nur, başka kitapları değil, belki yalnız Kuran-ı Kerimi üstad olarak tanıması ve ona hizmet etmesi itibarıyla; makbuliyeti hakkında bizim bu mevzuda söz söylememize hacet bırakmıyor. Biz, ancak ilim erbabı mabeyninde Risale-i Nurun değerini tebarüz ettirmek için ilaveten deriz ki:
Risale-i Nur, şimdiye kadar hiçbir ilim adamının tam bir vuzuhla ispat edemediği en muğlak meseleleri, gayet basit bir şekilde, en ami avam tabakasından tut, ta en ali havas tabakasına kadar herkesin istidadı nisbetinde anlayabileceği bir tarzda, şüphesiz ikna edici ve yakini bir şekilde izah ve ispat etmesidir. Bu hususiyet hemen hemen hiçbir ilim adamının eserinde yoktur.
İkincisi: Bütün Nur eserleri Kuran-ı Kerimin bir kısım ayetlerinin hakiki tefsiri olup, onun manevi icazının lemaları olduğunu her hususta göstermesidir.
Üçüncüsü: İnsanların en derin ihtiyaçlarına kati delil ve burhanlarla ilmi mahiyette cevap vermesidir. Mesela, Vacibül-Vücudun varlığı ve ahiret ve sair iman rükünlerini, bir zerrenin lisan-ı hal ve kàl suretinde tercümanlığını yaparak ispat etmesi. En meşhur İslam feylesoflarından İbni Sina, Farabi, İbni Rüşd bu mesleklerde bütün mevcudatı delil olarak gösterdikleri halde, Risale-i Nur, o hakikatleri aynen bir zerre veya bir çekirdek lisanıyla ispat ediyor. Eğer Risale-i Nurun ilmi kudretini şimdi onlara göstermek mümkün olsaydı, onlar hemen diz çöküp Risale-i Nurdan ders alacaklardı.
Dördüncüsü: Risale-i Nur, insanın senelerce uğraşarak elde edemeyeceği bilgileri, komprime hülasalar nevinden kısa bir zamanda temin etmesidir.
Beşincisi: Risale-i Nur, ilmin esas gayesi olan rıza-yı İlahiyi tahsile sebep olması ve dünya menfaatine ilmi hiçbir cihetle alet etmeyerek tam manasıyla insaniyete hizmet gibi en ulvi vazifeyi temsil etmesidir.
Altıncısı: Risale-i Nur, kuvvetli ve kudsi ve imani bir tefekkür semeresi olup bütün mevcudatın lisan-ı hal ve kàl suretinde tercümanlığını yapar. Aynı zamanda iman hakikatlerini ilmelyakin ve aynelyakin ve hakkalyakin derecelerinde inkişaf ettirir.
Yedincisi: Risale-i Nur, bütün ilimleri cami oluşudur. Adeta ilim iplikleriyle dokunmuş müzeyyen kumaş gibidir. Ve şimdiye kadar hiçbir ilim erbabı tarafından söylenmemiş ve her ilme olan en derin vukufunu tebarüz ettiren vecizeler mecmuasıdır. Misal olarak birkaçını zikrederek, heyet-i mecmuası hakkında bir fikir edinmek isteyenlere Risale-i Nur bahrine müracaat etmesini tavsiye ederiz.
1. “Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir.”
2. “Bir pirenin midesini tanzim eden, Manzume-i Şemsiyeyi dahi o tanzim etmiştir.”
3. “Bir zerreyi icad etmek için, bütün kainatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahi lazımdır. Zira şu kitab-ı kebir-i kainatın herbir harfinin, bahusus zihayat herbir harfinin, herbir cümlesine müteveccih birer yüzü ve nazır birer gözü vardır.”
4. “Tabiat, misali bir matbaadır; tabi değil. Nakıştır, nakkaş değil. Mistardır, masdar değil. Nizamdır, nazım değil. Kanundur, kudret değil. Şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil.”
5. “Sabit, daim, fıtri kanunlar gibi, ruh dahi, alem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş ve kudret ona vücud-u hissi giydirmiştir, bir seyyale-i latifeyi o cevhere sadef etmiştir…” Ve hakeza, binler vecizeler var.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Üniversite Nurcuları namına duanıza çok muhtaç
Mustafa Ramazanoğlu
(Ankara Üniversitesi Nur talebelerinin bir mektubu)
Aziz, sıddık kardeşlerimiz,
Mektubunuzdan, İslam güneşinin bir ziyasını sezer gibi olduk. Yüzlerce seneden beri insaniyet aleyhine, İslamiyet zararına mütecaviz fikir neşreden ehl-i küfrün tahriplerini tamir için ortaya atılan Risale-i Nurun, sizlerin mektubunuzdan, gençlerin arasına yayıldığını sezdik. Ebedi hayat yolunun hakperest yolcuları, hayali boş lafları terk edip, Risale-i Nurla küfür tohumlarını eriteceklerdir. Nurun talebeleri, ehl-i kalb ve imanın hakiki kardeşleridirler. Siz kardeşlerimizin mektupları, bizlere hız veriyor ve verecek. Kuranın tefsiri olan Risale-i Nur, bize dalalette kalmanın ve küfürle mücadele etmemenin bu zamanda büyük ahmaklık olduğunu bildiriyor. Komünistliğin, anarşistliğin, masonluğun kuvvet kazandığı bir devirde en mühim bir vazife, Nura hizmet etmek ve rıza-yı İlahiyi tahsil için onu isteyene vermektir. Bu en baş ve en ehemmiyetli, en kıymetli ve mübarek vazifemizden bizi döndürmek isteyen en ağır hücumlar dahi, bizlerin hızını arttıracaktır.
Risale-i Nur bize öğretiyor ve ispat ediyor ki, bu dünya, bir misafirhanedir. Ebedi hayatı isteyenler, misafirhanedeki vazifelerine dikkat gösterdikleri nispette memnun edilirler. Demek ki, şimdi en esaslı vazifemiz, bataklıktan kurtulmak isteyen ehl-i dinin, karanlıktan usanmış, gıdasız kalmış kalblerin yardımına koşmak, kendimizden başlayarak Nurun dellallığını yapmaktır. Bilhassa ve bilhassa şurası çok ehemmiyetli ve pek mühimdir ki, en başta ve en evvel Risale-i Nuru dikkat ve tefekkürle devamlı olarak okumak ve o muazzam eser külliyatındaki Kuran ve iman hakikatleriyle kendimizi teçhiz etmek ve bu esas ve şartlarla, o harika eser külliyatını bir an evvel ikmal etmektir. İşte bu nimet-i uzmaya nail olan her genç ve herkes, bire yüz, bin kuvvetinde, kendine, vatan ve milletine faydalı olur. Vatan, millet, gençlik ve alem-i İslam çapında hizmet edebilecek bir vaziyete gelebilir. Bunun için, başta Üstadımız Bediüzzaman ve onun hakiki ve ihlaslı talebeleri olmaya layık sizlerden dua istirham ediyoruz ki, Risale-i Nurun mecmualarını bir an evvel temin edelim, arayalım, bulalım; dikkat, tefekkür ve ihlasla okuyalım. Kuran ve iman hizmetine bu vaziyette koşalım. Risale-i Nurun bu asırdaki makbuliyetine işaret eden deliller fazlasıyla mevcut olduğuna göre, insaf sahibi her mümin kardeşimiz, onun tabii bir yardımcısıdır.
Hem madem, Risale-i Nur bu asra has hususiyetler taşıyor. Hem madem binlerce alimlerin takdirleriyle karşılanıyor. Hem madem, Kuranın dellallığını yapan kahraman Üstad, eşine rastlanmayacak bir mükemmeliyetle, dürüst adımlarla, hakiki prensiplerle, bütün hayatını iman ve İslamiyete vakfetmiş, dünyevi hiçbir menfaat aramadan sırf Allah rızası uğruna çalışmıştır. Hem madem, bütün kuvvetiyle Nur talebeleri de, iman ve İslamiyete Ehl-i Sünnet dairesinde hizmet için hayatlarını dahi çekinmeden veriyor ve süfli menfaat peşinde değildirler. Ve madem yüz binlerce Nur talebeleri bütün tazyik ve tehditlere rağmen bu hakikati fiilen ispat etmişler. Hem her talebe, bugün cereyan eden batıl felsefenin akidelerine hakiki mantıki cevaplar vermek üzere yetişmişler ve yetişiyorlar. Hem her ihtiyacımıza Kuran cevap veriyor; onda lazım olan her hakikat sarih olarak vardır. Ve madem Kuran, en güzel şekilde ders veren Allahın hediyesi, bir nuru ve rahmetidir. Öyleyse, bu hazine-i rahmeti ve menba-ı hakikati ders veren ve hakiki surette gençliğin ve avamın anlayabileceği bir şekilde bildiren Risale-i Nuru, dikkat ve tefekkürle ve devamlı olarak müsait vakitlerimizi boşa gidermeden okumak ve yazmak, en büyük ibadet ve zevk kaynağıdır. Hal ve istikbalin ve biz gençlerin, çok leziz ve iştiyakla alacağı gayet nafi ve vafi bir ilaç ve bir tiryaktır, bir manevi kurtarıcıdır. Bu kati hakikatler meydanda iken, ona bütün kuvvetimizle sarılmamak, baştan aşağı Risale-i Nuru tetkik etmemek, alakadar olmamak, ancak gafletin eseri olabilir.
Hem, kim hakikat peşinde koşuyorsa, Risale-i Nurdan ders alması lazımdır. Ve Nur yolunda giden her münevver, hakiki saadete kavuşacak ve yeryüzünün mahiyetini derk edecektir diye, biz Ankara Nur talebeleri dahi ittifak ediyoruz. Ebedi hayat hazinesini gösteren Kuran-ı Hakimin nuru olan Risale-i Nur, elbette bir zaman dünyayı çınlatan nurlu sesini yükseltecektir.
Madem İslam alimleri, hadis-i şerife göre, dünya ikbal ve heveslerinin peşinde koşmadıkça, peygamberlerin en emin varisleridirler. Biz de Risale-i Nuru onun tam varisi biliyoruz. Risale-i Nurun şahs-ı manevisi, hakiki varis olmanın esasını yaşamış ve yaşıyor. Onun karşısına çıkan körler ve sağırlar ve hissiz gafiller küçüleceklerdir. Böyle muazzam bir olgunluğa sahip olan Risale-i Nur, elbette bütün feylesofları, dünya ilim ve hak erbabını çağıracak ve her akl-ı selim ve kalb-i kerim olan mübarek insanları talebesi yapacak. Bu da inşaallah uzakta değil, yakında tahakkuk edecektir. Dünya, ekseri feylesofların ve alimlerin dediği gibi, yep yeni bir oluşun eşiğindedir. Dünya, nurunu arıyor. Hakikat şairi Mehmea Akif,
O nuru gönder, İlahi, asırlar oldu yeter!
Bunaldı milletin afakı bir sabah ister.
diye, işte bu nura işaret ettiği, bugün bizce bir hakikattir.
Ankara Üniversitesi
Nur talebeleri
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Çok aziz, çok mübarek, çok müşfik, çok sevgili Üstadımız Hazretleri,
Risale-i Nuru, himmet ve dualarınızla, dikkat ve tefekkürle okudukça, bu muazzam eser külliyatının tılsım-ı kainatın muammasını keşf ve halleden bir keşşaf olduğunu, hal ve istikbalin bir mürşid-i ekberi ve bir rehber-i azamı olduğunu, yine dua ve himmetinizle idrak ediyoruz. Evet, Üstadımız Hazretleri Risale-i Nuru okuyan her idrak sahibi anlıyor ki, Risale-i Nur, gerek bu asrın, gerekse önümüzdeki asrın beşeriyetini fikir karanlıklarından kurtarıp, tenvir ve irşad edecektir.
Risale-i Nur, yalnız bu vatan ve millet için değil, alem-i İslam ve bütün beşeriyetin ihtiyacına cevap verecek bir külliyat olarak telif edilmiştir. Bugün, tarihte hiç görülmemiş bir fecaat ve felaket içerisinde çırpınan beşeriyet için, halaskar olarak Risale-i Nura sarılmaktan ve ne pahasına olursa olsun, Risale-i Nurun nurani ve parlak eczalarını elde edip dikkat ve tefekkürle okumaktan başka bir kurtuluş çaresi yoktur. Risale-i Nuru okuyan herkes, bu hakikati idrak etmiş ve etmektedir. Eğer biz muktedir olsak, bu hakikati, kainata nazır bir mahalle çıkıp, bütün kainata ilan edeceğiz. Fakat madem ki buna muvaffak olamıyoruz ve madem ki Risale-i Nurun cihanşümul kıymetini bu derece Üstadımızın himmetiyle idrak etmişiz; şu halde o nur ve feyiz hazinesi, irfan ve kemalat menbaı olan Risale-i Nuru, bir dakikamızı bile boş geçirmeden, mütemadi ve devamlı bir şekilde hergün ve her saat okuyacağız ve bu uğurda geceli gündüzlü çalışacağız inşaallah. Fakat, her an bütün işlerimizde olduğu gibi, bunda da büyük Üstadımızın dua ve himmetiyle muvaffak olabileceğiz.
Hem şu hakikat zahir ve bahirdir ki: Bir kimse allame dahi olsa, Risale-i Nurun ve müellifinin talebesidir, Risale-i Nuru okumak zaruret ve ihtiyacındadır. Eğer gaflet ederse, kendisini aldatan enaniyetine boyun eğip Risale-i Nur Külliyatını okumazsa, büyük bir mahrumiyete duçar olur. Fakat biz, idrak ettiğimiz bu muazzam hakikat karşısında, beşeriyetin halaskarı ve milyarlarca insanların fevkinde olan bir memur-u Rabbaniye nasıl minnettar ve medyun olduğumuzu tarif edemiyoruz. Yine dua ve himmetinizle idrak etmişiz ki, Kuran-ı Kerimin bir mucize-i maneviyesi olan harika Risale-i Nur Külliyatının bir satırından ettiğimiz istifadenin, bir miktar-ı mukabilini dahi ödemeye gücümüz yetişmez. Bunun için, ancak Cenab-ı Hakka şöyle yalvarmaya karar verdik:
“Ya Rab! Bizi ebedi haps-i münferidden kurtarıp baki ve sermedi bir alemin saadetine nail edecek bir hakaik hazinesinin anahtarını Risale-i Nur gibi nazirsiz bir eseriyle bahşeden sevgili ve müşfik Üstadımızı, zalimlerin ve düşmanların suikastlarından muhafaza eyle, Kuran ve iman hizmetinde daima muvaffak eyle. Ona sıhhat ve afiyetler, uzun ömürler ihsan eyle” diye dua ediyoruz.
Evet, Üstadımız Hazretleri, Risale-i Nuru dikkat ve tefekkürle okumak nimet-i uzmasına nail olan biz bir kısım üniversite gençliği, bir hüsn-ü zan veya bir tahminle değil, tahkiki ve tetkiki bir surette, sarsılmaz ve sarsılmayacak olan ilmelyakin bir kuvvet-i imaniye ile inanıyoruz ki, zemin yüzünün bu asra kadar görmediği bir vahşet ve dehşetin sebebi olan dinsizlik ve ilhadı, Bediüzzaman ortadan kadırmaya inayet-i Hak ile muvaffak olacaktır.
Bizim bu kanaatimiz, safdilane veya tahminle değildir; ilmi ve delile müstenid bir tahkik iledir. Bunun için, muarız olan dahi bu hakikati kalben tasdik edecektir. Dua ve şefkat buyurun, Kuran ve iman hizmetinde fedai olalım. Risale-i Nuru, bir dakikamızı bile kaybetmeden okuyalım, yazalım, ihlas-ı tamme muvaffak olalım.
Üniversite Nur talebeleri namına
Abdülmuhsin
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Şimdiye kadar gizli münafıklar Risale-i Nura kanunla, adliye ile ve asayiş ve idare noktasından hükumetin bazı erkanını iğfal edip tecavüz ediyorlardı. Biz, müsbet hareket ettiğimiz için, mecburiyet olduğu zaman tedafüi vaziyetinde idik. Şimdi planları akim kaldı. Bilakis tecavüzleri Risale-i Nurun dairesini genişlettirdi. Bu defa yeni hurufla Asa-yı Musayı tab etmek niyetimiz, ihtiyarımız olmadığı halde, tecavüz vaziyeti Risale-i Nura veriliyor gibidir. Bu hadisenin ehemmiyetli bir hikmeti şu olmak gerektir:
Risale-i Nur, bu mübarek vatanın manevi bir halaskarı olmak cihetiyle, şimdi iki dehşetli manevi belayı def etmek için matbuat alemiyle tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.
O dehşetli beladan birisi: hristiyan dinini mağlup eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı manevi istilasına karşı Risalein-Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kurani vazifesini görebilir ve alem-i İslamın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lazım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.
Ben dünyanın halini bilmiyorum. Fakat Avrupada istilakarane hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilasına karşı Risale-i Nur hakikatleri bir kale olduğu gibi, alem-i İslamın ve Asya kıtasının hal-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeye vesile olan bir mucize-i Kuraniyedir. Bu memleketin vatanperver siyasileri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nuru tab ederek resmi neşretmeleri lazımdır ki, bu iki belaya karşı siper olsun.
Acaba bu yirmi sene zarfında iman-ı tahkikiyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı, bu dehşetli asırda, acip inkılap ve infilaklarda bu mübarek vatan, Kuranını, imanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir miydi? Her neyse… Risale-i Nura, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez; daha kimseyi o bahaneyle inandıramazlar. Fakat cepheyi değiştirip, din perdesi altında bazı safdil hocaları veya bida taraftarı veya enaniyetli sofi meşreplileri bazı kurnazlıklarla Risale-i Nura karşı—iki sene evvel İstanbulda ve Denizli civarında olduğu gibi—istimal etmek ve Risale-i Nura ve şakirtlerine ayrı bir cephede tecavüz etmeye münafıklar çabalıyorlar. İnşaallah muvaffak olamazlar. Risale-i Nur şakirtleri, tam ihtiyatla beraber, bir taarruz olduğu vakitte münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl-i ilim ve imansa, dost olsunlar, “Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i imanla kardeşiz” deyip yatıştırsınlar.
Saniyen,
Mübareklerin pehlivanı hem Abdurrahman, hem Lütfi, hem Büyük Hafız Ali manalarını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali kardeşimiz bir sual soruyor. Halbuki o sualin cevabı Risale-i Nurda yüz yerde var. “Risale-i Nurun erkan-ı imaniye hakkında bu derece kesretli tahşidatı ne içindir? Bir ami müminin imanı büyük bir velinin imanı gibidir, diye eski hocalar bize ders vermişler?” diyor.
Elcevap: Başta ayetül-Kübra meratib-i imaniye bahislerinde; ve ahire yakın müceddid-i elf-i sani İmam-ı Rabbani beyanı ve hükmü ki, “Bütün tarikatlerin müntehası ve en büyük maksatları, hakaik-i imaniyenin inkişafıdır. Ve bir mesele-i imaniyenin katiyetle vuzuhu, bin kerametlerden ve keşfiyatlardan daha iyidir”; ve ayetül-Kübranın en ahirdeki ve Lahikadan alınan o mektubun parçası ve tamamının beyanatı cevap olduğu gibi, Meyve Risalesinin tekrarat-ı Kuraniye hakkında Onuncu Meselesi, tevhid ve iman rükünleri hakkında tekrarlı ve kesretli tahşidat-ı Kuraniyenin hikmeti, aynen bitamamiha onun hakiki tefsiri olan Risale-i Nurda cereyan etmesi de cevaptır.
Hem, iman-ı tahkiki ve taklidi ve icmali ve tafsili ve imanın bütün tehacümata ve vesveseler ve şüphelere karşı dayanıp sarsılmamasını beyan eden Risale-i Nur parçalarının izahatı, büyük ruhlu Küçük Alinin mektubuna öyle bir cevaptır ki, bize hiçbir ihtiyaç bırakmıyor.
İkinci cihet: İman, yalnız icmali ve taklidi bir tasdike münhasır değil; bir çekirdekten, ta büyük hurma ağacına kadar ve eldeki aynada görünen misali güneşten ta deniz yüzündeki aksine, ta güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir esma-i İlahiye ve sair erkan-ı imaniyenin kainat hakikatleriyle alakadar çok hakikatleri var ki, “Bütün ilimlerin ve marifetlerin ve kemalat-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikiden gelen tafsilli ve burhanlı marifet-i kudsiyedir” diye ehl-i hakikat ittifak etmişler.
Evet, iman-ı taklidi, çabuk şüphelere mağlup olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikide pek çok meratip var. O meratiplerden ilmelyakin mertebesi, çok burhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidi iman bir şüpheye karşı bazan mağlup olur.
Hem iman-ı tahkikinin bir mertebesi de aynelyakin derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kainatı bir Kuran gibi okuyabilecek derecesine gelir.
Hem bir mertebesi de hakkalyakindir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse bir halt edemez. Ve ulema-i ilm-i kelamın binler cilt kitapları, akla ve mantığa istinaden telif edilip, yalnız o marifet-i imaniyenin burhanlı ve akli bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatin yüzer kitapları keşfe, zevke istinaden o marifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar etmişler. Fakat, Kuranın mucizekar cadde-i kübrası, gösterdiği hakaik-i imaniye ve marifet-i kudsiye, o ulema ve evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir.
İşte, Risale-i Nur bu cami ve külli ve yüksek marifet caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kuran aleyhine ve İslamiyet ve insaniyet zararına ve adem alemleri hesabına tahribatçı külli cereyanlara karşı Kuran ve iman namına mukabele ediyor, müdafaa ediyor. Elbette hadsiz tahşidata ihtiyacı vardır ki, o hadsiz düşmanlara karşı dayanıp ehl-i imanın imanını muhafazasına Kuran nuruyla vesile olsun.
hadiste vardır ki: “Bir adam seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır.” “Bazan bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlı olur.” Hatta Nakşilerin hafi zikre verdiği büyük ehemmiyet, bu nevi tefekküre yetişmek içindir.
Umum kardeşlerime birer birer selam ve dua ediyoruz.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz
Said Nursi
وَبِهِ نَسْتَعِينُ
Önsöz
Medine-i Münevverede bulunan mühim bir alimin Bediüzzaman Hazretlerinin Tarihçe-i Hayatı için yazdığı bir önsözdür.
Büyük İkbale ait olan Önsözde demiştim ki: “Büyüklerin tarih-i hayatları okunurken, ulvi menkıbeler söylenip aziz hatıraları anılırken, insan başka bir aleme girdiğini hissediyor. Gönlünü, ter temiz sevgi hislerinin ulvi ateşi yakıyor ve İlahi feyzi sarıyor. Tarih öyle büyük insanlar kaydeder ki, birçok büyükler, onlara nisbetle küçük kalır.
Tarihe şerefler veren erler anılırken,
Yükselmede ruh, en geniş alemlere yerden.
Bin rayihanın feyzi sarar ruhu derinden,
Geçmiş gibi Cennetteki gül bahçelerinden.
Bu derin hakikati, Önsözü yazarken bütün azamet ve ihtişamıyla idrak etmiş bulunuyorum. Zira, aziz ve muhterem okuyucularımıza en derin bir ihlas ve samimiyetle takdim ettiğimiz bu eser, hemen bir asra yaklaşan uzun ve bereketli ömrünün her safhası binlerle harikaya sahne olan gönüller fatihi büyük Üstad Bediüzzaman Said Nursiye, onun yüz otuz parçadan ibaret olan Risale-i Nur Külliyatına ve ahlak ve faziletleri, ihlas ve samimiyetleri, iman ve irfanlarıyla hayatın her safhasında sadece bir ülkeye değil, bütün insanlık alemine ter temiz örnekler vermekte devam eden Nur talebelerine aittir.
Bir kitabın mukaddemesini, o kitabın hülasası diye tarif ederler. Halbuki, her mevzuu müstakil bir esere sığmayacak kadar derin ve geniş olan bu muazzam kitabın muhteviyatını böyle birkaç sayfalık mukaddemeye sığdırmak kabil midir?
Bugüne kadar acizane yazdığım manzum ve mensur yazılarımın hiçbirisinde bu kadar acz ve hayret içerisinde kalmamıştım. Binaenaleyh, bu eseri derin bir zevk, İlahi bir neşe ve coşkun bir heyecanla okuyacak olanlar, hayranlıkla görecekler ki, Bediüzzaman, çocukluğundan beri müstesna bir şekilde yetişen ve bütün ömrü boyunca İlahi tecellilere mazhar olan bam başka bir alim ve mümtaz bir şahsiyettir.
Ben, bu büyük zatı, eserlerini ve talebelerini inceden inceye tetkik edip de o nur aleminde hissen, fikren ve ruhen yaşadıktan sonra, büyük ve eski bir Arap şairinin, bir beytiyle çok derin bir hakikatı ifade ettiğini öğrendim: “Bütün alemi bir şahsiyette toplamak Cenab-ı Hakka zor gelmez.”
Gayesinin ulviyetinden, davasının ihtişamından ve imanının azametinden feyiz ve ilham alan bu kutbun cazibesine takılanların adedi günden güne çoğalmaktadır.
Akıllara hayret veren bu ulvi hadise, münkirleri kahrettiği gibi, müminleri de şad ve mesrur eylemekte devam edip gidiyor.
İmanlı gönüllerde manevi bir rabıta halinde yaşayan bu İlahi hadiseyi, büyük bir mücahid, kalbleri vecd içinde bırakan bir üslupla, bakınız, nasıl ifade ediyor:
“Ahlaksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu kara günlerde, onun, yani Bediüzzamanın feyzini bir sır gibi kalbden kalbe mukavemeti imkansız bir hamle halinde intikal eder görmekle teselli buluyoruz. Gecelerimiz çok karardı; ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur.”
Evet, bir sır gibi kalbden kalbe mukavemeti imkansız bir halde yayılıp dağılan bu nurun, memleketin her köşesinde feyiz ve tesirini görenler, hayret ve dehşetler içinde sormaya başladılar: “Şöhreti memleketimizin her tarafını kaplayan bu zat kimdir? Hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi nedir? Tuttuğu yol bir tarikat mı, bir cemiyet mi, yoksa siyasi bir teşekkül müdür?”
Bununla da kalmadı; derhal gerek idari ve gerek adli çok mühim takipler ve pek ciddi tetkikler, uzun ve müselsel mahkemeler cereyan etti. Neticede, bu İlahi tecellinin gönüller ülkesine kurulan bir iman ve irfan müessesesinden başka birşey olmadığı tahakkuk edince, adaletin İlahi bir surette tecellisi şu şekilde zuhur etti: Bediüzzaman Said Nursi ve bütün Risale-i Nur eserlerinin beraati kararı resmen ilan edildi. Ve artık, ruhun maddeye, hakkın batıla, nurun zulmete, imanın küfre her zaman galebe çalacağı, ezelden ebede değişmeyecek olan İlahi kanunların başında gelen bir hakikat olduğu güneşler gibi belirdi.
Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakikatini, sadakat ve samimiyetini gösteren en gerçek miyar, davasını ilana başladığı ilk günlerle, muzaffer olduğu son günler arasında ferdi ve içtimai, uzvi ve ruhi hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler.
Mesela, o adam ilk günlerde mütevazi, alicenap, feragat ve mahviyetkar, hülasa, bütün ahlak ve fazilet bakımından cidden örnek olan gayet temiz ve son derece mümtaz bir şahsiyetti. Bakalım, cihadında muzaffer olup hislerde, emellerde, gönüllerde yer tuttuktan sonra, yine o eski temiz ve örnek halinde kalabilmiş mi? Yoksa, zafer neşesiyle, birçok büyük sanılan kimseler gibi yere göğe sığmaz mı olmuş?
İşte, büyük küçük herhangi bir dava ve gaye sahibinin mahiyet ve hakikatini, şahsiyet ve hüviyetini en hakiki çehresiyle aksettirecek olan en berrak ayna budur.
Tarih boyunca, bu müthiş imtihanı kazanmanın şaheser misalini, evvela peygamberler ve bilhassa Sultanul-Enbiya Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, sonra onun halife ve sahabeleri ve daha sonra onların nurlu yolunda yürüyen büyük zatlar vermişlerdir.
Peygamber Efendimiz, şu اَلْعُلَمَۤاءُ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَۤاءِ yani, “alimler, peygamberlerin varisleridirler” hadis-i şerifleriyle, alim olmanın pek kolay birşey olmadığını, icazkar belağatleriyle beyan buyuruyorlar.
Zira, madem ki bir alim, peygamberlerin varisidir; o halde, hak ve hakikatin tebliğ ve neşri hususunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takip etmesi lazımdır. Her ne kadar bu yol, bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri, takip, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrid, zehirlenme, idam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa…
İşte, Bediüzzaman, yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım süratiyle aşan ve peygamberlerin varisi olan bir alim olduğunu ameli bir surette ispat eden bir zattır.
Kendisinin ilmi, ahlaki, edebi, birçok fazilet ve meziyetleri arasında, beni en çok meftun eden şey, onun, o dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan imanıdır.
Rabbim, o ne muazzam iman! O ne bitmez ve tükenmez sabır! O ne çelikten irade! Hayal ve hatıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdit, tazip ve işkencelere rağmen, o ne eğilmez baş, ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir!
Büyük İkbalin heyecanlı şiirlerinden aldığım coşkun bir ilham neşesiyle vaktiyle yazdığım “Mücahid” ünvanını taşıyan bir manzumede, aşağıdaki mısraları okuyanlardan, belki şairane bir mübalağada bulunduğumu söyleyenler olmuştur.
Lakin şu mukaddemesini yazmakla şeref duyduğum şaheseri okuyanlar, vecdle dolu bir hayranlıkla anlayacaklar ki, Allahın ne kulları varmış! Eğer bir iman, kemalini bulursa, neler yapar ve ne harikalar doğururmuş!
Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse,
İnsan da, o imandaki son sırra ererse,
En azgın ölümler ona zincir vuramazlar;
Volkan gibi coşkun akıyor, durduramazlar…
Rabbimden iner azmine kuvvet veren ilham,
Peygamberi rüyada görür belki her akşam.
Hep nur onun iman dolu kalbindeki mihrap,
Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtap.
Kar, kış demez, irkilmez, üzülmez, acı duymaz;
Mevsim, bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz.
Cennetteki alemleri dünyada görür de,
Mahvolsa eğilmez sıra dağlar gibi derde.
En sarp uçurumlar gelip etrafını sarsa,
Ay batsa, güneş sönse, ufuklar da kararsa,
Gökler yıkılıp çökse, yolundan yine dönmez,
Ruhundaki imanla yanan meşale sönmez!
Kalbinde yanardağ gibi, iman ne mukaddes!< Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses: Ey yolcu! Şafaklar sökecek, durma, ilerle, Zulmetlere kan ağlatacak meşalelerle... Yıldızlara bas, çık yüce alemlere, yüksel, İnsanlığı kurtarmaya Cennetten inen el! Sanki bu mısralar iman kahramanı, büyük mücahid Bediüzzaman Hazretleri için yazılmış. Zira bu yüksek sıfatlar, hep onun sıfatlarıdır. Cenab-ı Hak şu ayet-i kerimede, bakınız, mücahidlere neler vaad ediyor: وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَاِنَّ اللهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ Meal-i şerifi: "Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle (Allahı görür gibi ibadet eden mücahidlerle) beraberdir." Demek ki, iman ve Kuran uğrunda candan ve cihandan geçen mücahidlere, büyük Allah, hakikat ve hidayet yollarını göstereceğini vaad buyuruyor. Haşa, Cenab-ı Hak vaadinde hulf etmez—yeter ki, bu azim vaad-i İlahiyi icap ettirecek şartlar tahakkuk etsin. Bu ayet-i kerime, Üstadın karakter ve şahsiyetini tahlil hususunda bize nurdan bir rehber oluyor ve o nurun billur ışığı altında artık en ince çizgileri ve en hassas noktaları görüp sezebiliyoruz. Zira, madem ki bir insan Cenab-ı Hakkın hıfz ve himayesinde bulunmak nimetine mazhar olmuştur; artık onun için korku, endişe, üzüntü, yılma, usanma ve saire gibi şeyler bahis mevzuu olamaz. Allahın nuruyla nurlanan bir gönlün semasını hangi bulutlar kaplayabilir? Her an huzur-u İlahide bulunmak bahtiyarlığına eren bir kulun ruhunu, hangi fani emel ve arzular, hangi zavallı teveccüh ve iltifatlar ve hangi pespaye gaye ve ihtiraslar tatmin, teskin ve teselli edebilir? Allahtır onun yarı, mürebbisi, velisi; Andıkça bütün nur oluyor duygusu, hissi. Yükselmededir marifet iklimine her an, Bambaşka ufuklar açıyor ruhuna Kuran... Kuran ona yad ettiriyor "Bezm-i Elest"i. aşık, o tecellinin ezelden beri mesti... İşte, Bediüzzaman, böyle harikalar harikası bir inayete mazhar olan mübarek bir şahsiyettir. Ve bunun içindir ki, zindanlar ona bir gülistan olmuş; oradan ebediyetlerin nurlu ufuklarını görür. İdam sehpaları, birer vaiz ve irşad kürsüsüdür. Oradan insanlığa ulvi bir gaye uğrunda sabır ve sebat, metanet ve celadet dersleri verir. Hapishaneler birer medrese-i Yusufiyeye inkılap eder. Oraya girerken, bir profesörün üniversiteye ders vermek için girdiği gibi girer. Zira oradakiler, onun feyiz ve irşadına muhtaç olan talebeleridir. Hergün birkaç vatandaşın imanını kurtarmak ve canileri melek gibi bir insan haline getirmek, onun için dünyalara değişilmez bir saadettir. Böyle bir yüksek iman ve ihlas şuuruna malik olan insan, hiç şüphesiz ki, zaman ve mekan mefhumlarının faniler üzerinde bıraktığı yaldızlı tesirleri kesif madde aleminde bırakarak, ruhuyla maneviyat aleminin pırıl pırıl nurlar saçan ufuklarına yükselmiş bir haldedir. Büyük mutasavvıfların fena fillah, bekabillah diye tarif ve tavsif buyurdukları yüksek mertebe, işte bu kudsi şerefe nail olmaktır. Evet, her müminin kendine mahsus bir huzur, huşu, tefeyyüz, tecerrüd ve istiğrak hali vardır. Ve herkes, iman ve irfanı, salah ve takvası, feyiz ve maneviyatı nisbetinde bu İlahi hazdan feyizyab olabilir. Lakin bu güzel hal, bu tatlı visal ve bu emsalsiz haz, geçen ayet-i kerimedeki ihsan erbabı olan o büyük mücahidlerde her zaman devam ediyor. Ve işte onlar, bu sebepten dolayıdır ki, Mevlayı unutmak gafletine düşmüyorlar. Nefisleriyle, arslanlar gibi bütün ömürleri boyunca çarpışıyorlar. Ve hayatlarının her lahzası, en yüksek terakki ve tekamül hatıraları kaydediyor. Ve bütün varlıkları, o cemal, kemal ve celal sıfatlarıyla muttasıf olan Rabbül-aleminin rızasında erimiş bulunuyorlar. Mevla, bizleri de o bahtiyarlar zümresine ilhak eylesin. amin. Yukarıdaki sayfalarda, büyük Üstadın, dostlarını meftun ve hayran ettiği kadar da, düşmanlarını dehşetler içerisinde bırakan azametli imanından bahsettik. Biraz da mümtaz şahsiyeti nurdan bir hale halinde sarmakta olan üstün meziyetlerinden, ahlak ve kemalatından bahsedelim. Malum ya, her şahsiyeti, muhtelif ve muayyen meziyetler çerçeveler. Binaenaleyh, Üstadın şahsiyetini tekvin eden başlıca sıfatlar şunlardır: Feragati: Bir dava sahibinin ve bilhassa ıslahatçının muvaffakiyet şartlarının en mühimmi feragattir. Zira gözler ve gönüller, bu mühim noktayı en ince bir hassasiyetle tetkik ve takibe meyyaldirler. Üstadın büyük hayatı ise, baştan başa feragatın şaheser misalleriyle dolup taşmaktadır. Allame Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhumdan, feragate ait şöyle bir söz işitmiştim: "İslam bugün öyle mücahitler ister ki, dünyasını değil, ahiretini dahi feda etmeye hazır olacak." Büyük adamdan sadır olan bu büyük sözü tamamen kavrayamadığım için, mutasavvıfların istiğrak hallerinde söyledikleri esrarlı sözlere benzeterek, herkese söylememiş ve olur olmaz yerlerde de açmamıştım. Vakta ki aynı sözü Bediüzzamanın ateşler saçan heyecanlı ifadelerinde de okuyunca anladım ki, büyüklere göre feragatin ölçüsü de büyüyor... Evet, İslam için bu kadar acıklı bir feragate katlanmaya razı olan mücahidleri, Erhamürrahimin olan Allahü Zül-Kerem Teala ve Tekaddes Hazretleri bırakır mı? O fedai kulunu lütuf ve kereminden, inayet ve merhametinden mahrum etmek, şanına—haşa—yakışır mı? İşte, Bediüzzaman, bu müstesna tecellinin en parlak misalidir. Bütün ömrü boyunca mücerred yaşadı. Dünyanın bütün meşru lezzetlerinden tamamen mahrum kaldı. Bir yuva kurmak ve orada mesut bir aile hayatı geçirmek sevdasına düşmeye vakit ve fırsat bulamadı. Fakat Cenab-ı Hak kendisine öyle şeyler ihsan etti ki, fani kalemlerle tarif olunamayacak kadar muazzam ve muhteşemdir. Bugün dünyada hangi bir aile reisi, manen Bediüzzaman Hazretleri kadar mesuttur? Hangi bir baba milyonlarla evlada sahip olmuştur? Hem de nasıl evlatlar! Ve hangi bir üstad bu kadar talebe yetiştirebilmiştir? Bu kudsi ve ruhi rabıta, biiznillahi teala, dünyalar durdukça duracak ve nurdan bir sel halinde ebediyetlere kadar akıp gidecektir. Çünkü bu İlahi dava, Kuran-ı Kerimin nur deryasında tebellür eden bir varlık olduğu gibi, Kurandan doğmuş ve Kuranla beraber yaşayacaktır... Şefkat ve merhameti: Büyük Üstad, hak ve hakikati ta çocukluğunda bulmuştu. Kalbinin feryadını ve ruhunun münacatını dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde bile ibadet ve taatten, tefekkür ve murakabelerden, feyiz ve huzur almanın zevkine ermiş olan bir arif-i billah idi. Lakin, karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad kabusunun Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizi kaplamak üzere olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan bir arslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle cihad meydanına atıldı. Bütün rahat ve huzurunu bu mukaddes davaya feda etti. Ve işte bu hikmete mebnidir ki, o günden beri her sözü bir dilim lav, her fikri bir ateş parçası olmuş, düştüğü gönülleri yakıyor; hisleri, fikirleri alevlendiriyor. Büyük Üstadın tam bir uzlet ve inzivadan sonra tekrar irşad ve cemiyet hayatına atılması, aynen İmam-ı Gazalinin hayatında geçirmiş olduğu o mühim ve tarihi merhaleye benzemektedir. Demek ki, Cenab-ı Hak, büyük mürşidleri böyle bir müddet inzivada terbiye, tasfiye ve tezkiye ettikten sonra tenvir ve irşad vazifesiyle mükellef kılıyor. Ve bu sebepledir ki, bir ma-i mukattardan daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalblere akseder etmez bam başka tesirler icra ediyor. Arz ettiğim gibi, İmam-ı Gazalinin bundan dokuz yüz sene evvel ahlak ve fazilet sahasında yapmış olduğu fütuhatı, bu asırda Bediüzzaman, iman ve ihlas vadisinde başarmıştır. Evet, Üstadı bu müthiş cihad meydanlarına sevk eden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzat kendisinden dinleyelim: "Bana Sen şuna buna niçin sataştın? diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var; alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!" İstiğnası: Üstadın, hayatı boyunca cemiyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna örnekleri, dillere destan olmuş bir ulviyeti haizdir. Masivadan tam manasıyla istiğna ederek, uzvi ve ruhi bütün varlığıyla Rabbül-aleminin bitmez ve tükenmez hazinesine dayanmayı, müddet-i hayatında bir itiyad değil, adeta bir mezhep, meşrep ve meslek olarak kabul etmiştir. Ve bunda da ne pahasına olursa olsun sebat eylemekte hala devam etmektedir. İşin orijinal tarafı: Bu meslek, kendi şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsi bir mefkure halinde intikal etmiştir. Nur deryasında yıkanmak şerefine mazhar olan bir Nur talebesinin istiğnasına hayran olmamak kabil değildir. Bakınız, Üstad, Mektubat ünvanını taşıyan şaheserin İkinci Mektubunda, bu mühim noktayı altı vecihle ne kadar asil bir iman ve irfan şuuruyla izah eder: "Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar; ilmi ve dini kendilerine medar-ı mAyşet yapıyorlar deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh bunları fiilen tekzip lazımdır. İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kuran-ı Hakimde hakkı neşredenler اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ، اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ diyerek, insanlardan istiğna göstermişler..." İşte, Risale-i Nur Külliyatının mazhar olduğu İlahi fütuhat, hep bu enbiya mesleğinde sebat kahramanlığının şaheser misali ve harikulade neticesidir. Ve bu sayede Üstad, izzet-i ilmiyesini, cihan- kıymet bir elmas gibi muhafaza eylemiştir. Artık, herkesin, uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet ve daha nice bin şahsi ve maddi menfaatlerle asla alakası olmayan bir insan, nasıl olur da gönüller fatihi olmaz? İmanlı gönüller, nasıl onun feyiz ve nuruyla dolmaz? İktisatçılığı: İktisat, bundan evvel bahsettiğimiz "istiğna"nın tefsir ve izahından başka birşey değildir. Zaten iktisat sarayına girebilmek için, evvela istiğna denilen kapıdan girmek lazımdır. Bu sebeple iktisatla istiğna, lazımla mülzem kabilindendir. Üstad gibi, istiğna hususunda peygamberleri kendine örnek kabul eden bir mücahidin iktisatçılığı, kendiliğinden husule gelecek kadar tabii bir haslet halini alır ve artık ona günde bir tas çorba, bir bardak su ve bir parça ekmek kafi gelebilir. Zira bu büyük insan, büyük ve munsif Fransız şairi La Martinin dediği gibi: "Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor." Üstadın meşrep ve mesleğini tamamen anladıktan sonra, artık onun yüksek iktisatçılığını böyle yemek içmek gibi basit şeylerle mukayese etmeyi çok görüyorum. Zira, bu büyük insanın yüksek iktisatçılığını manevi sahalarda tatbik etmek ve maddi olmayan ölçülerle ölçmek lazım gelir. Mesela, Üstad, bu yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil; bilakis fikir, zihin, istidat, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi manevi ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesiyle ölçen bir dahidir. Ve bütün ömrü boyunca bir karakter halinde takip ettiği bu titiz muhasebe ve murakabe usulünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh bir Nur talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay birşey değildir. Zira, onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu "Dikkat!" kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir. İşte Bediüzzaman, kudretli bir ıslahatçı ve harikalar harikası bir pedagog (mürebbi) olduğunu, yetiştirdiği ter temiz nesille fiilen ispat etmiş ve iktisat tarihine nurdan pırıltılarla yazılan bir atlas sayfa daha ilave eden bir nadire-i fıtrattır. Tevazuu ve mahviyetkarlığı: Nur Risalelerinin bu kadar harikulade bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faydası olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür. Çünkü, Üstad, sohbet ve teliflerinde kendine bir "kutbul-arifin" ve bir "Gavsul-vasılin" süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu ter temiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvi gayesini benimsemiştir. Mesela, ahlak ve fazilete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve ateşin hitabelerinin ilk ve yegane muhatabı, öz nefsidir. Oradan, merkezden muhite yayılırcasına, bütün nur ve sürura, saadet ve huzura müştak olan gönüllere yayılır. Üstad, hususi hayatında gayet halim-selim ve son derece mütevazidir. Bir ferdi değil, hiçbir zerreyi incitmemek için azami fedakarlıklar gösterir. Sayısız zahmet ve meşakkatlere, ıztırap ve mahrumiyetlere katlanır—fakat imanına, Kuranına dokunulmamak şartıyla... Artık o zaman bakmışsınız ki, o sakin deniz, dalgaları semalara yükselen bir tufan, sahillere heybet ve dehşet saçan bir umman kesilmiştir. Çünkü o, Kuran-ı Kerimin sadık hizmetkarı ve iman hudutlarını bekleyen kahraman ve fedai bir neferidir. Kendisi bu hakikati veciz bir cümleyle şu şekilde ifade eder: "Bir nefer nöbette iken, başkumandan da gelse, silahını bırakmayacak. Ben de Kuranın bir hizmetkarı ve bir neferiyim. Vazife başındayken karşıma kim çıkarsa çıksın, hak budur derim, başımı eğmem..." Vazife başında ve cihad meydanındayken şu mısralar lisan-ı halidir: Şahlanan bir ata benzer, kırarım kanlı gemi, Sinsi düşmanlara, haşa, satamam benliğimi. Benliğimden uzak olmaktır esaret bence, Böyle bir zillete düşmek ne hazin işkence! Ebedi vuslatın aşkıyla geçer her anım, Dest-i kudretle yapılmış kaledir imanım, Bu mukaddes emelimden ne kadar dilşadım, Görmek ister beni Cennette şehid ecdadım. Ruhum oldukça müebbed, ebedidir ömrüm, En büyük vuslata Allaha çıkan yoldur ölüm. Kitaba girmezden evvel, Üstadı ilmi, fikri, tasavvufi ve edebi cepheleriyle de mütalaa etmek isterdim. Fakat çok derin ve pek şümullü olan bu mevzuların birkaç sayfayla hulasa edilemeyeceğini kati bir surette idrak ettikten sonra, artık adı geçen mevzulara birkaç cümleyle temas etmeyi münasip gördüm. Rabbim imkanlar lutfederse, bu derin mevzuları, Risale-i Nur Külliyatı ve Nur talebeleri ile birlikte, büyük ve müstakil bir eserle, tahlili bir surette tetkik ve mütalaa etmeyi bütün ruhumla arzu ediyorum. Bu hususta, büyük Üstadımızın ve aziz kardeşlerimin kıymetli dualarını niyaz eylerim. Üstadın ilmi cephesi: Merhum Ziya Paşa, şu ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde beytiyle nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakikatı ifade etmiştir. Evet, Müslüman ırkımıza Risale-i Nur Külliyatı gibi muazzam bir iman ve irfan kütüphanesini hediye eden, gönüller üzerinde mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz ve müstesna zatın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilata girişmek, öğle vakti güneşi tarif etmek kadar fuzuli bir iştir. Yalnız, yanık bir şairimizin, Hüsn olur kim seyrederken ihtiyar elden gider dediği gibi, hayatının her lahzasında İlahi tecellilere mazhar bulunan bu mübarek zatın, ilim ve irfanından, ahlak ve kemalatından bahsetmek, insana bam başka bir zevk ve İlahi bir haz veriyor. Bunun için sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum. Üstad, Risale-i Nur Külliyatında dini, içtimai, ahlaki, edebi, hukuki, felsefi ve tasavvufi en mühim mevzulara temas etmiş ve hepsinde de harikulade bir surette muvaffak olmuştur. İşin asıl hayret veren noktası, birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzuları gayet açık bir şekilde ve en kati bir surette hallettiği gibi, en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin tuttuğu nurlu yolu takip ederek sahil-i selamete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır. Bu sebeple, Risale-i Nur Külliyatını aziz milletimizin her tabakasına kemal-i emniyet ve samimiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz. Nur Risaleleri, Kuran-ı Kerimin nur deryasından alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen billur huzmelerdir. Binaenaleyh, her Müslümana düşen en mukaddes vazife, imanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zira, tarihte pek çok defalar görülmüştür ki, bir eser nice fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan kitlelerinin hidayet ve saadetine sebep olmuştur. Ah, ne bahtiyardır o insan ki, bir mümin kardeşinin imanının kurtulmasına sebep olur! Üstadın fikri cephesi: Malum ya, her mütefekkirin kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikri hayatında takip ettiği bir gayesi ve bütün gönlüyle bağlandığı bir ideali vardır. Ve onun tefekkür sisteminden, gaye ve idealinden bahsetmek için uzun mukaddemeler serd edilir. Fakat Bediüzzamanın tefekkür sistemi, gaye ve ideali, uzun mukaddemelerle filan yorulmaksızın, bir cümleyle hülasa edilebilir: Bütün semavi kitapların ve bilumum peygamberlerin yegane davaları olan "Halık-ı Kainatın uluhiyet ve vahdaniyetini ilan" ve bu büyük davayı da ilmi, mantıki ve felsefi delillerle ispat eylemektir. O halde Üstadın mantık, felsefe ve müsbet ilimlerle de alakası var? Evet, mantık ve felsefe, Kuranla barışıp hak ve hakikate hizmet ettikleri müddetçe, Üstad en büyük mantıkçı ve en kudretli bir feylesoftur. Mukaddes ve cihanşümul davasını ispat vadisinde kullandığı en parlak delilleri ve en kati burhanları, Kuran-ı Kerimin Allah kelamı olduğunu hergün bir kat daha ispat ve ilan eden müsbet ilimdir. Zaten felsefe, aslında hikmet manasına geldikçe, Vacibül-Vücud Teala ve Tekaddes Hazretlerini, Zat-ı Barisine layık sıfatlarla ispata çalışan her eser en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakimdir. İşte Üstad, böyle ilmi bir yolu, yani Kuran-ı Kerimin nurlu yolunu takip ettiği için, binlerle üniversitelinin imanını kurtarmak şerefine mazhar olmuştur. Hazretin bu hususta haiz olduğu ilmi, edebi ve felsefi daha pek çok meziyetleri vardır. Fakat onları, eserlerinden misaller getirerek inşaallah müstakil bir eserde arz etmek emelindeyim. Ve minallahit-tevfik. Tasavvuf cephesi: Nakşibendi meşayihinden, her harekatını Peygamber-i Zişan Efendimiz Hazretlerinin harekatına tatbik etmeye çalışan ve büyük bir alim olan bir zata sordum: "Efendi Hazretleri, ulema ile mutasavvife arasındaki gerginliğin sebebi nedir?" "Ulema, Resulallah Efendimizin ilmine, mutasavvıflar da ameline varis olmuşlar. İşte bu sebepten dolayıdır ki, Fahr-i Cihan Efendimizin hem ilmine ve hem ameline varis olan bir zata zülcenaheyn, yani iki kanatlı deniliyor. Binaenaleyh, tarikattan maksat, ruhsatlarla değil, azimetlerle amel edip ahlak-ı Peygamberi ile ahlaklanarak bütün manevi hastalıklardan temizlenip Cenab-ı Hakkın rızasında fani olmaktır. İşte bu ulvi dereceyi kazanan kimseler, şüphesiz ki ehl-i hakikattirler. Yani, tarikattan maksud ve matlub olan gayeye ermişler demektir. Fakat bu yüksek mertebeyi kazanmak, her adama müyesser olamayacağı için, büyüklerimiz matlub olan hedefe kolaylıkla erebilmek için muayyen kaideler vaz eylemişlerdir. Hülasa, tarikat, şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarikattan düşen şeriata düşer, fakat—maazallah—şeriattan düşen ebedi hüsranda kalır." Bu büyük zatın beyanatına göre, Bediüzzamanın açtığı nur yolu ile, hakiki ve şaibesiz tasavvuf arasında cevheri hiçbir ihtilaf yoktur. Her ikisi de rıza-yı Bariye ve binnetice Cennet-i alaya ve didar-ı Mevlaya götüren yollardır. Binaenaleyh, bu asil gayeyi istihdaf eden herhangi mutasavvıf bir kardeşimizin, Risale-i Nur Külliyatını seve seve okumasına hiçbir mani kalmadığı gibi, bilakis Risale-i Nur, tasavvuftaki "murakabe" dairesini Kuran-ı Kerim yoluyla genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilave etmiştir. Evet, insanın gözüne gönlüne bam başka ufuklar açan bu tefekkür sebebiyle, sadece kalbinin murakebesiyle meşgul olan bir salik, kalbi ve bütün letaifiyle birlikte, zerrelerden kürelere kadar bütün kainatı azamet ve ihtişamıyla seyir ve temaşa, murakabe ve müşahede ederek, Cenab-ı Hakkın o alemlerde bin bir şekilde tecelli etmekte olan Esma-i Hüsnasını, sıfat-ı ulyasını kemal-i vecd ile görerek, artık sonsuz bir mabedde olduğunu aynelyakin, ilmelyakin ve hakkalyakin derecesinde hisseder. Çünkü, içine girdiği mabed öyle ulu bir mabeddir ki, milyarlara sığmayan cemaatin hepsi aşk ve şevk, huşu ve istiğraklar içinde Halıkını zikrediyor. Yanık, tatlı ve güzel lisanları, şive, nağme, ahenk ve besteleriyle bir ağızdan سُبْحَانَ اللهِ وَالْحَمْدُ ِللهِ وَلاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاللهُ اَكْبَرُ diyorlar. Risale-i Nurun açtığı iman ve irfan ve Kuran yolunu takip eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mabede girer. Ve herkes de iman ve irfanı, feyiz ve ihlası nisbetinde feyizyab olur. Edebi cephesi: Eskiden beri, lafız ve mana, üslup ve muhteva bakımından, edipler ve şairler, mütefekkirler ve alimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslup ve ifadeye, vezin ve kafiyeye kıymet vererek, manayı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de kendini en çok şiirde gösterir. Diğer zümre ise, en çok mana ve muhtevaya ehemmiyet vererek, özü söze kurban etmemişlerdir. Artık Bediüzzaman gibi büyük bir mütefekkirin edebi cephesi, bu küçük mukaddeme ile kolayca anlaşılır sanırım. Zira Üstad o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzim ve tertibiyle değil, bilakis kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsi bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, iman şuurunun, ahlak ve fazilet mefhumunun asırlara, nesillere telkiniyle meşgul olan bir dahidir. Artık bu kadar ulvi bir gayenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir mücahid, pek tabiidir ki, fani şekillerle meşgul olamaz. Bununla beraber, Üstad, zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulade denecek derecede edebi bir kudret ve melekeyi haizdir. Ve bu sebeple, üslup ve ifadesi, mevzua göre değişir. Mesela, ilmi ve felsefi mevzularda mantıki ve riyazi delillerle aklı ikna ederken, gayet veciz terkipler kullanır. Fakat gönlü mest edip ruhu yükselteceği anlarda ifade o kadar berraklaşır ki, tarif edilemez. Mesela, semalardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtaplardan ve bilhassa bahar aleminden ve Cenab-ı Hakkın o alemlerde tecelli etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken üslup o kadar latif bir şekil alır ki, artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır; ve her tasvir, harikalar harikası bir alemi canlandırır. İşte bu hikmete mebnidir ki, bir Nur talebesi Risale-i Nur Külliyatını mütalaasıyla—üniversitenin herhangi bir fakültesine mensup da olsa—hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam manasıyla tatmin edilmiş oluyor. Nasıl tatmin edilmez ki, Risale-i Nur Külliyatı, Kuran-ı Kerimin cihanşümul bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, onda, o mübarek ve İlahi bahçenin nuru, havası, ziyası ve kokusu vardır. Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular, Kurana her zaman beşerin ihtiyacı var. Ali Ulvi Kurucu يَۤا اَللهُ يَا رَحْمٰنُ يَا رَحِيمُ يَا فَرْدُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَكَمُ يَا عَدْلُ يَا قُدُّوسُ İsm-i azamın hakkına ve Kuran-ı Mucizül-Beyanın hürmetine ve Resulallah aleyhissalatü vesselamın şerefine, bu mecmuayı bastıranları ve mübarek yardımcılarını Cennetül-Firdevste saadet-i ebediyeye mazhar eyle. amin. Ve hizmet-i imaniye ve Kuraniyede daima muvaffak eyle. amin. Ve defter-i hasenatlarına, Asa-yı Musa mecmuasının herbir harfine mukabil, bin hasene yazdır. amin. Ve nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle. amin. Ya Erhamerrahimin! Umum Risale-i Nur şakirtlerini iki cihanda mesut eyle. amin. İnsi ve cinni şeytanların şerlerinden muhafaza eyle. amin. Ve bu aciz ve biçare Saidin kusuratını affeyle. amin. Umum Nur şakirtleri namına Said Nursi