"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Otuzuncu Lema

Otuz Birinci Mektubun Otuzuncu Leması ve Eskişehir Hapishanesinin bir meyvesi, Altı Nüktedir.

Denizli Medrese-i Yusufiyesinin bir ders-i azamı Meyve Risalesi olduğu ve Afyon Medrese-i Yusufiyesinin kıymettar bir ders-i ekmeli el-Hüccetüz-Zehra olması gibi, Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin gayet kuvvetli bir ders-i azamı da, İsm-i azamı taşıyan altı ismin altı nüktesini beyan eden bu Otuzuncu Lemadır.

İsm-i azamdan Hayy-ı Kayyuma dair parçada pek derin ve geniş meseleleri herkes birden bilemez ve zevk etmez, fakat hissesiz de kalmaz.

Birinci Nükte
İsm-i Kuddusün bir nüktesine dairdir.
Bu Küddus nüktesi, Otuzuncu Sözün Zeylinin Zeyli olması münasiptir.
وَاْلاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ ayetinin bir nüktesi ve bir İsm-i azam veyahut İsm-i azamın altı nurundan bir nuru olan Kuddus isminin bir cilvesi, Şaban-ı Şerifin ahirinde, Eskişehir Hapishanesinde bana göründü. Hem mevcudiyet-i İlahiyeyi kemal-i zuhurla, hem vahdet-i Rabbaniyeyi kemal-i vuzuhla gösterdi. Şöyle ki, gördüm:

Bu kainat ve bu küre-i arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler muzahrafatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz; insan onda boğulur.

Halbuki bu fabrika-i kainat ve misafirhane-i arz o derece pak, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfi bir kir bulunmaz. Zahiri bulunsa da, çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir.

Demek bu fabrikaya bakan Zat, çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi bir Sahibi var ki, o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder. Ve o pek büyük fabrikanın büyüklüğü nisbetinde muzahrafatı ve enkazından kalma kirli maddeleri, süprüntüleri bulunmuyor. Belki büyüklüğü nisbetinde temizliğine ve nezafetine dikkat ediliyor.

Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı alemdeki paklık, safilik, nuranilik, temizlik, mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor. Ve eğer o daimi tathir ve süpürmek ve dikkatle bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüz bin milletleri arzın yüzünde boğulacaklardı. Ve semavatın fezasında tahribe ve mevte mazhar olan kürelerin ve peyklerin, belki yıldızların enkazları, başımızı ve diğer hayvanatın başlarını, belki küre-i arzın başını, belki dünyamızın başını kıracaklardı, dağlar büyüklüğündeki taşları başımıza yağdıracaklardı. Ve bizi bu vatan-ı dünyevimizden kaçıracaklardı. Halbuki, eskiden beri o yukarı alemlerdeki tahrip ve tamirden, medar-ı ibret olarak, yalnız birkaç semavi taşlar düşmüşse de, hiç kimsenin başını kırmamış.

Hem zeminin yüzünde her sene mevt ve hayatın değişmeleri ve döğüşmeleri yüzünden, yüz binler hayvanat milletlerinin cenazeleri ve iki yüz bin nebatatın taifelerinin enkazları, ber ve bahrin yüzlerini fevkalade öyle kirleteceklerdi ki, zişuur, o yüzleri değil sevmek, aşık olmak, belki öyle çirkinlikten nefret edip mevte ve ademe kaçacaklardı.

Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir katip rahatça sahifelerini temizlediği gibi, bu tayyare-i arzın ve bu tuyur-u semaviyenin kanatları ve bu kitab-ı kainatın sahifeleri de öylece temizleniyor, güzelleşiyor ki, ahiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine aşık olurlar, perestiş ederler.

Demek bu saray-ı alem ve bu fabrika-i kainat, ism-i Kuddusün bir cilve-i azamına mazhardır ki, o tanzif-i kudsiden gelen emirleri, değil yalnız denizlerin akilül-lahm tanzifatçıları ve karaların kartalları, belki kurtlar ve karıncalar gibi, cenazeleri toplayan sıhhiye memurları dahi dinliyorlar.

Belki o kudsi evamir-i tanzifiyeyi, bedende cereyan eden kandaki küreyvat-ı hamra ve beyza dahi dinleyip bedenin hüceyratında tanzifat yaptıkları gibi, nefes dahi o kanı tasfiye eder, temizler.

Ve o emri, gözkapakları gözleri temizlemek ve sinekler kanatlarını süpürmek için dinledikleri gibi, koca hava ve bulut dahi dinler. Hava, zeminin sathına, yüzüne konan toz toprak süprüntülere üfler, tanzif eder. Bulut süngeri, zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra, gökyüzünü çok zaman kirletmemek için, çabuk süprüntülerini toplayıp kemal-i intizamla çekilir, gizlenir. Göğün güzel yüzünü ve gözünü, silinmiş ve süpürülmüş, parıl parıl parlar gösteriyor.

Ve o evamir-i tanzifiyeyi, yıldızlar, unsurlar, madenler, nebatlar dinledikleri gibi, bütün zerreler dahi dinliyorlar ki, hayret-engiz tahavvülat fırtınaları içinde o zerreler nezafete dikkat ediyorlar. Bir yerde lüzumsuz toplanmıyorlar, kalabalık etmiyorlar. Mülevves olsalar çabuk temizleniyorlar. En temiz ve en nazif ve en parlak ve en pak vaziyetleri, en güzel, en safi, en latif suretleri almak için, bir dest-i hikmet tarafından sevk olunuyorlar.

İşte bu tek fiil, yani, birtek hakikat olan tanzif, ism-i Kuddus gibi bir İsm-i azamdan, kainatın daire-i azamında görünen bir cilve-i azamdır ki, doğrudan doğruya mevcudiyet-i Rabbaniyeyi ve vahdaniyet-i İlahiyeyi, Esma-i Hüsnasıyla beraber, güneş gibi, geniş ve dürbün gibi olan gözlere gösterir.

Evet, nasıl ki, Risale-i Nurun çok cüzlerinde kati burhanlarla ispat edilmiş ki, ism-i Hakem ve ism-i Hakimin bir cilvesi olan fiil-i tanzim ve nizam; ve ism-i Adl ve adilin bir cilvesi olan fiil-i tevzin ve mizan; ve ism-i Cemil ve Kerimin bir cilvesi olan fiil-i tezyin ve ihsan; ve ism-i Rab ve Rahimin bir cilvesi olan fiil-i terbiye ve inam, bu daire-i azam-ı alemde, herbiri birtek hakikat ve birtek fiil olduklarından, birtek Zatın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösteriyorlar. Aynen öyle de, ism-i Kuddusün bir mazharı ve bir cilvesi olan fiil-i tanzif ve tathir dahi, o Zat-ı Vacibül-Vücudun hem güneş gibi mevcudiyetini, hem gündüz gibi vahdaniyetini gösteriyorlar.

Ve mezkur tanzim, tevzin, tezyin, tanzif misilli o efal-i hakimane, azami dairede vahdet-i neviyeleri noktasında birtek Sani-i Vahidi gösterdikleri gibi; Esma-i Hüsnanın ekserisinin, belki bin bir esmanın herbirinin böyle birer cilve-i azamı, bu daire-i azamda vardır. Ve o cilveden gelen fiil, büyüklüğü nisbetinde vuzuh ve katiyetle Vahid-i Ehadi gösterir.

Evet, herşeyi kanun ve nizamına itaat ettiren hikmet-i amme; ve herşeyi süslendirip yüzünü güldüren inayet-i şamile; ve herşeyi sevindirip memnun eden rahmet-i vasia; ve zihayat herşeyi beslendirip lezzetlendiren rızk-ı umumi-i iaşe; ve herşeyi umum eşyaya münasebettar ve müstefid ve bir derece malik eden hayat ve ihya gibi, kainatın yüzünü güldüren, ışıklandıran bedihi hakikatler ve vahdani fiiller, ziya güneşi gösterdiği gibi, birtek Zat-ı Hakim, Kerim, Rahim, Rezzak, Hayy ve Muhyiyi bilbedahe gösteriyorlar. Eğer herbiri birer burhan-ı bahir-i vahdaniyet olan o yüzer geniş fiillerden tek birisi Vahid-i Ehade verilmezse, yüzer vecihte muhaller lazım gelir.

Mesela, onlardan değil hikmet, inayet, rahmet, iaşe, ihya gibi bedihi hakikatler ve vahdani deliller, belki yalnız tanzif fiili Kainat Halıkına verilmezse, o vakit ehl-i dalaletin o meslek-i küfrisinde lazım gelir ki, ya tanzifle alakadar zerreden, sinekten tut, ta unsurlara, yıldızlara kadar bütün mahlukatın herbiri, koca kainatın tezyin ve tevzin ve tanzim ve tanzifini bilecek, düşünecek ve ona göre davranacak bir kabiliyette olacak; veyahut Halık-ı alemin sıfat-ı kudsiyesi kendisinde bulunacak; veyahut bu kainatın tezyinat ve tanzifatı ve varidat ve masarifinin muvazenelerini tanzim etmek için, kainat büyüklüğünde bir meclis-i meşveret bulundurulacak ve hadsiz zerreler, sinekler, yıldızlar o meclisin azaları olacak. Ve hakeza, bunlar gibi hurafeli, safsatalı yüzer muhaller bulunacak, ta ki her tarafta görünen ve müşahede olunan umumi ve ihatalı ulvi tezyin ve tathir ve tanzif vücut bulabilsin. Bu ise, bir muhal değil, belki yüz bin muhal ortaya girer.

Evet, eğer gündüzün ziyası ve zemindeki umum parlak şeylerde temessül eden hayali güneşçikler güneşe verilmezse ve birtek güneşin cilve-i inikasıdır denilmezse, o vakit zemin yüzünde parlayan bütün cam parçalarında ve su katrelerinde ve karın şişeciklerinde, belki havanın zerrelerinde birer hakiki güneş bulunmak lazım gelir—ta ki o umumi ziya vücut bulabilsin.

İşte hikmet dahi bir ziyadır. Rahmet-i muhita bir ziyadır. Tezyin, tevzin, tanzim, tanzif, muhit birer ziyadırlar ki, o Şems-i Ezelinin şualarıdırlar. İşte gel, bak, dalalet ve küfür nasıl hiç çıkılmaz bataklığa girer. Ve dalaletteki cehalet, ne derece ahmakane olduğunu gör, “Elhamdü lillahi ala dinil-İslam ve kemalil-iman” de.

Evet, kainat sarayını ter temiz tutan bu ulvi, umumi tanzif, elbette ism-i Kuddusün cilvesi ve muktezasıdır. Evet, nasıl ki bütün mahlukatın tesbihatları ism-i Kuddusa bakar; öyle de, bütün nezafetlerini de Kuddus ismi ister. Nezafetin bu kudsi intisabındandır ki, اَلنَّظَافَةُ مِنَ اْلاِيمَانِ hadisi, nezafeti imanın nurundan saymış ve اِنَّ اللهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ ayeti dahi, tahareti muhabbet-i İlahiyenin bir medarı göstermiş.

Otuzuncu Lemanın İkinci Nüktesi
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَۤائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُۤ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ ayetinin bir nüktesi ve bir İsm-i azam veyahut İsm-i azamın altı nurundan bir nuru olan Adl isminin bir cilvesi, Birinci Nükte gibi, Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa göründü. Onu yakınlaştırmak için yine temsil yoluyla deriz:

Şu kainat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkanan bir şehir var. Ve o şehirde her vakit harp ve hicret içinde kaynayan bir memleket var. Ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir alem var.

Halbuki, o sarayda, o şehirde, o memlekette, o alemde o derece hayret-engiz bir muvazene, bir mizan, bir tevzin hükmediyor; bilbedahe ispat eder ki, bu hadsiz mevcudatta olan hadsiz tahavvülat ve varidat ve masarif, herbir anda umum kainatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir birtek Zatın mizanıyla ölçülür, tartılır. Yoksa, balıklardan bir balık, bin yumurtacıkla ve nebatattan haşhaş gibi bir çiçek, yirmi bin tohumla ve sel gibi akan unsurların, inkılapların hücumuyla, şiddetle muvazeneyi bozmaya çalışan ve istila etmek isteyen esbab başıboş olsalardı veyahut maksatsız, serseri tesadüf ve mizansız, kör kuvvete ve şuursuz, zulmetli tabiata havale edilseydi, o muvazene-i eşya ve muvazene-i kainat öyle bozulacaktı ki, bir senede, belki bir günde hercümerc olurdu. Yani, deniz karma karışık şeylerle dolacaktı, taaffün edecekti. Hava gazat-ı muzırra ile zehirlenecekti. Zemin ise bir mezbele, bir mezbaha, bir bataklığa dönecekti. Dünya boğulacaktı.

İşte, cesed-i hayvaninin hüceyratından ve kandaki küreyvat-ı hamra ve beyzadan ve zerratın tahavvülatından ve cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden tut, ta denizlerin varidat ve masarifine, ta zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına, ta hayvanat ve nebatatın tevellüdat ve vefiyatlarına, ta güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına, ta unsurların ve yıldızların hidemat ve harekatlarına, ta mevt ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve burudetin değişmelerine ve döğüşmelerine ve çarpışmalarına kadar, o derece hassas bir mizanla ve o kadar ince bir ölçüyle tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer hiçbir yerde hakiki olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği gibi, hikmet-i insaniye dahi herşeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor. Belki, hikmet-i insaniye, o intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır.

İşte, gel, Güneş ile muhtelif on iki seyyarenin muvazenelerine bak. Acaba bu muvazene, güneş gibi, Adl ve Kadir olan Zat-ı Zülcelali göstermiyor mu? Ve bilhassa, seyyarattan olan gemimiz, yani küre-i arz, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder. Ve o harika süratiyle beraber, zeminin yüzünde dizilmiş, istif edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya fırlatmıyor. Eğer sürati bir parça tezyid veya tenkis edilseydi, sekenesini havaya fırlatıp fezada dağıtacaktı. Ve bir dakika, belki bir saniye muvazenesini bozsa, dünyamızı bozacak, belki başkasıyla çarpışacak, bir kıyameti koparacak.

Ve bilhassa zeminin yüzünde, nebati ve hayvani dört yüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışça rahimane muvazeneleri, ziya güneşi gösterdiği gibi, birtek Zat-ı Adl ve Rahimi gösteriyor.

Ve bilhassa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından birtek ferdin azası, cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebettar ve muvazenettedir ki, o tenasüp, o muvazene, bedahet derecesinde bir Sani-i Adl ve Hakimi gösteriyor.

Ve bilhassa her ferd-i hayvaninin bedenindeki hüceyratın ve kan mecralarının ve kandaki küreyvatın ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve harika muvazeneleri var; bilbedahe ispat eder ki, herşeyin dizgini elinde ve herşeyin anahtarı yanında ve birşey birşeye mani olmuyor, umum eşyayı birtek şey gibi kolayca idare eden birtek Halık-ı Adl u Hakimin mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor.

Haşrin Mahkeme-i Kübrasında, mizan-ı azam-ı adaletinde cin ve insin muvazene-i amallerini istibad edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu muvazene-i ekbere dikkat etse, elbette istibadı kalmaz.

Ey israflı, iktisatsız, ey zulümlü, adaletsiz, ey kirli, nezafetsiz, bedbaht insan! Bütün kainatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi olan iktisat ve nezafet ve adaleti yapmadığından, umum mevcudata muhalefetinle, manen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki, umum mevcudatı zulmünle, mizansızlığınla, israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun?

Evet, ism-i Hakimin cilve-i azamından olan hikmet-i amme-i kainat, iktisat ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor, iktisadı emrediyor.

Ve ism-i Adlin cilve-i azamından gelen kainattaki adalet-i tamme, umum eşyanın muvazenelerini idare ediyor. Ve beşere de adaleti emrediyor. Sure-i Rahmanda, وَالسَّمَۤاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمِيزَانَ اَلاَّ تَطْغَوْا فِى الْمِيزَانِ وَاَقِيمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ وَلاَ تُخْسِرُوا الْميِزَانَ

ayetindeki, dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden, dört defa mizan zikretmesi, kainatta mizanın derece-i azametini ve fevkalade, pek büyük ehemmiyetini gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakiki zulüm ve mizansızlık yoktur.

Ve ism-i Kuddusün cilve-i azamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kainatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakiki nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor.

İşte, hakaik-i Kuraniyeden ve desatir-i İslamiyeden olan adalet, iktisat, nezafet hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı birer düstur olduğunu anla. Ve ahkam-ı Kuraniye ne derece kainatla alakadar ve kainat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakaiki bozmak, kainatı bozmak ve suretini değiştirmek gibi, mümkün olmadığını bil.

Ve bu üç ziya-yı azam gibi, rahmet, inayet, hafiziyet misillü yüzer ihatalı hakikatler haşri, ahireti iktiza ve istilzam ettikleri halde, hiç mümkün müdür ki, kainatta ve umum mevcudatta hükümferma olan rahmet, inayet, adalet, hikmet, iktisat ve nezafet gibi pek kuvvetli, ihatalı hakikatler, haşrin ademiyle ve ahiretin gelmemesiyle merhametsizliğe, zulme, hikmetsizliğe, israfa, nezafetsizliğe, abesiyete inkılap etsinler?

Haşa, yüz bin defa haşa! Bir sineğin hakk-ı hayatını rahimane muhafaza eden bir rahmet, bir hikmet, acaba haşri getirmemekle, umum zişuurların hadsiz hukuk-u hayatlarını ve nihayetsiz mevcudatın nihayetsiz hukuklarını zayi eder mi? Ve, tabiri caizse, rahmet ve şefkatte ve adalet ve hikmette hadsiz hassasiyet ve dikkat gösteren bir haşmet-i Rububiyet ve kemalatını göstermek ve kendini tanıttırmak ve sevdirmek için bu kainatı hadsiz harika sanatlarıyla, nimetleriyle süslendiren bir saltanat-ı Uluhiyet, böyle, hem umum kemalatını, hem bütün mahlukatını hiçe indiren ve inkar ettiren haşirsizliğe müsaade eder mi? Haşa! Böyle bir cemal-i mutlak, böyle bir kubh-u mutlaka, bilbedahe, müsaade etmez.

Evet, ahireti inkar etmek isteyen adam, evvelce bütün dünyayı bütün hakaikiyle inkar etmeli. Yoksa, dünya bütün hakaikiyle, yüz bin lisanla onu tekzip ederek bu yalanında yüz bin derece yalancılığını ispat edecek. Onuncu Söz kati delillerle ispat etmiştir ki, ahiretin vücudu, dünyanın vücudu kadar kati ve şüphesizdir.

İsm-i azamın altı nurundan üçüncü nuruna işaret eden Üçüncü Nükte
اُدْعُ اِلٰى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ ayetinin bir nüktesi ve bir İsm-i azam veya İsm-i azamın altı nurundan bir nuru olan ism-i Hakemin bir cilvesi, Ramazan-ı Şerifte Eskişehir Hapishanesinde göründü. Ona yalnız bir işaret olarak, beş noktadan ibaret Üçüncü Nükte acele olarak yazıldı, müsvedde olarak kaldı.

ÜÇÜNCÜ NÜKTENİN BİRİNCİ NOKTASI
Onuncu Sözde işaret edildiği gibi, ism-i Hakemin tecelli-i azamı şu kainatı öyle bir kitap hükmüne getirmiş ki, her sahifede yüzer kitap yazılmış; ve her satırında yüzer sayfa derc edilmiş; ve her kelimesinde yüzer satır mevcuttur; ve her harfinde yüzer kelime var; ve her noktasında kitabın muhtasar bir fihristeciği bulunur bir tarza getirmiştir. O kitabın sahifeleri, satırları, ta noktalarına kadar yüzer cihette Nakkaşını, Katibini öyle vuzuhla gösteriyor ki, o kitab-ı kainatın müşahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade Katibinin vücudunu ve vahdetini ispat eder. Çünkü bir harf kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde, katibini bir satır kadar ifade ediyor.

Evet, bu kitab-ı kebirin bir sahifesi, zemin yüzüdür. O sahifede nebatat, hayvanat taifeleri adedince kitaplar birbiri içinde, beraber, bir vakitte, yanlışsız, gayet mükemmel bir surette, bahar mevsiminde yazıldığı gözle görünüyor.

Bu sayfanın bir satırı, bir bahçedir. O bahçede bulunan çiçekler, ağaçlar, nebatlar adedince manzum kasideler beraber, birbiri içinde, yanlışsız yazıldığını gözümüzle görüyoruz.

O satırın bir kelimesi, çiçek açmış, meyve vermek üzere yaprağını vermiş bir ağaçtır. İşte bu kelime, muntazam, mevzun, süslü yaprak, çiçek ve meyveleri adedince, Hakem-i Zülcelalin medh-ü senasına dair manidar fıkralardır.

Güya çiçek açmış her ağaç gibi, o ağaç dahi, Nakkaşının medihelerini teganni eden manzum bir kasidedir.

Hem güya Hakem-i Zülcelal, zeminin meşherinde teşhir ettiği antika ve acip eserlerine binler gözle bakmak istiyor.

Hem güya o Sultan-ı Ezelinin o ağaca verdiği murassa hediye ve nişanları ve formaları, hususi bayramı ve resm-i küşadı olan baharda, padişahın nazarına arz etmek için, öyle müzeyyen, mevzun, muntazam, manidar bir şekil almış ve öyle hikmetli bir şekil verilmiştir ki, herbir çiçeğinde, herbir meyvesinde, birbiri içinde çok vecihler ve delillerle Nakkaşının vücuduna ve esmasına şehadet ederler.

Mesela, herbir çiçekte, herbir meyvede bir mizan var. Ve o mizan, bir intizam içinde; ve o intizam, tazelenen bir tanzim ve tevzin içinde; ve o tevzin ve tanzim, bir ziynet ve sanat içinde; ve o ziynet ve sanat, manidar kokular ve hikmetli tatlar içinde bulunduğundan; herbir çiçek, o ağacın çiçekleri adedince, Hakem-i Zülcelale işaretler ediyor.

Ve bu bir kelime olan bu ağaçta, bir harf hükmünde olan bir meyvede bulunan bir çekirdek noktası, bütün ağacın fihristesini, programını taşıyan küçük bir sandukçadır. Ve hakeza, buna kıyasen, kainat kitabının bütün satırları, sahifeleri, böyle, ism-i Hakem ve Hakimin cilvesiyle, yalnız herbir sahifesi değil, belki herbir satırı ve herbir kelimesi ve herbir harfi ve herbir noktası, birer mucize hükmüne getirilmiştir ki, bütün esbab toplansa, bir noktasının nazirini getiremezler, muaraza edemezler.

Evet, bu Kuran-ı Azim-i Kainatın herbir ayet-i tekviniyesi, o ayetin noktaları ve hurufu adedince mucizeler gösterdiklerinden, elbette serseri tesadüf, kör kuvvet, gayesiz, mizansız, şuursuz tabiat, hiçbir cihetle o hakimane, basirane olan has mizana ve gayet ince intizama karışamazlar. Eğer karışsaydılar, elbette karışık eseri görünecekti. Halbuki hiçbir cihette intizamsızlık müşahede olunmuyor.

ÜÇÜNCÜ NÜKTENİN İKİNCİ NOKTASI
İki Meseledir.
BİRİNCİ MESELESİ: Onuncu Sözde beyan edildiği gibi, nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal, elbette kendini görmek ve göstermek, teşhir etmek istemesi, en esaslı bir kaidedir. İşte bu esaslı düstur-u umumiye binaendir ki, bu kitab-ı kebir-i kainatın Nakkaş-ı Ezelisi, bu kainatla ve bu kainatın herbir sahifesiyle ve herbir satırıyla, hatta harfleri ve noktalarıyla kendini tanıttırmak ve kemalatını bildirmek ve cemalini göstermek ve kendisini sevdirmek için, en cüziden en külliye kadar herbir mevcudun müteaddit lisanlarıyla cemal-i kemalini ve kemal-i cemalini tanıttırıyor ve sevdiriyor.

İşte, ey gafil insan! Bu Hakim-i Hakem-i Hakim-i Zülcelali vel-Cemal, sana karşı kendisini herbir mahlukuyla böyle hadsiz ve parlak tarzlarda tanıttırmak ve sevdirmek istediği halde, sen Onun tanıttırmasına karşı imanla tanımazsan ve Onun sevdirmesine mukabil ubudiyetinle kendini Ona sevdirmezsen, ne derece hadsiz muzaaf bir cehalet, bir hasaret olduğunu bil, ayıl.

İKİNCİ NOKTANIN İKİNCİ MESELESİ: Bu kainatın Sani-i Kadir ve Hakiminin mülkünde iştirak yeri yoktur. Çünkü herşeyde nihayet derecede intizam bulunduğundan, şirki kabul edemez. Çünkü müteaddit eller bir işe karışırsa, o iş karışır. Bir memlekette iki padişah, bir şehirde iki vali, bir köyde iki müdür bulunsa, o memleket, o şehir, o köyün her işinde bir karışıklık başlayacağı gibi, en edna bir vazifedar adam, o vazifesine başkasının müdahalesini kabul etmemesi gösteriyor ki, hakimiyetin en esaslı hassası, elbette istiklal ve infiraddır. Demek intizam vahdeti ve hakimiyet infiradı iktiza eder.

Madem hakimiyetin bir muvakkat gölgesi, muavenete muhtaç ve aciz insanlarda böyle müdahaleyi reddederse, elbette, derece-i rububiyette hakiki bir hakimiyet-i mutlaka, bir Kadir-i Mutlakta, bütün şiddetiyle müdahaleyi reddetmek gerektir. Eğer zerre kadar müdahale olsaydı, intizam bozulacaktı.

Halbuki bu kainat öyle bir tarzda yaratılmış ki, bir çekirdeği halk etmek için, bir ağacı halk edebilir bir kudret lazımdır. Ve bir ağacı halk etmek için de, kainatı halk edebilir bir kudret gerektir. Ve kainat içinde parmak karıştıran bir şerik bulunsa, en küçük bir çekirdekte de hissedar olmak lazım gelir. Çünkü o, onun nümunesidir. O halde, koca kainatta yerleşmeyen iki rububiyet bir çekirdekte, belki bir zerrede yerleşmek lazım gelir. Bu ise, muhalatın ve batıl hayalatın en manasız ve en uzak bir muhalidir. Koca kainatın umum ahval ve keyfiyatını mizan-ı adlinde ve nizam-ı hikmetinde tutan bir Kadir-i Mutlakın aczini—hatta bir çekirdekte dahi—iktiza eden şirk ve küfür ne kadar hadsiz derecede muzaaf bir hilaf, bir hata, bir yalan olduğunu ve tevhid ne derece hadsiz muzaaf bir derecede hak ve hakikat ve doğru olduğunu bil, “Elhamdü lillahi alel-iman” de.

ÜÇÜNCÜ NOKTA
Sani-i Kadir, ism-i Hakem ve Hakimi ile, bu alem içinde binler muntazam alemleri derc etmiştir. O alemler içinde en ziyade kainattaki hikmetlere medar ve mazhar olan insanı bir merkez, bir medar hükmünde yaratmış. Ve o kainat dairesinin en mühim hikmetleri ve faideleri insana bakıyor. Ve insan dairesi içinde dahi, rızkı bir merkez hükmüne getirmiş; alem-i insanide ekser hikmetler, maslahatlar, o rızka bakar ve onunla tezahür eder. Ve insanda, şuur ve rızıkta zevk vasıtasıyla, ism-i Hakimin cilvesi parlak bir surette görünüyor. Ve şuur-u insani vasıtasıyla keşfolunan yüzer fenlerden herbir fen, Hakem isminin, bir nevide bir cilvesini tarif ediyor.

Mesela, tıp fenninden sual olsa, “Bu kainat nedir?” Elbette diyecek ki: “Gayet muntazam ve mükemmel bir eczahane-i kübradır. İçinde herbir ilaç güzelce ihzar ve istif edilmiştir.”
Fenn-i kimyadan sorulsa, “Bu küre-i arz nedir?” Diyecek: “Gayet muntazam ve mükemmel bir kimyahanedir.”
Fenn-i makine diyecek: “Hiçbir kusuru olmayan, gayet mükemmel bir fabrikadır.”
Fenn-i ziraat diyecek: “Nihayet derecede mahsuldar, her nevi hububu vaktinde yetiştiren muntazam bir tarladır ve mükemmel bir bahçedir.”
Fenn-i ticaret diyecek: “Gayet muntazam bir sergi ve çok intizamlı bir pazar ve malları çok sanatlı bir dükkandır.”
Fenn-i iaşe diyecek: “Gayet muntazam, bütün erzakın envaını cami bir ambardır.”
Fenn-i rızık diyecek: “Yüz binler leziz taamlar beraber, kemal-i intizamla içinde pişirilen bir matbah-ı Rabbani ve bir kazan-ı Rahmanidir.”
Fenn-i askeriye diyecek ki: “Arz bir ordugahtır. Her bahar mevsiminde yeni taht-ı silaha alınmış ve zemin yüzünde çadırları kurulmuş dört yüz bin muhtelif milletler o orduda bulunduğu halde, ayrı ayrı erzakları, ayrı ayrı libasları, silahları, ayrı ayrı talimatları, terhisatları, kemal-i intizamla, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, birtek Kumandan-ı azamın emriyle, kuvvetiyle, merhametiyle, hazinesiyle, gayet muntazam yapılıp idare ediliyor.”

Ve fenn-i elektrikten sorulsa, “Bu alem nedir?” Elbette diyecek:
Bu muhteşem saray-ı kainatın damı, gayet intizamlı, mizanlı, hadsiz elektrik lambalarıyla tezyin edilmiştir. Fakat o kadar harika bir intizam ve mizanladır ki, başta güneş olarak, küre-i arzdan bin defa büyük o semavi lambalar, mütemadiyen yandıkları halde muvazenelerini bozmuyorlar, patlak vermiyorlar, yangın çıkarmıyorlar. Sarfiyatları hadsiz olduğu halde, varidatları ve gazyağları ve madde-i iştialleri nereden geliyor? Neden tükenmiyor? Neden yanmak muvazenesi bozulmuyor? Küçük bir lamba dahi muntazam bakılmazsa söner. Kozmoğrafyaca, küre-i arzdan bir milyondan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan güneşi kömürsüz, yağsız yandıran, söndürmeyen Hakim-i Zülcelalin hikmetine, kudretine bak, “Sübhanallah” de. Güneşin müddet-i ömründe geçen dakikaların aşiratı adedince “Maşaallah, barekallah, la ilahe illa Hu” söyle.

Demek bu semavi lambalarda gayet harika bir intizam var. Ve onlara çok dikkatle bakılıyor. Güya o pek büyük ve pek çok kütle-i nariyelerin ve gayet çok kanadil-i nuriyelerin buhar kazanı ise, harareti tükenmez bir Cehennemdir ki, onlara nursuz hararet veriyor. Ve o elektrik lambalarının makinesi ve merkezi fabrikası daimi bir Cennettir ki, onlara nur ve ışık veriyor; ism-i Hakem ve Hakimin cilve-i azamıyla, intizamla yanmakları devam ediyor.

Ve hakeza, bunlara kıyasen, yüzer fennin herbirisinin kati şehadetiyle, noksansız bir intizam-ı ekmel içinde, hadsiz hikmetler, maslahatlarla bu kainat tezyin edilmiştir. Ve o harika ve ihatalı hikmetle mecmu-u kainata verdiği intizam ve hikmetleri, en küçük bir zihayat ve bir çekirdekte, küçük bir mikyasta derc etmiştir. Ve malum ve bedihidir ki, intizamla gayeleri ve hikmetleri ve faydaları takip etmek, ihtiyar ile, irade ile, kast ile, meşiet ile olabilir, başka olamaz.
İhtiryarsız, iradesiz, kastsız, şuursuz esbab ve tabiatın işi olmadığı gibi, müdahaleleri dahi olamaz.

Demek bu kainatın bütün mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle iktiza ettikleri ve gösterdikleri bir Fail-i Muhtarı, bir Sani-i Hakimi bilmemek veya inkar etmek, ne kadar acip bir cehalet ve divanelik olduğu tarif edilmez. Evet, dünyada en ziyade hayret edilecek birşey varsa, o da bu inkardır. Çünkü kainatın mevcudatındaki hadsiz intizamat ve hikmetleriyle vücut ve vahdetine şahitler bulunduğu halde Onu görmemek, bilmemek, ne derece körlük ve cehalet olduğunu, en kör cahil de anlar. Hatta, diyebilirim ki, ehl-i küfrün içinde, kainatın vücudunu inkar ettiklerinden ahmak zannedilen Sofestailer, en akıllılarıdır. Çünkü, kainatın vücudunu kabul etmekle Allaha ve Halıkına inanmamak kabil ve mümkün olmadığından, kainatı inkara başladılar. Kendilerini de inkar ettiler, “Hiçbir şey yok” diyerek, akıldan istifa ederek, akıl perdesi altında sair münkirlerin hadsiz akılsızlıklarından kurtulup bir derece akla yanaştılar.

DÖRDÜNCÜ NOKTA
Onuncu Sözde işaret edildiği gibi, bir Sani-i Hakim ve gayet hikmetli bir usta, bir sarayın herbir taşında yüzer hikmeti hassasiyetle takip etse, sonra o saraya dam yapmayıp, boşu boşuna harap olmasıyla, takip ettiği hadsiz hikmetleri zayi etmesini hiçbir zişuur kabul etmediği ve bir Hakim-i Mutlak, kemal-i hikmetinden, bir dirhem kadar bir çekirdekten yüzer batman faydaları, gayeleri, hikmetleri dikkatle takip ettiği halde, dağ gibi koca ağaca bir dirhem kadar birtek fayda, birtek küçük gaye, birtek meyve vermek için o koca ağacın pek çok masarıfını yapmakla, kendi hikmetine bütün bütün zıt ve muhalif olarak, müsrifane bir sefahet irtikap etmesi hiçbir cihetle imkanı olmadığı gibi; aynen öyle de, bu kainat sarayının herbir mevcudatına yüzer hikmet takan ve yüzer vazife ile teçhiz eden, hatta herbir ağaca meyveleri adedince hikmetler ve çiçekleri adedince vazifeler veren bir Sani-i Hakim, kıyameti getirmemekle ve haşri yapmamakla, bütün had ve hesaba gelmeyen hikmetleri ve nihayetsiz vazifeleri manasız, abes, boş, faydasız zayi etmesi, o Kadir-i Mutlakın kemal-i kudretine acz-i mutlak verdiği gibi, o Hakim-i Mutlakın kemal-i hikmetine hadsiz abesiyet ve faydasızlığı ve o Rahim-i Mutlakın cemal-i rahmetine nihayetsiz çirkinliği ve o adil-i Mutlakın kemal-i adaletine nihayetsiz zulmü vermek demektir. Adeta, kainatta herkese görünen hikmet, rahmet, adaleti inkar etmektir. Bu ise en acip bir muhaldir ki, hadsiz batıl şeyler, içinde bulunur.

Ehl-i dalalet gelsin, baksın: Gireceği ve düşündüğü kendi kabri gibi, kendi dalaletinde ne derece dehşetli bir zulmet, bir karanlık ve yılanların, akreplerin yuvası bir kuyu olduğunu görsün. Ve ahirete iman ise, Cennet gibi güzel ve nurani bir yol olduğunu bilsin, imana girsin.

BEŞİNCİ NOKTA
İki Meseledir.
BİRİNCİ MESELE: Sani-i Zülcelal, ism-i Hakimin muktezasıyla, herşeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faydalı şekli ehemmiyetle takip ettiği gösteriyor ki, israf, abesiyet, faydasızlık, fıtratta yoktur. İsraf ise, ism-i Hakimin zıddı olduğu gibi, iktisat onun lazımıdır ve düstur-u esasıdır.

Ey iktisatsız, israflı insan! Bütün kainatın en esaslı düsturu olan iktisadı yapmadığından, ne kadar hilaf-ı hakikat hareket ettiğini bil; كُلُوا وَاشْرَبُوا وَلاَ تُسْرِفُوا ayeti ne kadar esaslı, geniş bir düsturu ders verdiğini anla.

İKİNCİ MESELE: İsm-i Hakem ve Hakim, bedahet derecesinde, Resulallah Aleyhissalatü Vesselamın risaletine delalet ve istilzam ediyor denilebilir.

Evet, madem gayet manidar bir kitap, onu ders verecek bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemal, kendini görecek ve gösterecek bir ayine iktiza eder. Ve gayet kemalde bir sanat, teşhirci bir dellal ister. Elbette, herbir harfinde yüzer manalar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebir-i kainatın muhatabı olan nev-i insan içinde, elbette bir rehber-i ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak. Ta ki, o kitapta bulunan kudsi ve hakiki hikmetleri ders verecek; belki kainattaki hikmetlerin vücudunu bildirecek; belki kainatın hilkatindeki makasıd-ı Rabbaniyenin zuhuruna, belki husulüne vesile olacak; ve umum kainatta Halık tarafından gayet ehemmiyetle izharını irade ettiği kemal-i sanatını, cemal-i esmasını bildirecek, ayinedarlık edecek. Ve o Halık, bütün mevcudatla kendini sevdirmek ve zişuur mahluklarından mukabele istediğinden, o zişuurların namına birisi o geniş tezahürat-ı rububiyete karşı geniş bir ubudiyetle mukabele edip, ber ve bahri cezbeye getirecek, semavat ve arzı çınlatacak bir velvele-i teşhir ve takdisle o zişuurların nazarını o sanatların Saniine çevirecek; ve kudsi dersler ve talimatla bütün ehl-i aklın kulaklarını kendine çevirecek bir Kuran-ı Azimüşşanla, o Sani-i Hakem-i Hakimin makasıd-ı İlahiyesini en güzel bir surette gösterecek; ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürat-ı cemaliye ve celaliyesine karşı en ekmel bir mukabele edecek bir zat, güneşin vücudu gibi bu kainata lazımdır, zaruridir.

Ve öyle eden ve en ekmel bir surette o vazifeleri yapan, bilmüşahede, Resulallah Aleyhissalatü Vesselamdır. Öyleyse, güneş ziyayı, ziya gündüzü istilzam ettiği derecede, kainattaki hikmetler risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) istilzam eder.

Evet, nasıl ki ism-i Hakem ve Hakimin cilve-i azamı ile, azami derecede risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor; öyle de, Esma-i Hüsnadan Allah, Rahman, Rahim, Vedud, Münim, Kerim, Cemil, Rab gibi çok isimlerin herbiri, kainatta görünen bir cilve-i azamla, azami derecede ve mertebe-i katiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) istilzam ederler.

Mesela, ism-i Rahmanın cilvesi olan rahmet-i vasia, o Rahmeten lil-alemin ile tezahür eder. Ve ism-i Vedudun cilvesi olan tahabbüb-ü İlahi ve taarrüf-ü Rabbani, o Habib-i Rabbül-alemin ile netice verir, mukabele görür. Ve ism-i Cemilin bir cilvesi olan bütün cemaller, yani, cemal-i Zat, cemal-i esma, cemal-i sanat, cemal-i masnuat o ayine-i Ahmediyede görülür, gösterilir. Ve haşmet-i rububiyetin ve saltanat-ı uluhiyetin cilveleri dahi, o dellal-ı saltanat-ı rububiyet olan zat-ı Ahmediyenin risaletiyle bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir. Ve hakeza, bu misaller gibi, ekser Esma-i Hüsnanın herbiri, risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) birer parlak burhandır.

Elhasıl, madem kainat mevcuttur ve inkar edilmiyor. Elbette kainatın renkleri, ziynetleri, ışıkları, ziyaları, sanatları, hayatları, rabıtaları hükmünde olan hikmet, inayet, rahmet, cemal, nizam, mizan, ziynet gibi meşhud hakikatler, hiçbir cihetle inkar edilmez. Madem bu sıfatların, fiillerin inkarı mümkün değildir. Elbette o sıfatların mevsufu ve o fiillerin faili ve o ziyaların güneşi olan Zat-ı Vacibül-Vücud, Hakim, Kerim, Rahim, Cemil, Hakem, Adl dahi hiçbir cihetle inkar edilmez ve inkarı kabil olmaz. Ve elbette o sıfatların ve o fiillerin medar-ı zuhurları, belki medar-ı kemalleri, belki medar-ı tahakkukları olan rehber-i ekber, muallim-i ekmel ve dellal-ı azam ve tılsım-ı kainatın keşşafı ve ayine-i Samedani ve Habib-i Rahmani olan Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın risaleti hiçbir cihetle inkar edilmez. alem-i hakikatin ve hakikat-i kainatın ziyaları gibi, bunun risaleti dahi, kainatın en parlak bir ziyasıdır.
عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ اْلاَيَّامِ وَذَرَّاتِ اْلاَنَامِ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Otuzuncu Lemanın Dördüncü Nüktesi
قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ ayetinin bir nüktesini ve Vahid ve Ehad isimlerini tazammun eden bir İsm-i azam veya İsm-i azamın altı nurundan bir nuru olan Ferd isminin bir cilvesi, Şevval-i Şerifte Eskişehir Hapishanesinde bana göründü. O cilve-i azamın tafsilatını Risale-i Nura havale edip, burada muhtasar yedi işaretle, ism-i Ferdin tecelli-i azamıyla gösterdiği tevhid-i hakikiyi gayet muhtasar beyan edeceğiz.

BİRİNCİ İŞARET
Ferd İsm-i azamı, azami bir tecelli ile kainatın heyet-i mecmuasına ve herbir nevine ve herbir ferdine birer sikke-i tevhid, birer hatem-i vahdaniyet koyduğunu, Yirmi İkinci Söz ile Otuz Üçüncü Mektup tafsilen göstermişlerdir. Burada, yalnız üç sikkeye işaret edeceğiz.

BİRİNCİ SİKKE: Ferdiyet cilvesi, kainat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kainatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kainata tasarruf edemeyen bir zat, hiçbir cüzüne hakiki malik olamaz. O sikke de şudur:

Kainatın mevcudatı, envaları en muntazam bir fabrika çarkları gibi birbirine muavenet eder, birbirinin vazifesini tekmile çalışır. Öyle bir tesanüd, öyle birbirine muavenet, öyle birbirinin sualine cevap vermek ve birbirinin imdadına koşmak ve birbirine sarılmak, birbiri içine girmek suretiyle öyle bir vahdet-i vücut teşkil ediyorlar ki, bir insanın cesedindeki unsurlar gibi, birbirinden kabil-i tefrik olmaz. Bir unsurun dizginini tutan, umumun dizginlerini tutamazsa, o tek unsurun dizginini zaptedemez.

İşte, kainatın simasındaki bu teavün, tesanüd, tecavüb, teanuk, pek parlak bir sikke-i kübra-yı vahdettir.

İKİNCİ SİKKE: Zeminin yüzünde ve bahar simasında öyle bir parlak hatem-i ehadiyet ve sikke-i vahdaniyet, ism-i Ferdin cilvesiyle görünüyor ki, küre-i arzın yüzünde bütün zihayatı bütün efradıyla ve ahval ve şuunatıyla idare etmeyen ve umumunu birden görmeyen ve bilmeyen ve icad etmeyen bir zat icad cihetinde hiçbir şeye karışmadığını ispat ediyor. O sikke de şudur:

Zeminin yüzünde madeni maddelerin, unsurların ve camidat mahlukatın gayet muntazam, fakat gizli sikkelerinden kat-ı nazar, yalnız iki yüz bin hayvanat taifelerinin ve iki yüz bin nebatat envaının atkı ipleriyle dokunan nakışlı şu sikkeye bak ki: Birden, bahar mevsiminde, zeminin yüzünde, birbiri içinde, beraber, ayrı ayrı şekilleri, ayrı ayrı hizmetleri, ayrı ayrı rızıkları, ayrı ayrı cihazatları, hiçbirini şaşırmayarak, yanlış etmeyerek, nihayet karışıklık içinde nihayet derecede temyiz ve tefrikle, gayet hassas bir mizanla, herbir şeye lazım olan herşeyleri külfetsiz, tam vaktinde, umulmadığı yerden verildiğini gözümüzle gördüğümüzden, zeminin simasında o keyfiyet, o tedbir, o idare öyle bir hatem-i vahdaniyet ve öyle bir sikke-i ehadiyettir ki, bütün o mevcudatı birden hiçten icad edip beraber idare etmeyen bir zat, rububiyet ve icad cihetiyle hiçbir şeye karışamaz. Çünkü karışmış olsa, o hadsiz geniş muvazene-i idare bozulacak. Fakat insanların o kavanin-i rububiyetin hüsn-ü cereyanlarına, yine emr-i İlahi ile, suri bir hizmeti var.

ÜÇÜNCÜ SİKKE:İnsanın yüzünde… Belki insanın yüzü öyle bir sikke-i ehadiyettir ki, adem zamanından ta kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün efrad-ı insaniye birden nazar-ı mütalaasında bulunmayan; ve herbirine karşı o tek yüzde birer alamet-i farika koymayan ve o küçük yüzde hadsiz alamet-i farika bırakmayan bir sebep, birtek insanın yüzündeki hatem-i vahdaniyete icad cihetiyle el uzatamaz.

Evet, insanın yüzüne o sikkeyi koyan Zat, elbette bütün efrad-ı insaniye nazar-ı şuhudunda ve daire-i ilmindedir ki, herbir insanın siması göz, kulak, ağız gibi aza-yı esaside birbirine benzediği halde, birer alamet-i farika ile hiçbirisine tamam benzemez. Nasıl ki o simada göz, kulak gibi azaların umum efradında birbirine benzemesi, o nev-i insanın Sanii bir ve vahid olduğuna şehadet eden bir sikke-i tevhiddir; öyle de, hukuk-u insaniyenin muhafazası için sair envaın fevkinde olarak o simalarda birbirine iltibas olmamak ve birbirinden tefriki için, hikmetli pek çok alamet-i farika ile iftirakları, o Sani-i Vahidin iradesini, ihtiyarını ve meşietini göstermekle beraber, ayrı ve çok dakik bir sikke-i ehadiyet oluyor ki, bütün insanları, hayvanları, belki kainatı halk etmeyen bir zat, bir sebep, o sikkeyi koyamaz.

İKİNCİ İŞARET
Kainatın alemleri, envaları ve unsurları öyle birbiri içine girift olarak girmiştir ki, kainatın heyet-i mecmuasına malik olmayan bir sebep, hiçbir nevine, hiçbir unsuruna hakiki tasarruf edemez. Adeta ism-i Ferdin cilve-i vahdeti, bütün kainatı bir vahdet içine almış, herşey o vahdeti ilan ediyor.

Mesela, bu kainatın lambası olan güneşin bir olması, umum kainat birinin olmasına işaret ettiği gibi; zihayatların çevik ve çalak hizmetçileri olan hava unsuru bir olması; ve aşçıları olan ateş bir olması; ve zemin bahçesini sulayan bulut süngeri bir olması; ve umum zihayatın imdadına yetişen yağmur bir olması ve her yere yetişmesi; ve ekser hayvanat ve nebatat taifelerinin herbirisi umum zemin yüzünde serbest yayılmaları, vahdet-i neviyeleri ve meskenleri bir bulunması gayet kati bir surette işaretler, şehadetlerdir ki, meskenleriyle beraber umum o mevcudat, birtek Zatın malı olduğuna delalet ederler.

İşte buna kıyasen, bütün kainatın böyle birbirine girift olan envaları mecmu-u kainatı öyle bir küll hükmüne getirmiştir ki, icad cihetiyle tecezzi kabul etmez. Umum kainata hükmü geçmeyen bir sebep, rububiyet cihetiyle ve icad keyfiyetiyle hiçbir şeye hükmedemez ve birtek zerreye rububiyetini dinlettiremez.

ÜÇÜNCÜ İŞARET
İsm-i Ferdin tecelli-i azamıyla kainatı birbiri içinde hadsiz mektubat-ı Samedaniye hükmüne getirip, her mektupta hadsiz hatem-i vahdaniyet ve pek çok mühr-ü ehadiyet basılmış gibi, herbir mektubun kelimatı adedince ehadiyet mühürlerini taşıyor ve o mühürlerin adedince katibini gösteriyor.

Evet, herbir çiçek, herbir meyve, herbir ot, hatta herbir hayvan, herbir ağaç, birer mühr-ü ehadiyet ve birer sikke-i samediyet olduklarını ve bulundukları mekan ise, bir mektup suretini alması cihetiyle herbiri bir imza şeklini alır, o mekanın katibini gösteriyor. Mesela, bir bahçede bir sarı çiçek, o bahçe nakkaşının bir mührü hükmündedir. O çiçek mührü kimin ise, bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, o Zatın kelimeleri hükmünde olduğuna ve o bahçe dahi Onun yazısı olduğuna, açık bir surette delalet ediyor.

Demek oluyor ki, herbir şey, umum eşyayı Halıkına isnad edip azami bir tevhide işaret ediyor.

DÖRDÜNCÜ İŞARET
İsm-i Ferdin cilve-i azamı güneş gibi zahir olmakla beraber, vücub derecesinde bir makuliyet ve hadsiz bir kolaylıkla kabul edilir. Ve o cilvenin muhalifi ve zıddı olan şirk, nihayet derecede müşkül ve akıldan gayet derecede uzak, belki muhal ve mümteni derecesinde olduğunu ispat eden çok burhanlar, Risale-i Nurun eczalarında beyan edilmiş. Şimdilik o delillerdeki o noktaların tafsilatını o risalelere havale edip, yalnız üç noktasını burada beyan edeceğiz.

BİRİNCİSİ: Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerin ahirlerinde icmalen ve Yirminci Mektubun ahirinde tafsilen, gayet kati burhanlarla ispat etmişiz ki, Zat-ı Ferd ve Ehadin kudretine nisbeten en büyük şeyin icadı, en küçük birşey gibi kolaydır. Bir baharı, bir çiçek gibi suhuletle halk eder. Binler haşrin nümunelerini, her baharda gözümüz önünde kolaylıkla icad eder. Büyük bir ağacı, küçük bir meyve gibi rahatça idare eder. Eğer müteaddit esbaba havale edilse, herbir meyve, bir ağaç kadar masraflı ve müşkülatlı ve bir çiçek, bir bahar kadar zahmetli ve suubetli olur.

Evet, nasıl ki bir ordunun teçhizat-ı askeriyesi bir kumandanın emriyle bir fabrikada yapılsa, o ordunun teçhizatı, adeta birtek neferin teçhizatı gibi kolaylaşır; eğer her neferin cihazatı ayrı ayrı fabrikada yapılsa ve idare-i askeriyesi vahdetten kesrete girse, o vakit herbir nefer, ordu kadar fabrikalar ister. Aynen öyle de, eğer herşey Zat-ı Ferd ve Ehade verilse, bütün bir nevin hadsiz efradı, birtek fert gibi kolay olur. Eğer esbaba verilse, herbir fert, o nevi kadar müşkülatlı olur.

Evet, vahdet de, ferdiyet de, herşeyin o Zat-ı Vahide intisabıyla olur ve Ona istinad eder. Ve bu istinad ve intisap ise, o şey için hadsiz bir kuvvet, bir kudret hükmüne geçebilir. O vakit küçük birşey, o intisap ve istinad kuvvetiyle, binler derece kuvvet-i şahsiyesinin fevkinde işler görebilir, neticeler verebilir. Ve çok kuvvetli olan, Ferd ve Ehade istinad ve intisap etmeyen birşey, kendi şahsi kuvvetine göre küçük işler görebilir ve neticesi ona göre küçülür.

Mesela, nasıl ki başıbozuk, gayet cesur, kuvvetli bir adam, kendi cephanesini ve zahiresini beraberinde ve belinde taşımaya mecbur olduğundan, ancak on adam düşmanına karşı muvakkat dayanabilir. Çünkü şahsi kuvveti o kadar eser gösterebilir. Fakat askerlik tezkeresiyle bir kumandan-ı azama intisap ve istinat eden bir adam, kendi menabi-i kuvvetini ve erzak deposunu kendisi çekmediği ve taşımaya mecbur olmadığı için, o intisap ve istinat, onun için tükenmez bir kuvvet, bir hazine hükmüne geçtiğinden, mağlup düşen düşman ordusunun bir müşirini, belki binler adamla beraber, o intisap kuvvetiyle esir edebilir.

Demek vahdette, ferdiyette, bir karınca bir Firavunu, bir sinek bir Nemrutu, bir mikrop bir cebbarı o intisap kuvvetiyle mağlup edebildiği gibi, nohut tanesi küçüklüğünde bir çekirdek dahi, dağ gibi heybetli bir çam ağacını omuzunda taşıyabilir. Evet, nasıl ki bir kumandan-ı azam, bir neferin imdadına bir orduyu gönderebilir haysiyetiyle o neferin arkasında bir orduyu tahşid edebildiği cihetiyle, o nefer, bir ordu kendisinin arkasında manen bulunuyor gibi bir kuvvet-i maneviye ile, pek büyük işlere, kumandanı namına mazhar olur. Öyle de, Sultan-ı Ezeli Ferd ve Ehad olduğundan hiçbir cihetle ihtiyaç yok, eğer faraza ihtiyaç olsa herşeyin imdadına bütün eşyayı gönderir ve herbir şeyin arkasına kainat ordusunu tahşid eder ve herbir şey kainat kadar bir kuvvete dayanır ve herbir şeye karşı bütün eşya—faraza, eğer ihtiyaç olsa—o Kumandan-ı Ferdin kuvveti hükmüne geçebilir. Eğer ferdiyet olmazsa, herbir şey bütün bu kuvveti kaybeder, hiç hükmüne sukut eder, neticeleri dahi hiçe iner.

İşte, gözümüzle her vakit müşahede ettiğimiz bu çok harika eserlerin gayet küçük, ehemmiyetsiz şeylerden tezahürü, bilbedahe ferdiyet ve ehadiyeti gösteriyor. Yoksa herşeyin neticesi, meyvesi, eseri, o şeyin maddesi ve kuvveti gibi küçülerek hiçe inecekti. Ve gözümüz önündeki gayet kıymettar şeylerin gayet derecede ucuzluğu ve nihayet derecede mebzuliyeti, hiç kalmayacaktı. Şimdi kırk parayla alacağımız bir kavunu, bir narı, kırk bin lirayla da yiyemezdik.

Evet, dünyadaki bütün suhulet, bütün ucuzluk, bütün mebzuliyet vahdetten gelir ve ferdiyete şehadet eder.

İKİNCİ NOKTA: Mevcudat iki vecihle icad ediliyor. Biri ibda ve ihtira tabir edilen hiçden icaddır. Diğeri, inşa ve terkip tabir edilen, mevcut olan anasır ve eşyadan toplamak suretiyle ona vücut vermektir. Eğer cilve-i ferdiyete ve sırr-ı ehadiyete göre olsa, hadsiz derece bir suhulet, belki vücub derecesinde bir kolaylık olur. Eğer ferdiyete verilmezse, hadsiz derece müşkül ve gayr-ı makul, belki imtina derecesinde bir suubet olacak. Halbuki, kainattaki mevcudat, nihayet derecede külfetsiz olarak ve suhuletle ve kolaylıkla, gayet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri, cilve-i ferdiyeti bilbedahe gösteriyor ve herşey doğrudan doğruya Zat-ı Ferd-i Zülcelalin sanatı olduğunu ispat ediyor.

Evet, eğer eşya Ferd-i Vahide verilse, bir kibrit çakar gibi, eserleriyle azameti anlaşılan o nihayetsiz kudretiyle, hiçten icad eder. Ve ihatalı, nihayetsiz ilmiyle, herşeye manevi bir kalıp hükmünde bir miktar tayin eder. Ve o ayine-i ilmindeki herşeyin suretine ve planına göre, kolayca, herbir şeyin zerreleri o kalıb-ı ilmi içine yerleşir, muntazaman vaziyetlerini muhafaza ederler.

Eğer etraftan zerreleri toplamak lazım gelse de, ilmi kanunların ve kudretin ihatalı düsturları cihetiyle, o zerreler, kanun-u ilmi ve sevk-i kudreti ile bağlanmaları haysiyetiyle, muti bir ordunun neferatı gibi muntazaman, kanun-u ilmi ve sevk-i kudreti ile gelip o şeyin vücudunu ihata eden kalıb-ı ilmi ve miktar-ı kaderi içine girip, kolayca vücudunu teşkil ederler. Belki ayinedeki aksin fotoğraf vasıtasıyla kağıt üstüne vücud-u harici giymesi veyahut görünmeyen bir yazıyla yazılan bir mektuba gösterici maddeyi sürmekle görünmesi gibi, Ferd-i Vahidin ilm-i ezelisinin ayinesinde bulunan mahiyet-i eşyaya ve suver-i mevcudata, gayet suhuletle, kudret onlara vücud-u harici giydirir. Ve alem-i manadan alem-i zuhura getirir, gözlere gösterir.

Eğer Ferd-i Vahide verilmezse, bir sineğin vücudunu ru-yi zeminin etrafından ve anasırından, gayet hassas bir mizanla toplamak, adeta yeryüzünü ve unsurları eleyip her taraftan o mahsus vücudun mahsus zerrelerini getirerek sanatlı vücudunda muntazam yerleştirmek için maddi kalıp, belki azaları adedince kalıplar bulunmak ve o vücuttaki duygular ve ruh gibi ince, dakik, manevi letaifi dahi mizan-ı mahsusla manevi alemlerden celb etmek lazım gelir. İşte bu surette bir sineğin icadı kainat kadar müşkülatlı olur. Yüz derece müşkül müşkül içinde, belki muhal muhal içinde olacak. Çünkü Halık-ı Ferdden başka hiçbir şey, hiçten ve ademden icad edemediğine bütün ehl-i din ve ehl-i fen ittifak ediyorlar. Öyleyse, esbab ve tabiata havale edilse, herşeye, ekser eşyadan toplamak suretiyle vücut verilebilir.

ÜÇÜNCÜ NOKTA: Eğer bütün eşya bir Zat-ı Ferd-i Vahide verilse, birtek şey gibi kolay olmasına; eğer esbaba ve tabiata havale edilse, birtek şeyin vücudu, umum eşya kadar müşkülatlı olduğuna işaret eden, başka risalelerde izah edilen iki üç temsili muhtasaran beyan edeceğiz.

Mesela: Bir zabite, bin nefere ait vaziyet ve idare havale edilse ve bir nefer de on zabitin idaresine verilse, o bir neferin idaresi, bir taburun idaresinden on derece daha müşkülatlı olur. Çünkü ona emredenler birbirine mani olurlar; bir keşmekeşle, o nefer hiçbir istirahat yüzünü görmeyecek. Hem bir taburdan matlup vaziyet ve netice birtek zabite havale edilse, külfetsiz, kolayca o neticeyi istihsal eder ve o vaziyeti verebilir. Eğer o vaziyeti almayı ve o neticeyi istihsal etmeyi, o taburdaki başsız, amirsiz, çavuşsuz neferata havale edilse, o matlup vaziyeti ve neticeyi almak için, çok karışıklık içinde münakaşalarla, ancak nakıs bir sureti, müşkülatla tahsil edebilir.

İkinci temsil: Mesela, Ayasofya gibi kubbeli bir camiin kubbesindeki taşlarını durdurmak vaziyeti ve muallakta durdurması bir ustaya verilse, o vaziyeti onlara kolayca verebilir. Eğer o vaziyete girmesi taşlara havale edilse, herbir taş, umum taşlara hem hakim-i mutlak, hem mahkum-u mutlak olmak lazım gelir— ta ki, birbirine baş başa verip muallakta durabilsinler. O halde, o ustanın kolayca gördüğü işini görmek için, yüz usta kadar, yüz derece işinden daha ziyade işler görülecek, sonra o vaziyetler alınacak.

Üçüncü temsil: Mesela küre-i arz, Zat-ı Ferd-i Vahidin bir memuru, bir neferi olduğundan, yalnız o birtek nefer, o tek Zatın tek emrini dinlediği için, mevsimlerin husulü ve gece ve gündüz vakitlerinin vücudu ve semavattaki ulvi ve haşmetli harekatın zuhuru ve sinemavari semavi levhaların tebdili gibi neticeleri istihsal için, arz gibi birtek nefer, birtek Zatın birtek emrini almakla, o vazifenin neşesinden gelen bir cezbe ile, meczup Mevlevi gibi iki hareketiyle semaa kalkar, bütün o muhteşem neticelerin husulüne ve zuhuruna vesile olur. Güya o tek nefer, kainat yüzündeki muhteşem manevraya bir kumandanlık eder.

Eğer hakimiyet-i uluhiyeti ve saltanat-ı rububiyeti umum kainatı ihata eden ve hüküm ve emri umum mevcudata geçen bir Zat-ı Ferde verilmezse, o halde o neticeleri, o semavi manevrayı ve arzi mevsimleri tahsil etmek için, küre-i arzdan bin defa büyük milyonlarla yıldızlar ve küreler, milyonlar sene uzun bir mesafeyi her yirmi dört saatte, herbir senede gezmekle o neticeler gösterilebilir.

İşte, küre-i arz gibi birtek memur, meczup bir Mevlevi gibi mihveri ve medarı üstünde iki hareketle hasıl olan o haşmetli neticelerin husulü ise, vahdette ne derece hadsiz suhulet olduğuna bir misal olması gibi, aynı neticeleri kazanmak için milyonlar defa o hareketten daha müşkül ve hadsiz uzun yollarla o neticeleri kazanmak ne derece müşkülatlı, belki muhal olduğuna, şirk ve küfrün yolunda ne derece muhaller, batıl şeyler bulunduğuna misaldir.

Esbaba tapanların ve tabiatperestlerin cehaletlerine bu misalle bak. Mesela, “Bir zat, harika bir fabrikanın veya acip bir saatin veya muhteşem bir sarayın veya mükemmel bir kitabın gayet muntazam bir surette eczalarını, çarklarını fevkalade sanatıyla hazır ettikten sonra, kendisi kolayca o eczaları terkip edip işletmeyerek, belki çok uzun masraflarla o eczaları kendi kendine işlemek ve usta yerine fabrikayı, sarayı, saati yapmak, kitabı yazmak için herbir cüzü, herbir çarkı, hatta kağıdı, kalemi birer harika makine hükmüne getiriyor ve teşhirini çok istediği bütün hünerlerini, kemalatını izhara vesile olan o üstadlığını ve sanatını onlara havale ediyor” diye zannetmek, ne derece akıldan uzak ve cehalet olduğunu anlarsın. Aynen öyle de, esbaba ve tabiatlara icad isnad edenler, muzaaf bir cehalete düşerler. Çünkü tabiatların ve sebeplerin üstünde dahi gayet muntazam bir eser-i sanat var; onlar da sair mahlukat gibi masnudurlar. Onları öyle yapan Zat, onların neticelerini dahi yapar, beraber gösteriyor. Çekirdeği yapan, onun üstünde ağacı o yapar. Ve ağacı yapan, onun üstünde meyveleri dahi o icad eder. Yoksa, ayrı ayrı tabiatların, sebeplerin vücuda gelmeleri için, yine muntazam başka tabiatları, sebepleri isteyecekler. Ve hakeza, git gide, nihayetsiz, manasız, imkansız bir silsile-i mevhumatı mevcut kabul etmek lazım gelir. Bu ise, cehaletlerin en antikasıdır.

BEŞİNCİ İŞARET
Çok yerlerde kati delillerle ispat etmişiz ki, hakimiyetin en esaslı hassası istiklaldir, infiraddır. Hatta hakimiyetin zayıf bir gölgesi, aciz insanlarda dahi, istiklaliyetini muhafaza etmek için, gayrın müdahalesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez. Çok padişahlar, bu redd-i müdahale haysiyetiyle masum evlatlarını ve sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler. Demek, hakiki hakimiyetin en esaslı hassası ve infikak kabul etmez bir lazımı ve daimi bir muktezası istiklaldir, infiraddır, gayrın müdahalesini reddir.

İşte bu çok esaslı hassa içindir ki, rububiyet-i mutlaka derecesindeki hakimiyet-i İlahiye, gayet şiddetle şirki ve iştiraki ve müdahale-i gayrı reddettiğinden, Kuran-ı Mucizül-Beyan dahi gayet hararetle ve şiddetle ve pek çok tekrarla tevhidi gösterip şirki, iştiraki azim tehditlerle reddediyor.

İşte, rububiyetteki hakimiyet-i İlahiye, tevhid ve vahdeti kati bir surette iktiza ettiği ve gayet kuvvetli bir daiyi ve gayet şiddetli bir muktaziyi gösterdiği gibi, kainat yüzündeki nihayet derecede mükemmel ve mecmu-u kainattan, yıldızlardan tut, ta nebatat, hayvanat, maadin, ta cüziyat ve efrada ve zerrelere kadar görünen intizam-ı ekmel ve insicam-ı ecmel, o ferdiyete, o vahdete hiçbir cihetle şüphe getirmez bir şahid-i adil, bir burhan-ı bahirdir. Çünkü gayrın müdahalesi olsa, bu gayet hassas nizam ve intizam ve muvazene-i kainat elbette bozulacaktı ve intizamsızlık eseri görünecekti.
لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا ayetinin sırrıyla, bu harika, mükemmel nizam-ı kainat karışacaktı ve fesada girecekti. Halbuki, فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ ayetiyle, zerrattan ta seyyarata, ferşten ta Arşa kadar hiçbir cihetle kusur ve noksan ve müşevveşiyet eseri görülmediğinden, gayet parlak bir surette, bu nizam-ı kainat ve şu intizam-ı mahlukat ve şu muvazene-i mevcudat, ism-i Ferdin cilve-i azamını gösterip vahdete şehadet eder.

Hem cilve-i ehadiyet sırrıyla, en küçük bir zihayat mahluk, kainatın bir misal-i musağğarası ve küçük bir fihristesi hükmünde olduğundan, o tek zihayata sahip çıkan, bütün kainatı kabza-i tasarrufunda tutan Zat olabilir. Ve bir çekirdek, hilkatçe bir ağaçtan geri olmadığı ve bir ağaç küçük bir kainat hükmünde olduğu, herbir zihayat dahi küçük bir kainat ve küçük bir alem hükmünde olduğundan, bu sırr-ı ehadiyet cilvesi, şirk ve iştiraki muhal derecesine getiriyor.

Bu kainat, o sırla, değil yalnız tecezzi kabul etmez bir külldür; belki mahiyetçe, inkısam ve iştiraki ve tecezzisi imkansız ve müteaddit elleri kabul etmez bir külli hükmüne geçtiğinden, ondaki her cüz, bir cüzi ve bir ferdi hükmünde ve o küll dahi bir külli hükmünde olduğundan, hiçbir cihetle iştirakin imkanı olmuyor. Bu ism-i Ferdin cilve-i azamı, hakikat-i tevhidi, bu sırr-ı ehadiyetle bedahet derecesinde ispat ediyor.

Evet, kainatın envaları birbiri içine girift olması ve kenetleşmesi ve herbirinin vazifesi umuma baktığı cihetle, kainatı, rububiyet ve icad noktasında tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği misilli, kainatta faaliyet gösteren efal-i umumiye-i muhita dahi, birbirinin içinde tedahül cihetiyle, yani, mesela hayat vermek fiili içinde, aynı anda iaşe ve terzik fiili görünüyor. Ve o iaşe, ihya fiilleri içinde, aynı zamanda o zihayatın cesedini tanzim, teçhiz fiilleri müşahede olunuyor. Ve o iaşe, ihya, tanzim, teçhiz fiilleri içinde, aynı vakitte tasvir, terbiye ve tedbir fiilleri nazara çarpıyor. Ve hakeza, böyle muhit ve umumi efalin birbiri içine tedahülü ve girift olması ve ziyadaki yedi renk gibi imtizaç, belki ittihad etmesi haysiyetiyle ve o efalin herbiri mahiyetçe bir birlik ve vahdet içinde ekser mevcudata ihatası ve şümulü ve vahdani birer fiil olduğundan, herhalde failinin birtek Zat olması ve herbiri umum kainatı istila etmesi ve sair efal ile muavenettarane birleşmesi itibarıyla, kainatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği gibi; zihayat mahlukların herbirisi, kainatın bir çekirdeği, bir fihristesi, bir nümunesi hükmünde olduğundan, kainatı rububiyet noktasında tecezzi ve inkısamı imkan haricinde bir külli hükmüne getirmiştir.

Demek kainat öyle bir külldür ki, bir cüze rab olmak, umum o külle rab olmakla olur. Ve öyle bir küllidir ki, herbir cüz, bir ferd hükmüne geçip, birtek ferde rububiyetini dinlettirmek, umum o külliyi musahhar etmekle olabilir.

ALTINCI İŞARET
Ferdiyet-i Rabbaniye ve vahdet-i İlahiye, bütün kemalatın medarı, esası olduğu ve kainatın hilkatindeki hikmetlerin ve maksatların menşei ve madeni olduğu gibi, zişuur ve ziaklın, hususan insanın metalibinin ve arzularının husul bulmasının menbaı ve çare-i yeganesidir. Eğer ferdiyet olmazsa, beşerin bütün metalip ve arzuları sönecek. Hem hilkat-i kainatın neticeleri hiçe inecek, hem mevcut ve muhakkak olan ekser kemalatın inidamına vesile olacak.

Mesela, insanda en şedit ve sarsılmaz ve aşk derecesinde bir arzu-yu bekà var. Ve o matlabı vermek için, bütün kainatı sırr-ı ferdiyetle kabzasında tutan ve bir menzili kapayıp öbür menzili açmak gibi kolay bir surette dünyayı kapayıp ahireti açabilir bir Zat, o arzu-yu bekàyı yerine getirebilir. Ve bu arzu gibi, ebede uzanmış ve kainatın etrafına yayılmış, beşerin binler arzuları, sırr-ı ferdiyete ve hakikat-i tevhide bağlıdırlar. Eğer o ferdiyet olmazsa, onlar olmaz, akim kalırlar.

Ve vahdetle bütün kainata birden tasarruf eden bir Zat-ı Ferd olmazsa, o matlaplar yerine gelmez. Faraza gelse de çok nakıs olur.

İşte bu sırr-ı azim içindir ki, Kuran-ı Mucizül-Beyan, tevhid ve ferdiyeti pek çok tekrarla, kuvvetli bir hararetle, yüksek bir halavetle ders verdiği gibi, bütün enbiya ve asfiya ve evliya, en büyük zevklerini ve saadetlerini, kelime-i tevhid olan La ilahe illa Huda buluyorlar.

YEDİNCİ İŞARET
İşte bu tevhid-i hakikiyi bütün meratibiyle en mükemmel bir surette ders veren, ispat eden, ilan eden Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın risaleti, elbette o tevhidin katiyeti derecesinde sabit olmak lazım gelir. Çünkü, madem daire-i vücudun en büyük hakikati olan tevhidi bütün hakaikiyle o zat ders veriyor; elbette tevhidi ispat eden bütün burhanlar, dolayısıyla, onun risaletini ve vazifesinin hakkaniyetini ve davasının doğruluğunu dahi kati ispat eder denilebilir. Evet, böyle binler hakaik-i aliyeyi cem eden ferdiyet ve vahdaniyeti hakkıyla keşfedip ders veren bir risalet, gayet kati bir surette o tevhid, o ferdiyetin muktezasıdır ve lazımıdır. Onlar, onu herhalde isterler.

İşte o vazifeyi tam tamına yerine getiren zat-ı Ahmediye Aleyhissalatü Vesselamın şahsiyet-i maneviyesinin derece-i ehemmiyetine ve ulviyetine ve bu kainatın bir güneşi olduğuna şehadet eden pek çok delillerden, sebeplerden üç tanesini nümune olarak beyan ediyoruz.

BİRİNCİSİ: Umum ümmet, umum asırlarda işledikleri umum hasenatın bir misli, es-sebebü kel-fail sırrınca, zat-ı Ahmediye Aleyhissalatü Vesselamın sahife-i hasenatına geçtiği gibi; umum ümmet, her günde ettikleri salavat duasının kati makbuliyeti cihetiyle, o hadsiz duaların iktiza ettikleri makam ve mertebeyi düşünmekle, şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye Aleyhissalatü Vesselamın bu kainat içinde nasıl bir güneş olduğu anlaşılır.

İKİNCİSİ: alem-i İslamın şecere-i kübrasının menşei, çekirdeği, hayatı, medarı olan mahiyet-i Muhammediye Aleyhissalatü Vesselamın, fevkalade istidat ve cihazatıyla, alem-i İslamiyetin maneviyatını teşkil eden kudsi kelimatı, tesbihatı, ibadatı, en evvel, bütün manalarıyla hissedip yapmaktan gelen terakkiyat-ı ruhiyesini düşün, Habibiyet derecesine çıkan ubudiyet-i Muhammediyenin (a.s.m.) velayeti sair velayetlerden ne kadar yüksek olduğunu anla.

Bir zaman, birtek tesbihin, birtek namazda, Sahabelerin tarz-ı telakkisine yakın bir surette bana inkişafı, bir ay kadar ibadet derecesinde ehemmiyetli göründü; Sahabelerin yüksek kıymetini onunla anladım. Demek, bidayet-i İslamiyede kelimat-ı kudsiyenin verdiği feyiz ve nurun başka bir meziyeti var. Tazeliği haysiyetiyle başka bir letafeti, bir taraveti, bir lezzeti var ki, gaflet perdesi altında mürur-u zamanla gizlenir, azalır, perdelenir. Zat-ı Muhammediye (a.s.m.) ise, onları menba-ı hakikisinden (Zat-ı Akdesten) turfanda, taze olarak, fevkalade istidadıyla almış, emmiş, massetmiş. Bu sırra binaen, o zat, birtek tesbihten, başkasının bir sene ibadeti kadar feyiz alabilir.

İşte bu nokta-i nazardan, zat-ı Muhammediye Aleyhissalatü Vesselamın, haddi ve nihayeti olmayan meratib-i kemalatta ne derece terakki ettiğini kıyas et.

ÜÇÜNCÜSÜ: Bu kainatın Halıkı, bu kainattaki bütün makasıdının en ehemmiyetli medarı nev-i insan olduğundan ve bütün hitabat-ı Sübhaniyenin en anlayışlı bir muhatabı nev-i beşer olduğundan; o nev-i beşer içinde en meşhur, en namdar ve asarıyla ve icraatıyla en mükemmel, en muhteşem fert olan zat-ı Muhammediyeyi (a.s.m.) o nevi namına, belki umum kainat hesabına kendine muhatap ittihaz eden Zat-ı Ferd-i Zülcelal, elbette onu hadsiz kemalatta hadsiz feyzine mazhar etmiştir.

İşte, bu üç nokta gibi çok noktalar var, kati bir surette ispat ederler ki, şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye (a.s.m.), kainatın manevi bir güneşi olduğu gibi; bu kainat denilen Kuran-ı kebirin ayet-i kübrası ve o furkan-ı azamın ism-i azamı ve ism-i Ferdin cilve-i azamının bir ayinesidir. Kainatın umum zerratının, umum zamanlarındaki umum dakikalarının bütün aşirelerine darb edilip, hasıl-ı darb adedince o zat-ı Ahmediyeye salat-ü selam, nihayetsiz hazine-i rahmetinden inmesini, Zat-ı Ferd-i Ehad-i Samedden niyaz ediyoruz.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Otuzuncu Lemanın Beşinci Nüktesi
فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْ يِ ى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ ayet-i azimenin ve اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ لاَ تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ ayet-i azimin birer nüktesi ile, İsm-i azam veyahut İsm-i azamın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru olan ism-i Hayyın bir cilvesi, Şevval-i Şerifte, Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa aklıma göründü. Vaktinde kaydedilmedi ve çabuk o kudsi kuşu avlayamadık. Tebaud ettikten sonra, hiç olmazsa bazı remizlerle o hakikat-i ekberin ve nur-u azamın bazı şualarını muhtasaran göstereceğiz.

BİRİNCİ REMİZ
İsm-i Hayy ve ism-i Muhyinin bir cilve-i azamından olan “Hayat nedir? Ve mahiyeti ve vazifesi nedir?” sualine karşı, fihristevari cevap şudur ki:

Hayat,
· şu kainatın en ehemmiyetli gayesi,
· hem en büyük neticesi,
· hem en parlak nuru,
· hem en latif mayesi,
· hem gayet süzülmüş bir hülasası,
· hem en mükemmel meyvesi,
· hem en yüksek kemali,
· hem en güzel cemali,
· hem en güzel ziyneti,
· hem sırr-ı vahdeti,
· hem rabıta-i ittihadı,
· hem kemalatının menşei,
· hem sanat ve mahiyetçe en harika bir ziruhu,
· hem en küçük bir mahluku bir kainat hükmüne getiren mucizekar bir hakikati,
· hem güya kainatın küçük bir zihayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi, koca kainatın bir nevi fihristesini o zihayatta göstermekle beraber, o zihayatı ekser mevcudatla münasebettar ve küçük bir kainat hükmüne getiren en harika bir mucize-i kudrettir.
· Hem en büyük bir küll kadar, hayat ile küçük bir cüzü büyülten ve bir ferdi dahi külli gibi bir alem hükmüne getiren ve rububiyet cihetinde kainatı tecezzi ve iştiraki ve inkısamı kabul etmez bir küll, bir külli hükmünde gösteren fevkalade harika bir sanat-ı İlahiyedir.
· Hem kainatın mahiyetleri içinde Zat-ı Hayy-ı Kayyumun vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden burhanların en parlağı, en katisi ve en mükemmeli,
· hem masnuat-ı İlahiye içinde en hafisi ve en zahiri, en kıymettarı ve en ucuzu, en nezihi ve en parlak ve en manidar bir nakş-ı sanat-ı Rabbaniyedir.
· Hem sair mevcudatı kendine hadim ettiren, nazenin, nazdar, nazik bir cilve-i rahmet-i Rahmaniyedir.
· Hem şuunat-ı İlahiyenin gayet cami bir ayinesidir.
· Hem Rahman, Rezzak, Rahim, Kerim, Hakim gibi çok Esma-i Hüsnanın cilvelerini cami ve rızık, hikmet, inayet, rahmet gibi çok hakikatleri kendine tabi eden ve görmek ve işitmek ve hissetmek gibi umum duyguların menşei, madeni bir acube-i hilkat-i Rabbaniyedir.
· Hem hayat, bu kainatın tezgah-ı azamında öyle bir istihale makinesidir ki, mütemadiyen, her tarafta tasfiye yapıyor, temizlendiriyor, terakki veriyor, nurlandırıyor. Ve zerrat kafilelerine güya hayatın yuvası olan cesedi, o zerrelere vazife görmek, nurlanmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mektep, bir kışladır. Adeta Zat-ı Hayy ve Muhyi, bu makine-i hayat vasıtasıyla, bu karanlıklı ve fani ve süfli olan alem-i dünyayı latifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi bekà veriyor, baki bir aleme gitmeye hazırlattırıyor.
· Hem hayatın iki yüzü, yani mülk, melekut vecihleri parlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ulvidir. Onun için, perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i Rabbaniyeden çıktığını aşikare göstermek için, sair eşya gibi zahiri esbabı, hayattaki tasarrufat-ı kudrete perde edilmemiş bir müstesna mahluktur.
· Hem hayatın hakikati, altı erkan-ı imaniyeye bakıp manen ve remzen ispat eder. Yani,
· hem Vacibül-Vücudun vücub-u vücudunu ve hayat-ı sermediyesini,
· hem dar-ı ahireti ve hayat-ı bakıyesini,
· hem vücud-u melaike,
· hem sair erkan-ı imaniyeye pek kuvvetli bakıp iktiza eden bir hakikat-i nuraniyedir.
· Hem hayat, bütün kainattan süzülmüş en safi bir hülasası olduğu gibi, kainattaki en mühim bir maksad-ı İlahi ve hilkat-i alemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı azamdır.
İşte, hayatın bu mezkur yirmi dokuz ehemmiyetli ve kıymettar hassalarını ve ulvi ve umumi vazifelerini nazara al. Sonra bak, Muhyi isminin arkasında ism-i Hayyın azametini gör. Ve hayatın bu azametli hassaları ve meyveleri noktasından, ism-i Hayy nasıl bir İsm-i azam olduğunu bil.
Hem anla ki, bu hayat madem kainatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymettar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kainat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünkü ağacın neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet, bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi, bir meyvesi de, hayatı veren Zat-ı Hayy ve Muhyiye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki, bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise, hayatın meyvesi olduğu gibi, kainatın gayesidir.
Ve bundan anla ki, bu hayatın gayesini “rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskarane nimetlenmektir” diyenler, gayet çirkin bir cehaletle, münkirane, belki de kafirane, bu pek çok kıymettar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip dehşetli bir küfran-ı nimet ederler.

İKİNCİ REMİZ
İsm-i Hayyın bir cilve-i azamı ve ism-i Muhyinin bir tecelli-i eltafı olan bu hayatın Birinci Remizdeki fihristesi, zikredilen bütün mertebeleri ve vasıfları ve vazifeleri beyan etmek, o vasıflar adedince risaleler yazmak lazım geldiğinden, Risale-i Nurun eczalarında o vasıfların, o mertebelerin, o vazifelerin bir kısmı izah edildiğinden, kısmen tafsilatı Risale-i Nura havale edip, burada birkaç tanesine muhtasaran işaret edeceğiz.

İşte, hayatın yirmi dokuz hassalarından yirmi üçüncü hassasında şöyle denilmiştir ki: Hayatın iki yüzü de şeffaf, kirsiz olduğundan, esbab-ı zahiriye ondaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbaniyeye perde edilmemiştir.

Evet, bu hassanın sırrı şudur ki: Kainatta gerçi herşeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır. Ve şer ve çirkinlik gayet cüzidir ve vahid-i kıyasidirler ki, güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlerinin tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şer ise hayır ve o kubh dahi hüsün olur. Fakat zişuurların nazar-ı zahirisinde görünen zahiri çirkinlik ve fenalık ve bela ve musibetten gelen küsmekler ve şekvalar Zat-ı Hayy-ı Kayyuma teveccüh etmemek için, hem aklın zahiri nazarında habis, pis görünen şeylerde, kudsi, münezzeh olan kudretin bizzat ve perdesiz onlarla mübaşereti kudretin izzetine münafi gelmemek için, zahiri esbablar o kudretin tasarrufatına perde edilmişler. O esbab ise icad edemiyorlar; belki haksız olan şekvalara ve itirazlara hedef olmak ve izzet ve kudsiyet ve münezzehiyet-i kudreti muhafaza içindirler.

Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamının Mukaddimesinde beyan edildiği gibi, Azrail (a.s.) kabz-ı ervah vazifesi hususunda Cenab-ı Hakka münacat etmiş, demiş: “Senin kulların benden küsecekler.” Cevaben ona denilmiş: “Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musibetler perdesini bırakacağım. Vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekva oklarını o perdelere atacaklar.”

Bu münacatın sırrına göre, ölümün ve vefatın ehl-i iman hakkında hakiki güzel yüzünü görmeyen ve ondaki rahmetin cilvesini bilmeyenlerin küsmeleri ve itirazları Zat-ı Hayy-ı Kayyuma gitmemek için Azrailin (a.s.) vazifesi de bir perde olduğu gibi, sair esbablar dahi zahiri perdedirler. Evet, izzet, azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Fakat vahdet ve celal ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikiden.

Fakat hayatın hem zahiri, hem batıni, hem mülk, hem melekut vecihleri kirsiz, noksansız, kusursuz olduğundan, şekvaları ve itirazları davet edecek maddeler onda bulunmadığı gibi, izzet ve kudsiyet-i kudrete münafi olacak pislik ve çirkinlik olmadığından, doğrudan doğruya, perdesiz olarak, Zat-ı Hayy-ı Kayyumun “ihya edici, hayat verici, diriltici” isminin eline teslim edilmişlerdir. Nur da öyledir, vücut ve icad da öyledir. Onun içindir ki, icad ve halk, doğrudan doğruya, perdesiz, Zat-ı Zülcelalin kudretine bakar. Hatta yağmur bir nevi hayat ve rahmet olduğundan, vakt-i nüzulü bir muttarid kanuna tabi kılınmamış—ta ki her vakt-i hacette eller dergah-ı İlahiyeye rahmet istemek için açılsın. Eğer yağmur, güneşin tuluu gibi, bir kanuna tabi olsaydı, o nimet-i hayatiye, her vakt-i hacette rica ile istenilmeyecekti.

ÜÇÜNCÜ REMİZ
Yirmi dokuzuncu hassasında denilmiştir ki: Kainatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi, kainatın sebeb-i hilkati ve ille-i gayesi ve maksud neticesidir.

Evet, bu kainatın Sani-i Hayy-ı Kayyumu, bu kadar hadsiz enva-ı nimetiyle kendini zihayatlara bildirip sevdirdiğine mukabil, elbette zihayatlardan o nimetlere karşı teşekkür; ve sevdirmesine mukabil sevmelerini; ve kıymettar sanatlarına mukabil medh ü sena etmelerini; ve evamir-i Rabbanisine karşı itaat ve ubudiyetle mukabele etmelerini ister.

İşte bu sırr-ı rububiyete göre teşekkür ve ubudiyet, bütün enva-ı hayatın ve dolayısıyla bütün kainatın en ehemmiyetli gayesi olduğundandır ki, Kuran-ı Mucizül-Beyan pek çok hararetle ve şiddetle ve halavetle şükür ve ibadete sevk ediyor. Ve “İbadet Cenab-ı Hakka mahsus ve şükür Ona layık ve hamd Ona hastır” diye çok tekrarla beyan ediyor. Demek bu şükür ve ibadet doğrudan doğruya Malik-i Hakikisine gitmek lazım olduğunu ifade için, hayatı bütün şuunatıyla perdesiz kabza-i tasarrufunda tutmasına delalet eden وَهُوَ الَّذِى يُحْيِى وَيُمِيتُ وَلَهُ اخْتِلاَفُ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَهُوَ الَّذِى يُحْيِِى وَيُمِيتُ فَاِذَا قَضٰۤى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ فَيُحْيِى بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا gibi ayetler, pek sarih bir surette vasıtaları nefyedip, doğrudan doğruya hayatı Hayy-ı Kayyumun dest-i kudretine münhasıran veriyor.

Evet, minnettarlık ve teşekkürü davet eden ve muhabbet ve sena hissini tahrik eden, hayattan sonra rızık ve şifa ve yağmur gibi vesile-i şükran şeyler dahi doğrudan doğruya Zat-ı Rezzak-ı Şafiye ait olduğunu, esbab ve vesait bir perde olduğunu, هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ وَهُوَ الَّذِى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا gibi ayetlerle, rızık, şifa ve yağmur münhasıran Zat-ı Hayy-ı Kayyumun kudretine hastır. Perdesiz, Ondan geldiğini ifade için, kaide-i nahviyece alameti hasr ve tahsis olan هُوَ الَّذِي , هُوَ الرَّزَّاقُ ifade etmiştir. İlaçlara hasiyetleri veren ve tesiri halk eden, ancak o Şafi-i Hakikidir.

DÖRDÜNCÜ REMİZ
Hayatın yirmi sekizinci hassasında beyan edilmiştir ki: Hayat, imanın altı erkanına bakıp ispat ediyor, onların tahakkukuna işaretler ediyor.

Evet, madem bu kainatın en mühim neticesi ve meyvesi ve hikmet-i hilkati hayattır; elbette o hakikat-i aliye, bu fani, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir. Belki, hayatın yirmi dokuz hassasıyla mahiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine layık bir meyvesi, hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı uhreviyedir, taşıyla ve ağacıyla, toprağıyla hayattar olan dar-i saadetteki hayattır. Yoksa, bu hadsiz cihazat-ı mühimme ile teçhiz edilen hayat şeceresi, zişuur hakkında, hususan insan hakkında meyvesiz, faydasız, hikmetsiz, hakikatsiz olmak lazım gelecek. Ve sermayece ve cihazatça serçe kuşundan mesela yirmi derece ziyade ve bu kainatın ve zihayatın en mühim, yüksek ve ehemmiyetli mahluku olan insan, serçe kuşundan, saadet-i hayat cihetinde yirmi derece aşağı düşüp en bedbaht, en zelil bir biçare olacak. Hem en kıymettar bir nimet olan akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmekle kalb-i insanı mütemadiyen incitip bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından, en musibetli bir bela olur. Bu ise yüz derece batıldır. Demek bu hayat-ı dünyeviye, ahirete iman rüknünü kati ispat ediyor ve her baharda haşrin üç yüz binden ziyade nümunelerini gözümüze gösteriyor.

Acaba senin cisminde, senin bahçende ve senin vatanında senin hayatına lazım ve münasip bütün levazımatı ve cihazatı hikmet ve inayet ve rahmetle ihzar eden ve vaktinde yetiştiren, hatta senin midenin bekà ve yaşamak arzusuyla ettiği hususi ve cüzi olan rızık duasını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadir, hiç mümkün müdür ki, seni bilmesin ve görmesin? Ve nev-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye lazım esbabı ihzar etmesin? Ve nev-i insanın en büyük, en ehemmiyetli, en layık ve umumi olan bekà duasını, hayat-ı uhreviyenin inşasıyla ve Cennetin icadıyla kabul etmesin? Ve kainatın en mühim mahluku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev-i insanın Arş ve ferşi çınlatan umumi ve gayet kuvvetli duasını işitmeyip, küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin, kemal-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkar ettirsin? Haşa, yüz bin defa haşa!

Hem hiç kabil midir ki, hayatın en cüzisinin pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin ve derman versin ve nazını çeksin ve kemal-i itina ve ihtimamla beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlukatını ona hizmetkar yapsın; ve sonra en büyük ve kıymettar ve baki ve nazdar bir hayatın gök sadası gibi yüksek sesini işitmesin? Ve onun çok ehemmiyetli bekà duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın? Adeta bir neferin kemal-i itina ile teçhizat ve idaresini yapsın ve muti ve muhteşem orduya hiç bakmasın? Ve zerreyi görsün, güneşi görmesin? Sivrisineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin? Haşa, yüz bin defa haşa!

Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki, hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi sanatını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zat-ı Kadir-i Hakim, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Saniine fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zatı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedi ile idam edip, kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedi bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkar etsin ve ettirsin? Yüz bin defa haşa ve kella! Bu kainatı cilvesiyle süslendiren bir cemal-i mutlak ve umum mahlukatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.

Netice: Madem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını su-i istimal etmeyenler, dar-ı bekàda ve Cennet-i bakiyede hayat-ı bakiyeye mazhar olacaklardır. amenna.

Ve hem nasıl ki yeryüzünde bulunan parlak şeylerin güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkları ziyanın lemalarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar yine hayali güneşçiklere ayinelik etmeleri bilbedahe gösteriyor ki, o lemalar, yüksek birtek güneşin cilve-i inikasıdırlar ve güneşin vücudunu muhtelif dillerle yad ediyorlar ve ışık parmaklarıyla ona işaret ediyorlar. Aynen öyle de, Zat-ı Hayy-ı Kayyumun Muhyi isminin cilve-i azamıyla berrin yüzünde ve bahrin içinde zihayatların kudret-i İlahiye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için “Ya Hayy” deyip perde-i gaybda gizlenmeleri, bir hayat-ı sermediye sahibi olan Zat-ı Hayy-ı Kayyumun hayatına ve vücub-u vücuduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi; umum mevcudatın tanziminde eseri görünen ilm-i İlahiye şehadet eden bütün deliller ve kainata tasarruf eden kudreti ispat eden bütün burhanlar ve tanzim ve idare-i kainatta hükümferma olan irade ve meşieti ispat eden bütün hüccetler ve kelam-ı Rabbani ve vahy-i İlahinin medarı olan risaletleri ispat eden bütün alametler, mucizeler ve hakeza yedi sıfat-ı İlahiyeye şehadet eden bütün delail, bilittifak Zat-ı Hayy-ı Kayyumun hayatına delalet, şehadet, işaret ediyorlar. Çünkü, nasıl birşeyde görmek varsa hayatı da var; işitmek varsa hayatın alametidir; söylemek varsa hayatın vücuduna işaret eder; ihtiyar, irade varsa hayatı gösterir. Aynen öyle de, bu kainatta asarıyla vücutları muhakkak ve bedihi olan kudret-i mutlaka ve irade-i şamile ve ilm-i muhit gibi sıfatlar, bütün delailleriyle, Zat-ı Hayy-ı Kayyumun hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet ederler ve bütün kainatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dar-ı ahireti zerratıyla beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine şehadet ederler.

Hem hayat, melaikeye iman rüknüne dahi bakar, remzen ispat eder. Çünkü, madem kainatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden ve kıymettarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhanesini gelip geçen kafilelerle şenlendiren zihayatlardır. Ve madem küre-i arz bu kadar zihayatın envaıyla dolmuş ve mütemadiyen zihayat envalarını tecdit ve teksir etmek hikmetiyle, her vakit dolar boşanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zihayatlar halk edilerek bir mahşer-i huveynat oluyor. Ve madem hayatın süzülmüş en safi hülasası olan şuur ve akıl ve en latif ve sabit cevheri olan ruh, bu küre-i arzda gayet kesretli bir surette halk olunuyorlar; adeta küre-i arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihya olup öyle şenlendirilmiş. Elbette küre-i arzdan daha latif, daha nurani, daha büyük, daha ehemmiyetli olan ecram-ı semaviye, ölü, camid, hayatsız, şuursuz kalması imkan haricindedir. Demek gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayattar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-i semavatı gösterecek ve hitabat-ı Sübhaniyeye mazhar olacak olan zişuur, zihayat ve semavata münasip sekeneler, herhalde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki, onlar da melaikelerdir.

Hem hayatın sırr-ı mahiyeti, peygamberlere iman rüknüne bakıp remzen ispat eder. Evet, madem kainat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-ı Kayyum-u Ezelinin bir cilve-i azamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir sanat-ı ecmelidir. Madem hayat-ı sermediye, resullerin gönderilmesiyle ve kitapların indirilmesiyle kendini gösterir. (Evet, eğer kitaplar ve peygamberler olmazsa, o hayat-ı ezeliye bilinmez. Nasıl ki bir adamın söylemesiyle diri ve hayattar olduğu anlaşılır; öyle de, bu kainatın perdesi altında olan alem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitap eden bir Zatın kelimatını, hitabatını gösterecek, peygamberler ve ellerinde nazil olan kitaplardır.) Elbette kainattaki hayat, kati bir surette Hayy-ı Ezelinin vücub-u vücuduna kati şehadet ettiği gibi; o hayat-ı Ezeliyenin şuaatı, celevatı, münasebatı olan “irsal-i rusül” ve “inzal-i kütüb” rükünlerine bakar, remzen ispat eder. Ve bilhassa risalet-i Muhammediye (a.s.m.) ve vahy-i Kurani hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri katidir denilebilir.

Evet, nasıl ki hayat bu kainattan süzülmüş bir hülasadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülasasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülasasıdır. Ve ruh dahi, hayatın halis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zatıdır. Öyle de, maddi ve manevi hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi, hayat ve ruh-u kainattan süzülmüş hülasatül-hülasadır ve risalet-i Muhammediye dahi (a.s.m.) , kainatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en safi hülasasıdır. Belki maddi ve manevi hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) , asarının şehadetiyle, hayat-ı kainatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.), şuur-u kainatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kuran dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle, hayat-ı kainatın ruhudur ve şuur-u kainatın aklıdır.

Evet, evet, evet! Eğer kainattan risalet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kainat vefat edecek. Eğer Kuran gitse, kainat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.

Hem hayat, iman-ı bilkader rüknüne bakıyor, remzen ispat eder. Çünkü madem hayat alem-i şehadetin ziyasıdır ve istila ediyor; ve vücudun neticesi ve gayesidir; ve Halık-ı Kainatın en cami ayinesidir; ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi programı hükmündedir. Elbette alem-i gayb, yani mazi, müstakbel, yani geçmiş ve gelecek mahlukatın hayat-ı maneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve malumiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evamir-i tekviniyeyi imtisale müheyya bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat iktiza ediyor.

Nasıl ki bir ağacın çekirdek-i aslisi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi, aynen ağaç gibi, bir nevi hayata mazhardırlar, belki ağacın kavanin-i hayatiyesinden daha ince kavanin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasıl ki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra gelecek baharlara bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavanin-i hayatiyeye tabidirler. Aynen öyle de, şecere-i kainatın bütün dal ve budaklarıyla herbirinin bir mazisi ve müstakbeli var; geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüzünün ilm-i İlahiyede muhtelif tavırlarla müteaddit vücutları bir silsile-i vücud-u ilmi teşkil eder. Ve vücud-u harici gibi, o vücud-u ilmi dahi, hayat-ı umumiyenin manevi bir cilvesine mazhardır ki, mukadderat-ı hayatiye, o manidar ve canlı elvah-ı kaderiyeden alınır.

Evet, alem-i gaybın bir nevi olan alem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zatları olan ervah ile dolu olması, elbette mazi ve müstakbel denilen alem-i gaybın bir diğer nevi de ve ikinci kısmı dahi, cilve-i hayata mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem herbir şeyin vücud-u ilmisindeki intizam-ı ekmeli ve manidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları, bir nevi hayat-ı maneviyeye mazhariyetini gösterir. Evet, hayat-ı ezeliye güneşinin ziyası olan bu cilve-i hayat, elbette yalnız bu alem-i şehadete ve bu zaman-ı hazıra ve bu vücud-u hariciye münhasır olamaz. Belki herbir alem, kabiliyetine göre, o ziyanın cilvesine mazhardır. Ve kainat, bütün alemleriyle o cilve ile hayattar ve ziyadardır. Yoksa, nazar-ı dalaletin gördüğü gibi muvakkat ve zahiri bir hayat altında herbir alem, büyük ve müthiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane alem olacaktı.

İşte, kadere ve kazaya iman rüknü dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yani, nasıl ki alem-i şehadet ve mevcut hazır eşya, intizamlarıyla ve neticeleriyle hayattarlıkları görünüyor; öyle de, alem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlukatın dahi manen hayattar bir vücud-u manevileri ve ruhlu birer sübut-u ilmileri vardır ki, Levh-i Kaza ve Kader vasıtasıyla o manevi hayatın eseri, mukadderat namıyla görünür, tezahür eder.

BEŞİNCİ REMİZ
Hem hayatın on altıncı hassasında denilmiş ki: Hayat birşeye girdiği vakit, o cesedi bir alem hükmüne getirir; cüz ise küll gibi, cüziye dahi külli gibi bir camiiyet verir.

Evet, hayatın öyle bir camiiyeti var; adeta umum kainata tecelli eden ekser Esma-i Hüsnayı kendinde gösteren bir cami ayine-i ehadiyettir. Bir cisme hayat girdiği vakit küçük bir alem hükmüne getirir; adeta kainat şeceresinin bir nevi fihristesini taşıyan bir nevi çekirdeği hükmüne geçiyor. Nasıl ki bir çekirdek, onun ağacını yapabilen bir kudretin eseri olabilir; öyle de, en küçük bir zihayatı halk eden, elbette umum kainatın Halıkıdır.

İşte bu hayat, bu camiiyetiyle en gizli bir sırr-ı ehadiyeti kendinde gösterir. Yani, nasıl ki azametli güneş, ziyasıyla ve yedi rengiyle ve aksiyle, güneşe mukabil olan herbir katre suda ve herbir cam zerresinde bulunuyor. Öyle de, herbir zihayatta, kainatı ihata eden esma ve sıfat-ı İlahiyenin cilveleri beraber onda tecelli ediyor. Bu nokta-i nazardan hayat, kainatı, rububiyet ve icad cihetinde inkısam ve tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne, belki iştiraki ve tecezzisi imkan haricinde bulunan bir külli hükmüne getirir.

Evet, seni yaratan, bütün nev-i insanı yaratan Zat olduğunu, bilbedahe senin yüzündeki sikkesi gösteriyor. Çünkü mahiyet-i insaniye birdir, inkısamı gayr-ı mümkündür. Hem hayat vasıtasıyla ecza-yı kainat onun efradı hükmüne ve kainat ise nevi hükmüne geçer; sikke-i ehadiyeti mecmuunda gösterdiği gibi, herbir cüzde dahi o sikke-i ehadiyeti ve hatem-i samediyeti göstererek, şirk ve iştiraki her cihetle tard eder.

Hem hayatta sanat-ı Rabbaniyenin öyle fevkalade harika mucizeleri var ki, bütün kainatı halk edemeyen bir zat, bir kudret, en küçük bir zihayatı halk edemez. Evet, bir nohut tanesinde bütün Kuranı yazar gibi, çamın gayet küçük bir tohumunda koca çam ağacının fihristesini ve mukadderatını yazan kalem, elbette semavatı yıldızlarla yazan kalem olabilir. Evet, bir arının küçük kafasında, kainat bahçesindeki çiçekleri tanıyacak ve ekser envaıyla münasebettar olacak ve bal gibi bir hediye-i rahmeti getirecek ve dünyaya geldiği günde şerait-i hayatı bilecek derecede bir istidadı, bir kabiliyeti, bir cihazı derc eden Zat, elbette bütün kainatın Halıkı olabilir.

Elhasıl, hayat nasıl ki kainatın yüzünde parlak bir sikke-i tevhiddir; ve herbir ziruh dahi hayat noktasında bir sikke-i ehadiyettir; ve hayatın herbir ferdinde bulunan nakş-ı sanat bir mühr-ü samediyettir; ve zihayatların adedince bu kainat mektubunu Zat-ı Hayy-ı Kayyum ve Vahid-i Ehad namına hayatlarıyla imza ediyorlar; ve o mektupta tevhid mühürleri ve ehadiyet hatemleri ve samediyet sikkeleridirler. Öyle de, hayat gibi, herbir zihayat dahi, bu kitab-ı kainatta birer mühr-ü vahdaniyet olduğu gibi, herbirinin yüzünde ve simasında birer hatem-i ehadiyet konulmuştur.

Hem nasıl ki hayat, cüziyatı adedince ve zihayat efradı sayısınca Zat-ı Hayy-ı Kayyumun vahdetine şehadet eden imzalar ve mühürlerdir. Öyle de, ihya ve diriltmek fiili dahi, efradı adedince tevhide imza basıyor. Mesela, ihyanın bir ferdi olan ihya-yı arz, güneş gibi parlak bir şahid-i tevhiddir. Çünkü, baharda zeminin dirilmesinde ve ihyasında üç yüz bin envaın ve her nevin hadsiz efradı beraber, birbiri içinde, noksansız, kusursuz, mükemmel, muntazam ihya edilir ve dirilirler. Evet, böyle bir tek fiille hadsiz muntazam fiilleri yapan, elbette bütün mahlukatın Halıkıdır ve bütün zihayatları ihya eden Hayy-ı Kayyumdur ve rububiyetinde iştiraki mümkün olmayan bir Vahid-i Ehaddir.

Şimdilik hayatın hassalarından bu kadar az ve muhtasar yazıldı. Başka hassaların beyanı ve tafsilatını Risale-i Nura ve başka zamana havale ediyoruz.

Hatime

İsm-i azam herkes için bir olmaz; belki ayrı ayrı oluyor. Mesela, İmam-ı Ali radıyallahu anhın hakkında Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddus, altı isimdir. Ve İmam-ı azamın İsm-i azamı Hakem, Adl, iki isimdir. Ve Gavs-ı azamın İsm-i azamı ya Hayydır. Ve İmam-ı Rabbaninin İsm-i azamı Kayyum, ve hakeza, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i azam görmüşlerdir.

Bu Beşinci Nükte ism-i Hayy hakkında olduğu münasebetiyle, hem teberrük, hem şahit, hem delil, hem kudsi bir hüccet, hem kendimize bir dua, hem bu risaleye bir hüsn-ü hatime olarak, Resulallah Aleyhissalatü Vesselam, Cevşenül-Kebir namındaki münacat-ı azamında, marifetullahta gayet yüksek ve gayet cami derece-i marifetini göstererek böyle demiştir; biz de hayalen o zamana gidip, Resulallah Aleyhissalatü Vesselamın dediğine amin diyerek, aynı münacatı kendimiz de söylüyor gibi, sada-yı Muhammedi Aleyhissalatü Vesselam ile deriz:
يَا حَىُّ قَبْلَ كُلِّ حَىٍّ
يَا حَىُّ بَعْدَ كُلِّ حَىٍّ
يَا حَىُّ الَّذِى لاَ يُشْبِهُهُ شَىْءٌ
يَا حَىُّ الَّذِي لَيْسَ كَمِثْلِهِ حَىٌّ
يَا حَىُّ الَّذِى لاَ يُشَارِكُهُ حَىٌّ
يَا حَىُّ الَّذِي لاَ يَحْتَاجُ اِلٰى حَىٍّ
يَا حَىُّ الَّذِى يُمِيتُ كُلَّ حَىٍّ
يَا حَىُّ الَّذِي يَرْزُقُ كُلَّ حَىٍّ
يَا حَىُّ الَّذِى يُحْيِى الْمَوْتٰى
يَا حَىُّ الَّذِى لاَ يَمُوتُ
سُبْحَانَكَ يَا لاَ اِلٰهَ اِلاَّۤ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ اٰمِينَ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Otuzuncu Lemanın Altıncı Nüktesi
İsm-i Kayyuma bakar.

İsm-i Hayyın bir hülasası, Nur Çeşmesinin bir zeyli olmuş. Bu ism-i Kayyum dahi, Otuzuncu Sözün zeyli olması münasip görüldü.

İTİZAR: Bu çok ehemmiyetli meseleler ve çok derin ve geniş ism-i Kayyumun cilve-i azamı, hem muntazaman değil, belki ayrı ayrı lemalar tarzında kalbe hutur ettiğinden, hem gayet müşevveş ve acele ve tetkiksiz müsvedde halinde kaldığından, elbette tabirat ve ifadelerde çok noksanlar, intizamsızlıklar bulunacaktır. Meselelerin güzelliklerine benim kusurlarımı bağışlamalısınız.

İHTAR: İsm-i azama ait nükteler, azami bir surette geniş, hem gayet derin olduğundan, hususan ism-i Kayyuma ait meseleler ve bilhassa Birinci Şuaı maddiyyunlara baktığı için, daha ziyade derin gittiğinden, elbette her adam her meseleyi her cihette anlamaz. Fakat herkes her meseleden bir derece hisse alabilir. “Birşey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz” kaidesiyle, “Bu manevi bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum” diye vazgeçmek kar-ı akıl değildir. İnsan ne kadar koparsa o kadar kardır. İsm-i azama ait meselelerin ihata edilmeyecek derecede genişleri olduğu gibi, akıl görmeyecek derecede inceleri de vardır. Hususan ism-i Hayy ve Kayyuma ve bilhassa hayatın iman erkanına karşı remizlerine ve bilhassa kaza ve kader rüknüne hayatın işaretine ve ism-i Kayyumun Birinci Şuaına herkesin fikri yetişmez, fakat hissesiz dekalmaz. Belki herhalde imanını kuvvetlendirir. Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok azimdir. İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması, bir hazinedir. İmam-ı Rabbani Ahmed-i Faruki diyor ki: “Bir küçük mesele-i imaniyenin inkişafı, benim nazarımda yüzler ezvak ve kerametlere müreccahtır.”
بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ لَهُ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَۤائِنُهُ مَا مِنْ دَۤابَّةٍ اِلاَّ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا gibi, kayyumiyet-i İlahiyeye işaret eden ayetlerin bir nüktesi ve İsm-i azam veyahut İsm-i azamın iki ziyasından ikinci ziyası veyahut İsm-i azamın altı nurundan altıncı nuru olan Kayyum isminin bir cilve-i azamı, Zilkade ayında aklıma göründü. Eskişehir Hapishanesindeki müsaadesizliğim cihetiyle, o nur-u azamı elbette tamamıyla beyan edemeyeceğim. Fakat İmam-ı Ali Kaside-i Ercuzesinde “Sekine” nam-ı alisiyle beyan ettiği İsm-i azam ve Celcelutiyesinde yine pek muhteşem isimlerle İsm-i azam içinde bulunan o altı ismi en azam, en ehemmiyetli tuttuğu için ve onların bahsi içinde kerametkarane bize teselli verdiği için, bu ism-i Kayyuma dahi, evvelki beş esma gibi, hiç olmazsa muhtasar bir surette, Beş Şua ile o nur-u azama işaret edeceğiz.

BİRİNCİ ŞUA
Bu kainatın Halık-ı Zülcelali Kayyumdur, yani, bizatihi kaimdir, daimdir, bakidir. Bütün eşya Onunla kaimdir, devam eder ve vücutta kalır, bekà bulur. Eğer kainattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyumiyet kesilse, kainat mahvolur.

Hem o Zat-ı Zülcelal kayyumiyetiyle beraber, Kuran-ı Azimüşşanda ferman ettiği gibi, لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ dür. Yani, ne zatında, ne sıfatında, ne efalinde naziri yoktur, misli olmaz, şebihi yoktur, şeriki olmaz. Evet, bütün kainatı bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i rububiyetinde tutup bir hane ve bir saray hükmünde, kemal-i intizamla tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zat-ı Akdese, misil ve mesil ve şerik ve şebih olmaz, muhaldir.

Evet, bir Zat ki,
· Ona yıldızların icadı zerreler kadar kolay gele,
· ve en büyük şey, en küçük şey gibi kudretine musahhar ola,
· ve hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mani olmaya,
· ve hadsiz efrad, bir fert gibi nazarında hazır ola,
· ve bütün sesleri birden işite,
· ve umumun hadsiz hacatını birden yapabile,
· ve kainatın mevcudatındaki bütün intizamat ve mizanların şehadetiyle, hiçbir şey, hiçbir hal daire-i meşiet ve iradesinden hariç olmaya,
· ve hiçbir mekanda olmadığı halde, herbir yerde ve herbir mekanda kudretiyle, ilmiyle hazır ola,
· ve herşey Ondan nihayet derecede uzak olduğu halde, O ise herşeye nihayet derecede yakın olabilen bir Zat-ı Hayy-ı Kayyum-u Zülcelalin elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir. Yalnız, mesel ve temsil suretinde şuunat-ı kudsiyesine bakılabilir. Risale-i Nurdaki bütün temsilat ve teşbihat, bu mesel ve temsil nevindendirler.

İşte böyle misilsiz ve Vacibül-Vücud ve maddeden mücerret ve mekandan münezzeh ve tecezzisi ve inkısamı her cihetle muhal ve tagayyür ve tebeddülü mümteni ve ihtiyaç ve aczi imkan haricinde olan bir Zat-ı Akdesin kainat safahatında ve tabakat-ı mevcudatında tecelli eden bir kısım cilvelerini, ayn-ı Zat-ı Akdes tevehhüm ederek bir kısım mahlukatına uluhiyetin ahkamını veren ehl-i dalalet insanların bir kısmı, o Zat-ı Zülcelalin bazı eserlerini tabiata isnad etmişler. Halbuki, Risale-i Nurun müteaddit yerlerinde kati burhanlarla ispat edilmiş ki, tabiat bir sanat-ı İlahiyedir, sani olmaz. Bir kitab-ı Rabbanidir, katip olmaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Bir defterdir, defterdar olmaz. Bir kanundur, kudret olmaz. Bir mistardır, masdar olmaz. Bir kabildir, münfail olur, fail olmaz. Bir nizamdır, nazım olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şari olamaz. Farz-ı muhal olarak, en küçük bir zihayat mahluk tabiata havale edilse, “Bunu yap” denilse, Risale-i Nurun çok yerlerinde kati burhanlarla ispat edildiği gibi, o küçük zihayatın azaları ve cihazatları adedince kalıplar, belki makineler bulundurmak gerektir, ta ki tabiat o işi görebilsin.

Hem, maddiyyun denilen bir kısım ehl-i dalalet, zerrattaki tahavvülat-ı muntazama içinde hallakıyet-i İlahiyenin ve kudret-i Rabbaniyenin bir cilve-i azamını hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i Samedaniyenin cilvesinden gelen umumi kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezeli tevehhüm ederek, zerrelere ve hareketlerine asar-ı İlahiyeyi isnad etmeye başlamışlar. Fesübhanallah! İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki, mekandan münezzeh olmakla beraber, herbir yerde, herbir şeyin icadında herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle yaptığı fiilleri ve eserleri camid, kör, şuursuz, iradesiz, mizansız ve tesadüf fırtınaları içinde çalkanan zerrata ve harekatına vermek, ne kadar cahilane ve hurafetkarane bir fikir olduğunu, zerre kadar aklı bulunanların bilmesi gerektir.

Evet, bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya düşmüşler. Yani, birtek ilahı kabul etmedikleri için, nihayetsiz ilahları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yani, birtek Zat-ı Akdesin hassası ve lazım-ı zatisi olan ezeliyeti ve halıkıyeti, bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından, o hadsiz, nihayetsiz, camid zerrelerin ezeliyetlerini, belki uluhiyetlerini kabul etmeye, mesleklerince mecbur oluyorlar. İşte sen gel, eçheliyetin nihayetsiz derecesine bak!

Evet, zerrelerdeki cilve ise, zerreler taifesini Vacibül-Vücudun havliyle, kudretiyle, emriyle, muntazam ve muhteşem bir ordu hükmüne getirmiştir. Eğer bir saniye o Kumandan-ı azamın emri ve kuvveti geri alınsa, o çok kesretli, camid, şuursuz taife, başıbozuklar hükmüne gelecekler, belki bütün bütün mahvolacaklar.

Hem insanların bir kısmı, güya daha ileri görüyor gibi, daha ziyade cahilane bir dalaletle, Sani-i Zülcelalin gayet latif, nazenin, muti, musahhar bir sahife-i icraatı ve emirlerinin bir vasıta-i nakliyatı ve zayıf bir perde-i tasarrufatı ve latif bir midad-ı (mürekkep) kitabeti ve en nazenin bir hulle-i icadatı ve bir maye-i masnuatı ve bir mezraa-i hububatı olan esir maddesini, cilve-i rububiyetine ayinedarlık ettiği için, masdar ve fail tevehhüm etmişler. Bu acip cehalet, hadsiz muhalleri istilzam ediyor. Çünkü esir maddesi, maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha latif ve eski hükemanın saplandığı heyula fihristesinden daha kesif, ihtiyarsız, şuursuz, camid bir maddedir. Bu hadsiz bir surette tecezzi ve inkısam eden ve nakillik ve infial hassasıyla ve vazifesiyle teçhiz edilen bu maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan zerrelerine, herşeyde herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar ve bir iktidar ile vücut bulan fiilleri, eserleri isnad etmek, esirin zerreleri adedince yanlıştır.

Evet, mevcudatta görünen fiil-i icad öyle bir keyfiyettedir ki, herşeyde, hususan zihayat olsa, ekser eşyayı ve belki umum kainatı görecek, bilecek ve kainata karşı o zihayatın münasebetini tanıyacak, temin edecek bir iktidar ve ihtiyardan geldiğini gösteriyor ki, maddi ve ihatasız olan esbabın hiçbir cihetle fiili olmaz.

Evet, sırr-ı kayyumiyetle, en cüzi bir fiil-i icadi, doğrudan doğruya bütün kainat Halıkının fiili olduğuna delalet eden bir sırr-ı azamı taşıyor. Evet, mesela bir arının icadına teveccüh eden bir fiil, iki cihetle Halık-ı Kainata hususiyetini gösteriyor:

Birincisi: O arının bütün emsalinin, bütün zeminde, aynı zamanda, aynı fiile mazhariyetleri gösteriyor ki, bu cüzi ve hususi fiil ise, ihatalı, ru-yi zemini kaplamış bir fiilin bir ucudur. Öyleyse, o büyük fiilin faili ve o fiilin sahibi kim ise, o cüzi fiil dahi onundur.

İkinci cihet: Bu hazır arının hilkatine teveccüh eden fiilin faili olmak için, o arının şerait-i hayatiyesini ve cihazatını ve kainatla münasebetini temin edecek ve bilecek kadar pek büyük bir iktidar ve ihtiyar lazım geldiğinden, o cüzi fiili yapan zatın, ekser kainata hükmü geçmekle ancak o fiili öyle mükemmel yapabilir.
Demek, en cüzi fiil, iki cihetle Halık-ı Külli Şeye has olduğunu gösterir.

En ziyade ca-yı dikkat ve ca-yı hayret şudur ki: Vücudun en kuvvetli mertebesi olan vücubun; ve vücudun en sebatlı derecesi olan maddeden tecerrüdün; ve vücudun zevalden en uzak tavrı olan mekandan münezzehiyetin; ve vücudun en sağlam ve tagayyürden ve ademden en mukaddes sıfatı olan vahdetin sahibi olan Zat-ı Vacibül-Vücudun en has hassası ve lazım-ı zatisi olan ezeliyeti ve sermediyeti, vücudun en zayıf mertebesi ve en incecik derecesi ve en mütegayyir, mütehavvil tavrı ve en ziyade mekana yayılmış olan hadsiz, kesretli bir maddi madde olan esir ve zerrat gibi şeylere vermek ve onlara ezeliyet isnad etmek ve onları ezeli tasavvur etmek ve kısmen asar-ı İlahiyenin onlardan neşet ettiğini tevehhüm etmek ne kadar hilaf-ı hakikat ve vakıa muhalif ve akıldan uzak ve batıl bir fikir olduğu, Risale-i Nurun müteaddit cüzlerinde kati burhanlarla gösterilmiştir.

İKİNCİ ŞUA
İki meseledir.
BİRİNCİ MESELE: İsm-i Kayyumun bir cilve-i azamına işaret eden لاَ تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ مَا مِنْ دَۤابَّةٍ اِلاَّ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا
لَهُ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ gibi ayetlerin işaret ettiği hakikat-i azamın bir veçhi şudur ki:

Şu kainattaki ecram-ı semaviyenin kıyamları, devamları, bekàları, sırr-ı kayyumiyetle bağlıdır. Eğer o cilve-i kayyumiyet bir dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı küre-i arzdan bin defa büyük milyonlarla küreler, feza-yı gayr-ı mütenahi boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak, ademe dökülecekler. Nasıl ki, mesela havada, tayyareler yerinde binler muhteşem kasırları kemal-i intizamla durdurup seyahat ettiren bir zatın kayyumiyet iktidarı, o havadaki sarayların sebat ve nizam ve devamlarıyla ölçülür. Öyle de, o Zat-ı Kayyum-u Zülcelalin madde-i esiriye içinde hadsiz ecram-ı semaviyeye nihayet derecede intizam ve mizan içinde sırr-ı kayyumiyetle bir kıyam, bir bekà, bir devam vererek, bazısı küre-i arzdan bin ve bir kısmı bir milyon defa büyük milyonlarla azim küreleri direksiz, istinatsız, boşlukta durdurmakla beraber, herbirini bir vazifeyle tavzif edip gayet muhteşem bir ordu şeklinde, emr-i كُنْ فَيَكُونُ dan gelen fermanlara kemal-i inkıyadla itaat ettirmesi, ism-i Kayyumun azami cilvesine bir ölçü olduğu gibi, herbir mevcudun zerreleri dahi, yıldızlar gibi, sırr-ı kayyumiyetle kaim ve o sır ile bekà ve devam ediyorlar.

Evet, bir zihayatın cesedindeki zerrelerin herbir azaya mahsus bir heyetle küme küme toplanıp dağılmadıkları ve sel gibi akan unsurların fırtınaları içinde vaziyetlerini muhafaza edip dağılmamaları ve muntazaman durmaları, bilbedahe, kendi kendilerinden olmayıp, belki sırr-ı kayyumiyetle olduğundan, herbir ceset muntazam bir tabur, herbir nevi muntazam bir ordu hükmünde olarak, bütün zihayat ve mürekkebatın zemin yüzünde ve yıldızların feza aleminde durmaları ve gezmeleri gibi, bu zerreler dahi hadsiz dilleriyle sırr-ı kayyumiyeti ilan ederler.

İKİNCİ MESELE: Eşyanın sırr-ı kayyumiyetle münasebettar faydalarının ve hikmetlerinin bir kısmına işaret etmeyi bu makam iktiza ediyor.

Evet, herşeyin hikmet-i vücudu ve gaye-i fıtratı ve faide-i hilkati ve netice-i hayatı üçer nevidir.

Birinci nevi: Kendine ve insana ve insanın maslahatlarına bakar.

İkinci nevi: Daha mühimdir ki, herşey, umum zişuur mütalaa edebilecek ve Fatır-ı Zülcelalin cilve-i esmasını bildirecek birer ayet, birer mektup, birer kitap, birer kaside hükmünde olarak, manalarını hadsiz okuyucularına ifade etmesidir.

Üçüncü nevi ise, Sani-i Zülcelale aittir, Ona bakar. Herşeyin faydası ve neticesi kendine bakan bir ise, Sani-i Zülcelale bakan yüzlerdir ki, Sani-i Zülcelal, kendi acaib-i sanatını kendisi temaşa eder, kendi cilve-i esmasına kendi masnuatında bakar. Bu azami üçüncü nevide hikmet-i hilkatini ifade için, bir saniye kadar yaşamak kafidir.

Hem herşeyin vücudunu iktiza eden bir sırr-ı kayyumiyet var ki, Üçüncü Şuada izah edilecek.

Bir zaman, tılsım-ı kainat ve muamma-yı hilkat cilvesiyle mevcudatın hikmetlerine ve faydalarına baktım, dedim: “Acaba bu eşya neden böyle kendini gösteriyorlar, çabuk kaybolup gidiyorlar? Onların şahsına bakıyorum: Muntazam, hikmetli giyinmiş, giydirilmiş, süslendirilmiş, sergiye, temaşagaha gönderilmiş. Halbuki bir iki günde, belki bir kısmı birkaç dakikada kaybolup faydasız, boşu boşuna gidiyorlar. Bu kısa zamanda bize görünmelerinden maksat nedir?” diye çok merak ediyordum. O zaman, mevcudatın, hususan zihayatın dünya dershanesine gelmelerinin mühim bir hikmetini lutf-u İlahi ile buldum. O da şudur:

Herşey, hususan zihayat, gayet manidar bir kelime, bir mektup, bir kaside-i Rabbanidir, bir ilanname-i İlahidir. Umum zişuurun mütalaasına mazhar olduktan ve hadsiz mütalaacılara manasını ifade ettikten sonra, lafzı ve hurufu hükmündeki suret-i cismaniyesi kaybolur.

Bir sene kadar bu hikmet bana kafi geldi. Bir sene sonra, masnuatta ve bilhassa zihayatlarda bulunan çok harika ve pek ince sanatın mucizeleri inkişaf etti. Anladım ki, bu çok ince ve çok harika olan dekaik-i sanat, yalnız zişuurların nazarlarına ifade-i mana için değildir. Gerçi herbir mevcudu hadsiz zişuurlar mütalaa edebilir. Fakat hem onların mütalaası mahduttur, hem de herkes o zihayatın bütün dekaik-i sanatına nüfuz edemezler. Demek, zihayatların en mühim netice-i hilkati ve en büyük gaye-i fıtratı, Zat-ı Kayyum-u Ezelinin kendi nazarına kendi acaib-i sanatını ve verdiği rahimane hediyelerini ve ihsanlarını arz etmektir.

Bu gaye ise, çok zaman bana kanaat verdi. Ve ondan anladım ki, her mevcutta, hususan zihayatlarda hadsiz dekaik-i sanat bulunması, Zat-ı Kayyum-u Ezelinin nazarına arz etmek, yani, Zat-ı Kayyum-u Ezeli kendi sanatını kendisi temaşa etmek olan hikmet-i hilkat, o büyük masarife kafi geliyordu.

Bir zaman sonra gördüm ki, mevcudatın şahıslarında ve suretlerindeki dekaik-i sanat devam etmiyor; gayet süratle tazeleniyor, tebeddül ediyor, nihayetsiz bir faaliyet ve bir hallakıyet içinde tahavvül ediyorlar. Bu hallakıyet ve bu faaliyetin hikmeti, elbette o faaliyet derecesinde büyük olmak lazım geliyor, diye tefekküre başladım. Bu defa mezkur iki hikmet kafi gelmemeye başladılar, noksan kaldılar. Gayet merakla ayrı bir hikmeti aramaya ve taharriye başladım.

Bir zaman sonra, lillahilhamd, Kuran-ı Mucizül-Beyanın feyziyle, sırr-ı kayyumiyet noktasında azim, hadsiz bir hikmet, bir gaye göründü. Ve onunla, “tılsım-ı kainat” ve “muamma-yı hilkat” tabir edilen bir sırr-ı İlahi anlaşıldı. Yirmi Dördüncü Mektupta tafsilen beyan edildiğinden, burada yalnız icmalen iki üç noktasını Üçüncü Şuada zikredeceğiz.

Evet, sırr-ı kayyumiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki, bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada, رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا sırrıyla durdurup, kıyam ve bekà verip, umumunu böyle sırr-ı kayyumiyetin tecellisine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa, hiçbir şey kendi başıyla durmaz; hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek.

Hem nasıl ki bütün mevcudat, vücutları ve kıyamları ve bekàları cihetinde Kayyum-u Zülcelale dayanıyorlar, kıyamları Onunladır. Öyle de, mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin—temsilde hata olmasın—telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde olan sırr-ı kayyumiyette وَاِلَيْهِ يُرْجَعُ اْلاَمْرُ كُلُّهُ sırrıyla uçları bağlıdır. Eğer o nurani nokta-i istinada dayanmazlarsa, ehl-i akılca muhal ve batıl olan binler devirler ve teselsüller lazım gelecek. Belki mevcudat adedince batıl olan devirler ve teselsüller lazım gelir. Mesela bu şey (hıfz veya nur veya vücut veya rızık gibi) bir cihette buna dayanır, bu da ötekine, o da ona… Git gide, herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak.

İşte, bütün böyle silsilelerin müntehaları, elbette sırr-ı kayyumiyettir. Sırr-ı kayyumiyet anlaşıldıktan sonra, o mevhum silsilelerde birbirine dayanmak rabıtası ve manası kalmaz, kalkar; herşey doğrudan doğruya sırr-ı kayyumiyete bakar.

ÜÇÜNCÜ ŞUA
كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِى شَاْنٍ فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ يَخْلُقُ مَا يَشَۤاءُ بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا gibi ayetlerin işaret ettikleri hallakıyet-i İlahiye ve faaliyet-i Rabbaniye içindeki sırr-ı Kayyumiyetin bir derece inkişafına bir iki mukaddime ile işaret edeceğiz.

BİRİNCİSİ: Şu kainata baktığımız vakit görüyoruz ki, zaman seylinde mütemadiyen çalkanan ve kafile kafile arkasından gelip geçen mahlukatın bir kısmı bir saniyede gelir, derakap kaybolur. Bir taifesi bir dakikada gelir, geçer. Bir nevi, bir saat alem-i şehadete uğrar, alem-i gayba girer. Bir kısmı bir günde, bir kısmı bir senede, bir kısmı bir asırda, bir kısmı da asırlarda bu alem-i şehadete gelip, konup, vazife görüp gidiyorlar.

Bu hayret verici seyahat ve seyeran-ı mevcudat, o sefer ve seyelan-ı mahlukat öyle bir intizam ve mizan ve hikmetle sevk ve idare edilir; ve onlara ve o kafilelere kumandanlık eden öyle basirane, hakimane, müdebbirane kumandanlık ediyor ki, bütün akıllar faraza ittihad edip birtek akıl olsa, o hakimane idarenin künhüne yetişemez ve kusur bulup tenkit edemez.

İşte bu hallakıyet-i Rabbaniyenin içinde, o sevimli ve sevdiği masnuatın, hususan zihayatların hiçbirine göz açtırmayarak alem-i gayba gönderiyor. Hiçbirine nefes aldırmayarak dünyadaki hayattan terhis ediyor. Mütemadiyen bu misafirhane-i alemi doldurup misafirlerin rızası olmayarak boşaltıyor. Kalem-i kaza ve kader, küre-i arzı yazar bozar tahtası gibi yaparak, يُحْيِى وَيُمِيتُ cilveleriyle mütemadiyen küre-i arzda yazılarını yazar ve o yazıları tazelendirir, tebdil eder.

İşte bu faaliyet-i Rabbaniyenin ve bu hallakıyet-i İlahiyenin bir sırr-ı hikmeti ve esaslı bir muktazisi ve bir sebeb-i daisi, üç mühim şubeye ayrılan hadsiz, nihayetsiz bir hikmettir.

O hikmetin birinci şubesi şudur ki: Faaliyetin her nevi, cüzi olsun külli olsun, bir lezzet verir. Belki her faaliyette bir lezzet var. Belki faaliyet ayn-ı lezzettir. Belki faaliyet, ayn-ı lezzet olan vücudun tezahürüdür ve ayn-ı elem olan ademden tebaud ile silkinmesidir.

Evet, her kabiliyet sahibi, bir faaliyetle kabiliyetinin inkişafını lezzetle takip eder. Herbir istidadın faaliyetle tezahür etmesi, bir lezzetten gelir ve bir lezzeti netice verir. Herbir kemal sahibi, faaliyetle kemalatının tezahürünü lezzetle takip eder.

Madem herbir faaliyette böyle sevilir, istenilir bir kemal, bir lezzet vardır. Ve faaliyet dahi bir kemaldir. Ve madem zihayat aleminde daimi ve ezeli bir hayattan neşet eden hadsiz bir muhabbetin, nihayetsiz bir merhametin cilveleri görünüyor. Ve o cilveler gösteriyor ki, kendini böyle sevdiren ve seven ve şefkat edip lütuflarda bulunan Zatın kudsiyetine layık ve vücub-u vücuduna münasip o hayat-ı sermediyenin muktezası olarak, hadsiz derecede—tabirde hata olmasın—bir aşk-ı lahuti, bir muhabbet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi şuunat-ı kudsiye o hayat-ı akdeste var ki, o şuunat böyle hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz bir hallakıyetle kainatı daima tazelendiriyor, çalkalandırıyor, değiştiriyor.

Sırr-ı kayyumiyete bakan hadsiz faaliyet-i İlahiyedeki hikmetin ikinci şubesi: Esma-i İlahiyeye bakar. Malumdur ki, herbir cemal sahibi, kendi cemalini görmek ve göstermek ister. Herbir hüner sahibi, kendi hünerini teşhir ve ilan etmekle nazar-ı dikkati celb etmek ister ve sever. Ve hüneri gizli kalmış bir güzel hakikat ve güzel bir mana, meydana çıkmak ve müşterileri bulmak ister ve sever.

Madem bu esaslı kaideler, herşeyde derecesine göre cereyan ediyor; elbette Cemil-i Mutlak olan Zat-ı Kayyum-u Zülcelalin bin bir Esma-i Hüsnasından herbir ismin, kainatın şehadetiyle ve cilvelerinin delaletiyle ve nakışlarının işaretiyle, herbirisinin herbir mertebesinde hakiki bir hüsün, hakiki bir kemal, hakiki bir cemal ve gayet güzel bir hakikat, belki herbir ismin herbir mertebesinde hadsiz enva-ı hüsünle hadsiz hakaik-i cemile vardır.

Madem bu esmanın kudsi cemallerini irae eden ayineleri ve güzel nakışlarını gösteren levhaları ve güzel hakikatlerini ifade eden sayfaları bu mevcudattır ve bu kainattır. Elbette o daimi ve baki esma, hadsiz cilvelerini ve nihayetsiz manidar nakışlarını ve kitaplarını, hem müsemmaları olan Zat-ı Kayyum-u Zülcelalin nazar-ı müşahedesine, hem hadd ü hesaba gelmeyen ziruh ve zişuur mahlukatın nazar-ı mütalaasına göstermek ve nihayetli, mahdut birşeyden nihayetsiz levhaları ve birtek şahıstan pek çok şahısları ve bir hakikatten pek kesretli hakikatleri göstermek için, o aşk-ı mukaddes-i İlahiye istinaden ve o sırr-ı kayyumiyete binaen, kainatı umumen ve mütemadiyen cilveleriyle tazelendiriyorlar, değiştiriyorlar.

DÖRDÜNCÜ ŞUA
Kainattaki hayretnüma faaliyet-i daimenin hikmetinin üçüncü şubesi şudur ki: Herbir merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten mesrur olur. Herbir şefkat sahibi, başkasını mesrur etmekten memnun olur. Herbir muhabbet sahibi, sevindirmeye layık mahlukları sevindirmekle sevinir. Herbir alicenap zat, başkasını mesut etmekle lezzet alır. Herbir adil zat, ihkak-ı hak etmek ve müstehaklara ceza vermekte hukuk sahiplerini minnettar etmekle keyiflenir. Hüner sahibi herbir sanatkar, sanatını teşhir etmekle ve sanatının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder.

İşte bu mezkur düsturların herbiri birer kaide-i esasiyedir ki, kainatta ve alem-i insaniyette cereyan ediyorlar. Bu kaidelerin esma-i İlahiyede cereyan ettiklerini gösteren üç misal, Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfında izah edilmiştir. Bir hülasası bu makamda yazılması münasip olduğundan, deriz:

Nasıl ki, mesela gayet merhametli, sehavetli, gayet kerim, alicenap bir zat, fıtratındaki ali seciyelerin muktezasıyla, büyük bir seyahat gemisine, çok muhtaç ve fakir insanları bindirip, gayet mükemmel ziyafetlerle, ikramlarla o muhtaç fakirleri memnun ederek, denizlerde, arzın etrafında gezdirir. Ve kendisi de, onların üstünde, onları mesrurane temaşa ederek, o muhtaçların minnettarlıklarından lezzet alır ve onların telezzüzlerinden mesrur olur ve onların keyiflerinden sevinir, iftihar eder.

Madem böyle bir tevziat memuru hükmünde olan bir insan, böyle cüzi bir ziyafet vermekten bu derece memnun ve mesrur olursa, elbette bütün hayvanları ve insanları ve hadsiz melekleri ve cinleri ve ruhları, bir sefine-i Rahmani olan küre-i arz gemisine bindirerek, ru-yi zemini, enva-ı matumatla ve bütün duyguların ezvak ve erzakıyla doldurulmuş bir sofra-i Rabbaniye şeklinde onlara açmak ve o muhtaç ve müteşekkir ve minnettar ve mesrur mahlukatını aktar-ı kainatta seyahat ettirmekle ve bu dünyada bu kadar ikramlarla onları mesrur etmekle beraber, dar-ı bekàda, Cennetlerinden herbirini ziyafet-i daime için birer sofra yapan Zat-ı Hayy-ı Kayyuma ait olarak, o mahlukatın teşekkürlerinden ve minnettarlıklarından ve mesruriyetlerinden ve sevinçlerinden gelen ve tabirinde aciz olduğumuz ve mezun olmadığımız şuunat-ı İlahiyeyi “memnuniyet-i mukaddese,” “iftihar-ı kudsi” ve “lezzet-i mukaddese” gibi isimlerle işaret edilen maani-i rububiyettir ki, bu daimi faaliyeti ve mütemadi hallakıyeti iktiza eder.

Hem mesela bir mahir sanatkar, plaksız bir fonoğraf yapsa, o fonoğraf istediği gibi konuşsa, işlese, sanatkarı ne kadar müftehir olur, mütelezziz olur, kendi kendine “Maşaallah” der.

Madem icadsız ve suri bir küçük sanat, sanatkarının ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa, elbette bu mevcudatın Sani-i Hakimi, kainatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envaıyla sada veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir musiki-i İlahiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber; kainatın herbir nevini, herbir alemini ayrı bir sanatla ve ayrı sanat mucizeleriyle göstererek zihayatların kafalarında bir fonoğraf, bir fotoğraf, birer telgraf gibi çok makineleri, hatta en küçük bir kafada dahi, yapmakla beraber; herbir insan kafasına, değil yalnız plaksız fonoğraf, birer ayinesiz fotoğraf, bir telsiz telgraf, belki bunlardan yirmi defa daha harika, her insanın kafasında öyle bir makineyi yapmaktan ve istediği tarzda işleyip neticeleri vermekten gelen iftihar-ı kudsi ve memnuniyet-i mukaddese gibi manaları ve rububiyetin bu nevinden olan ulvi şuunatı, elbette ve herhalde bu faaliyet-i daimeyi istilzam eder.

Hem mesela, bir hükümdar-ı adil, ihkak-ı hak için mazlumların hakkını zalimlerden almakla ve fakirleri kavilerin şerrinden muhafaza etmekle ve herkese müstehak olduğu hakkı vermekle lezzet alması, iftihar etmesi, memnun olması, hükümdarlığın ve adaletin bir kaide-i esasiyesi olduğundan, elbette Hakim-i Hakim, Adl-i adil olan Zat-ı Hayy-ı Kayyumun bütün mahlukatına, hususan zihayatlara “hukuk-u hayat” tabir edilen şerait-i hayatiyeyi vermekle; ve hayatlarını muhafaza için onlara cihazat ihsan etmekle; ve zayıfları kavilerin şerrinden rahimane himaye etmekle; ve umum zihayatlarda, bu dünyada ihkak-ı hak etmek nevi tamamen ve haksızlara ceza vermek nevi ise kısmen sırr-ı adaletin icrasından olmakla; ve bilhassa Mahkeme-i Kübra-yı Haşirde adalet-i ekberin tecellisinden hasıl olan ve tabirinde aciz olduğumuz şuunat-ı Rabbaniye ve maani-i kudsiyedir ki, kainatta bu faaliyet-i daimeyi iktiza ediyor.

İşte bu üç misal gibi, Esma-i Hüsnanın umumunda, herbirisi bu faaliyet-i daimede böyle kudsi bazı şuunat-ı İlahiyeye medar olduklarından, hallakıyet-i daimeyi iktiza ederler.

Hem madem her kabiliyet, herbir istidat, inbisat ve inkişaf edip semere vermekle bir ferahlık, bir genişlik, bir lezzet verir. Hem madem her vazifedar, vazifesini yapmak ve bitirmekle, vazifesinden terhisinde büyük bir rahatlık, bir memnuniyet hisseder. Ve madem birtek tohumdan birçok meyveleri almak ve bir dirhemden yüz dirhem kar kazanmak, sahiplerine çok sevinçli bir halettir, bir ticarettir. Elbette, bütün mahlukattaki hadsiz istidatları inkişaf ettiren ve bütün mahlukatını kıymettar vazifelerde istihdam ettikten sonra terakkivari terhis ettiren, yani, unsurları madenler mertebesine, madenleri nebatlar hayatına, nebatları rızık vasıtasıyla hayvanların derece-i hayatına ve hayvanları, insanların şuurkarane olan yüksek hayatına çıkarıyor.

İşte, herbir zihayatın zahiri bir vücudunun zevaliyle (Yirmi Dördüncü Mektupta izah edildiği gibi) ruhu, mahiyeti, hüviyeti, sureti ve misali vücutları ve ilmi ve gaybi mevcudiyetleri ve cesed-i necmisi ve gılaf-ı ruhu gibi kendinden alınmış pek çok vücutlarını arkasında bırakıp ve yerinde vazife başına geçiren faaliyet-i daime ve hallakıyet-i Rabbaniyeden neşet eden maani-i kudsiyenin ve rububiyet-i İlahiyenin ne kadar ehemmiyetli oldukları anlaşılır.

Mühim bir suale kati bir cevap: Ehl-i dalaletten bir kısmı diyorlar ki: “Kainatı bir faaliyet-i daime ile tağyir ve tebdil eden zatın, elbette kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olması lazım gelir.”

Elcevap: Haşa, yüz bin defa haşa! Yerdeki ayinelerin tagayyürü, gökteki güneşin tagayyürünü değil, bilakis, cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Hem ezeli, ebedi, sermedi, her cihetçe kemal-i mutlakta ve istiğna-yı mutlakta, maddeden mücerred, mekandan, kayıttan, imkandan münezzeh, müberra, mualla olan bir Zat-ı Akdesin tagayyürü ve tebeddülü muhaldir. Kainatın tagayyürü Onun tagayyürüne değil, belki adem-i tagayyürüne ve gayr-ı mütehavvil olduğuna delildir. Çünkü müteaddit şeyleri intizamla daimi tağyir ve tahrik eden bir zat, mütegayyir olmamak ve hareket etmemek lazım gelir. Mesela, sen çok iplerle bağlı çok gülleleri ve topları çevirdiğin ve daimi intizamla tahrik edip vaziyetler verdiğin vakit, senin, yerinde durup tegayyür ve hareket etmemekliğin gerektir. Yoksa o intizamı bozacaksın. Meşhurdur ki, intizamla tahrik eden hareket etmemek ve devamla tağyir eden mütegayyir olmamak gerektir—ta ki o iş intizamla devam etsin.

Saniyen: Tagayyür ve tebeddül, hudüsten ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddilikten ve imkandan ileri geliyor. Zat-ı Akdes ise, hem kadim, hem her cihetçe kemal-i mutlakta, hem istiğna-yı mutlakta, hem maddeden mücerred, hem Vacibül-Vücud olduğundan, elbette tegayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir.

BEŞİNCİ ŞUA
İki Meseledir.

BİRİNCİ MESELESİ: İsm-i Kayyumun cilve-i azamını görmek istersek, hayalimizi bütün kainatı temaşa edecek, biri en uzak şeyleri, diğeri en küçük zerreleri gösterecek iki dürbün yapıp, birinci dürbünle bakıyoruz, görüyoruz ki: İsm-i Kayyumun cilvesiyle, küre-i arzdan bin defa büyük milyonlar küreler, yıldızlar, direksiz olarak, havadan daha latif olan madde-i esiriye içinde kısmen durdurulmuş, kısmen vazife için seyahat ettiriliyor.

Sonra, o hayalin, hurdebini olan ikinci dürbünüyle, küçük zerratı görecek bir suretle bakıyoruz. O sırr-ı kayyumiyetle, zihayat mahlukat-ı arziyenin herbirinin zerrat-ı vücudiyeleri, yıldızlar gibi muntazam bir vaziyet alıp hareket ediyorlar ve vazifeler görüyorlar. Hususan zihayatın kanındaki “küreyvat-ı hamra ve beyza” tabir ettikleri, zerrelerden teşekkül eden küçücük kütleleri, seyyar yıldızlar gibi, Mevlevivari iki hareket-i muntazama ile hareket ediyorlar görüyoruz.

Bir hülasatül-hülasa: İsm-i azamın altı ismi, ziyadaki yedi renk gibi imtizaç ederek teşkil ettikleri ziya-yı kudsiyeye bakmak için, bir hülasanın zikri münasiptir. Şöyle ki:
Bütün kainatın mevcudatını böyle durduran, bekà ve kıyam veren ism-i Kayyumun bu cilve-i azamının arkasından bak: İsm-i Hayyın cilve-i azamı, o bütün mevcudat-ı zihayatı cilvesiyle şulelendirmiş, kainatı nurlandırmış, bütün zihayat mevcudatı cilvesiyle yaldızlıyor.

Şimdi bak, ism-i Hayyın arkasında ism-i Ferdin cilve-i azamı, bütün kainatı envaıyla, eczasıyla bir vahdet içine alıyor, herşeyin alnına bir sikke-i vahdet koyuyor, herşeyin yüzüne bir hatem-i ehadiyet basıyor, nihayetsiz ve hadsiz dillerle cilvesini ilan ettiriyor.

Şimdi ism-i Ferdin arkasından ism-i Hakemin cilve-i azamına bak ki, yıldızlardan zerrelere kadar, hayalin iki dürbünüyle temaşa ettiğimiz mevcudatın herbirisini, cüzi olsun, külli olsun, en büyük daireden en küçük daireye kadar, herbirine layık ve münasip olarak, meyvedar bir nizam ve hikmetli bir intizam ve semeredar bir insicam içine almış, bütün mevcudatı süslendirmiş, yaldızlandırmış.

Sonra ism-i Hakemin cilve-i azamı arkasından bak ki, ism-i Adlin cilve-i azamıyla, İkinci Nüktede izah edildiği vecihle, bütün kainatı, mevcudatıyla, faaliyet-i daime içinde öyle hayret-engiz mizanlarla, ölçülerle, tartılarla idare eder ki, ecram-ı semaviyeden biri, bir saniyede muvazenesini kaybetse, yani ism-i Adlin cilvesi altından çıksa, yıldızlar içinde bir hercümerce, bir kıyamet kopmasına sebebiyet verecek.

İşte, bütün mevcudatın daire-i azamı, kehkeşandan, yani Samanyolu tabir edilen mıntıka-i kübradan tut, ta kan içindeki küreyvat-ı hamra ve beyzanın daire-i hareketlerine kadar herbir dairesini, herbir mevcudunu hassas bir mizan, bir ölçüyle biçilmiş bir şekil ve bir vaziyetle, baştan başa, yıldızlar ordusundan ta zerreler Ve ordusuna kadar bütün mevcudatın emr-i كُنْ فَيَكُونُdan gelen emirlere kemal-i musahhariyetle itaat ettiklerini gösteriyor.

Şimdi, ism-i Adlin cilve-i azamı arkasından, Birinci Nüktede izah edildiği gibi, ism-i Kuddusün cilve-i azamına bak ki, kainatın bütün mevcudatını öyle temiz, pak, safi, güzel, süslü, berrak yapar gösterir ki, bütün kainata ve bütün mevcudata Cemil-i Mutlakın hadsiz derecede cemal-i zatisine layık ve nihayetsiz güzel olan Esma-i Hüsnasına münasip olacak güzel ayineler şeklini vermiştir.

Elhasıl, İsm-i azamın bu altı ismi ve altı nuru, kainatı ve mevcudatı ayrı ayrı güzel renklerde, çeşit çeşit nakışlarda, başka başka ziynetlerde bulunan yaldızlı perdeler içinde mevcudatı sarmıştır.

BEŞİNCİ ŞUaNIN İKİNCİ MESELESİ: Kainata tecelli eden kayyumiyetin cilvesi, vahidiyet ve celal noktasında olduğu gibi, kainatın merkezi ve medarı ve zişuur meyvesi olan insanda dahi, kayyumiyetin cilvesi, ehadiyet ve cemal noktasında tezahürü var. Yani, nasıl ki kainat sırr-ı kayyumiyetle kaimdir; öyle de, ism-i Kayyumun mazhar-ı ekmeli olan insan ile, bir cihette kainat kıyam bulur. Yani, kainatın ekser hikmetleri, maslahatları, gayeleri insana baktığı için, güya insandaki cilve-i kayyumiyet, kainata bir direktir.

Evet, Zat-ı Hayy-ı Kayyum, bu kainatta insanı irade etmiş ve kainatı onun için yaratmış denilebilir. Çünkü insan, camiiyet-i tamme ile bütün esma-i İlahiyeyi anlar, zevk eder. Hususan rızıktaki zevk cihetiyle pek çok Esma-i Hüsnayı anlar. Halbuki melaikeler onları o zevkle bilemezler.

İşte, insanın bu ehemmiyetli camiiyetidir ki, Zat-ı Hayy-ı Kayyum, insana, bütün esmasını ihsas etmek ve bütün enva-ı ihsanatını tattırmak için öyle iştahlı bir mide vermiş ki, o midenin geniş sofrasını hadsiz enva-ı matumatıyla kerimane doldurmuş.

Hem bu maddi mide gibi hayatı da bir mide yapmış. O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş bir sofra-i nimet açmış. O hayat ise, duyguları vasıtasıyla, o sofra-i nimetten her çeşit istifadelerle, teşekküratın her nevini yapar.

Ve bu hayat midesinden sonra, bir insaniyet midesini vermiş ki, o mide, hayattan daha geniş bir dairede rızık ve nimet ister. Akıl ve fikir ve hayal, o midenin elleri hükmünde, semavat ve zemin genişliğinde o sofra-i rahmetten istifade edip şükreder.

Ve insaniyet midesinden sonra, hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet açmak için, İslamiyet ve iman akidelerini, çok rızık ister bir manevi mide hükmüne getirip, onun rızık sofrasının dairesini mümkinat dairesinin haricinde genişletip, esma-i İlahiyeyi de içine alır kılmıştır ki, o mide ile ism-i Rahmanı ve ism-i Hakimi en büyük bir zevk-i rızki ile hisseder, “Elhamdü lillahi ala Rahmaniyyetihi ve ala hakimiyyetihi” der. Ve hakeza, bu manevi mide-i kübra ile hadsiz nimet-i İlahiyeden istifade edebilir. Ve bilhassa o midedeki muhabbet-i İlahiye zevkinin daha başka bir dairesi var.

İşte, Zat-ı Hayy-ı Kayyum, insanı bütün kainata bir merkez, bir medar yaparak, kainat kadar geniş bir sofra-i nimet insana açtığının ve kainatı insana musahhar ettiğinden ve kainatın insan ile mazhar olduğu sırr-ı kayyumiyetle bir cihette kaim olduğunun hikmeti ise, insanın mühim üç vazifesidir:

BİRİNCİSİ: Kainatta münteşir bütün enva-ı nimeti insanla tanzim etmek.
insanın menfaati ipiyle tesbih taneleri gibi tanzim eder, nimetlerin iplerinin uçlarını insanın başına bağlar, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine insanı bir liste hükmüne getirir.

İKİNCİ VAZİFESİ: Zat-ı Hayy-ı Kayyumun hitabatına, insan, camiiyeti haysiyetiyle en mükemmel muhatap olmak ve hayretkarane sanatlarını takdir ve tahsin etmekle en yüksek sesli bir dellal olmak ve şuurdarane teşekküratın bütün envaıyla, bütün enva-ı nimetine ve çeşit çeşit hadsiz ihsanatına şükür ve hamd ü sena etmektir.

ÜÇÜNCÜ VAZİFESİ: Hayatı ile, üç cihetle Zat-ı Hayy-ı Kayyuma ve şuunatına ve sıfat-ı muhitasına ayinedarlık etmektir.

Birinci vecih: İnsan, kendi acz-i mutlakıyla Halıkının kudret-i mutlakasını ve derecatını ve aczin dereceleriyle kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve zaafıyla Onun kuvvetini anlamaktır. Ve hakeza, noksan sıfatlarıyla Halıkının evsaf-ı kemaline mikyasvari ayine olmak… Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lambalarını göstermeye mükemmel bir ayine olduğu gibi, insan dahi böyle nakıs sıfatlarıyla kemalat-ı İlahiyeye ayinedarlık eder.

İkinci vecih: İnsan, cüzi iradesiyle ve azıcık ilmiyle ve küçücük kudretiyle ve zahiri malikiyetiyle ve hanesini bina etmesiyle, bu kainat ustasının malikiyetini ve sanatını ve iradesini ve kudretini ve ilmini, kainatın büyüklüğü nisbetinde anlar, ayinedarlık eder.
Üçüncü vecihteki ayinedarlığın iki yüzü var:
· Birisi: Esma-i İlahiyenin ayrı ayrı nakışlarını kendinde göstermektir. Adeta insan, camiiyetiyle kainatın küçük bir fihristesi ve bir misal-i musağğarası hükmünde olup, umum esmanın nakışlarını gösteriyor.
· İkinci yüzü: Şuunat-ı İlahiyeye ayinedarlık eder. Yani, kendi hayatıyla Zat-ı Hayy-ı Kayyumun hayatına işaret ettiği gibi, kendi hayatında inkişaf eden sem ve basar gibi duyguların vasıtasıyla, Zat-ı Hayy-ı Kayyumun sem ve basar gibi sıfatlarına ayinedarlık eder, bildirir.

Hem insan, hayatında bulunan ve inkişaf etmeyen ve his ve hassasiyet suretinde galeyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayati duygular, manalar ve hisler vasıtasıyla, Zat-ı Hayy-ı Kayyumun şuunat-ı kudsiyesine ayinedarlık eder. Mesela, o hassasiyet içinde, sevmek, iftihar etmek, memnun olmak, mesrur olmak, müferrah olmak gibi manalarla—Zat-ı Akdesin kudsiyetine ve gına-yı mutlakına münasip ve layık olmak şartıyla—o neviden olan şuunatına ayinedarlık eder.

Hem insan, nasıl ki hayat-ı camiasıyla Zat-ı Zülcelalin sıfat ve şuunatına bir mikyas-ı marifettir ve cilve-i esmasına bir fihristedir ve şuurlu bir ayinedir ve hakeza çok cihetlerle Zat-ı Hayy-ı Kayyuma ayinedarlık eder. Öyle de, insan şu kainatın hakaiklerine bir vahid-i kıyasidir, bir fihristedir, bir mikyastır ve bir mizandır. Mesela, kainatta Levh-i Mahfuzun gayet kati bir delil-i vücudu ve bir nümunesi, insandaki kuvve-i hafızadır. Ve alem-i misalin vücuduna kati delil ve nümune, kuvve-i hayaliyedir. HAŞİYE-Ve kainattaki ruhanilerin bir delil-i vücudu ve nümunesi, insandaki kuvvelerdir ve latifelerdir. Ve hakeza, insan, küçük bir mikyasta, kainattaki hakaik-i imaniyeyi şuhud derecesinde gösterebilir.

İşte, insanın mezkur vazifeler gibi çok mühim hizmetleri var. Cemal-i bakiye ayinedir. Kemal-i sermediyeye dellal-ı muzhirdir. Ve rahmet-i ebediyeye muhtac-ı müteşekkirdir. Madem cemal, kemal, rahmet bakidirler ve sermedidirler; elbette o cemal-i bakinin ayine-i müştakı ve o kemal-i sermedinin dellal-ı aşıkı ve o rahmet-i ebediyenin muhtac-ı müteşekkiri olan insan, baki kalmak için bir dar-ı bekàya girecek ve o bakilere refakat için ebede gidecek ve o ebedi cemal ve o sermedi kemal ve daimi rahmete, ebedül-abadda refakat etmek gerektir, lazımdır. Çünkü ebedi bir cemal, fani bir müştaka ve zail bir dosta razı olmaz. Çünkü cemal, kendini sevdiği için, sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fena ise, o muhabbeti adavete kalb eder, çevirir. Eğer insan ebede gidip baki kalmazsa, fıtratındaki cemal-i sermediyeye karşı olan esaslı muhabbet yerine adavet bulunacaktır. Onuncu Sözün haşiyesinde beyan edildiği gibi, bir zaman bir dünya güzeli, bir aşıkını huzurundan çıkarıyor. O adamdaki aşk, birden adavete dönüyor ve diyor ki: “Tuh, ne kadar çirkindir!” diyerek, kendine teselli vermek için cemalinden küsüyor, cemalini inkar ediyor.

Evet, insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylerin adavetkarane kusurlarını arar, adeta düşmanlık etmek ister. Madem bütün kainatın şehadetiyle Mahbub-u Hakiki ve Cemil-i Mutlak, bütün güzel Esma-i Hüsnasıyla kendini insana sevdiriyor ve insanların kendini sevmelerini istiyor; elbette ve herhalde, kendisinin hem mahbubu, hem habibi olan insana fıtri bir adaveti verip derinden derine kendinden küstürmeyecek. Ve fıtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve perestiş için yarattığı en müstesna mahluku olan insanın fıtratına bütün bütün zıt olarak bir gizli adaveti, insanın ruhuna vermeyecek. Çünkü insan, sevdiği ve kıymetini takdir ettiği bir cemal-i mutlaktan ebedi ayrılmaktan gelen derin yarasını, ancak ona adavetle, ondan küsmekle ve onu inkar etmekle tedavi edebilir. İşte, kafirlerin Allahın düşmanı olması bu noktadan ileri geliyor. Öyleyse, herhalde o cemal-i ezeli, kendisinin ayine-i müştakı olan insan ile ebedül-abad yolunda seyahatinde beraber bulunmak için, ala külli hal, bir dar-ı bekàda bir hayat-ı bakiyeye insanı mazhar edecek.

Evet, madem insan fıtraten bir cemal-i bakiye müştak ve muhib bir surette halk edilmiştir. Ve madem baki bir cemal, zail bir müştaka razı olamaz. Ve madem insan bilmediği veya yetişemediği veya tutamadığı bir maksuddan gelen hüzün ve elemden teselli bulmak için, o maksudun kusurunu bulmakla, belki gizli adavet etmekle kendini teskin eder. Ve madem bu kainat insan için halk edilmiş ve insan ise marifet ve muhabbet-i İlahiye için yaratılmış. Ve madem bu kainatın Halıkı, esmasıyla sermedidir. Ve madem esmalarının cilveleri daim ve baki ve ebedi olacaktır. Elbette ve herhalde insan bir dar-ı bekàya gidecek ve bir hayat-ı bakiyeye mazhar olacaktır. Ve insanın kıymetini ve vazifelerini ve kemalatını bildiren, rehber-i azam ve insan-ı ekmel olan Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselam, insana dair beyan ettiğimiz bütün kemalatı ve vazifeleri en ekmel bir surette kendinde ve dininde göstermesiyle gösteriyor ki: Nasıl kainat insan için yaratılmış ve kainattan maksud ve müntehap insandır. Öyle de, insandan dahi en büyük maksud ve en kıymettar müntehap ve en parlak ayine-i Ehad ve Samed, elbette Ahmed-i Muhammeddir.
عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ يَۤا اَللهُ يَا رَحْمٰنُ، يَا رَحِيمُ، يَافَرْدٌ، يَا حَىٌّ ، يَا قَيُّومٌ، يَاحَكَمٌ، يَا عَدْلٌ، يَا قُدُّوسٌ نَسْئَلُكَ بِحَقِّ فُرْقَانِكَ الْحَكِيمِ وَبِحُرْمَةِ حَبِيبِكَ اْلاَكْرَمِ، وَبِحَقِّ اَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى وَبِحُرْمَةِ اِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ، اَنْ تَحْفَظَنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَالشَّيْطَانِ وَمِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَاْلاِنْسَانِ؛ اٰمِينَ. سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ