Eskişehir Hapishanesinde ihtilattan ve konuşmaktan memnu olduğum zamanda karşımdaki kardeşlerime teselli için yazdığım kısacık fıkraların bir kısmıdır.
Birinci Nükte
Risale-i Nurdan haber veren İkinci Keramet-i Aleviye Risalesi
İkinci Nükte
Hakikatli bir teselli
Eskişehirde tevkifhanede Risale-i Nur şakirdlerine yazılan fıkralardır.
Aziz kardeşlerim,
Sizin için pek çok müteessirdim, elem beni eziyordu. Fakat bana ihtar edildi ki; kader ve kısmetinizde, beraber bu hapishanenin suyunu içmek ve ekmeğini yemek vardı. Bir eser-i rahmet-i İlahiye ve bir cilve-i inayet-i Rabbaniyye olarak bu suyu ve bu ekmeği beraber yememizin ve içmemizin en kolayı ve en hafifi ve en hayırlısı ve sevablısı ve Risale-i Nur şakirdlerinin en menfaatli bir dershaneleri ve en feyizli bir çilehaneleri ve düşmanlarına karşı ne derece ihtiyatlı davranmak lazım geldiğini talim eden en hassas bir imtihan meydanı ve her birinde ayrı ayrı güzel meziyetleri bulunan bu arkadaşların birbirinin ali meziyetlerinden ve güzel hasletlerinden ve birbiriyle tesis ve tecdid-i uhuvvetlerinden istifade etmek ve ders almak için en nurlu bir dershane, bir tekke suretinde gördüğümden, bu vaziyetten değil şekva, belki bütün ruhumla şükür ettim. Evet, mesleğimiz şükürdür. Ve her şeyde bir vech-i rahmeti, bir cihet-i nimeti görmektir.
Umumunuzun elemleriyle müteellim kardeşiniz
Said Nursi
Üçüncü Nükte
(Sadakatte namdar, safvet-i kalbde mümtaz Süleyman Rüştü ile bir muhavere-i latife münasebetiyle)
Büyük bir ayetin küçük bir nüktesidir.
Şöyle ki: Güz mevsiminde, sineklerin terhisat zamanına yakın bir vakitte, hodgam insanlar, cüzi tacizleri için sinekleri itlaf etmek üzere hapishanedeki odamızda bir ilaç istimal ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bilahare, o insanların inadına, sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüştüye dedim: “Bu küçücük kuşlara ilişme; başka yere ser.” O da, kemal-i ciddiyetle, dedi ki: “Bu ip bize lazımdır; sinekler başka yerde kendilerine yer bulsun.”
Her ne ise… Bu latife münasebetiyle, seher vaktinde, sinek ve karınca gibi kesretli küçük hayvanlardan bahis açıldı. Ona dedim ki:
Böyle nüshaları çoğalan nevilerin ehemmiyetli vazifeleri ve kıymetleri vardır. Evet, bir kitap, kıymeti nisbetinde nüshaları teksir edilir. Demek, sinek cinsi de ehemmiyetli vazifesi ve büyük kıymeti var ki, Fatır-ı Hakim, o küçücük kaderi mektupları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksir etmiş. Evet, Kuran-ı Hakimin
يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُ اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ وَاِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّبَابُ شَيْئًا لاَ يَسْتَنْقِذُوهُ مِنْهُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ yani, “Cenab-ı Haktan başka, bütün esbab ve uluhiyetleri ehl-i dalalet tarafından dava edilen aliheler içtima etse, bir sineği halk edemezler. Yani, sineğin hilkati öyle bir mucize-i Rabbaniyedir ve bir ayet-i tekviniyedir ki, bütün esbab toplansa, onun mislini yapamazlar, o ayet-i Rabbaniyeye muaraza edemezler, taklidini yapamazlar” mealindeki ayetine ehemmiyetli bir mevzu teşkil eden ve Nemrutu mağlup eden; ve Musa (a.s.) onların tacizlerine karşı müştekiyane, “Ya Rab, bu muacciz mahlukları ne için bu kadar çoğaltmışsın?” deyince, ilhamen cevap gelmiş ki: “Sen bir defa sineklere itiraz ettin. Bu sinekler çok defa sual ediyorlar ki: Ya Rab, bu koca kafalı beşer Seni yalnız bir lisan ile zikrediyor. Bazı da gaflet ediyor. Eğer yalnız kafasından bizleri halk etseydin, binler lisan ile Sana zikredecek bizim gibi mahluklar olurlardı” diye, Musanın (a.s.) şekvasına bin itiraz kuvvetinde hikmet-i hilkatini müdafaa eden sineğin; hem gayet nezafetperver, her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü, kanatlarını temizleyen bu taife, elbette mühim bir vazifesi vardır. Hikmet-i beşeriyenin nazarı kàsırdır; daha o vazifeyi ihata edememiş.
Evet, Cenab-ı Hak, nasıl ki deniz yüzünü temizlemek ve her günde milyarlarla vefiyat bulunan hayvanat-ı bahriye cenazelerini toplamak ve deniz yüzünü cenazelerle alude, müstekreh manzaradan kurtarmak için, sıhhiye memurları nevinden gayet muntazam akilüllahm bir kısım hayvanatı halk etmiş. Eğer o bahriye sıhhiye memurları gayet muntazam vazifelerini ifa etmeseydiler, deniz yüzü ayine gibi parlamayacaktı. Belki hazin ve elim bir bulanıklık gösterecekti.
Hem her günde milyarlarla yabani hayvanlar ve kuşların cenazelerini toplamakla ru-yi zemini o taaffünattan temizlemek ve zihayatları o elim, hazin manzaralardan kurtarmak için, nezafet ve sıhhiye memurları hükmünde olan kartallar misilli, kerametkarane, gizli ve uzak, beş altı saat mesafeden bir sevk-i Rabbani ile o cenazenin yerini hisseden, giden ve kaldıran akilüllahm kuşları ve vahşi hayvanları halk etmiş. Eğer bu berriye sıhhiyeleri gayet mükemmel, intizamperver ve vazifedar olmasa idiler, zemin yüzü ağlanacak bir şekil alacaktı.
Evet, akilüllahm hayvanların helal rızıkları, vefat etmiş hayvanların etleridir. Hayatta olan hayvanların etleri onlara haramdır. Eğer yeseler, ceza görürler. حَتّٰى يَقْتَصُّ الْجَمَّۤاءُ مِنَ الْقَرْنَۤاءِ(ev kema kàl). Yani, “Boynuzsuz olan hayvanın kısası kıyamette boynuzludan alınır” diye ifade-i hadisiye gösteriyor ki: Gerçi cesetleri fena bulur; fakat ervahları baki kalan hayvanat mabeyninde dahi, onlara münasip bir tarzda, dar-ı bekàda mücazat ve mükafatları vardır. Ona binaen, canavarlara sağ hayvanların etleri haramdır, denilebilir.
Hem küçücük hayvanların cenazelerini ve nimetin küçücük parçalarını ve tanelerini toplamak vazifesiyle karıncaları nezafet memurları olarak, hem nimet-i İlahiyenin küçücük parçalarını teleften ve çiğnemekten ve hakàretten ve abesiyetten sıyanet etmekle ve küçücük hayvanatın cenazelerini toplamakla, sıhhiye memurları gibi tavzif olunmuşlar.
Aynen onlardan daha mühim, sinekleri dahi, insanın gözüne görünmeyen, hastalıkların mikroplarını ve madde-i semmiyeyi temizlemekle, sinekler muvazzaftırlar. Değil mikropların nakıleleri, bilakis, muzır mikropları mass, yani, emmek ve yemekle o mikropları imha, o madde-i semmiyeyi istihaleye uğratırlar, çok sari hastalıkların önünü alırlar. Hem sıhhiye neferleri, hem tanzifat memurları, hem kimyager olduklarına ve geniş bir hikmete mazhar bulunduklarına delil ise, onların gayet kesretidir. Çünkü kıymettar, menfaattar şeyler teksir edilir.
Ey hodgam insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden başka, sana ait bu küçücük faydasına bak, sinek düşmanlığını bırak: Çünkü, gurbette, kimsesiz, yalnızlıkta sana ünsiyet verdiği gibi, gaflete dalıp fikrini dağıtmaktan seni ikaz eder. Ve latif vaziyeti ve abdest alması gibi yüzünü, gözünü temizlemesiyle, sana abdest ve namaz, hareket ve nezafet gibi vazife-i insaniyeti ihtar eder ve ders veren sineği görüyorsun.
Hem sineğin bir sınıfı olan arılar, nimetlerin en tatlısı, en latifi olan balı sana yedirdikleri gibi, Kuran-ı Mucizül-Beyanda, vahy-i Rabbaniye mazhariyetle serfiraz olduğundan, onları sevmek lazım gelirken, sinek düşmanlığı, belki insana daima muavenete dostane koşan ve her belasını çeken o hayvanata düşmanlığı gadirdir, haksızlıktır. Muzırların yalnız zararlarını def için mücadele olabilir. Mesela koyunları kurtların tecavüzünden korumak için onlara mukàbele edilir. Acaba hararet zamanından vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık ve bazı mevadd-ı muzırrayı hamil evridede cereyan eden mülevves kana musallat, belki memur olan sivrisinek ve pireler fıtri haccamlar olmasınlar mı? Muhtemel…
سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فِى صُنْعِهِ الْعُقُولُ
Nefsimle mücadele ettiğim bir zamanda, nefsim kendinde gördüğü nimet-i İlahiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihara, temeddühe başladı. Ben ona dedim ki: “Bu mülk senin değil, emanettir.” O vakit nefis gurur ve iftiharı bıraktı, fakat tembelliğe başladı. “Benim malım olmayana ne bakayım? Zayi olsun, bana ne?” dedi. Birden gördüm: Bir sinek, elime kondu, emanetullah olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin miri silahını, elbisesini güzelce temizlediği gibi, sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: “Bak.” Baktı, tam ders aldı. Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu.
Sinek pisliği, tıp cihetiyle zararı yok bir maddedir ki, bazan tatlı bir şuruptur. Fakat sinek, yediği binler muhtelif muzır maddelerin ve mikropların ve semlerin menşei olmakla, sinekler küçücük istihale ve tasfiye makineleri hükmüne geçmeleri hikmet-i Rabbaniyeden uzak değildir, belki şenindendir. Evet, arıdan başka sineklerin bazı taifeleri var ki, muhtelif ve müteaffin maddeleri yerler, mütemadiyen pislik yerine katre katre şurup damlatırlar. O semli, müteaffin maddeleri ağaçların yapraklarına yağan kudret helvası gibi tatlı, şifalı bir şuruba tebdil ederek, bir istihale makinesi olduklarını ispat ederler. Bu küçücük fertlerin ne kadar büyük bir milleti, bir taifesi olduğunu göze gösterirler. “Küçüklüğümüze bakma. Taifemizin azametine bak, Sübhanallah de” diye lisan-ı hal ile söylerler.
Dördüncü Nükte
وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَأْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ ayetine dair gayet ehemmiyet kesb etmiş. Mühim ve mütefennin bir adam bu sual ile bazı hocaları ilzam ettiği bir suale muhtasar bir cevaptır.
SUAL: Deniliyor ki: “Demir yerden çıkıyor; yukarıdan inmiyor ki اَنْزَلْنَا denilsin. Neden اَخْرَجْنَا dememiş; zahiren muvafık görülmeyen اَنْزَلْنَا demiş?”
ELCEVAP: Kuran-ı Mucizül-Beyan, اَنْزَلْنَا kelimesiyle, demirdeki azim ve çok ehemmiyetli nimet cihetini ihtar etmek için اَنْزَلْنَا demiş. Çünkü yalnız demirin zatını nazara vermiyor ki, “ihrac” desin. Belki demirdeki nimet-i azimeyi ve nev-i beşerin demire ne derece muhtaç olduğunu ihtar içindir. Nimet ciheti ise aşağıdan yukarıya çıkmıyor, belki rahmet hazinesinden geliyor. Rahmet hazinesi elbette ali, yukarı ve manen yüksek mertebededir. Elbette nimet yukarıdan aşağıyadır ve muhtaç olan beşerin mertebesi aşağıdadır. Elbette inam, ihtiyacın mafevkindedir. Onun için, nimetin hazine-i rahmetten beşerin ihtiyacına imdad için gelmesinin hak tabiri, اَنْزَلْنَا dır, “ihrac” değildir.
Hem tedrici ihracat beşerin eliyle olduğu için, “ihrac” kelimesi ihsan cihetini nazar-ı gaflete hissettirmez. Evet, demirin maddesi murad olunsa, mekan-ı maddi itibarıyla ihraçtır. Fakat demirin sıfatı ve burada mana-yı maksudu olan “nimet” ise, manevidir. Bu mana-yı maddi, mekana bakmıyor, belki manevi mertebeye bakar. Rahmanın hadsiz mertebe-i ulviyetinin bir tecellisi olan hazine-i rahmetten gelen nimet, elbette en yüksek makamdan en aşağı mertebeye gönderiliyor. Hak tabiri اَنْزَلْنَا dır. Bu tabirle nev-i beşere ihtar eder ki, demir en büyük bir nimet-i İlahiyedir.
Evet, nev-i beşerin bütün sanatlarının madeni ve terakkiyatının menbaı ve kuvvetinin medarı demirdir. İşte bu azim nimeti ihtar için, makam-ı imtinan ve inamda, kemal-i haşmetle وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَأْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ ferman ediyor. Nasıl ki Davuda en mühim bir mucize olarak وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ ferman ediyor. Yani, büyük bir peygambere büyük bir mucize ve büyük bir nimet olarak demiri yumuşatmasını gösteriyor.
Saniyen: “Yukarı,” “aşağı” nisbidir. Küre-i arzın merkezine göre yukarı ve aşağı oluyor. Hatta bize nisbeten aşağı olan birşey, Amerika kıtasına nazaran yukarı oluyor. Demek, merkezden sath-ı arz tarafına gelen maddeler, sath-ı arzda olanlara göre vaziyeti değişir.
Kuran-ı Mucizül-Beyan icaz lisanı ile ifade ediyor ki: Demirin o kadar çok menafii, o kadar geniş fevaidi vardır ki, insanın hanesi olan küre-i arzın mahzeninden çıkarılacak adi bir madde değildir. Ve rastgele hacatta istimal edilmiş fıtri bir maden değildir. Belki Halık-ı Kainatın tarafından rahmet hazinesinde ve kainatın büyük tezgahından ihzar edilmiş bir nimet olarak, “Rabbüs-Semavati vel-Arz” ünvan-ı haşmetiyle de küre-i arz sekenesinin hacatına medar olmak için demiri inzal etmiş, indirmiş diye, demirdeki umumi menfaati ifade için, güya demirin gökten gelen rahmet, hararet ve ziya gibi öyle şümullü faydaları var ki, kainat tezgahından gönderiliyor, küre-i arzın dar anbarından değil. Belki kainat sarayındaki büyük hazine-i rahmetten ihzar edilerek gönderilip, küre-i arzın anbarında yerleştirilmiş; o anbardan asırların ihtiyacına nisbeten parça parça ihraç ediliyor.
Kuran-ı Azimüşşan, bu küçük anbardaki parça parça çıkarılan demiri, yalnız “sarf etmek” manasını ifade etmek istemiyor. Belki Hazine-i Kübradan o nimet-i azimeyi küre-i arz ile beraber indirdiğini ifade etmek için; yani, bu küre-i arz hanesine en lazım şey demirdir ki, Halık-ı Zülcelal, güya küre-i arzı güneşten ayırıp insanlar için indirdiği zaman, demiri de beraber inzal etmiş ve ekser ihtiyac-ı beşer onunla temin edilmiştir. Kuran-ı Hakim, “Bu demirle işlerinizi görünüz ve onu çıkarmaya çalışarak istifade ediniz” diye, mucizane ferman ediyor.
Bu ayette hem def-i adaya, hem celb-i menafie medar iki nimet beyan ediyor. Nüzul-u Kurandan evvel demirle ehemmiyetli menafi-i beşeriye temin edildiği görülmüş. Fakat istikbalde demirin gayet harika ve muhayyirül-ukùl bir surette, denizde, havada ve karada gezerek küre-i arzı musahhar edip, mevt-alud bir harika kuvveti gösterdiğini ifade için, فِيهِ بَأْسٌ شَدِيدٌ kelimesiyle, ihbar-ı gaybi nevinden bir lema-i icaz gösteriyor.
Beşinci Nükte
Geçmiş nükteden bahsederken hüdhüd-ü Süleymandan bahis açıldı. Israrcı ve sualci bir kardeşimiz: “Hüdhüdün, Cenab-ı Hakkı tavsifte يَخْرُجُ الْخَبْءَ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرَضِ diyerek mühim makamda, mühim evsaf-ı İlahiye içinde, nisbeten hafif bu vasfın zikrine sebep nedir?”
Elcevap: Beliğ bir kelamın bir meziyeti şudur ki, söyleyenin ziyade meşgul olduğu sanatını, meşgalesini ihsas etsin. Hüdhüd-ü Süleymani ise, suyu az olan sahra-yı Ceziretül-Arabda gizli su yerlerini ferasetle, kerametvari keşfeden bedevi arifleri gibi, hayvan ve tuyurun arifi olarak ve Süleyman a künganlık eden ve su buldurup çıkarttıran mübarek ve vazifedar bir kuş olmakla, kendi sanatının mikyasçığıyla Cenab-ı Hakkın semavat ve arzdaki mahfiyatı çıkarmakla mabudiyetini ve mescudiyetini ispat ettiğini, kendi sanatçığıyla bilip ifade ediyor.
Evet, hüdhüd pek güzel görmüş. Çünkü, toprak altındaki had ve hesaba gelmeyen tohumların, çekirdeklerin, madenlerin mukteza-yı fıtrisi, aşağıdan yukarıya çıkmak değildir. Çünkü ecsam-ı sakile ihtiyarsız, ruhsuz olduğu için, kendi yukarıya çıkamaz; yukarıdan kendi kendine aşağıya düşebilir. Aşağıdan, hususan toprak sıkleti altında gizlenen bir cisim, camid omuzundaki ağır yükü silkip çıkmak, katiyyen kendi kendine olamaz. Demek bir kudret-i harika ile çıkarılıyor.
İşte, hüdhüd, berahin-i mabudiyet ve mescudiyetin en gizlisini ve en mühimmini kendi arifliğiyle bilmiş, bulmuş; Kuran-ı Hakim onun hakkındaki ifadesine bir icaz vermiştir.
Altıncı Nükte
قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا
Şu ayet-i azime çok büyük ve çok ali ve çok geniş bir denizdir. Onun cevherlerini beyan etmek için koca bir cilt kitap yazmak lazım gelir. Onun o kıymettar cevahirini başka zamana taliken, şimdilik yalnız birkaç gün evvel tahattur-u hakàik noktasında, benim için ehemmiyetli bir zaman olan namaz tesbihatında, uzaktan uzağa fikrin nazarına ilişen bir nüktenin şuaı göründü. O zamanda kaydedemedik; gittikçe tebaud ediyordu. Bütün bütün kaybolmadan evvel o nüktenin bir cilvesini avlamak için, etrafında dairevari birkaç kelime söyleyeceğiz.
BİRİNCİ KELİME: Kelam-ı Ezeli, ilim, kudret gibi bir sıfat-ı İlahiye olduğu cihetle, gayr-ı mütenahidir. Nihayetsiz olan birşeye denizler mürekkep olsa, elbette bitiremez.
İKİNCİ KELİME: Bir zatın vücudunu ihsas eden en zahir, en kuvvetli eser, tekellümüdür. Bir zatın kelamını işitmek, bin delil kadar vücudunu, belki şuhud derecesinde, ispat ettiği nokta-i nazarda, bu ayet-i kerime mana-yı işarisiyle diyor ki: “Rabb-i Zülcelalin vücudunu gösteren kelam-ı İlahinin adedini, denizler mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa, yazsalar, bitiremezler. Yani, bir zatın böyle bir kelamı, vücuduna şuhud derecesinde delalet ettiğine bedel; Zat-ı Ehad-i Samede, kelamın mütekellime delaleti ve ihsası gibi had ve hesaba gelmeyen hadsizdir ki, umum denizlerin suyu mürekkep olsa, yazmasına kifayet etmez” demektir.
ÜÇÜNCÜ KELİME:Kuran-ı Mucizül-Beyan hakàik-ı imaniyeyi umum tabakàt-ı beşere ders verdiği için, tesbit ve tahkik ve ikna etmek hikmetiyle, bir hakikati zahiren tekrar ettiği için, ehl-i ilim ve ehl-i kitap bulunan o zaman ulema-i Yehud, Peygamber-i Zişan Aleyhissalatü Vesselamın ümmiliğine ve kıllet-i ilmine gayet haksız bir taarruz ettiklerine manen bir cevaptır. Şöyle ki:
ayet-i kerime der: “Tahkik ve ikna gibi pek çok hikmetler için ayrı ayrı faydalar nokta-i nazarında çok müteaddit neticeleri bulunan bir hakikati, umumun, bilhassa avamın kalbinde yerleştirmek için, erkan-ı imaniye gibi herbir meselesi bin mesail kıymetinde ve binler hakàikı tazammun eden meseleleri ayrı ayrı, mucizane tarzlarda tekrarını, hasr-ı kelami ve kusur-u zihni ve sermayenin noksaniyetinden değildir. Belki hadsiz, nihayetsiz hazine-i ezeliye-i kelam-ı İlahiden alınan ve alem-i gayb hesabına alem-i şehadete müteveccih olup, cin, ins, ruh, melekle konuşan ve her ferdin kulağında taninendaz olan Kuranın menbaı bulunan Kelam-ı Ezelinin kelimatını saymak için denizler mürekkep olsa, zişuurlar katip, nebatatlar kalem, belki zerratlar kalem ucu olsalar, yine bitiremezler. Çünkü bunlar mütenahi, o ise nihayetsizdir.”
DÖRDÜNCÜ KELİME: Malumdur ki, umulmadık birşeyden kelamın suduru, kelamı ehemmiyetleştirir; kendini dinlettiriyor. Hususen cevv-i sema ve bulutlar gibi büyük cirmlerde tekellümvari sadalar dahi ehemmiyetle herkese kendini dinlettiriyor. Hususen dağ cesametinde bir fonoğrafın nağamatı daha fazla kulağın nazar-ı dikkatini celb eder. Hususen semavat tabakalarını plaklar ittihaz edip küre-i arzın kafasına işittirmek için sudur eden sada-yı semavi-i Kuraniyi, radyo kuvvetiyle, zerrat-ı havaiye o hurufata ahize ve nakıle oldukları gibi, elbette bu kudsi hurufat-ı Kuraniyeye birer ayine, birer lisan, birer ibre ucu, birer kulak hükmüne geçtiğine remzen, Kuran-ı Hakimin hurufatının ne derece ehemmiyetli, kıymetli, hasiyetli, hayattar olduğuna işareten, ayet mana-yı işarisiyle diyor ki: “Kelamullah olan Kuran o kadar hayattar ve kıymettardır ki, onu dinleyen, işiten kulakların adedi ve o kulaklara giren o kudsi kelimelerin sayısını, bütün denizler mürekkep ve melaike katip ve zerreler noktalar ve nebatlar ve kıllar kalemler olsa, bitiremezler.”
Evet, bitiremezler. Çünkü Cenab-ı Hak beşerin zayıf, ruhsuz kelamının adedini havada milyonlar kadar teksir etse, elbette arz ve semavatın Padişah-ı Bimisalinin arz ve semavata bakan ve arz ve semavatta umum zişuurlara hitab eden kelamının herbir kelimesi zerrat-ı havaiye adedince kelimeler olur.
BEŞİNCİ KELİME: İki Harftir.
Birinci Harf: Nasıl ki sıfat-ı Kelamın kelimeleri var. Öyle de, Kudretin de mücessem kelimeleri var; İlmin de hikmetli kaderi kelimeleri var ki, bütün mevcudattır. Hususen zihayatlar, hususen küçük mahluklar, herbiri birer kelime-i Rabbaniyedir ki Mütekellim-i Ezeliye, kelamdan daha kuvvetli bir surette işaret eder. Ve onların adedini, denizler mürekkep olsa bitiremezler, demek olduğu manasına dahi şu ayet-i kerime remzen bakıyor.
İkinci Harf: Bütün melaikelere ve insanlara, hatta hayvanlara gelen umum ilhamlar, bir nevi kelam-ı İlahidir. Bu kelamın kelimatı elbette gayr-ı mütenahidir. Saltanat-ı Mutlakanın nihayetsiz cünudunun mütemadiyen aldıkları ilham ve o emr-i İlahiyenin kelimatı ne derece çok ve nihayetsiz olduğunu ayet bize haber veriyor demektir. وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ لاَيَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ
Yedinci Nükte
Aziz kardeşim,
Vahdetül-vücuda dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu meseleye dair Otuz Birinci Mektubun bir lemasında, Muhyiddinin bu meseledeki fikrine karşı gayet kuvvetli ve izahlı bir cevap vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki:
Bu mesele-i vahdetül-vücudu şimdiki insanlara telkin etmek, ciddi zarar verir. Nasıl ki teşbihat ve temsiller, havassın elinden avamın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse, hakikat telakki edilir. Öyle de, vahdetül-vücud meselesi gibi hakaik-i ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse, tabiat telakki edilir ve üç mühim zarar verir:
Birincisi: Vahdetül-vücudun meşrebi, Cenab-ı Hak hesabına kainatı adeta inkar etmek iken, avama girdikçe, gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle alude olan fikirlere girdikçe, kainat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkar yoluna gider.
İkincisi: Vahdetül-vücud meşrebi, masiva-yı İlahinin rububiyetini o derece şiddetle reddeder ki, masivayı inkar ve ikiliği ref ediyor. Değil nüfus-u emmarenin, belki herbir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilasıyla ve gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve ahireti ve Halıkı bir derece unutmak cihetiyle bazı nüfus-u emmare küçük birer Firavun, adeta nefsini mabud ittihaz etmek istidadında bulunan insanlara vahdetül-vücudu telkin etmek, nefs-i emmareyi—eliyazü billah—öyle şımartır ki, ele avuca sığmaz.
Üçüncüsü: Tagayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, mualla olan Zat-ı Zülcelalin vücub-u vücuduna ve takaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı batılaya medar olur.
Evet, vahdetül-vücuddan bahseden, fikren seradan Süreyyaya çıkarak, kainatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı alaya diken, istiğraki bir surette kainatı madum sayıp herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i imanla Vahid-i Ehadden görebilir. Yoksa, kainatın arkasında durup kainata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup tabiat bataklığına düşmek ihtimali var. Fikren Arşa çıkan, Celaleddin-i Rumi gibi diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtri fonoğraflar gibi, Cenab-ı Haktan işitebilirsin.” Yoksa, Celaleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten Arşa kadar mevcudatı ayine şeklinde görmeyen adama “Kulak ver, herkesten kelamullahı işitirsin” desen, manen Arştan ferşe sukut eder gibi, hilaf-ı hakikat tasavvurat-ı batılaya giriftar olur.
قُلِ اللهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ مَا لِلتُّرَابِ وَلِرَبِّ اْلاَرْبَابِ
سُبْحَانَ مَنْ تَقَدَّسَ عَنِ اْلاَشْبَاهِ ذَاتُهُ وَتَنَزَّهَتْ عَنْ مُشَابَهَةِ اْلاَمْثَالِ صِفَاتُهُ وَشَهِدَ عَلٰى رُبُوبِيَّتِهِ اٰيَاتُهُ جَلَّ جَلاَلُهُ وَلاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ
Bir suale cevap
Mustafa Sabri ile Musa Bekufun efkarlarını muvazene etmek için vaktim müsait değildir. Yalnız bu kadar derim ki:
Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor. Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Musa Bekufa nisbeten haklıdır; fakat Muhyiddin gibi ulum-u İslamiyenin bir mucizesi bulunan bir zatı tezyifte haksızdır.
Evet, Muhyiddin, kendisi hadi ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdi ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavaid-i Ehl-i Sünnete muhalefet ediyor ve bazı kelamları zahiri dalalet ifade ediyor. Fakat kendisi dalaletten müberradır. Bazan kelam küfür görünür, fakat sahibi kafir olamaz. Mustafa Sabri bu noktaları nazara almamış, kavaid-i Ehl-i Sünnete taassup cihetiyle bazı noktalarda tefrit etmiş.
Musa Bekuf ise, ziyade teceddüde taraftar ve asriliğe mümaşatkar efkarıyla çok yanlış gidiyor. Bazı hakaik-i İslamiyeyi yanlış tevillerle tahrif ediyor. Ebul-ala-yı Maarri gibi merdut bir adamı muhakkikinlerin fevkinde tuttuğundan ve kendi efkarına uygun gelen Muhyiddinin Ehl-i Sünnete muhalefet eden meselelerine ziyade taraftarlığından, ziyade ifrat ediyor.
قَالَ مُحْىِ الدِّينِ: تُحْرَمُ مُطَالَعَةُ كُتُبِنَا عَلٰى مَنْ لَيْسَ مِنَّا
Yani,”Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın, zarar görür.” Evet, bu zamanda Muhyiddinin kitapları, hususan vahdetül-vücuda dair meselelerini okumak zararlıdır.
Said Nursi
Sekizinci Nükte
Bu da güzeldir
اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللهِ cümlesi namaz tesbihatında okunurken inkişaf eden latif bir nükteyi uzaktan uzağa gördüm. Tamamını tutamadım, fakat işaret nevinden bir iki cümlesini söyleyeceğim.
Gördüm ki, gece alemi, dünyanın yeni açılmış bir menzili gibidir. Yatsı namazında o aleme girdim. Hayalin fevkalade inbisatından ve mahiyet-i insaniyenin bütün dünya ile alakadarlığından, koca dünyayı, o gecede bir menzil gibi gördüm. Zihayatlar ve insanlar o derece küçüldüler, görünmeyecek derecede küçüldüler. Yalnız o menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandıran tek şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) hayalen müşahede ettim. Bir adam yeni bir menzile girdiği zaman menzildeki zatlara selam ettiği gibi, “Binler selam sana, ya Resulallah” demeye bir arzuyu içimde coşar buldum. Güya bütün ins ve cinnin adedince selam ediyorum. Yani, sana tecdid-i biat edip, memuriyetini kabul ve getirdiğin kanunlarına itaat ve evamirine teslim ve taarruzumuzdan selamet bulacağını selamla ifade edip, benim dünyamın eczaları ve zişuur mahlukları olan umum cin ve insi konuşturup, herbirerlerinin namına bir selamı, mezkur manalarla takdim ettim.
Hem o getirdiği nur ve hediye ile benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi, herkesin bu dünyadaki dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor diye o hediyesine şakirane bir mukabele nevinden, “Binler salavat sana insin” dedim. Yani, “Senin bu iyiliğine karşı biz mukabele edemiyoruz. Belki Halıkımızın hazine-i rahmetinden gelen ve semavat ehlinin adedince rahmetler sana gelmesini niyaz ile şükranımızı izhar ediyoruz” manasını hayalen hissettim.
O zat-ı Ahmediye (a.s.m.), ubudiyeti cihetiyle, halktan Hakka teveccühü hasebiyle, rahmet manasındaki salatı ister. Risaleti cihetiyle, Haktan halka elçiliği haysiyetiyle selam ister. Nasıl ki cin ve ins adedince selama layık ve cin ve ins adedince umumi tecdid-i biatı takdim ediyoruz. Öyle de, semavat ehli adedince, hazine-i rahmetten, herbirinin namına bir salata layıktır. Çünkü getirdiği nurla herbir şeyin kemali görünür ve herbir mevcudun kıymeti tezahür eder ve herbir mahlukun vazife-i Rabbaniyesi müşahede olunur ve herbir masnudaki makasıd-ı İlahiye tecelli eder. Onun için, herbir şey, lisan-ı hal ile olduğu gibi, lisan-ı kàli de olsaydı, “Essalatü vesselamü aleyke ya Resulallah” diyecekleri kati olduğundan, biz umum onların namına, اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللهِ بِعَدَدِ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ وَبِعَدَدِ الْمَلَكِ وَالنُّجُومِ manen deriz. فَيَكْفِيكَ اَنَّ اللهَ صَلّٰى بِنَفْسِهِ وَ اَمْلاَكَهُ صَلَّتْ عَلَيْهِ وَسَلَّمَتْ
Said Nursi
Dokuzuncu Nükte
اَوْ هُمْ قَۤائِلُونَ
Refet, اَوْ هُمْ قَۤائِلُونَ ayet-i celilesindeki قَۤائِلُونَ kelimesinin manasını merak edip sorması münasebetiyle ve hapiste sabah namazından sonra sairler gibi yatmasından gelen rehavet dolayısıyla, elmas gibi kalemini atalete uğratmamak için yazılmıştır.
Uyku üç nevidir.
BİRİNCİSİ: Gayluledir ki, fecirden sonra, ta vakt-i kerahet bitinceye kadardır. Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine hadisçe sebebiyet verdiği için, hilaf-ı sünnettir. Çünkü rızık için say etmenin mukaddematını ihzar etmenin en münasip zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet arız olur. O günkü saye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi, bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur.
İKİNCİSİ: Feyluledir ki, ikindi namazından sonra, mağribe kadardır. Bu uyku ömrün noksaniyetine, yani, uykudan gelen sersemlik cihetiyle, o günkü ömrü nevm-alud, yarı uyku kısacık bir şekil aldığından, maddi bir noksaniyet gösterdiği gibi, manevi cihetiyle de, o gün hayatının maddi ve manevi neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uykuyla geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.
ÜÇÜNCÜSÜ: Kayluledir ki, bu uyku sünnet-i seniyyedir.Duha vaktinden, öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için sünnet olmakla beraber, Ceziretül-Arabda, vaktüz-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tatil-i eşgal, adet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o sünnet-i seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku hem ömrü, hem rızkı tezyide medardır. Çünkü yarım saat kaylule, iki saat gece uykusuna muadil gelir. Demek, ömrüne hergün bir buçuk saat ilave ediyor. Rızık için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saati, ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilave ediyor.
Said Nursi
Onuncu Nükte
Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve akıbetbinlik adesesiyle, gayet şaşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum. Sinemada, eski zamanda mezaristanda yatanların vaziyet-i hayatiyeleri göründüğü gibi, yakın bir istikbalde mezaristan ehli olanların müteharrik cenazelerini görmüş gibi oldum. O gülenlere ağladım. Birden bir tevahhuş, bir acımak hissi geldi. Aklıma döndüm, hakikatten sordum: “Bu hayal nedir?” Hakikat dedi ki:
Elli sene sonra, bu kemal-i neşe ile gülen ve eğlenen zavallılardan elliden beşi, beli bükülmüş, yetmiş yaşlı ihtiyarlar gibi; kırk beşi, mezaristanda çürümüş bulunacaklar. O güzel simalar, o neşeli gülmeler, zıtlarına inkılap etmiş olacaklar. Küllü atin karib kaidesiyle, madem yakında gelecek şeylerin gelmiş gibi görülmesi bir derece hakikattir; elbette gördüğün hayal değildir.
Madem dünyanın gafletkarane gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevale maruzdur. Elbette biçare insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekàya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkirane, huzurkarane, gafletsiz, masumane eğlencelerdir ve sevap cihetiyle baki kalan sevinçlerdir. Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istila edip gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde, zikrullaha ve şükre çok azim tergibat vardır. Ta ki, bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır.
Said Nursi
On Birinci Nükte
Bir düstur
Risale-i Nur talebeleri, Risale-i Nurun dairesi haricinde nur aramamalı ve aramaz. Eğer ararsa, Risale-i Nurun penceresinden ışık veren manevi güneşe bedel bir lambayı bulur, belki güneşi kaybeder.
Hem Risale-i Nurun dairesindeki halis, pek kuvvetli ve her ferdine çok ruhları kazandıran ve Sahabenin sırr-ı veraset-i Nübüvvetle meşreb-i uhuvvetkaranesini gösteren “meşreb-i hıllet ve meslek-i uhuvvet” ise, hariç dairelerde o pedere ve o mürşide üç cihetle zarar vermek suretiyle, bir pederi aramaya ihtiyaç bırakmaz; birtek peder yerine, pek çok ağabeyi buldurur. Elbette büyük kardeşlerin müteaddit şefkatleri, bir pederin şefkatini hiçe indirir.
Daireye girmeden evvel bulduğu şeyhi, her fert o şeyhini, mürşidini, dairede dahi muhafaza edebilir. Fakat şeyhi olmayan, daireye girdikten sonra, ancak daire içinde mürşid arayabilir. Hem Risaletün-Nurun velayet-i kübra olan sırr-ı veraset-i Nübüvvet feyzini veren ders-i hakaik dairesindeki ilm-i hakikat dahi daire haricindeki tarikatlere ihtiyaç bırakmaz. Meğer tarikati yanlış anlayıp, güzel rüyalar, hayaller, nur ve zevklere müptela ve ahiret faziletinden ayrı olan dünyevi ve hevesi zevkleri arzulayan ve merciiyet makamını isteyen nefisperestler ola…
Bu dünya darül-hizmettir; külfet ve meşakkat ile ücret ölçülür—darül-mükafat değil. Onun içindir ki, ehl-i hakikat keşif ve kerametlerdeki ezvak ve envara ehemmiyet vermiyorlar. Belki bazan kaçıyorlar, setrini istiyorlar.
Hem Risale-i Nurun dairesi çok geniştir; şakirtleri pek çoktur. Harice kaçanları aramaz, ehemmiyet vermez, belki daha içine almaz. Her insanda bir kalp var. Bir kalp ise, hem dairede, hem hariçte olamaz.
Hem hariçteki irşada hevesli zatlar, Risale-i Nurun şakirtleriyle meşgul olmamalı.
Çünkü üç cihetle zarar görmeleri muhtemeldir. Takva dairesindeki talebeler irşada muhtaç olmadıkları gibi, hariçte kesretli namazsızlar var. Onları bırakıp bunlarla meşgul olmak irşad değildir. Eğer bu şakirtleri severse, evvela daire içine girsin, o şakirtlere peder değil, belki kardeş olsun—fazileti ziyade ise ağabeyleri olsun.
Hem bu hadisede göründü ki, Risale-i Nura intisabın çok ehemmiyeti var ve çok pahalı düştü. Ve buna bu fiyatı veren ve o yolda bütün alem-i İslam namına dinsizliğe karşı mücahede vaziyetini alan aklı başında bir adam, o elmas gibi mesleği terk edip başka mesleklere giremez.
Said Nursi
On İkinci Nükte
Aziz kardeşlerim!
Gücenmemek şartıyla bu defa takdirkarane değil, belki tenkidkarane iki küçük meseleyi beyan edeceğim:
Birincisi: Ben, sizleri ve Risale-i Nuru müdafaa için çok davalarda bulundum. O davalardaki şahidlerimin birinci sınıfı sizlerdiniz. Halbuki, inkarınızla hem beni şahidsiz bıraktınız, hem de hakkımdaki ittihamı takviye ettiniz. Çünkü, sizin kaçmanız ve inkarınız, “Demek bir şey var ki, bunlar yanaşmıyorlar” diye fikir verdi. Hem ben sizlerin nasıl tebrienize çalıştım, sizden çoluk çocukları olmayan kısmı beni yalnız bırakmamak için merdane yanaşmak lazımdı. Fakat, iş işten geçti, yeniden yanaşmağa lüzum yok.
İkinci mesele: Seciye-i aliye-i Sahabeyi ve meşreb-i nurani-i peygamberiyi beyan eden Risale-i Nur dairesindeki feyze kanaat etmeyip, bir kısım kardeşlerimiz tarikat hevesiyle üstadının ve kardeşlerinin şahs-ı manevisinin rızasını ve iznini almadan başka yerde o hevesle, hem kendine faidesi olmayarak, hem bizlere, hem Risale-i Nura, hem musibetzede arkadaşlarımıza, Risale-i Nura girmeyen rüfekamıza zarar ve müteaddid ve dikkatle bizi tecessüs eden adamların nazar-ı dikkatini celbe medar bir heveste bulundular. Ben ki, her birinizi yüz hemşehrime değiştirmediğimi resmen mahkemede iddia ettim ve beni ziyaret edenlere karşı iddia etmişim ki; Risale-i Nur talebelerinin en küçüğünü, hariç bir veliden daha ehemmiyetli gördüğümü ve Kuleönlü Ali, Lütfi gibi genç ve halis Risale-i Nur talebelerini hariçteki büyükçe bir veliye tercih ettiğimi çok emarelerle benden anladığınız halde, nasıl oluyor ki menfaatsiz, belki zararlı bir heves yolunda arkadaşlarının şahs-ı manevisinin malum ve ali makamını ve Üstadınızın müsellem size karşı hayırhahlığını düşünmeyip, hariçte makamı—sizce meçhul—ve hem o biçareye zararlı bir surette şeyhlik damarını tahrik etmek suretinde sohbet etmek muvafık değildir.
Bu tenkid—haşa—sizin umumunuza ve ekserinize ait değil, yalnız bir iki üç zatın kusurlarına da değil, kalblerinin fazla safvetinden ve tarikata ziyade heveslerindendir. Hem Ispartanın en zaif damarı, sebeb-i ittihamımız olan tarikatı en kuvvetli sebep göstermeleri, zannederim bu manasız tarikat hevesi sebebiyet vermiştir. Burada bu tevkifimizin en kuvvetli sebebi, bu bazı safdillerin hevesinden ve benimle de münasebetleri tarikat süsü verdiğinden tahmin ederim. Pek çok rica ederim benim bu tenkidimden gücenmeyiniz.
Said Nursi
On Üçüncü Nükte
Kardeşlerim,
Risale-i Nuru müdafaa ve muhafazasında herkes, hatta ben de çekilsem, beş kardeşimizin çekilmemeleri gerektir. Bu arkadaşlarımız: Hüseyin Usta, Halil İbrahim, Refet Bey, Hüsrev ve Hakkı Efendilerdir. Üç evvelkilerin ihtiyarsız ihtiyatsızlığı; diğer ikisinin zahiri düşmanlarının şahsi garazları yüzünden Risale-i Nura karşı çok fazla zarar yapılmak istenilmesine göre, Risale-i Nur ehemmiyetli bir surette iştihar ve intişar etmesi gibi bir nimet-i uzmayı netice vermeseydi, bu kadar mazur ve masum Risale-i Nur şakirdlerinin teellümatına sebebiyet verdiklerinden dolayı bu kardeşlerimizin ruhları pek çok sıkılacaktı.
İşte herkesten ziyade bu beş kardeşimizin ihtiyat edip yek-vücud bulunmaları lazımdır.
On Dördüncü Nükte
Kardeşlerim,
Kalbime ihtar edildi ki; nasıl ki, Mesnevi-i Şerif, şems-i Kurandan tezahür eden yedi hakikattan bir hakikatın ayinesi olmuş, kudsi bir şerafet almış; Mevlevilerden başka daha çok ehl-i kalbin layemut bir mürşidi olmuş. Öyle de, Risale-i Nur şems-i Kuraniyenin ziyasındaki elvan-ı sebayı ve o güneşteki renk renk, çeşit çeşit yedi nuru birden ayinesinde temessül ettirdiğinden—inşaallah—yedi cihetle şerif ve kudsi ve yedi Mesnevi kadar ehl-i hakikata baki bir rehber ve bir mürşid olacak.
On Beşinci Nükte
Kardeşlerim,
Hafiz-i Zülcelalin hıfz ve himayetine bakınız ki, meselemiz münasebetiyle Risale-i Nurun risaleleri adedine muvafık olarak, yüz yirmi kusür adamın mahrem evraklarıyla istintakta oldukları halde ve ecnebilerin entrikalarıyla ve muhalif komitecilerin dolaplarıyla mevcut ve münteşir müteaddit cemiyetlerin hiçbirisiyle, Risale-i Nurun hiçbir şakirdinin münasebettarlığını gösterecek hiçbir madde bulunmaması, gayet zahir ve parlak bir himaye-i Rabbaniyedir. Muhafaza-i İlahiyeye ve İmam-ı Ali ve Gavs-ı azam (k.s.), Risale-i Nura ait keramet-i gaybiyelerini cidden teyid eden bir inayet-i Rahmaniyedir. Kırk ikilik bir top güllesini, kırk iki masum ve mazlum kardeşlerimizin dergah-ı İlahiyeye açılan elleriyle doldurup, geri çevirip, atanların başlarında manen patlattırdı. Bizlere, yalnız ehemmiyetsiz, sevaplı, hafif birkaç yara bereden başka olmadı. Böyle bir seneden beri doldurulan bir toptan, böyle pek az zararla kurtulmak harikadır.
Böyle pek büyük bir nimete karşı, şükür ve sürur ve sevinçle mukabele etmek gerektir. Bundan sonraki hayatımız bize ait olamaz; çünkü müfsidlerin planlarına göre, yüzde yüz mahv idik. Demek bundan sonraki hayatı kendimize değil, belki hak ve hakikate vakfetmeliyiz. Şekva değil, şükrettirecek rahmetin izini, yüzünü, özünü görmeye çalışmalıyız.
On Altıncı Nükte
Kardeşlerimden rica ederim ki:
Sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve “Haysiyetime dokundu” demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın, bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim.
On Yedinci Nükte
Kardeşlerim,
Maatteessüf başımıza gelen şefkat tokatını, iki üç gündür, kati bir kanaatla anladım. Hatta, ehl-i isyan hakkında gelen bir ayetin çok işaratından bir işareti bize bakıyor gibi hissettim. O da şudur: فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهِ…اَخَذْنَاهُمْ yani: “Onlara ihtar ettiğimiz ders ve nasihatı unuttukları ve amel etmedikleri vakit, onları tutup musibet altına aldık.”
Evet, en ahirde sırr-ı ihlasa dair bir risale bize yazdırıldı. Elhak, gayet ali ve nurani bir düstur-u uhuvvet idi. Ve on binler kuvvetle ancak mukabele edilir hadiselere, musibetlere karşı, o sırr-ı ihlas ile on adamla mukavemet ettirebilir bir düstür-u kudsi idi. Fakat, maatteessüf başta ben, biz o ihtar-ı manevi ile amel edemedik. Bu ayetin mana-yı işarisiyle: اَخَذْنَاهُمْ cifri tarihiyle bin üç yüz elli iki eder. Aynı tarihiyle tutturulduk. Bir kısmımız şefkat tokadına giriftar olduk. Bir kısmımız hakkında tokat değil, belki tokada maruz olan kardeşlerimize medar-ı teselli ve kendilerine medar-ı sevab ve istifade olmak için bu musibetin içine alındı.
Evet, ihtilattan men olunduğum için üç aydan beri yeniden üç gündür ben, kardeşlerimin dahili ahvaline de muttali oldum. Hiç hatır ve hayalime gelmez en halis zannettiğim kardeşlerimde sırr-ı ihlasa münafi hareket vukua gelmişti. Ondan anladım ki: فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهِ…اَخَذْنَاهُمْ ayetinin uzaktan uzağa bir mana-yı işarisi bize de bakıyor. Ehl-i dalalet için nazil olan bu ayet onlara azaptır. Fakat bizim için terbiye-i nüfus ve keffáretüz-zünub ve tezyid-i derecat için şefkat tokadıdır. Biz elimizdeki kıymettar nimet-i İlahiyeyi tam takdir etmediğimizden, tokat yediğimize bir delil şudur ki: En kudsi bir mücahede-i maneviyeyi tazammun eden ve sırr-ı veraset-i nübüvvetle velayet-i kübranın feyzine mazhar ve sahabenin sırr-ı meşrebine medar olan Risale-i Nur ile hizmet-i kudsiye-i Kuraniyemize kanaat etmeyip, menfaatı şimdilik bize pek az ve bu vaziyetimize mühim zararı muhtemel tarikat hevesinin birkaç defa şiddetle ihtarımla önü alınmasıdır. Yoksa, hem vahdetimizi bozacaktı, hem dört elifin tesanüdüyle bin yüz on birden dört kıymetine tenzil eden teşettüt-ü efkar ve bu gayet ağır hadiseye karşı kuvvetimizi hiçe indiren tenafür-ü kuluba uğrayacaktı.
Gülistan sahibi Şeyh Sadi-i Şirazi naklediyor, der: “Ben bir ehl-i kalbi tekkede, seyr-i süluk ile meşgul iken görmüştüm. Birkaç gün sonra onu talebeler içinde, medresede gördüm. Ne için o feyizli tekkeyi terkedip, bu medreseye geldin, dedim. O da dedi ki: Orada herkes kendi nefsini—eğer muvaffak olursa—kurtarabilir. Burada ise bu ali-himmet şahıslar kendileriyle beraber çoklarını kurtarmaya çalışıyorlar. Uluvv-ü cenab, uluvv-ü himmet bunlardadır. Fazilet ve himmet bunlardadır. Onun için buraya geldim.”
Şeyh Sadi bu vakıayı, kısaca hülasasını Gülistanında yazmıştır.
Acaba, talebelerin, نَصَرَ, نَصَرَا, نَصَرُوا, نَصَرَتْ … gibi sarf ve nahvin küçücük meseleleri tekkelerdeki virdlere racih gelirse, Risale-i Nurun:
اٰمَنْتُ بِاللهِ وَمَلٰۤئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَبِالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ deki hakaik-ı kudsiye-i imaniyeyi en kati ve vazıh bir surette ders verip, en muannid zındıkları ve en mütemerrid feylesofları susturup ders verirken, onu bırakıp, yahut sekteye uğratıp, veyahut kanaat etmeyip, tarikat hevesiyle Risale-i Nurdan izin almayarak kapanmış hangahlara girmek, ne derece yanlış olduğunu ve bizim bu şefkat tokadına ne derece istihkak kesbettiğimizi gösteriyor.
Said Nursi
Bir Tenbih
İki küçük hikaye
Birincisi: Bundan on beş sene evvel Rusyanın şimalinde esir olduğum zaman doksan esir zabitlerimizle beraber büyük bir fabrika koğuşunda bulunuyorduk. Sıkıntı ve ruh darlığından çok münakaşalar, gürültüler oluyordu. Umumun bana karşı ziyade hürmetleri olduğundan teskin ediyordum. Sonra, sükuneti muhafaza için dört-beş zabiti tayin ettim. Ve dedim; “Hangi köşede bir gürültü işittiniz, hemen yetişiniz. Hangi taraf haksız ise ona yardım ediniz.” Hakikaten bu tedbir ile gürültünün önü alındı. Benden soruldu: “Ne için haksıza yardım ediniz, diyorsun?”
Cevaben, o zaman demiştim ki: “Haksız insafsızdır. Bir dirhem menfaatını kırk dirhem istirahat-ı umumiye için bırakmaz. Haklı adam ise insaflı olur. Bir dirhem hakkını, sükunet-i umumiyedeki kırk dirhem arkadaşının menfaatına feda eder, bırakır. Gürültü kalkar, sükunet iade edilir. Bu koğuştaki doksan zat istirahat eder. Eğer, haklıya muavenet edilse, gürültü daha ziyadeleşecekBu nevi hayat-ı içtimaiyede, menfaat-ı umumiyenin ehemmiyeti nazara alınır.”
İşte ey kardeşlerim! Bu hayatın, bu içtimaımızda, “Bu kardeşim bana haksızlık etti” diye “küstüm” demeyiniz. Bu pek hatadır. O arkadaşın sana bir dirhem zarar vermiş ise, sen küsmekle kırk dirhem bizlere zarar veriyorsun. Belki kırk lira Risale-i Nura zarar vermek muhtemeldir. Fakat lillahilhamd pek haklı ve kuvvetli müdafaatımız, arkadaşların mükerrer isticvaba gitmelerinin önünü aldığından, fesadın önü alındı. Yoksa, birbirinden küsmüş kardeşler, bir sinek kanadı kadar küçük bir çöpün göze girmesi gibi veyahut bir kıvılcımın baruta düşmesi gibi, az bir garazla büyük bir zarar verebilirdi.
İkinci hikaye: Bir vakit ihtiyar bir kadının sekiz oğlu varmış. Herbirisine mevcut sekiz ekmekten birer ekmek verdi, kendine kalmadı. Sonra, herbirisi ekmeğinin yarısını ona verdi. Onun ekmeği dört oldu; ötekiler yarıya indi.
Kardeşlerim, ben de kırkınızın herbirinin musibet hissesinin manevi eleminin yarısını kendimde hissediyorum. Kendi şahsıma ait elemi, aldırmıyorum. Bir gün fazla muztar bulundum, “acaba hatamın cezası mıdır çekiyorum” diye geçmiş haleti tetkik ettim. Gördüm ki, bu musibeti kaynatmaya ve tahrik etmeye hiçbir cihette müdahalem olmadığını ve bilakis kaçmak için mümkün tedbirleri istimal ediyordum. Demek, bu bir kaza-yı İlahidir. Ve bil-iltizam bir seneden beri müfsidlerin tarafından aleyhimize ihzar ediliyordu. Kaçınmak kàbil değildi. Alaküllihal başımıza geçirecek idiler. Cenab-ı Hakka yüz bin şükür ki, musibeti yüzden bire indirdi.
İşte bu hakikata binaen “Senin yüzünden bu belayı çektik” diye minnet etmeyiniz. Belki beni helal ediniz. Ve bana dua ediniz. Hem birbirinizi tenkid etmeyiniz. Demeyiniz ki: “Sen böyle yapmasaydın, böyle olmayacaktı.” Mesela, bir kardeşimiz iki üç imza sahibini söylemesiyle, müfsidlerin pek çok zatları belaya atmak için düşündükleri planı küçültüp, çoklarını kurtarmış. Değil zarar, belki büyük menfaat olmuş. Çok masumların bu beladan kurtulmasına bir vesile oldu.
Said Nursi
On Sekizinci Nükte
Eskişehir Hapishanesinde yazılmış bir parça
Kardeşlerim! Müteaddit defa Risale-i Nurun şakirtlerini layık oldukları tarzda müdafaa etmişim. İnşaallah mahkemede bağırarak derim. Hem Risale-i Nuru, hem şakirdlerinin kıymetlerini dünyaya işittireceğim. Yalnız size bunu ihtar ederim ki: “Bu müdafaamdaki kıymeti muhafaza etmenin şartı, bu hadisedeki ağız yanmasıyla Risale-i Nurdan küsmemek ve üstadından darılmamak ve kardeşlerinden—sıkıntıdan gelen bahanelerle—nefret etmemek ve birbirine kusur bulmamak ve isnad etmemektir.” Yalnız tahattur edersiniz ki, Risale-i Kaderde ispat etmişiz ki: “Başa gelen zulümlerde iki cihet var ve iki hüküm vardır: Biri insanın, biri kader-i İlahinin. Aynı hadisede insan zulmeder, fakat kader adildir, adalet eder. Bu meselemizde, insanın zulmünden ziyade, kaderin adaleti ve hikmet-i İlahiyenin sırrını düşünmeliyiz.”
Evet, kader, Risale-i Nur talebelerini bu meclise çağırdı. Ve mücahede-i maneviye inkişaf etmesinin hikmeti; onları, bu hakikaten çok sıkıntılı olan medrese-i Yusufiyeye sevk etti. İnsan zulmü ve bahanesi bir vesile oldu. Onun için sakınınız; birbirinize; “Böyle yapmasaydım ben tevkif olmazdım” demeyiniz.
Said Nursi
Bu parça mahkeme müdafaatının bir parçasıdır, her nasılsa buraya girmiş, çıkarılmamış, kalmış.
Mahkemenin Reis ve azalarından ehemmiyetli bir hakkımı talep ederim.
Şöyle ki:
Bu meselede yalnız şahsım medar-ı bahis değil ki, siz beni tebrie etmekle ve hakikat-i hale muttali olmanızla mesele halledilmiş olsun. Çünkü, ehl-i ilim ve ehl-i takvanın şahs-ı manevisi, bu meselede, nazar-ı millette ittiham altına girdiği ve hükumete dahi ehl-i takva ve ilme karşı bir emniyetsizlik geldiği ve ehl-i takva ve ilim, tehlikeli ve zararlı teşebbüslerden nasıl sakınacağını bilmesi lazım olduğu için, benim müdafaatımı kendim kaleme aldığım bu son kısmını, herhalde yeni hurufla, matbaa vasıtasıyla intişarını isterim. Ta ki ehl-i takva ve ehl-i ilim, entrikalara kapılmayıp zararlı ve tehlikeli teşebbüslere yanaşmasınlar ve şahs-ı manevisi nazar-ı millette ittihamdan kurtulsun. Ve hükumet dahi, ehl-i ilim hakkında emniyet etsin ve bu anlaşmamazlık ortadan kalksın. Ve hükumete ve millete ve vatana çok zararlı düşen bu gibi hadiseler ve anlaşmamazlık daha tekerrür etmesin.
Said Nursi
On Dokuzuncu Nükte
Sual: Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennemde hapis nasıl adalet olur?
Elcevap: Sene 365 gün hesabıyla, bir dakikada katl, yedi (7) milyon sekiz yüz seksen dört (884) bin dakika hapis iktizası kanun-u adalet iken, bir dakika küfür bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfürle ölen bir adam, kanun-u adaletle, elli yedi (57) trilyon iki yüz bir (201) milyar iki yüz (200) milyon sene, beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstehak olur. Elbette فِيهَۤا اَبَدًا adalet-i İlahi ile veçh-i muvafakati bundan anlaşılıyor.
Birbirinden gayet uzak iki adedin sırr-ı münasebeti şudur ki:
Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, laakal, zahiri adete göre, on beş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esma-i İlahiyi inkar ve nukuşlarını tezyif ve kainatın hukukuna tecavüz ve kemalatını inkar ve hadsiz delail-i vahdaniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kafiri, bin seneden ziyade esfel-i safiline atar, خَالِدِينَ de hapseder.
Yirminci Nükte
اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ayet-i kerimenin işaretiyle, emir ile icad oluyor. Ve Kudret hazineleri ك- ن dadır. Bu sırr-ı dakikin vücuh-u kesiresinden birkaç veçhi Risalelerde zikredilmiştir. Burada, huruf-u Kuranın, hususan surelerin başlarındaki mukattaat-ı hurufun hasiyetlerine ve fezaillerine ve tesirat-ı maddiyelerine dair vürud eden hadisleri, şu asrın nazar-ı maddisine takrib etmek için, maddi bir misal üzerinde o sırrın tefhimine çalışacağız. Şöyle ki:
Zat-ı Zülcelal olan Sahib-i Arş-ı azamın, manevi bir merkez-i alem ve kalb ve kıble-i kainat hükmünde olan küre-i arzdaki mahlukatın tedbirine medar dört arş-ı İlahisi var:
Biri, hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır. İsm-i Hafizin ve Muhyinin mazharıdır.
İkinci arş, fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur.
Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u nurdur.
Dördüncüsü, emir ve iradenin arşıdır ki, unsur-u havadır.
Basit topraktan, hadsiz hacat-ı hayvaniye ve insaniyeye medar olan maadin ve hadsiz muhtelif nebatatın basit bir unsurdan, kemal-i intizam ile, vahdetten hadsiz kesret, basitten nihayetsiz muhtelif enva, sade bir sayfada hadsiz muntazam nukùş gözümüzle gördüğümüz gibi; suyun, hususan hayvanat nutfelerinin su gibi basit bir madde iken hadsiz mucizat-ı sanatın muhtelif zihayatlarda o su ile tezahürü gösteriyor ki: Bu iki arş misillü, nur ve hava dahi, besatetleriyle beraber, Nakkàş-ı Ezelinin ve Alim-i Zülcelalin kalem-i ilim ve emir ve iradesine, evvelki iki arş gibi, acaib-i mucizatının mazharlarıdırlar.
Nur unsurunu şimdilik bırakıp, meselemiz münasebetiyle, küre-i arza göre emir ve irade arşı olan unsur-u havanın içinde emir ve iradenin acaibini ve garaibini örten perdenin bir derece keşfine çalışacağız. Şöyle ki:
Biz nasıl ki ağzımızdaki hava ile hurufat ve kelimatı ekiyoruz, birden sünbülleniyorlar. Yani, havada, adeta zamansız bir anda, bir kelime bir habbe olup haric-i havada sünbüllenir; küçük büyük hadsiz aynı kelimeyi cami bir havayı sünbül veriyor. Unsur-u havaiyeye bakıyoruz ki: O derece emr-i كُنْ فَيَكُونُ a muti ve musahhar ve emirberdir ki, güya herbir zerresi bir nefer gibi, muntazam bir ordunun her dakika emrini bekler; zamansız, en uzak zerreden, emr-i كُنْ den cilveger olan bir iradenin imtisalini, itaatini gösterir.
Mesela, ahize ve nakıle radyo makineleri vasıtasıyla, havanın hangi yerinde olursa olsun, bir nutk-u beşeri bütün küre-i arzın her tarafından—radyo ahizeleri bulunmak şartıyla—zamansız, aynı nutuk, aynı anda, herbir yerde işitilmesi, emr-i كُنْ فَيَكُونُ un cilvesine ne derece kemal-i imtisal ile herbir zerre-i havaiyede itaat ettiğini gösterdiği gibi; havada sebatsız vücudları bulunan hurufatın, kudsiyet keyfiyetiyle, bu sırr-ı imtisale göre, çok tesirat-ı hariciyeye ve hasiyat-ı maddiyeye mazhar olabilirler. Adeta, maneviyatı maddiyata inkılab ve gaybı şehadete tahavvül ettirir bir hasiyet onlarda görünüyor.
İşte bunun gibi, hadsiz emarelerle gösteriyor ki, mevcudat-ı havaiye olan hurufun, hususan huruf-u kudsiyenin ve Kuraniyenin, hususan evail-i suredeki şifre-i İlahiyenin hurufatı, muntazam ve nihayetsiz hassas ve zamansız emirleri dinler ve yapar gibi göründüğünden, elbette zerrat-ı havaiyede kudsiyet noktasında emr-i كُنْ فَيَكُونُ un cilvesine ve İrade-i Ezeliyenin tecellisine mazhar hurufatın maddi hassalarını ve harika ve mervi faziletlerini teslim ettirir.
İşte bu sırra binaendir ki, Kuran-ı Mucizül-Beyanda bazan kudret eserini, sıfat-ı irade ve sıfat-ı kelamdan gelir gibi tabiratı, gayet derecede sürat-i icad ve gayet derecede inkıyad-ı eşya ve musahhariyet-i mevcudattan başka, ayn-ı emir, kudret gibi hükmediyor demektir. Yani, emr-i tekvinden gelen hurufat, maddi kuvvet hükmünde vücud-u eşyada hükmeder. Ve emr-i tekvini, adeta, ayn-ı kudret, ayn-ı irade olarak tezahür eder.
Evet, emir ve iradenin bu gayet hafi ve vücud-u maddileri gayet gizli ve havayı adeta nim-manevi, nim-maddi nevindeki mevcudatta, emr-i tekvini, ayn-ı kudret gibi asarı görünüyor; belki ayn-ı kudret olur. adeta maneviyat ile maddiyatın mabeyninde berzahi olan mevcudata nazar-ı dikkati celb etmek için, Kuran-ı Mucizül-Beyanın اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ferman ediyor.
İşte, evail-i suredeki الۤمۤ طٰسۤ حٰمۤ gibi huruf-u kudsiye-i şifre-i İlahiye hava zerratı içinde, zamansız münasebat-ı dakika-i hafiye tellerini ihtizaza getirecek birer düğüm ve birer düğme harfi olduklarını ve ferşten Arşa manevi telsiz telefon muhaberat-ı kudsiyeyi ifa etmeleri, o şifre-i kudsiye-i İlahiyenin şenindendir ve vazifesidir ve gayet makuldür.
Evet, havanın herbir zerresi ve bütün zerratı, telsiz, telefon, telgraflar gibi aktar-ı alemde münteşir o zerreler emirleri imtisal ettiklerini ve elektrik ve seyyalat-ı latifeye ahize ve nakılelik vazifesi gibi sair vezaif-i havaiyeden başka bir vazifesini bir hads-i kati ile, belki müşahede ile ben kendim badem çiçeklerinde gördüm. Ağaçların ru-yi zeminde muntazam bir ordu hükmünde, hava-yı nesiminin dokunmasıyla, bir anda aynı emri o ahizeler hükmündeki zerrelerden aldığı vaziyet-i meşhudesi bana iki kere iki dört eder derecesinde kati bir kanaat vermiş.
Demek havanın ru-yi zeminde çevik ve çalak bir hizmetkar olması ve ru-yi zemindeki Rahman-ı Rahimin misafirlerine hizmet ettiği gibi; o Rahmanın emirlerini tebliğ etmek için bütün zerratı telsiz telefonun ahizeleri gibi emirber nefer hükmünde evamir-i kudsiyeyi nebatata ve hayvanata tebliğ eder. Nefeslere yelpaze, nüfusa nefes, yani, ab-ı hayat olan kanı tasfiye ve nar-ı hayati olan hararet-i garizeyi işal vazifesini yaptıktan sonra, çıkıp, ağızda hurufatın teşekkülüne medar olduğu gibi; pek çok muntazam vazifeleri emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile icra eder.
İşte, havanın bu hasiyetine binaendir ki, mevcudat-ı havaiye olan hurufat, kudsiyet kesb ettikçe, yani, ahizelik vaziyetini aldıkça, yani, Kuran hurufatı olduğundan ahizelik vaziyetini aldığı ve düğmeler hükmüne geçtiği ve surelerin başlarındaki hurufat daha ziyade o münasebat-ı hafiyenin uçlarının merkezi ukdeleri, düğümleri ve hassas düğmeleri hükmünde olduğundan, vücud-u havaileri bu hasiyete malik olduğu gibi, vücud-u zihnileri dahi, hatta vücud-u nakşiyeleri de bu hasiyetten hassaları ve hisseleri var. Demek o harflerin okumasıyla ve yazmasıyla, maddi ilaç gibi şifa ve başka maksatlar hasıl olabilir.
Said Nursi
Yirmi Birinci Nükte
Manidar bir tevafuk-u latife
Risale-i Nur şakirtlerini ittiham ettikleri ve cezalarını istedikleri yüz altmış üçüncü (163) maddesine, Risale-i Nur Müellifinin medresesine yüz elli (150) bin lira verilmesine dair layihanın, iki yüz (200) mebustan yüz altmış üç (163) mebusun adedine tevafuk edip, manen o tevafuk diyor ki: Hükumet-i Cumhuriyetin yüz altmış üç (163) mebusun takdirkarane imzaları, yüz altmış üçüncü (163) madde-i kanuniyenin hükmünü, onun hakkında iptal ediyor.
Hem yine manidar tevafukat-ı latifedendir ki, Risale-i Nurun yüz yirmi sekiz (128) parçası, yüz on beş (115) parça kitap ediyor. Risale-i Nurun şakirtlerinin ve müellifinin mebde-i tevkifi olan yirmi yedi (27) Nisan bin dokuz yüz otuz beş (1935) tarihi ile, mahkemenin karar ve hüküm tarihi olan on dokuz (19) Ağustos bin dokuz yüz otuz beş (1935) tarihi olmasına nazaran, yüz on beş (115) gün olup, Risale-i Nur kitapları adedine tevafuk etmekle beraber, istintak edilen, yüz on beş (115) suçlu gösterilen eşhasın da adedine tam tamına tevafuk ettiği gibi, gösteriyor ki, Risale-i Nur Müellifinin ve şakirtlerinin başına gelen musibet, bir dest-i inayetle tanzim ediliyor.
Yirmi İkinci Nükte
Bu parça çok kıymetlidir.Ta İkinci Nükteye kadar herkese faydası var.
Eskişehir Hapishanesinde, su-i ahlaktan değil, belki sıkıntıdan gelen nahoş bazı haller münasebetiyle, ahlaka dair bir nükte ile, meşhur bir ayetin mestur kalmış bir nüktesine dairdir.
BİRİNCİ NÜKTE
Cenab-ı Hak kemal-i kereminden ve merhametinden ve adaletinden, iyilik içinde muaccel bir mükafat ve fenalıklar içinde muaccel bir mücazat derc etmiştir. Hasenatın içinde, ahiretin sevabını andıracak manevi lezzetler, seyyiatın içinde, ahiretin azabını ihsas edecek manevi cezalar derc etmiştir.
Mesela, müminler mabeyninde muhabbet, ehl-i iman için güzel bir hasenedir. O hasene içinde, ahiretin maddi sevabını andıracak manevi bir lezzet, bir zevk, bir inşirah-ı kalb derc edilmiştir. Herkes kalbine müracaat etse bu zevki hisseder.
Mesela, müminler mabeyninde husumet ve adavet bir seyyiedir. O seyyie içinde, kalb ve ruhu sıkıntılarla boğacak bir azab-ı vicdaniyi, alicenap ruhlara hissettirir. Ben kendim, belki yüz defadan fazla tecrübe etmişim ki, bir mümin kardeşe adavetim vaktinde, o adavetten öyle bir azap çekiyordum; şüphe bırakmıyordu ki, bu seyyieme muaccel bir cezadır, çektiriliyor.
Mesela, hürmete layık zatlara hürmet ve merhamete layık olanlara merhamet ve hizmet, bir hasenedir, bir iyiliktir. Bu iyilikte sevab-ı uhreviyi ihsas eder derecede öyle bir zevk, lezzet vardır ki, hayatını feda etmek derecesine o hürmeti, o merhameti ileri getirir. Validenin çocuğa merhametindeki şefkat vasıtasıyla kazandığı zevk ve mükafat için hayatını o merhamet yolunda feda etmek dereceye gider. Yavrusunu kurtarmak için arslana saldıran bir tavuk, hayvanat milletinde bu hakikate bir misaldir. Demek, merhamet ve hürmette muaccel bir mükafat var; alihimmet ve alicenap insanlar onları hisseder ki, kahramanane bir vaziyet alıyorlar.
Hem, mesela, hırs ve israfta öyle bir ceza var ki, şekvalı, meraklı, manevi ve kalbi bir ceza insanı sersem eder. Ve haset ve kıskançlıkta öyle bir muaccel ceza var ki, o haset, haset edeni yakar. Hem tevekkül ve kanaatte öyle bir mükafat var ki, o lezzetli muaccel sevap, fakr ve hacatın belasını ve elemini izale eder.
Hem, mesela, gurur ve kibirde öyle bir ağır bir yük var ki, mağrur adam herkesten hürmet ister; ve istemek sebebiyle istiskal gördüğünden, daima azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez. Hem, mesela, tevazuda ve terk-i enaniyette öyle lezzetli bir mükafat var ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.
Hem, mesela, suizan ve su-i tevilde, bu dünyada muaccel bir ceza var. “Men dakka dukka” kaidesiyle, suizan eden, suizanna maruz olur. Mümin kardeşinin harekatını su-i tevil edenlerin harekatı, yakın bir zamanda su-i tevile uğrar, cezasını çeker.
Ve hakeza, bütün ahlak-ı hasene ve seyyie bu mikyasa göre ölçülmeli. Ben rahmet-i İlahiyeden ümid ederim ki, Risale-i Nurdan bu zamanda tezahür eden manevi icaz-ı Kuraniyi zevk eden zatlar, bu manevi ezvakı hissederler; su-i ahlaka müptela olmayacaklar, inşaallah.
İKİNCİ NÜKTE
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَ اْلاِنْسَ اِلاَّ لِيعْبُدُونِ مَۤا اُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَۤا اُرِيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ اِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ Şu ayet-i kerimenin zahir manası çok tefsirlerin beyanına göre yüksek icaz-ı Kuraniyeyi göstermediğinden, çok zaman zihnime ilişiyordu. Kuranın feyzinden gelen gayet güzel ve yüksek manalarından üç veçhini icmalen beyan edeceğiz.
BİRİNCİSİ: Cenab-ı Hak, Resulüne ait olabilecek bazı halleri, Resulünü tekrim ve teşrif noktasında bazan kendine isnad eder. İşte, burada da, “Resulüm size vazife-i risalet ve tebliğ-i ubudiyet hizmetine mukabil, sizden bir ecir ve ücret ve mükafat, bir itam istemez” manasında, “Ben sizi ibadet için halk etmişim, Bana rızık vermek ve itam etmek için değil” mealindeki ayet, Resulallah Aleyhissalatü Vesselama ait itam ve irzakı murad etmek gerektir. Yoksa, gayet bedihi bir malumu ilam kabilinden olur, icaz-ı Kuranın belagatine uygun gelmez.
İKİNCİ VECİH: İnsan rızka çok müptela olduğu için, rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete mani tevehhüm edip kendine bir özür bulmamak için, ayet-i kerime diyor ki:
“Siz ubudiyet için halk olunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahi noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlukatım ve rızıklarını deruhte ettiğim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, adeta Bana ait rızık ve itamı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünkü Rezzak Benim. Sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını Ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terk etmeyiniz.”
Eğer bu mana olmazsa, Cenab-ı Hakka rızık vermek ve itam etmek muhaliyeti bedihi ve malum olduğundan, ilam-ı malum kabilinden olur. İlm-i belagatte bir kaide-i mukarreredir ki, bir kelamın manası malum ve bedihi ise, o mana murad değil, onun bir lazımı, bir tabii muraddır. Mesela, sen birisine desen “Sen hafızsın,” o malumunu ilam kabilinden olur. Demek maksud manası budur ki, “Ben senin hafız olduğunu biliyorum.” Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum.
İşte, bu kaideye binaen, ayet, Cenab-ı Hakka rızık vermeyi ve itam etmeyi nefyetmekten kinaye olan mana şudur:
“Bana ait olup ve rızıklarını taahhüt ettiğim mahlukatıma rızık yetiştirmek için halk olunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evamirime göre rızka çabalamak da bir nevi ibadettir.”
ÜÇÜNCÜ VECİH: Sure-i İhlasta, nasıl ki لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ zahir manası malum ve bedihi olduğundan, o mananın bir lazımı muraddır. Yani, “Valide ve veledi bulunanlar ilah olamazlar” manasında ve İsa (a.s.) ve Üzeyr (a.s.) ve melaike ve nücumların ve gayr-ı hak mabudların uluhiyetlerini nefyetmek kastıyla, “ezeli ve ebedi” manasında, Cenab-ı Hakkın لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ gayet bedihi ve malum hükmettiği gibi, aynen onun gibi, bu misalimizde de “Rızık ve itam kabiliyeti olan eşya, ilah ve mabud olamazlar” manasında, “Mabudunuz olan Rezzak-ı Zülcelal, sizden kendine rızık istemez ve siz Onu itam için yaratılmamışsınız” mealindeki, “Rızka muhtaç ve itam edilen mevcudat, mabudiyete layık değiller” demektir.
Said Nursi
Yirmi Üçüncü Nükte
Tarafgirane ve Risale-i Nura rakibane söylenen sözlere mukabildir
Ger methetmekse tefahurla kendinizi maksadın,
Risale-i Nurun en sönük yıldızının peykisiniz.
Zinhar seyyare zannetme kardeşim, Risale-i Nurun,
Arz değil, afitab dahi peykidir onun.
Pek yakında parlayacaktır alemde Risale-i Nur,
Sönmez, belki gizlenir, zira nurun ala nur.
Bir nur ki, bahr-i hakikat ve mahz-ı hidayettir o.
مَنْ اَصْحَابُ الصِّرَاطِ السَّوِىِّ وَمَنِ اهْتَدٰى yı oku.
Haktan olmaz şikayet, belki maksat hikayet.
Şerin üzere giderken Hakka malum,
Risale-i Nura ki eylemiştim hem de hizmet,
Risale-i Nur ki, Aliyyül-Murteza ve Gavs-ı azam,
Celcelutiyede ve bazı kasaidde etmişler işaret.
Risale-i Nur ki urvetül-vüska, lenfisam,
Temessük etmiştim, zira hem hidayet ve ayn-ı hakikat,
Koydular bizleri ki orada durmuştu Yusuf
Hem de beraberimizde idi Üstad.
Halil İbrahim
Yirmi Dördüncü Nükte
Zekainin Rüyası
Bu sabah rüyamda, İstanbulun Tophane sahiline benzer, saf ve berrak bir deniz kenarındayım. Kuşluk zamanında olduğunu zannettiğim güneşin ziyası, o derya-yı azimin üzerinde hoş parıltılar husule getiriyor. Ben deryaya müteveccihim. Denizin orta ve cenubu tarafından yüze yüze sahile gelen bir genç, omuzundaki bir sabanı sahile çıkardı. Orada bütün kardeşlerimize tahliyeden sonra istikbal edilmekteler iken, sahil boyunu takiben, garptan dolu dizgin iki atlı geliyor. “Üstad geliyor” dediler. Bu izdiham yarıldı. Hiç durmaksızın, bu mühib yağız atlı ve esmer çehreli iki zat, şarka doğru uzaklaştılar. Ben o deryaya dalmak üzere iken uyandım.
Zekai
Yirmi Beşinci Nükte
Bu Lemanın başında İmam-ı Ali Risale-i Nura işaret ettiğinden, bir kardeşimiz heyecanlı bir iştiyakla Risale-i Nura “Elmas, Cevher, Nur” ismini takıp tekrar ederek yazmıştı. Bu Lemanın ahirinde derci münasip görüldü.
Takva dairesinde bulunan talebe deli de olsa, acaba Risale-i Nurun ve kıymetli Elmasın nurundan ayrılabilir mi? Öyle tahmin ederim ki, Risale-i Nurun, bu aciz talebeniz kadar kerametini, faziletini, lezzetini yiyen, tatlı meyvesinden koparan nadirdir. Hem bu kadar acizliğimle beraber, Risale-i Nura hizmet edemediğim halde göstermiş olduğunuz teveccühe medyun-u şükranım. Binaenaleyh, Risale-i Nurdan bendeniz değil, hiçbir talebeniz o mübarek Elmastan ve lezzetten ayrılamaz.
Affınıza mağruren, Risale-i Nurun bu defaki taharriyatında iki kerameti meydana aynen çıkmıştır. Hapishane içerisinde polis, jandarma ve gardiyanlar müthiş arama yaparken, o esnada hiç kimse görmeden, yedi sekiz yaşında, hemşiremin mahdumu, mektep çantasının içerisine Risale-i Nurun nüshalarını koyarak alıp gitmiştir. Arama, bendenizin odasındaydı. Çocuk odaya geldi; odada telaş görünce, odanın bir tarafında ayrıca duran Risale-i Nurları çantasına koydu ve içerideki memurların hiçbirisi farkına varmadı, çocuğa da birşey demediler.
Fedakar çocuk doğruca validesine gidiyor, “Dayımın daima bize okuduğu Risale-i Nurları getirdim. Bunları alacaklarmış. Ben onların haberi olmadan, onlar başka mektup, kitap karıştırırlarken aldım, çantama koydum. Bunları iyice bir yere koyunuz, muhafaza ediniz. Ben bunların okunmasını çok seviyorum. Dayım bize bunları okuyordu. O okurken ben başka bir halet kesb ediyordum” diye validesine söylüyor ve mektebine avdet ediyor. Bu sayede Elmas, Cevher, Nurlar ele geçmemiş oluyor.
Bu keramet değil de nedir? Kurani bir mucize değil de nedir? Acaba bu fazilet, acaba bu lezzet, acaba bu Elmas, Cevher hangi telifatta vardır ki, bu Elmas, Cevher, Nurlar şimdiye kadar hangi zatın ağzından dökülmüştür? Ben de, hapis değil, bu Elmas, Cevher, Nurlar için, her an, her dakika, her fedakarlığı memnuniyetle kabul ederim. Benden sonra bu Elmas, Cevher, Nurlar yoluna evladım Emin de bütün hayatını sarf etmeye hazırdır.
İşte bu Elmas, Cevher, Nurun ikinci kerametini ispat ile, üç yaşından sekiz yaşına kadar akrabalarım ve evladım, bu Elmas, Cevher, Nurlar için fedakarane ve bu yolda hayatlarını hiç düşünmeden feda edeceklerini ispat ederim. Çünkü bu Elmas, Cevher, Nuru okurken hepsi başıma toplandı. Onları sevdim ve birer çay verdim, bu Elmas, Cevher, Nuru okumaya devam ettim. Hepsi birden “Bu nedir, bu yazı nasıl yazıdır?” sordular. Ben de dedim: “Bu Elmas, Cevher, Nurdur” diye bunlara okumaya başladım.
Onuncu Sözü okurken saatler geçmiş. Çocuklar, merakından, anlayamadıkları zaman hemen bendenize soruyorlardı. Ben de bu Elmas, Cevher, Nuru onların anlayabileceği şekilde izah ederken, çocukların renkleri, renk renk oluyordu ve güzelleşiyordu. Bendeniz de çocukların yüzüne baktıkça, hepsinde ayrı ayrı nurlu Said görüyordum.
Suallerinde “Nur hangisi, Cevher hangisi ve Elmas hangisi?” diye sorduklarında, “Evet, Nur bunu okumaktır. Bak, sizde bir güzellik meydana geldi.” Onlar da birbirinin yüzüne baktılar ve tasdik ettiler.
“Ya Elmas nedir?”
“Bu Sözleri yazmaktır. O zaman, yani yazdığınız zaman sizin yazılarınız elmas gibi kıymetli olur.” Tasdik ettiler.
“Ya Cevher nedir?”
“İşte o da bu kitaptan aldığınız imandır.” Hepsi birden şehadet getirdiler.
Bu sohbette üç dört saat geçmiş; bendeniz farkına varmadım. “İşte Elmas, Cevher, Nur budur” dedim. Tasdik ettiler. Hepsi birden bana bakıyorlardı ve “Bunu kim yazdı?” diyorlardı.
aciz talebeniz Şefik
Yirmi Altıncı Nükte
وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ اْلاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ يَخْلُقُكُمْ فِى بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِى ظُلُمَاتٍ ثَلٰثٍ ayeti, وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ ayetinde beyan ettiğimiz nüktenin aynını tazammun edip, hem onu teyid ediyor, hem onunla teeyyüd ediyor.
Evet, Kuran-ı Mucizül-Beyan Sure-i Zümerde وَخَلَقَ لَكُمْ مِنَ اْلاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ demeyip, وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ اْلاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ demesiyle ifade ediyor ki: “Sekiz nevi hayvanat-ı mübarekeyi size hazine-i rahmetinden, güya Cennetten nimet olarak indirilmiş, gönderilmiş.” Çünkü o mübarek hayvanlar, bütün cihetleriyle, bütün beşere nimet olduğundan, saçından bedevilere seyyar haneler, elbiseler, etinden güzel yemekler, sütünden güzel, leziz taamlar ve derilerinden pabuçlar ve saire, hatta gübreleri mezruatın erzakı ve insanların mahrukàtı hükmünde olup, güya o mübarek hayvanlar, tecessüm etmiş ayn-ı nimet ve rahmettirler.
Onun içindir ki, yağmura “rahmet” namı verildiği gibi, bu mübarek hayvanlara da “enam” namı verilmiş. Güya nasılki rahmet tecessüm etmiş, yağmur olmuş; öyle de nimet dahi tecessüm etmiş, keçi, koyun, öküz ile manda ve deve şekillerini almış. Çendan cismani maddeleri yerde halk olunuyor; fakat nimetiyet sıfatı ve rahmetiyet manası, maddesine tamamiyle galebe ettiğinden, اَنْزَلْنَا tabiriyle, doğrudan doğruya bu mübarek hayvanları hazine-i rahmetin birer hediyesi olarak, Halik-ı Rahim, yüksek mertebe-i rahmetinden ve manevi, ali Cennetinden yeryüzüne indirmiş.
Evet, nasıl ki bazan beş paralık bir maddede beş liralık bir sanat derc edilir. O zaman o şeyin maddesi nazara alınmıyor; sanat noktasında kıymet veriliyor: sineğin küçücük maddesi ve içindeki pek büyük sanat-ı Rabbaniye gibi. Bazan beş liralık bir maddede beş kuruşluk bir sanat bulunur; o vakit hüküm maddenindir.
Aynen onun gibi, bazan cismani bir maddede o kadar nimet ve rahmet manası bulunur ki, yüz defa maddesinden ziyade ehemmiyetli oluyor. adeta cismani maddesi gizlenir; hüküm, nimetiyet cihetine bakar. İşte, demirin pek azim menafii ve çok semereleri, onun maddi maddesini gizlediği gibi, mezkur mübarek hayvanların dahi her cüzünde nimet bulunması, onların cismani maddelerini güya nimete kalb ettirmiş. Onun içindir ki, cismani maddelerinin hükmü nazara alınmadan manevi sıfatları nazara alınmış, وَاَنْزَلْنَا, وَاَنْزَلَ tabir edilmiştir.
Evet, وَاَنْزَلْنَا, وَاَنْزَلَ hakikat itibarıyla sabık nükteyi ifade ettikleri gibi, belagat noktasında da ehemmiyetli bir manayı mucizane ifade ediyorlar. Şöyle ki:
Demir gayet sert fıtratıyla ve gizliliği ve derinliğiyle beraber, her yerde hazır bulunmak ve hamur gibi yumuşatmak hasiyetini ihsan ettiğinden, herkes, her yerde, her işte kolayca elde etmesini ifade etmek için, وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ tabiriyle, güya fıtri ve semavi nimetler gibi, demir aletlerini yukarı bir tezgahtan indirip beşerin ellerine verilmiş gibi kolaylıkla elde ediliyor.
Hem hayvanat cinsinden, sivrisinekten tut, ta yılan, akrep, kurt, arslana kadar insanlara zararlı vaziyetleriyle beraber, hayvanatın mühimlerinden olan koca manda ve öküz ve deve gibi büyük mahlukat gayet derece musahhar, muti; hatta zayıf bir çocuğa da yularını verip itaat etmek manasını ifade için, وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ اْلاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ tabiriyle, güya bu mübarek hayvanlar dünya hayvanları değil ki, içinde tevahhuş ve zarar bulunsun. Belki manevi bir Cennetin hayvanları gibi menfaattar, zararsızdırlar. Yukarıdan, yani, rahmet hazinesinden indirilmiştir, diye ifade ediyor.
Muhtemeldir ki, bazı müfessirlerin bu hayvanlar hakkında “Cennetten indirilmiştir” dedikleri, bu manadan ileri gelmiştir. Zahrında Kuran-ı Hakimin bir harfi için bir sahife yazılsa, uzun olmuş denilmemeli. Çünkü kelamullahtır. Onun için اَنْزَلَ tabiri için iki üç sayfa yazılmakla israf edilmiş olmaz. Bazan Kuranın bir harfi, bir hazine-i maneviyenin anahtarı olur.
Yirmi Yedinci Nükte
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ اِنَّ النَّفْسَ لاََمَّارَةٌ بِالسُّۤوءِ
Meali: “Nefis daima kötü şeylere sevk eder” ayetinin, hem de اَعْدٰى عَدُوِّكَ نَفْسُكَ الَّتِى بَيْنَ جَنْبَيْكَ mana-yı şerifi: “Senin en zararlı düşmanın, nefsindir”hadisinin bir nüktesidir.
Tezkiyesiz nefs-i emmaresi bulunmak şartıyla, kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevmez. Eğer zahiri sevse de samimi sevemez; belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Ve kusurunu nefsine almaz, belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalağalarla, belki yalanlarla nefsini medih ve tenzih ederek, adeta takdis eder ve derecesine göre, مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ ayetinin bir tokadını yer.
Temeddühü ve sevdirmesi ise, aksülamelle istiskali celb eder, soğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevide ihlası kaybeder, riyayı karıştırır. akıbeti görmeyen ve neticeleri düşünmeyen ve lezzet-i hazıraya müptela olan hisse ve heva-yı nefse mağlup olup, yolunu şaşırmış hissin fetvasıyla, bir saat lezzet için bir sene hapiste yatar. Bir dakika gurur veya intikam yüzünden on sene ceza görür. Adeta, ders aldığı Amme cüzünü birtek şekerlemeye satan havai bir çocuk gibi, elmas kıymetinde bulunan hasenatını, hissini okşamak için ve hevasını memnun etmek için ve hevesini tatmin etmek için, ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki lezzetlere, enaniyetlere vesile edip, karlı işlerde hasaret eder.
اَللّٰهُمَّ احْفَظْنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَالشَّيْطَانِ وَمِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَاْلاِنْسَانِ
Yirmi Sekizinci Lemanın Yirmi Sekizinci Nüktesi
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
لاَ يَسَّمَّعُونَ اِلَى الْمَلاَِ اْلاَعْلٰى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ اِلاَّ مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاِقبٌ وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَۤاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ gibi ayetlerin mühim bir nüktesi, ehl-i dalaletin bir tenkidi münasebetiyle beyan edilecek. Şöyle ki:
Cin ve şeytanın casusları, semavat haberlerine kulak hırsızlığı yapıp, gaybi haberleri getirerek, kahinler ve maddiyyunlar ve bazı ispritizmacılar gibi gaipten haber vermelerini, nüzul-ü vahyin bidayetinde, vahye bir şüphe getirmemek için onların o daimi casusluğu o zaman daha ziyade şahaplarla recm ve men edildiğine dair olan mezkur ayetler münasebetiyle, gayet mühim üç başlı bir suale muhtasar bir cevaptır.
Sual: Şu gibi ayetlerden anlaşılıyor ki, cüzi ve bazan şahsi bir hadise-i gaybiyeyi de haber almak için, gayet uzak bir mesafe olan semavat memleketine casus şeytanların sokulması ve o çok geniş memleketin her tarafında o cüzi hadisenin bahsi varmış gibi, hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa, yarım yamalak o haberi işitecek, getirecek diye bir manayı akıl ve hikmet kabul etmiyor.
Hem, nass-ı ayetle, semavatın üstünde bulunan Cennetin meyvelerini bazı ehl-i risalet ve ehl-i keramet, yakın bir yerden alır gibi alıyormuş, bazan yakından Cenneti temaşa ediyormuş diye, nihayet uzaklık, nihayet yakınlık içinde bir meseledir ki, bu asrın aklına sığmaz.
Hem cüzi bir şahsın cüzi bir ahvali, külli ve geniş olan semavat memleketindeki mele-i alanın medar-ı bahsi olması, gayet hakimane olan tedvir-i kainatın hikmetine muvafık gelmiyor. Halbuki bu üç mesele de hakaik-i İslamiyeden sayılıyor.
Elcevap:
Evvela: On Beşinci Söz namındaki bir risalede, Yedi Basamak namında yedi kati mukaddime ile, وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَۤاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ ayetinin ifade ettiği, yıldızlarla, şeytan casusların semavattan ref ve tardı öyle bir surette ispat edilmiş ki, en muannid maddiyyunu dahi ikna eder, susturur ve kabul ettirir.
Saniyen: Bu uzak zannedilen o üç hakikat-i İslamiyeyi kısa zihinlere yakınlaştırmak için bir temsil ile işaret edeceğiz.
Mesela, bir hükumetin daire-i askeriyesi memleketin şarkında ve daire-i adliyesi garbında ve daire-i maarifi şimalinde ve daire-i ilmiyesi cenubunda ve daire-i mülkiyesi ortasında bulunsa; telsiz, telefon, telgrafla, gayet muntazam bir surette, her daire alakadar olduğu vaziyetleri görse, haber alsa; adeta umum o memleket, adliye dairesi olduğu halde, askeri dairesidir ve mülkiye dairesi olduğu gibi, ilmiye dairesi oluyor.
Hem mesela, müteaddit devletler ve ayrı ayrı payitahtları bulunan hükumetlerin, bazan oluyor ki, müstemlekat cihetiyle veya imtiyazat haysiyetiyle veya ticaretler münasebetiyle birtek memlekette ayrı ayrı hakimiyetlikleri bulunur.
Raiyet ve millet bir olduğu halde, herbir hükumet, kendi imtiyazı cihetiyle, o raiyetle münasebettardır. Birbirinden çok uzak o hükumetlerin muamelatı birbirine temas ediyor, her hanede birbirine yakınlaşıyor ve her adamda iştirakleri oluyor. Cüzi meseleleri, temas noktalarındaki cüzi bir dairede görülür. Yoksa, her cüzi bir mesele, daire-i külliyeden alınmıyor. Fakat o cüzi meselelerden bahsedildiği zaman, doğrudan doğruya daire-i külliyenin kanunuyla olduğu cihetiyle, daire-i külliyeden alınıyor gibi ve o dairede medar-ı bahis olunmuş bir mesele şekli verilir tarzda ifade edilir.
İşte bu iki temsil gibi, semavat memleketi, payitaht ve merkez itibarıyla gayet uzak olduğu halde, arz memleketinde insanların kalblerine uzanmış manevi telefonları olduğu gibi, semavat alemi, yalnız alem-i cismaniye bakmıyor; belki alem-i ervahı ve alem-i melekutu tazammun ettiğinden, bir cihette perde altında alem-i şehadeti ihata etmiştir.
Hem alem-i bakiden ve dar-ı bekàdan olan Cennet dahi, hadsiz uzaklığıyla beraber, yine o daire-i tasarrufatı, perde-i şehadet altında, her tarafta nurani bir surette uzanmış, yayılmış. Sani-i Hakim-i Zülcelalin hikmetiyle, kudretiyle, nasıl ki insanın başında yerleştirdiği duygularının merkezleri ayrı ayrı olduğu halde, herbiri umum o vücuda, o cisme hükmediyor ve daire-i tasarrufuna alabiliyor. Öyle de, bu insan-ı ekber olan kainat dahi, mütedahil ve birbiri içinde bulunan daireler gibi, binler alemleri ihtiva ediyor. Onlarda cereyan eden ahvalin ve hadiselerin külli ve cüziyeti ve hususiyeti ve azameti cihetiyle medar-ı nazar olur, yani, o cüzler cüzi ve yakın yerlerde ve külli ve azametliler külli ve büyük makamlarda görülür.
Fakat bazan cüzi ve hususi bir hadise büyük bir alemi istila eder. Hangi köşede dinlenilse, o hadise işitilir. Ve bazan da büyük tahşidat, düşmanın kuvvetine karşı değil, belki izhar-ı haşmet için yapılır. Mesela, hadise-i Muhammediye (a.s.m.)
ve vahy-i Kuranın hadise-i kudsiyesi, umum semavat memleketinde, hatta o memleketin her köşesinde en mühim bir hadise olduğundan, doğrudan doğruya çok uzak ve çok yüksek olan koca semavatın burçlarına nöbettarlar dizilip, yıldızlardan mancınıkları atarak casus şeytanları tard ve def ediyorlar vaziyetinde göstermek ve ifade etmekle, vahy-i Kuraninin derece-i haşmetini ve şaşaa-i saltanatını ve hiçbir cihette şüphe girmeyen derece-i hakkaniyetini ilana bir işaret-i Rabbaniye olarak, o vakitte ve o asırda daha ziyade yıldızlar düşürülüyormuş ve atılıyormuş. Kuran-ı Mucizül-Beyan dahi, o ilan-ı tekviniyeyi tercüme edip ilan ediyor ve o işaret-i semaviyeye işaret eder.
Evet, bir melaikenin üfürmesiyle uçurulabilir olan casus şeytanları böyle bir işaret-i azime-i semaviye ile, melaikelerle mübareze ettirmek, elbette o vahy-i Kuraninin haşmet-i saltanatını göstermek içindir. Hem bu haşmetli olan beyan-ı Kurani ve azametli tahşidat-ı semaviye ise, cinnilerin, şeytanların, semavat ehlini mübarezeye ve müdafaaya sevk edecek bir iktidarları, bir müdafaaları bulunduğunu ifade için değil, belki kalb-i Muhammediden (a.s.m.) ta semavat alemine, ta Arş-ı azama kadar olan uzun yolda, hiçbir yerde cin ve şeytanın müdahaleleri olmamasına işaret için, vahy-i Kurani, koca semavatta, umum melaikece medar-ı bahis olan bir hakikattir ki, bir derece ona temas etmek için, şeytanlar ta semavata kadar çıkmaya mecbur olup, hiçbir şeye muvaffak olamayarak recmedilmesiyle işaret ediyor ki, kalb-i Muhammediye (a.s.m.) gelen vahiy ve huzur-u Muhammediyeye (a.s.m.) gelen Cebrail ve nazar-ı Muhammediye (a.s.m.) görünen hakaik-i gaybiye, sağlam ve müstakimdir, hiçbir cihetle şüphe girmez diye, Kuran-ı Mucizül-Beyan, mucizane haber veriyor.
Amma Cennetin uzaklığıyla beraber, alem-i bekàdan olduğu halde en yakın yerlerde görülmesi ve bazan ondan meyve alınması ise, evvelki iki temsil sırrıyla anlaşıldığı gibi, bu alem-i fani ve alem-i şehadet ise, alem-i gayba ve dar-ı bekàya bir perdedir. Cennetin merkez-i kübrası uzakta olmakla beraber, alem-i misal ayinesi vasıtasıyla her tarafta görünmesi mümkün olduğu gibi, hakkalyakin derecesindeki imanlar vasıtasıyla, Cennetin bu alem-i fanide—temsilde hata olmasın—bir nevi müstemlekeleri ve daireleri bulunabilir. Ve kalb telefonuyla, yüksek ruhlarla muhabereleri olabilir, hediyeleri gelebilir.
Amma bir daire-i külliyenin cüzi bir hadise-i şahsiye ile meşgul olması, yani, kahinlere gaybi haberleri getirmek için şeytanlar ta semavata çıkıp kulak veriyorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsirlerdeki ifadelerin bir hakikati şu olmak gerektir ki:
Semavat memleketinin payitahtına kadar gidip o cüzi haberleri almak değildir. Belki cevv-i havaya dahi şümulü bulunan semavat memleketinin—teşbihte hata yok—karakolhaneleri hükmünde bazı mevkileri var ki, o mevkilerde arz memleketiyle münasebettarlık oluyor. Cüzi hadiseler için, o cüzi makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hatta kalb-i insani dahi o makamlardan birisidir ki, melek-i ilham ile şeytan-ı hususi, o mevkide mübareze ediyorlar. Ve hakaik-i imaniye ve Kuraniye ve hadisat-ı Muhammediye (a.s.m.) ise, ne kadar cüzi de olsa, en büyük, en külli bir hadise-i mühimme hükmünde, en külli bir daire olan Arş-ı azamda ve daire-i semavatta—temsilde hata olmasın—mukadderat-ı kainatın manevi ceridelerinde neşrolunuyor gibi, her köşede medar-ı bahis oluyor diye beyan ile beraber, kalb-i Muhammediden (a.s.m.) ta daire-i Arşa varıncaya kadar ise, hiçbir cihetle müdahale imkanı olmadığından, semavatı dinlemekten başka şeytanların çaresi kalmadığını ifade ile, vahy-i Kurani ve nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) ne derece yüksek bir derece-i hakkaniyette olduğunu ve hiçbir cihetle hilaf ve yanlış ve hile ile ona yanaşmak mümkün olmadığını, gayet beliğane, belki mucizane ilan etmek ve göstermektir.
Said Nursi
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ