"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Yirmi Altıncı Lema

İhtiyarlar Leması
Yirmi altı rica ve ziya ve teselliyi camidir.

İHTAR: Herbir Ricanın başında, manevi derdimi gayet elim ve sizi müteessir edecek derecede yazdığımın sebebi, Kuran-ı Hakimden gelen ilacın fevkalade tesirini göstermek içindir. İhtiyarlara ait bu Lema, üç dört cihetle hüsn-ü ifadeyi muhafaza edememiş.

Birincisi: Sergüzeşt-i hayatıma ait olduğu için, o zamanlara hayalen gidip o halette yazıldığından, ifade, intizamını muhafaza edemedi.

İkincisi: Sabah namazından sonra, gayet yorgunluk hissettiğim bir zamanda, hem sürate mecburiyet tahtında yazıldığından, ifadede müşevveşiyet düşmüş.

Üçüncüsü: Yanımda daim yazacak bulunmadığından, yanımda bulunan katibin de Risale-i Nura ait dört beş vazifesi olmakla tashihatına tam vakit bulamadığımızdan intizamsız kaldı.

Dördüncüsü: Telifin akabinde ikimiz de yorgun olarak, manayı dikkatle düşünmeyerek, gayet sathi bir tashihle iktifa edildiğinden, tarz-ı ifadede elbette kusurlar bulunacak. alicenap ihtiyarlardan, ifadedeki kusurlarıma nazar-ı müsamaha ile bakmak ve rahmet-i İlahiye boş olarak döndürmediği mübarek ihtiyarlar ellerini dergah-ı İlahiyeye açtıkları vakit, bizi de dualarında dahil etsinler.
كۤهٰيٰعۤصۤ ذِكْرُ رَحْمَتِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّا اِذْ نَادٰى رَبَّهُ نِدَۤاءً خَفِيًّا قَالَ رَبِّ اِنِّى وَهَنَ الْعَظْمُ مِنِّى وَاشْتَعَلَ الرَّأْسُ شَيْبًا وَلَمْ اَكُنْ بِدُعَۤائِكَ رَبِّ شَقِيًّا

Şu Lema Yirmi Altı Ricadır.
BİRİNCİ RİCA
Ey sinn-i kemale gelen muhterem ihtiyar kardeşler ve ihtiyare hemşireler! Ben de sizin gibi ihtiyarım. İhtiyarlık zamanında ara sıra bulduğum ricaları ve o ricalardaki teselli nuruna sizi de teşrik etmek arzusuyla, başımdan geçen bazı halatı yazacağım. Gördüğüm ziya ve rast geldiğim rica kapıları, elbette benim nakıs ve müşevveş istidadıma göre görülmüş, açılmış. İnşaallah sizlerin safi ve halis istidatlarınız, gördüğüm ziyayı parlattıracak, bulduğum ricayı daha ziyade kuvvetleştirecek.

İşte, gelecek o ricaların ve ziyaların menbaı, madeni, çeşmesi, imandır.

İKİNCİ RİCA
İhtiyarlığa girdiğim zaman, birgün güz mevsiminde, ikindi vaktinde, yüksek bir dağda dünyaya baktım. Birden, gayet rikkatli ve hazin ve bir cihette karanlıklı bir halet bana geldi. Gördüm ki, ben ihtiyarlandım, gündüz de ihtiyarlanmış, sene de ihtiyarlanmış, dünya da ihtiyarlanmış. Bu ihtiyarlıklar içinde dünyadan firak ve sevdiklerimden iftirak zamanı yakınlaştığından, ihtiyarlık beni ziyade sarstı.

Birden, rahmet-i İlahiye öyle bir surette inkişaf etti ki, o rikkatli hazin firakı, kuvvetli bir rica ve parlak bir teselli nuruna çevirdi. Evet, ey benim gibi ihtiyarlar! Kuran-ı Hakimde yüz yerde “er-Rahmanür-Rahim” sıfatlarıyla kendini bizlere takdim eden ve daima zeminin yüzünde merhamet isteyen zihayatların imdadına rahmetini gönderen ve gaybdan her sene baharı hadsiz nimet ve hediyeleriyle doldurup rızka muhtaç bizlere yetiştiren ve zaaf ve acz derecesi nisbetinde rahmetinin cilvesini ziyade gösteren bir Halık-ı Rahimimizin rahmeti, bu ihtiyarlığımızda en büyük bir rica ve en kuvvetli bir ziyadır. Bu rahmeti bulmak, iman ile o Rahmana intisap etmek ve feraizi kılmakla Ona itaat etmektir.

ÜÇÜNCÜ RİCA
Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım, vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor. Niyazi-i Mısrinin

Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere,
Can yatar gafil, binası oldu viran bihaber

dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle yıpranıyor. Ve dünya ile beni kuvvetli bağlayan ümitlerim, emellerim kopmaya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden mufarakat zamanının yakınlaştığını hissettim. O manevi ve çok derin ve devasız görünen yaranın merhemini aradım, bulamadım. Yine Niyazi-i Mısri gibi dedim ki:
Dil bekàsı, Hak fenası istedi mülk-ü tenim,
Bir devasız derde düştüm, ah ki Lokman bihaber.

O vakit birden merhamet-i İlahiyenin lisanı, misali, timsali, dellalı, mümessili olan Peygamber-i Zişan Aleyhissalatü Vesselamın nuru ve şefaati ve beşere getirdiği hediye-i hidayeti, o dermansız, hadsiz zannettiğim yaraya güzel bir merhem ve tiryak oldu. Karanlıklı yesimi, nurlu bir ricaya çevirdi.

Evet, ey benim gibi ihtiyarlığını hisseden muhterem ihtiyar ve ihtiyareler! Biz gidiyoruz, aldanmakta faide yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar; sevkiyat var. Fakat gafletten ve kısmen de ehl-i dalaletten gelen zulümat evhamlarıyla bize firaklı ve karanlıklı görünen berzah memleketi, ahbapların mecmaıdır. Başta şefiimiz olan Habibullah Aleyhissalatü Vesselam ile bütün dostlarımıza kavuşmak alemidir.

Evet, bin üç yüz elli senede, her sene üç yüz elli milyon insanların sultanı ve onların ruhlarının mürebbisi ve akıllarının muallimi ve kalblerinin mahbubu ve her günde, es-sebebü kel-fail sırrınca, bütün o ümmetinin işlediği hasenatın bir misli, sahife-i hasenatına ilave edilen ve şu kainattaki makasıd-ı aliye-i İlahiyenin medarı ve mevcudatın kıymetlerinin tealisinin sebebi olan o zat-ı Ahmediye Aleyhissalatü Vesselam, dünyaya geldiği dakikada “Ümmeti, ümmeti” rivayet-i sahiha ile ve keşf-i sadıkla dediği gibi, mahşerde herkes “Nefsi, nefsi” dediği zaman, yine “Ümmeti, ümmeti” diyerek en kudsi ve en yüksek bir fedakarlıkla, yine şefaatiyle ümmetinin imdadına koşan bir zatın gittiği aleme gidiyoruz. Ve o güneşin etrafında hadsiz asfiya ve evliya yıldızlarıyla ışıklanan öyle bir aleme gidiyoruz.

İşte o zatın şefaati altına girip ve nurundan istifade etmenin ve zulümat-ı berzahiyeden kurtulmanın çaresi, sünnet-i seniyyeye ittibadır.

DÖRDÜNCÜ RİCA
Bir zaman ihtiyarlığa ayak bastığımdan, gafleti idame ettiren sıhhat-i bedenim de bozulmuştu. İhtiyarlıkla hastalık müttefikan bana hücum etti. Başıma vura vura uykumu kaçırdılar. Çoluk çocuk, mal gibi beni dünya ile bağlayacak alakalar da yoktu. Gençlik sersemliğiyle zayi ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini, bütün günahlar, hatiatlar gördüm. Niyazi-i Mısri gibi feryad eyleyerek dedim:

Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu heba,
Yola geldim, lakin göçmüş cümle kervan bihaber.
Ağlayıp, nalan edip, düştüm yola tenha, garip,
Dide giryan, sine biryan, akıl hayran, bihaber.
O vakit gurbetteydim. Meyusane bir hüzün ve nedametkarane bir teessüf ve istimdatkarane bir hasret hissettim.

Birden, Kuran-ı Mucizül-Beyan imdada yetişti. Bana o kadar kuvvetli bir rica kapısını açtı ve öyle hakiki bir teselli ziyasını verdi ki, o vaziyetimin yüz derece fevkindeki yesi dahi izale eder ve o karanlıkları dağıtabilirdi.

Evet, ey benim gibi dünya ile alakaları kesilmeye başlayan ve dünya ile bağlanan ipleri kopmaya yüz tutan muhterem ihtiyar ve ihtiyareler! Bu dünyayı en mükemmel ve muntazam bir şehir, bir saray hükmünde halk eden bir Sani-i Zülcelal, mümkün müdür ki, o şehirde, o sarayda, en ehemmiyetli misafirleriyle ve dostlarıyla konuşmasın, görüşmesin? Madem bilerek bu sarayı yapmış ve irade ve ihtiyar ile tanzim ve tezyin etmiş; elbette nasıl ki yapan bilir, öyle de bilen konuşur. Madem bu sarayı, bu şehri bize güzel bir misafirhane ve ticaretgah yapmış; elbette bize karşı münasebatını ve bizden arzularını gösterecek bir defteri, bir kitabı bulunacaktır.

İşte o kudsi defterin en mükemmeli, kırk vecihle mucize ve her dakikada hiç olmazsa yüz milyonun dillerinde gezen, nur serpen ve herbir harfinde asgari olarak on sevap ve on hasene ve bazan on bin ve bazan—Leyle-i Kadir sırrıyla—bir harfine otuz bin hasene ve meyve-i Cennet ve nur-u berzah veren Kuran-ı Mucizül-Beyandır. Bu makamda ona rekabet edecek, kainatta hiçbir kitap yoktur ve hiçbir kimse gösteremez. Madem bu elimizdeki Kuran, semavat ve arzın Halık-ı Zülcelalinin rububiyet-i mutlakası noktasından ve azamet-i uluhiyeti cihetinden ve ihata-i rahmeti canibinden gelen kelamıdır, fermanıdır, bir maden-i rahmetidir. Ona yapış; her derde bir deva, her zulmete bir ziya, her yese bir rica, içinde vardır.

İşte bu ebedi hazinenin anahtarı imandır ve teslimdir ve onu dinleyip kabul etmek ve okumaktır.

BEŞİNCİ RİCA
Bir zaman, ihtiyarlığımın mebdeinde, bir inziva arzusuyla, İstanbulun Boğaz tarafındaki Yuşa Tepesinde, yalnızlıkla ruhum bir istirahat aradı. Birgün o yüksek tepede, daire-i ufka, etrafa baktım. Gayet hazin ve rikkatli bir levha-i zeval ve firakı, ihtiyarlığın ihtarıyla gördüm. Şecere-i ömrümün kırk beşinci senesi olan kırk beşinci dalındaki yüksek makamından, ta hayatımın aşağı tabakalarına nazar gezdirdim. Gördüm ki, o aşağıda, herbir dalında, herbir senenin zarfında sevdiklerimden ve alakadarlarımdan ve tanıştıklarımdan hadsiz cenazeler var. Ve o firak ve iftiraktan gelen gayet rikkatli bir manevi teessürat içinde, Fuzuli-i Bağdadi gibi mufarakat eden dostları düşünerek enin edip,
Vaslını yad eyledikçe ağlarım,
Ta nefes var ise kuru cismimde feryad eylerim
diyerek bir teselli, bir nur, bir rica kapısını aradım. Birden, ahirete iman nuru imdada yetişti; hiç sönmez bir nur, hiç kırılmaz bir rica verdi.

Evet, ey benim gibi ihtiyar kardeşler ve ihtiyare hemşireler! Madem ahiret var ve madem bakidir ve madem dünyadan daha güzeldir. Ve madem bizi yaratan Zat hem Hakim, hem Rahimdir. İhtiyarlıktan şekva ve teessüf etmemeliyiz. Bilakis, ihtiyarlık, iman ile ibadet içinde sinn-i kemale gelip, vazife-i hayattan terhis ve alem-i rahmete istirahat için gitmeye bir alamet olduğu cihetle, ondan memnun olmalıyız.

Evet, nass-ı hadisle, nev-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmi dört bin enbiyanın icma ve tevatürle, kısmen şuhuda ve kısmen hakkalyakine istinaden, müttefikan ahiretin vücudundan ve insanların oraya sevk edileceğinden ve bu kainatın Halıkının kati vaad ettiği ahireti getireceğinden haber verdikleri gibi; onların verdikleri haberi keşif ve şuhud ile, ilmelyakin suretinde tasdik eden yüz yirmi dört milyon evliyanın o ahiretin vücuduna şehadetleriyle ve bu kainatın Sani-i Hakiminin bütün esması bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle bir alem-i bekàyı bilbedahe iktiza ettiklerinden, yine ahiretin vücuduna delaletiyle; ve her sene, baharda, ru-yi zeminde ayakta duran had ve hesaba gelmez ölmüş ağaçların cenazelerini emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile ihya edip basü badelmevte mazhar eden ve haşir ve neşrin yüz binler nümunesi olarak nebatat taifelerinden ve hayvanat milletlerinden üç yüz bin nevileri haşir ve neşreden hadsiz bir kudret-i ezeliye ve hesapsız ve israfsız bir hikmet-i ebediye ve rızka muhtaç bütün ziruhları kemal-i şefkatle gayet harika bir tarzda iaşe ettiren ve her baharda az bir zamanda had ve hesaba gelmez enva-ı ziynet ve mehasini gösteren bir rahmet-i bakiye ve bir inayet-i daimenin bilbedahe ahiretin vücudunu istilzam ile ve şu kainatın en mükemmel meyvesi ve Halık-ı Kainatın en sevdiği masnuu ve kainatın mevcudatıyla en ziyade alakadar olan insandaki şedit, sarsılmaz, daimi olan aşk-ı bekà ve şevk-i ebediyet ve amal-i sermediyet, bilbedahe işaret ve delaletiyle, bu alem-i faniden sonra bir alem-i baki ve bir dar-ı ahiret ve bir dar-ı saadet bulunduğunu o derece kati bir surette ispat ederler ki, dünyanın vücudu kadar, bilbedahe ahiretin vücudunu kabul etmeyi istilzam ederler.

Madem Kuran-ı Hakimin bize verdiği en mühim bir ders, iman-ı bilahirettir; ve o iman da bu derece kuvvetlidir; ve o imanda öyle bir rica ve bir teselli var ki, yüz bin ihtiyarlık birtek şahsa gelse, bu imandan gelen teselli mukabil gelebilir. Biz ihtiyarlar “Elhamdü lillahi ala kemalil-iman” deyip ihtiyarlığımıza sevinmeliyiz.

ALTINCI RİCA
Bir zaman, elim bir esaretimde, insanlardan tevahhuş edip Barla Yaylasında, Çam dağının tepesinde yalnız kaldım. Yalnızlıkta bir nur arıyordum. Bir gece, o yüksek tepenin başındaki yüksek bir çam ağacının üstündeki üstü açık odacıkta idim. Üç dört gurbeti birbiri içinde ihtiyarlık bana ihtar etti. Altıncı Mektupta izah edildiği gibi, o gece, ıssız, sessiz, yalnız, ağaçların hışırtılarından ve hemhemelerinden gelen hazin bir sada, bir ses, rikkatime, ihtiyarlığıma, gurbetime ziyade dokundu. İhtiyarlık bana ihtar etti ki: Gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebeddül etti, dünya siyah kefenini giydi; öyle de, senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünya gündüzü de berzah gecesine ve hayatın yazı dahi ölümün kış gecesine inkılap edeceğini kalbimin kulağına söyledi. Nefsim bilmecburiye dedi:

Evet, ben vatanımdan garip olduğum gibi, bu elli sene zarfındaki ömrümde zeval bulan sevdiklerimden ayrı düştüğümden ve arkalarında onlara ağlayarak kaldığımdan, bu vatan gurbetinden daha ziyade hazin ve elim bir gurbettir. Ve bu gece ve dağın garibane vaziyetindeki hazin gurbetten daha ziyade hazin ve elim bir gurbete yakınlaşıyorum ki, bütün dünyadan birden mufarakat zamanı yakınlaştığını ihtiyarlık bana haber veriyor. Bu gurbet gurbet içinde ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir rica, bir nur aradım. Birden, iman-ı billah imdada yetişti. Öyle bir ünsiyet verdi ki, bulunduğum muzaaf vahşet bin defa tezauf etseydi, yine o teselli kafi gelirdi.

Evet, ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem Rahim bir Halıkımız var; bizim için gurbet olamaz. Madem O var; bizim için herşey var. Madem O var; melaikeleri de var. Öyleyse bu dünya boş değil; hali dağlar, boş sahralar Cenab-ı Hakkın ibadıyla doludur. Zişuur ibadından başka, Onun nuruyla, Onun hesabıyla taşı da, ağacı da birer munis arkadaş hükmüne geçer, lisan-ı halle bizimle konuşabilirler ve eğlendirirler.

Evet, bu kainatın mevcudatı adedince ve bu büyük kitab-ı alemin harfleri sayısınca, vücuduna şehadet eden; ve ziruhların medar-ı şefkat ve rahmet ve inayet olabilen cihazatı ve matumatı ve nimetleri adedince rahmetini gösteren deliller, şahitler, bize Rahim, Kerim, Enis, Vedud olan Halıkımızın, Saniimizin, Hamimizin dergahını gösteriyorlar. O dergahta en makbul bir şefaatçi, acz ve zaaftır. Ve acz ve zaafın tam zamanı da ihtiyarlıktır. Böyle bir dergaha makbul bir şefaatçi olan ihtiyarlıktan küsmek değil, sevmek lazımdır.

YEDİNCİ RİCA
Bir zaman, ihtiyarlığın başlangıcında, Eski Saidin gülmeleri Yeni Saidin ağlamalarına inkılap ettiği hengamda, Ankaradaki ehl-i dünya beni Eski Said zannedip oraya istediler, gittim. Güz mevsiminin ahirlerinde Ankaranın benden çok ziyade ihtiyarlanmış, yıpranmış, eskimiş kalasının başına çıktım. O kale, tahaccür etmiş hadisat-ı tarihiye suretinde bana göründü. Senenin ihtiyarlık mevsimiyle benim ihtiyarlığım, kalenin ihtiyarlığı, beşerin ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı Devletinin ihtiyarlığı ve Hilafet Saltanatının vefatı ve dünyanın ihtiyarlığı, bana gayet hazin ve rikkatli ve firkatli bir halet içinde, o yüksek kalada geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın dağlarına baktırdı ve baktım. Birbiri içinde beni ihata eden dört beş ihtiyarlık karanlıkları içinde, Ankarada en kara bir halet-i ruhiye hissettiğimden, bir nur, bir teselli, bir rica aradım.

Sağa, yani, mazi olan geçmiş zamana bakıp teselli ararken, bana mazi, pederimin ve ecdadımın ve nevimin bir mezar-ı ekberi suretinde göründü. Teselli yerine vahşet verdi.

Sol tarafım olan istikbale, derman ararken baktım. Gördüm ki, benim ve emsalimin ve nesl-i atinin büyük ve karanlıklı bir kabri suretinde göründü, ünsiyet yerine dehşet verdi.

Sağ ile soldan tevahhuş edip hazır günüme baktım. O gafletli ve tarihvari nazarıma o hazır gün, yarım ölmekte ve hareket-i mezbuhanedeki ıztırap çeken cismimin cenazesini taşıyan bir tabut suretinde göründü.

Sonra bu cihetten dahi meyus olunca, başımı kaldırıp, ömrümün ağacının başına baktım. Gördüm ki, o ağacın tek bir meyvesi var; o da benim cenazemdir, o ağaç üstünde duruyor, bana bakıyor.

O cihetten dahi tevahhuş edip başımı aşağıya eğdim, o ömür ağacının aşağısına, köküne baktım. Gördüm ki, o aşağıda olan toprak, kemiklerimin toprağıyla mebde-i hilkatimin toprağı birbirine karışmış bir surette, ayaklar altında çiğneniyor gördüm. O da derman değil, belki derdime dert kattı.

Sonra mecburiyetle arkama baktım. Gördüm ki, esassız, fani olan dünya, hiçlik derelerinde ve yokluk zulümatında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem ararken, zehir ilave etti.
O cihette dahi hayır göremediğimden, ön tarafıma baktım, ileriye nazarımı gönderdim. Gördüm ki, kabir kapısı tam yolumun üstünde açık görünüp, ağzını açmış, bana bakıyor. Onun arkasında, ebed tarafına giden cadde ve o caddede giden kafileler uzaktan uzağa nazara çarpıyor.

Ve bu altı cihetten gelen dehşetlere karşı bana nokta-i istinad ve silah-ı müdafaa olacak, cüzi bir cüz-ü ihtiyariden başka birşey elimde yok. O hadsiz ada ve hesapsız muzır şeylere karşı tek bir silah-ı insani olan o cüz-ü ihtiyari, hem nakıs, hem kısa, hem aciz, hem icadsız olduğundan, kesbden başka birşey elinden gelmez. Ne geçmiş zamana geçebilir, ta ondan bana gelen hüzünleri sustursun; ve ne de istikbale hulul edebilir, ta ondan gelen korkuları men etsin. Geçmiş ve geleceklere ait emellerime ve elemlerime faydası olmadığını gördüm.

Bu altı cihetten gelen dehşet ve vahşet ve karanlık ve meyusiyet içinde çırpındığım hengamda, birden Kuran-ı Mucizül-Beyanın semasında parlayan iman nurları imdada yetişti. O altı ciheti o kadar tenvir edip ışıklandırdı ki, gördüğüm o vahşetler ve karanlıklar yüz derece tezauf etseydi, yine o nur onlara karşı kafi ve vafi idi. Bütün o dehşetleri birer birer teselliye ve o vahşetleri birer birer ünsiyete çevirdi. Şöyle ki:

İman, o vahşetli geçmiş zamanın mezar-ı ekber suretini yırtıp, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-i ahbap olduğunu biaynilyakin, bihakkılyakin gösterdi.

Hem iman, bir kabr-i ekber suretinde nazar-ı gaflete görünen gelecek zamanı, sevimli saadet saraylarında bir ziyafet-i Rahmaniye meclisi suretinde biilmilyakin gösterdi.

Hem iman, nazar-ı gaflete bir tabut vaziyetinde görünen hazır zamanı ve o hazır günün tabutiyet şeklini kırıp, o hazır gün uhrevi bir ticaretgah dükkanı ve şaşaalı bir misafirhane-i Rahmani suretinde bilmüşahede gösterdi.

Hem iman, nazar-ı gaflete ömür ağacının başında cenaze şeklinde görünen tek meyvesi cenaze olmadığını, belki ebedi bir hayata mazhar ve ebedi bir saadete namzet olan ruhumun, eskimiş yuvasından, yıldızlarda gezmek için çıktığını biilmilyakin gösterdi.

Hem iman, kemiklerimle mebde-i hilkatimin toprağı, ayak altında ehemmiyetsiz mahvolmuş kemikler olmadığını, belki o toprak, rahmet kapısı ve Cennet salonunun bir perdesi olduğunu sırr-ı imanla gösterdi.

Hem iman, nazar-ı gafletle arkamda, hiçlikte, yokluk karanlığında yuvarlanan dünyanın vaziyetini sırr-ı Kuranla gösterdi ki, o zahiri zulümatta yuvarlanan dünya ise, vazifesi bitmiş, manasını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücutta bırakmış bir kısım mektubat-ı Samedaniye ve sahaif-i nukuş-u Sübhaniye olduğunu gösterdi. Dünyanın mahiyeti ne olduğunu biilmilyakin bildirdi.

Hem iman, ileride gözünü açıp bana bakan kabri ve kabrin arkasında ebede giden caddeyi, nur-u Kuran ile gösterdi ki, o kabir, kuyu kapısı değil, belki alem-i nurun kapısıdır. Ve o yol ise, hiçliğe ve ademistana değil, belki vücuda, nuristana ve saadet-i ebediyeye giden yol olduğunu, tam kanaat verecek bir derecede gösterdiğinden, dertlerime hem derman, hem merhem oldu.

Hem iman, o elinde pek cüzi bir kesb bulunan cüzi bir cüz-ü ihtiyari yerine, o hadsiz düşman ve zulmetlere karşı, gayr-ı mütenahi bir kudrete istinad etmek ve hadsiz bir rahmete intisap etmek için o cüz-ü ihtiyarinin eline bir vesika veriyor; belki de iman, o cüz-ü ihtiyarinin elinde bir vesika oluyor. Hem o cüz-ü ihtiyari olan silah-ı insani, gerçi zatında hem kısa, hem aciz, hem noksandır. Fakat, nasıl ki bir asker, cüzi kuvvetini devlet hesabına istimal ettiği vakit, binler derece kuvvetinden fazla işler görür; öyle de, sırr-ı imanla o cüzi cüz-ü ihtiyari, Cenab-ı Hak namına, Onun yolunda istimal edilse, beş yüz sene genişliğinde bir Cenneti dahi kazanabilir.

Hem iman, geçmiş ve gelecek zamana nüfuz edemeyen o cüz-ü ihtiyarinin dizginini cismin elinden alıp kalbe ve ruha teslim eder. Ruh ve kalbin daire-i hayatı ise cisim gibi hazır zamana münhasır olmadığından, pek çok seneler maziden, pek çok seneler istikbalden daire-i hayatına dahil olduğundan; o cüz-ü ihtiyari, cüziyetten çıkıp külliyet kesb eder. Zaman-ı mazinin en derin derelerine kuvvet-i imanla girebildiği ve hüzünlerin zulmetlerini def edebildiği gibi, nur-u imanla istikbalin en uzak dağlarına kadar çıkar, korkuları izale eder.

İşte, ey benim gibi ihtiyarlık zahmetini çeken ihtiyar ve hemşire ihtiyareler! Madem, elhamdü lillah, biz ehl-i imanız; ve madem imanda bu kadar nurlu, lezzetli, sevimli, şirin defineler var; ve madem ihtiyarlığımız bizi bu definenin içine daha ziyade sevk ediyor. Elbette imanlı ihtiyarlıktan şekva değil, belki binler teşekkür etmeliyiz.

SEKİZİNCİ RİCA
İhtiyarlığın alameti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i Umuminin dağdağaları ve esaretimin keşmekeşlikleri ve sonra İstanbula geldiğim vakit, ehemmiyetli bir şan ve şeref vaziyeti, hatta Halifeden, Şeyhülislamdan, Başkumandandan tut, ta medrese talebelerine kadar, haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vaziyetin verdiği halet-i ruhiye, o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki, adeta dünyayı daimi, kendimi de layemutane dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acibede görüyordum.

İşte o zamanda, İstanbulun Bayezid cami-i mübarekine, Ramazan-ı Şerifte ihlaslı hafızları dinlemeye gittim. Kuran-ı Mucizül-Beyan, semavi yüksek hitabıyla beşerin fenasını ve zihayatın vefatını haber veren gayet kuvvetli bir surette كُلُّ نَفْسٍ ذَۤائِقَةُ الْمَوْتِ fermanını, hafızların lisanıyla ilan etti. Kulağıma girip, ta kalbimin içine yerleşip, o pek kalın gaflet ve uyku ve sarhoşluk tabakalarını parça parça etti. Camiden çıktım. Daha çoktan beri başımda yerleşen o eski uykunun sersemliğiyle birkaç gün başımda bir fırtına, dumanlı bir ateş ve pusulasını şaşırmış gemi gibi kendimi gördüm. ayinede saçıma baktıkça, beyaz kıllar bana diyorlar: “Dikkat et!”

İşte o beyaz kılların ihtarıyla vaziyet tavazzuh etti. Baktım ki, çok güvendiğim ve ezvakına meftun olduğum gençlik elveda diyor. Ve muhabbetiyle pek çok alakadar olduğum hayat-ı dünyeviye sönmeye başlıyor ve pek çok alakadar ve adeta aşık olduğum dünya bana uğurlar olsun deyip, misafirhaneden gideceğimi ihtar ediyor. Kendisi de Allahaısmarladık deyip, o da gitmeye hazırlanıyor. Kuran-ı Mucizül-Beyan كُلُّ نَفْسٍ ذَۤائِقَةُ الْمَوْتِ ayetinin külliyetinde, “Nev-i insani bir nefistir; dirilmek üzere ölecek. Ve küre-i arz dahi bir nefistir; baki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefistir; ahiret suretine girmek için o da ölecek” manası, ayetin işaretinden kalbe açılıyordu.

İşte bu halette vaziyetime baktım ki, medar-ı ezvak olan gençlik gidiyor; menşe-i ahzan olan ihtiyarlık, yerine geliyor. Ve gayet parlak ve nurani hayat gidiyor; zahiri karanlıklı, dehşetli ölüm, yerine gelmeye hazırlanıyor. Ve o çok sevimli ve daimi zannedilen ve gafillerin maşukası olan dünya, pek süratle zevale kavuşuyor gördüm. Kendi kendimi aldatmak ve yine başımı gaflete sokmak için, İstanbulda haddimden çok fazla gördüğüm makam-ı içtimainin ezvakına baktım, hiçbir faidesi olmadı. Bütün onların teveccühü, iltifatı, tesellileri, yakınımda olan kabir kapısına kadar gelebilir, orada söner. Ve şöhretperestlerin bir gaye-i hayali olan şan ve şerefin süslü perdesi altında sakil bir riya, soğuk bir hodfuruşluk, muvakkat bir sersemlik suretinde gördüğümden, anladım ki, beni şimdiye kadar aldatan bu işler, hiçbir teselli veremez ve onlarda hiçbir nur yok.

Yine tam uyanmak için, Kuranın semavi dersini işitmek üzere, yine Bayezid Camiindeki hafızları dinlemeye başladım. O vakit, o semavi dersten وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا (ila ahir) nevinden kudsi fermanlarla müjdeler işittim. Kurandan aldığım feyizle hariçten teselli aramak değil, belki dehşet ve vahşet ve meyusiyet aldığım noktalar içinde teselliyi, ricayı, nuru aradım. Cenab-ı Hakka yüz bin şükür olsun ki, ayn-ı dert içinde dermanı buldum. Ayn-ı zulmet içinde nuru buldum. Ayn-ı dehşet içinde teselliyi buldum.

En evvel, herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne baktım. Nur-u Kuran ile gördüm ki, ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de, fakat mümin için asıl siması nuranidir, güzeldir gördüm. Ve çok risalelerde bu hakikati kati bir surette ispat etmişiz. Sekizinci Söz ve Yirminci Mektup gibi çok risalelerde izah ettiğimiz gibi, ölüm, idam değil, firak değil, belki hayat-ı ebediyenin mukaddemesidir, mebdeidir. Ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekandır. Berzah alemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır. Ve hakeza, bunlar gibi hakikatlerle ölümün hakiki güzel simasını gördüm. Korkarak değil, belki bir cihetle müştakane mevtin yüzüne baktım. Ehl-i tarikatçe rabıta-i mevtin bir sırrını anladım.

Sonra, herkesi zevaliyle ağlatan ve herkesi kendine meftun ve müştak eden ve günah ve gafletle geçen ve geçmiş gençliğime baktım. O güzel, süslü çarşafı (elbisesi) içinde gayet çirkin, sarhoş, sersem bir yüz gördüm. Eğer mahiyetini bilmeseydim birkaç sene beni sarhoş edip güldürmesine bedel, yüz sene dünyada kalsam beni ağlattıracaktı. Nasıl ki öylelerden birisi ağlayarak demiş:
لَيْتَ الشَّبَابَ يَعُودُ يَوْمًا فَاُخْبِرَهُ بِمَا فَعَلَ الْمَشِيبُ Yani, “Keşke gençliğim birgün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma ne kadar hazin haller getirdiğini ona şekva edip söyleyecektim.”

Evet, bu zat gibi gençliğin mahiyetini bilmeyen ihtiyarlar, gençliklerini düşünüp teessüf ve tahassürle ağlıyorlar. Halbuki gençlik, eğer ehl-i kalb, ehl-i huzur ve aklı başında ve kalbi yerinde bulunan müminlerde olsa, ibadete ve hayrata ve ticaret-i uhreviyeye sarf edilse, en kuvvetli bir vesile-i ticaret ve güzel ve şirin bir vasıta-i hayrattır. Ve o gençlik, vazife-i diniyesini bilip su-i istimal etmeyenlere, kıymettar, zevkli bir nimet-i İlahiyedir. Eğer istikamet, iffet, takva beraber olmazsa, çok tehlikeleri var; taşkınlıklarıyla saadet-i ebediyesini ve hayat-ı uhreviyesini zedeler. Belki hayat-ı dünyeviyesini de berbat eder. Belki bir iki sene gençlik zevkine bedel, ihtiyarlıkta çok seneler gam ve keder çeker.

Madem ekser insanlarda gençlik zararlı düşüyor. Biz ihtiyarlar Allaha şükretmeliyiz ki, gençlik tehlikelerinden ve zararlarından kurtulduk. Herşey gibi, elbette gençliğin dahi lezzetleri gidecek. Eğer ibadete ve hayra sarf edilmişse, o gençliğin meyveleri onun yerinde baki kalıp, hayat-ı ebediyede bir gençlik kazanmasına vesile olur.

Sonra, ekser nasın aşık ve müptela olduğu dünyaya baktım. Nur-u Kuran ile gördüm ki, birbiri içinde üç külli dünya var: Birisi esma-i İlahiyeye bakar, onların ayinesidir. İkinci yüzü ahirete bakar, onun mezraasıdır. Üçüncü yüzü ehl-i dünyaya bakar, ehl-i gafletin melabegahıdır.

Hem herkesin bu dünyada koca bir dünyası var. Adeta insanlar adedince dünyalar birbiri içine girmiş. Fakat herkesin hususi dünyasının direği, kendi hayatıdır. Ne vakit cismi kırılsa, dünyası başına yıkılır, kıyameti kopar. Ehl-i gaflet, kendi dünyasının böyle çabuk yıkılacak vaziyetini bilmediklerinden, umumi dünya gibi daimi zannedip perestiş eder.

Başkalarının dünyası gibi çabuk yıkılır, bozulur, benim de hususi bir dünyam var. “Bu hususi dünyam, bu kısacık ömrümle ne faydası var?” diye düşündüm. Nur-u Kuran ile gördüm ki:
Hem benim, hem herkes için, şu dünya muvakkat bir ticaretgah; ve hergün dolar, boşalır bir misafirhane; ve gelen geçenlerin alışverişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar; ve Nakkaş-ı Ezelinin teceddüd eden, hikmetle yazar bozar bir defteri ve her bahar, bir yaldızlı mektubu ve herbir yaz bir manzum kasidesi; ve o Sani-i Zülcelalin cilve-i esmasını tazelendiren, gösteren ayineleri; ve ahiretin fidanlık bir bahçesi; ve rahmet-i İlahiyenin bir çiçekdanlığı; ve alem-i bekàda gösterilecek olan levhaları yetiştirmeye mahsus muvakkat bir tezgahı mahiyetinde gördüm. Bu dünyayı bu surette yaratan Halık-ı Zülcelale yüz bin şükrettim. Ve anladım ki, dünyanın, ahirete ve esma-i İlahiyeye bakan güzel içyüzlerine karşı nev-i insana muhabbet verilmişken, o muhabbeti su-i istimal ederek fani, çirkin, zararlı, gafletli yüzüne karşı sarf ettiğinden, حُبُّ الدُّنْيَا رَأْسُ كُلِّ خَطِيئَةٍ hadis-i şerifinin sırrına mazhar olmuşlar.

İşte, ey ihtiyar ve ihtiyareler! Ben Kuran-ı Hakimin nuruyla ve ihtiyarlığımın ihtarıyla ve iman dahi gözümü açmasıyla bu hakikati gördüm. Ve çok risalelerde kati burhanlarla ispat ettim. Kendime hakiki bir teselli ve kuvvetli bir rica ve parlak bir ziya gördüm. Ve ihtiyarlığıma memnun oldum ve gençliğin gitmesinden mesrur oldum. Siz de ağlamayınız ve şükrediniz. Madem iman var ve hakikat böyledir; ehl-i gaflet ağlasın, ehl-i dalalet ağlasın.

DOKUZUNCU RİCA
Harb-i Umumide, esaretle, Rusyanın şark-ı şimalisinde, çok uzak olan Kosturma vilayetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir camii, meşhur Volga Nehrinin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zabitler içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim. Dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga Nehrinin kenarındaki küçük camie aldılar.

Ben yalnız olarak camide yatıyordum. Bahar da yakın. O şimal kıtasının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehrinin hazin şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgarın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum; fakat Harb-i Umumiyi gören ihtiyardır. Güya يَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ شِيبًا sırrına mazhar olarak, öyle günlerdir ki, çocukları ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı, uzun gece ve hazin gurbet ve hazin vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir meyusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi.
O halette iken, Kuran-ı Hakimden imdat geldi. Dilim حَسْبُنَا اللهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ dedi. Kalbim de ağlayarak dedi:
غَرِيبَمْ بِيكَسَمْ ضَعِيفَمْ نَاتُوَانَمْ اَلْاَمَانْ كُوَي عَفْوُجُويَمْ مَدَدْخَوٰاهَمْ زِدَرْكَاهَتْ اِلٰهِى
Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyazi-i Mısri gibi dedim:
Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp,
Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost!
diye dostları arıyordu.
Her neyse… O hüzünlü, rikkatli, firkatli, uzun gurbet gecesinde, dergah-ı İlahide zaaf ve aczim o kadar büyük bir şefaatçi ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim. Çünkü birkaç gün sonra, gayet hilaf-ı memul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başımla, Rusça bilmediğim halde firar ettim. Zaaf ve aczime binaen gelen inayet-i İlahiye ile harika bir surette kurtuldum. Ta Varşova ve Avusturyaya uğrayarak İstanbula kadar geldim ki, bu surette kolaylıkla kurtulmak pek harika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları çok teshilat ve çok kolaylıkla, o uzun firari seyahati bitirdim.

Fakat o Volga Nehri kenarındaki camideki mezkur gecenin vaziyeti bana bu kararı verdirmiş ki, bakıye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu insanların hayat-ı içtimaisine karışmak artık yeter. Madem sonunda yalnız kabre gideceğim; yalnızlığa alışmak için şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim, demiştim.

Fakat, maatteessüf, İstanbuldaki ciddi ve çok ahbap ve İstanbulun şaşaalı hayat-ı dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla bana teveccüh eden şan ve şeref gibi neticesiz şeyler, o kararımı muvakkaten bana unutturdular. Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlıktı. Ve İstanbulun beyaz, şaşaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyazıydı ki, ileriyi göremedi, yine yattı. Ta iki sene sonra Gavs-ı Geylani, Fütuhul-Gayb kitabıyla tekrar gözümü açtırdı.

İşte ey ihtiyar ve ihtiyareler! Biliniz ki, ihtiyarlıktaki zaaf ve acz, rahmet ve inayet-i İlahiyenin celbine vesiledir. Ben kendi şahsımda çok hadiselerle müşahede ettiğim gibi, zeminin yüzündeki rahmetin cilvesi de gayet zahir bir tarzda bu hakikati gösteriyor. Çünkü hayvanatın en aciz ve en zayıfı, yavrulardır. Halbuki, rahmetin en şirin ve en güzel cilvesine mazhar, yine onlardır. Bir ağacın başındaki yuvada bir yavrunun aczi, annesini en muti bir nefer gibi, rahmetin cilvesi istihdam ediyor. Etrafı gezer, rızkını getirir. Ne vakit o yavru, kanatlarının kuvvetlenmesiyle aczini unutsa, validesi ona “Sen git, rızkını ara” der, daha onu dinlemez.

İşte bu sırr-ı rahmet yavruların hakkında cereyan ettiği gibi, zaaf ve acz noktasında yavrular hükmüne geçen ihtiyarlar hakkında da caridir. Bana kanaat-i katiye verecek derecede tecrübeler vardır ki, nasıl çocukların aczlerine binaen, rahmet tarafından, rızıkları harika bir surette memeler musluklarından gönderiliyor ve akıttırılıyor; öyle de, masumiyet kesb eden imanlı ihtiyarların rızıkları da bereket suretinde gönderiliyor. Hem bir hanenin bereket direği, o hanedeki ihtiyarlar olduğu; hem bir haneyi belalardan muhafaza edici, içindeki beli bükülmüş masum ihtiyarlar ve ihtiyareler bulunduğu, hadis-i şerifin bir parçası olan لَوْ لاَ الشُّيُوخُ الرُّكَّعُ لَصُبَّ عَلَيْكُمُ الْبَلاَءُ صَبًّا yani, “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belalar sel gibi üzerinize dökülecekti” diye ferman etmekle, bu hakikati ispat ediyor.

İşte, madem ihtiyarlıktaki zaaf ve acz, bu derece rahmet-i İlahiyenin celbine medardır. Ve madem Kuran-ı Hakim, اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَۤا اَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُلْ لَهُمَا اُفٍّ وَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانِى صَغِيرًا ayetiyle, beş cihetle gayet mucizane bir surette ihtiyar peder ve valideye karşı hürmete ve şefkate evlatları davet ediyor. Ve madem İslamiyet dini, ihtiyarlara hürmet ve merhameti emrediyor. Ve madem insaniyet fıtratı, ihtiyarlara karşı hürmet ve merhameti iktiza ediyor. Elbette biz ihtiyarlar, gençlik iştihasıyla olan muvakkat bir zevk-i maddi yerine, manevi ve daimi ve mühim inayet-i İlahiyeden ve rikkat-i cinsiyeden gelen rahmet ve hürmet, ve rahmet ve hürmetten neşet eden ezvak-ı ruhaniyeyi alıyoruz. O halde biz bu ihtiyarlığımızı yüz gençliğe değişmemeliyiz. Evet, ben kendim sizi temin ediyorum ki, Eski Saidin on senelik gençliğini bana verseler, ben şimdi Yeni Saidin bir senelik ihtiyarlığını vermeyeceğim. Ben ihtiyarlığımdan razıyım; siz de razı olmalısınız.

ONUNCU RİCA
Bir zaman, esaretten geldikten sonra, İstanbulda bir iki sene yine gaflet galebe etti. Siyaset havası, nazarımı nefsimden kaldırıp afaka dağıtmışken, birgün İstanbulun Eyüp Sultan kabristanının dereye bakan yüksek bir yerinde oturuyordum. İstanbul etrafındaki afaka baktım. Birden, bakıyorum, benim hususi dünyam vefat ediyor, bazı cihette ruh çekiliyor gibi bir halet-i hayaliye bana geldi. Dedim “Acaba bu kabristanın mezar taşlarındaki yazıları mıdır ki, bana böyle hayal veriyor?” diye nazarımı çektim. Uzağa değil, o kabristana baktım. Kalbime ihtar edildi ki:

“Bu senin etrafındaki kabristanın, yüz İstanbul, içinde vardır. Çünkü yüz defa İstanbul buraya boşalmış. Bütün İstanbulun halkını buraya boşaltan bir Hakim-i Kadirin hükmünden kurtulup müstesna kalamazsın; sen de gideceksin.”

Ben kabristandan çıkıp, bu dehşetli hayal ile Sultan Eyüp Camiinin mahfelindeki küçük bir odaya, çok defa girdiğim gibi, bu defa da girdim. Düşündüm ki, ben üç cihette misafirim. Bu menzilcikte misafir olduğum gibi, İstanbulda da misafirim, dünyada da misafirim. Misafir, yolunu düşünmeli. Nasıl ki bu odadan çıkacağım, birgün de İstanbuldan da çıkacağım, diğer birgün de dünyadan çıkacağım.

İşte bu halette, gayet rikkatli ve firkatli, elemli bir hüzün ve gam, kalbime, başıma çöktü. Çünkü ben yalnız bir iki dostu kaybetmiyorum. İstanbulda binler sevdiğim dostlarımdan mufarakat gibi, çok sevdiğim İstanbuldan da ayrılacağım. Dünyada yüz binler dostlarımdan iftirak gibi, çok sevdiğim ve müptela olduğum o güzel dünyadan da ayrılacağım diye düşünürken, yine kabristanın o yüksek yerine gittim. Ara sıra sinemaya ibret için gittiğimden, bana, İstanbul içindeki insanlar, o dakikada, sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana getirmek cihetiyle, ölmüş olanları ayakta gezer suretinde gösterdikleri gibi, aynen ben de, o vakit gördüğüm insanları, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayalim dedi ki: Madem bu kabristanda olanlardan bir kısmı, sinemada, gezer gibi görülüyor; ileride katiyen bu kabristana girecekleri, girmiş gibi gör. Onlar da cenazelerdir, geziyorlar.

Birden, Kuran-ı Hakimin nuruyla ve Gavs-ı azam Şeyh Geylani Hazretlerinin irşadıyla, o hazin halet, sürurlu ve neşeli bir vaziyete inkılap etti. Şöyle ki:

O hazin hale karşı Kurandan gelen nur böyle ihtar etti ki: Senin, şimal-i şarkide, Kosturmadaki gurbetinde bir iki esir zabit dostun vardı. Bu dostların herhalde İstanbula gideceklerini biliyordun. Sana birisi deseydi, “Sen İstanbula mı gideceksin, yoksa burada mı kalacaksın?” Elbette, zerre miktar aklın varsa, İstanbula ferah ve sürurla gitmesini kabul edecektin. Çünkü bin birden, dokuz yüz doksan dokuz ahbabın İstanbuldadırlar. Burada bir iki tane kalmış; onlar da oraya gidecekler. Senin için İstanbula gitmek hazin bir firak, elim bir iftirak değil. Hem de geldin, memnun olmadın mı? O düşman memleketindeki pek karanlık, uzun gecelerinden ve pek soğuk fırtına kışlarından kurtuldun. Bu güzel, dünya cenneti gibi İstanbula geldin.

Aynen öyle de, senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden yüzde doksan dokuzu, sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var; onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefatın firak değil, visaldir, o ahbaplara kavuşmaktır. Onlar, yani o ervah-ı bakiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp, bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı alem-i berzah tabakatında geziyorlar diye ihtar edildi.

Evet, bu hakikati Kuran ve iman o derece kati bir surette ispat etmiştir ki, bütün bütün kalbsiz, ruhsuz olmazsa veyahut dalalet kalbini boğmamışsa, görüyor gibi inanmak gerektir. Çünkü bu dünyayı hadsiz enva-ı lütuf ve ihsanıyla böyle tezyin edip mükrimane ve şefikane rububiyetini gösteren ve tohumlar gibi en ehemmiyetsiz cüzi şeyleri dahi muhafaza eden bir Sani-i Kerim ve Rahim, masnuatı içinde en mükemmel ve en cami, en ehemmiyetli ve en çok sevdiği masnuu olan insanı, elbette ve bilbedahe, sureten göründüğü gibi böyle merhametsiz, akıbetsiz idam etmez, mahvetmez, zayi etmez. Belki bir çiftçinin toprağa serptiği tohumlar gibi, başka bir hayatta sümbül vermek için, Halık-ı Rahim o sevgili masnuunu, bir rahmet kapısı olan toprak altına muvakkaten atar.

İşte bu ihtar-ı Kuraniyi aldıktan sonra, o kabristan, İstanbuldan ziyade bana ünsiyetli oldu. Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muaşeretten daha ziyade hoş geldi. Ben de Boğaz tarafındaki Sarıyerde, bir halvethane kendime buldum. Gavs-ı azam Fütuhul-Gaybıyla bana bir üstad ve tabip ve mürşid olduğu gibi, İmam-ı Rabbani de Mektubatıyla bir enis, bir müşfik, bir hoca hükmüne geçti. O vakit, ihtiyarlığa girdiğimden ve medeniyetin ezvakından çekildiğimden ve hayat-ı içtimaiyeden sıyrıldığımdan pek çok memnun oldum, Allaha şükrettim.

İşte, ey benim gibi ihtiyarlık içine giren ve ihtiyarlığın ihtarıyla vefatı çok tahattur eden zatlar! Kuranın verdiği ders-i iman nuruyla, ihtiyarlığı ve vefatı ve hastalığı hoş görmeliyiz, belki bir cihette sevmeliyiz. Madem iman gibi hadsiz derecede kıymettar bir nimet bizde vardır. İhtiyarlık da hoştur, hastalık da hoştur, vefat da hoştur. Nahoş birşey varsa o da günahtır, sefahettir, bidatlardır, dalalettir.

ON BİRİNCİ RİCA
Esaretten geldikten sonra, İstanbulda Çamlıca tepesinde bir köşkte, merhum biraderzadem Abdurrahman ile beraber oturuyorduk. Bu hayatım, hayat-ı dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mesudane bir hayat sayılabilirdi. Çünkü esaretten kurtulmuştum; Darül-Hikmette, meslek-i ilmiyeme münasip, en ali bir tarzda neşr-i ilme muvaffakiyet vardı. Bana teveccüh eden haysiyet ve şeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice İstanbulun en güzel yeri olan Çamlıcada oturuyordum. Hem herşeyim mükemmeldi. Merhum biraderzadem Abdurrahman gibi gayet zeki, fedakar, hem bir talebe, hem hizmetkar, hem katip, hem evlad-ı maneviyem beraberdi. Dünyada herkesten ziyade kendimi mesut bilirken, ayineye baktım, saçımda, sakalımda beyaz kılları gördüm.

Birden, esarette, Kosturmadaki camideki intibah-ı ruhi yine başladı. Onun eseri olarak, kalben merbut olduğum ve medar-ı saadet-i dünyeviye zannettiğim halatı, esbabı tetkike başladım. Hangisini tetkik ettimse, baktım ki, çürüktür, alakaya değmiyor, aldatıyor. O sıralarda, en sadakatli zannettiğim bir arkadaşımda, umulmadık bir sadakatsizlik ve hatıra gelmez bir vefasızlık gördüm. Hayat-ı dünyeviyeden bir ürkmek geldi. Kalbime dedim: “Acaba ben bütün bütün aldanmış mıyım? Görüyorum ki, hakikat noktasında acınacak halimize, pek çok insanlar gıptayla bakıyorlar. Bütün bu insanlar divane mi olmuşlar? Yoksa şimdi ben divane mi oluyorum ki, bu dünyaperest insanları divane görüyorum?”

Her neyse… Ben, ihtiyarlığın verdiği şiddetli intibah cihetinde, en evvel, alakadar olduğum fani şeylerin faniliğini gördüm. Kendime de baktım, nihayet-i aczde gördüm. O vakit, bekà isteyen ve bekà tevehhümüyle fanilere müptela olan ruhum bütün kuvvetiyle dedi ki: “Madem cismen faniyim; bu fanilerden bana ne hayır gelebilir? Madem ben acizim; bu acizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak bir Baki-i Sermedi, bir Kadir-i Ezeli lazım” diyerek taharriye başladım.

O vakit, herşeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiğim ilme müracaat edip, bir teselli, bir rica aramaya başladım. Maatteessüf, o vakte kadar ulum-u felsefeyi ulum-u İslamiye ile beraber havsalama doldurup, o ulum-u felsefeyi, pek yanlış olarak, maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim. Halbuki, o felsefi meseleler ruhumu çok fazla kirletmiş ve terakkiyat-ı maneviyemde engel olmuştu.

Birden, Cenab-ı Hakkın rahmet ve keremiyle, Kuran-ı Hakimdeki hikmet-i kudsiye imdada yetişti. Çok risalelerde beyan edildiği gibi, o felsefi meselelerin kirlerini yıkadı, temizlettirdi.

Ezcümle, fünun-u hikmetten gelen zulümat-ı ruhiye, ruhumu kainata boğduruyordu. Hangi cihete baktım, nur aradım; o meselelerde nur bulamadım, teneffüs edemedim. Ta, Kuran-ı Hakimden gelen La ilahe illa Hu cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet parlak bir nur olarak, bütün o zulümatı dağıttı; rahatla nefes aldım. Fakat nefis ve şeytan, ehl-i dalalet ve ehl-i felsefeden aldıkları derse istinad ederek akıl ve kalbe hücum ettiler. Bu hücumdaki münazarat-ı nefsiye, lillahilhamd, kalbin muzafferiyetiyle neticelendi. Çok risalelerde kısmen o münazaralar yazılmış. Onlara iktifa edip, burada yalnız binde bir muzafferiyet-i kalbiyeyi göstermek için, binler burhandan birtek burhan beyan edeceğim. Ta ki, gençliğinde hikmet-i ecnebiye veya fünun-u medeniye namı altındaki kısmen dalalet, kısmen malayaniyat meseleleriyle ruhunu kirletmiş, kalbini hasta etmiş, nefsini şımartmış bir kısım ihtiyarların ruhunda temizlik yapsın; tevhid hakkında şeytan ve nefsin şerrinden kurtulsun. Şöyle ki:

Ulum-u felsefiyenin vekaleti namına nefsim dedi ki: “Bu kainattaki esbabın tabiatıyla bu mevcudata müdahaleleri var. Herşey bir sebebe bakar. Meyveyi ağaçtan, hububatı topraktan istemeli. En cüzi, en küçük birşeyi de Allahtan istemek ve Allaha yalvarmak ne demektir?”

O vakit, nur-u Kuran ile, sırr-ı tevhid, şu gelecek surette inkişaf etti. Kalbim, o mütefelsif nefsime dedi:

En cüzi ve en küçük şey, en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün bu kainat Halıkının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka surette olamaz. Esbab ise bir perdedir. Çünkü en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahluklar, bazan sanat ve hilkat cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek, tavuktan sanatça ileri geçmezse de, geri de kalmaz. Öyleyse, büyük küçük tefrik edilmeyecek. Ya bütün esbab-ı maddiyeye taksim edilecek, veyahut bütünü birden birtek zata verilecektir. Birinci şık muhal olduğu gibi, bu şık vaciptir, zaruridir. Çünkü birtek zata, yani, bir Kadir-i Ezeliye verilse, madem bütün mevcudatın intizamat ve hikmetleriyle vücudu kati tahakkuk eden ilmi herşeyi ihata ediyor. Ve madem ilminde herşeyin miktarı taayyün ediyor. Ve madem, bilmüşahede, her vakit hiçten, nihayetsiz suhuletle, nihayetsiz sanatlı masnular vücuda geliyor. Ve madem o Kadir-i Alimin, bir kibrit çakar gibi, emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile, hangi şey olursa olsun icad edebildiğini, hadsiz kuvvetli delillerle çok risalelerde beyan ettiğimiz ve hususan Yirminci Mektup ve Yirmi Üçüncü Lemanın ahirinde ispat edildiği gibi, hadsiz bir kudreti var. Elbette, bilmüşahede görülen harikulade suhulet ve kolaylık, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor.

Mesela, nasıl ki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple yazılan bir kitaba, o yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse, o koca kitap birden herbir göze vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de, o Kadir-i Ezelinin ilm-i muhitinde, herşeyin suret-i mahsusası, bir miktar-ı muayyenle taayyün ediyor. O Kadir-i Mutlak, emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile, o hadsiz kudretiyle ve nafiz iradesiyle, o yazıya sürülen ecza gibi, gayet kolay ve suhuletle, kudretin bir cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u harici verir, göze gösterir, nukuş-u hikmetini okutturur.

Eğer bütün eşya birden o Kadir-i Ezeliye ve Alim-i Külli Şeye verilmezse, o vakit sinek gibi en küçük birşeyin vücudunu, dünyanın ekser nevilerinden hususi bir mizanla toplamak lazım gelmekle beraber; o küçük sineğin vücudunda çalışan zerreler, o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemal-i sanatını bütün dekaikiyle bilmekle olabilir. Çünkü esbab-ı tabiiye ile esbab-ı maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla, hiçten icad edemez. Öyleyse, herhalde, onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak; hangi zihayat olursa olsun, ekser anasır ve envaından nümuneler, içinde vardır. Adeta kainatın bir hülasası, bir çekirdeği hükmündedir. Elbette, o halde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zihayatı bütün ru-yi zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizanla ölçüp toplattırmak lazım geliyor. Ve madem esbab-ı tabiiye cahildir, camiddir; bir ilmi yoktur ki bir plan, bir fihriste, bir model, bir program takdir etsin, ona göre manevi kalıba gelen zerratı eritip döksün, ta dağılmasın, intizamını bozmasın. Halbuki herşeyin şekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği için, hadsiz had ve hesaba gelmez eşkaller, miktarlar içinde birtek şekil ve miktarda, sel gibi akan anasırın zerreleri dağılmayarak, muntazaman, miktarsız, kalıpsız, birbiri üstünde kitle halinde durdurmak ve zihayata muntazam bir vücut vermek, ne derece imkandan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor. Elbette kimin kalbinde körlük yoksa görür.
Evet, bu hakikate binaen, اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ bu ayet-i azimenin sırrıyla, bütün esbab-ı maddiye toplansa, onların ihtiyarları da olsa, birtek sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını mizan-ı mahsusla toplayamazlar. Toplasalar da, o vücudun miktar-ı muayyenesinde durduramazlar. Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan zerratı, muntazaman çalıştıramazlar. Öyleyse, bilbedahe, esbab bu eşyaya sahip çıkamazlar. Demek Sahib-i Hakikileri başkadır.

Evet, öyle bir Sahib-i Hakikileri var ki, مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ ayetinin sırrıyla, bütün zeminin yüzündeki zihayatı, bir sineğin ihyası kadar kolay yapar. Bir baharı, birtek çiçek kolaylığında icad eder. Çünkü toplamaya muhtaç değil. Emr-i كُنْ فَيَكُونُ a malik olduğundan; ve her baharda hadsiz mevcudat-ı bahariyenin madde-i unsuriyesinden başka hadsiz sıfat ve ahval ve eşkallerini hiçten icad ettiğinden; ve ilminde herşeyin planı, modeli, fihristesi ve programı taayyün ettiğinden; ve bütün zerrat Onun ilim ve kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi herşeyi nihayet kolaylıkla icad eder. Ve hiçbir şey, zerre miktar hareketini şaşırmaz. Seyyarat muti bir ordusu olduğu gibi, zerrat dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer. Madem o kudret-i ezeliyeye istinaden hareket ediyorlar ve o ilm-i ezelinin düsturuyla çalışıyorlar; işte o eserler, o kudrete göre vücuda gelir. Yoksa o küçük, ehemmiyetsiz şahsiyetlerine bakmakla o eserler küçülmez. O kudrete intisap kuvvetiyle bir sinek, bir Nemrutu gebertir. Karınca, Firavunun sarayını harap eder. Zerre gibi küçük çam tohumu, dağ gibi koca bir çam ağacının yükünü omuzunda taşıyor. Bu hakikati çok risalelerde ispat ettiğimiz gibi, nasıl ki bir nefer, askerlik vesikasıyla padişaha intisap noktasında, yüz bin defa kendi kuvvetinden fazla, bir şahı esir etmek gibi eserlere mazhar olur. Öyle de, herşey, o kudret-i ezeliyeye intisabıyla, yüz bin defa esbab-ı tabiiyenin fevkinde mucizat-ı sanata mazhar olabilir.

Elhasıl, herşeyin nihayet derecede hem sanatlı, hem suhuletli vücudu gösteriyor ki, muhit bir ilim sahibi olan bir Kadir-i Ezelinin eseridir. Yoksa, yüz bin muhal içinde, değil vücuda gelmek, belki imkan dairesinden çıkıp imtina dairesine girecek ve mümkün suretinden çıkıp mümteni mahiyetine girecek ve hiçbir şey vücuda gelmeyecek, belki de vücuda gelmesi muhal olacaktır.

İşte bu gayet ince ve gayet kuvvetli ve gayet derin ve gayet zahir bir burhanla, şeytanın muvakkat bir şakirdi ve ehl-i dalaletin ve ehl-i felsefenin bir vekili olan nefsim sustu. Ve, lillahilhamd, tam imana geldi. Ve dedi ki:

Evet, bana öyle bir Halık ve Rab lazım ki, en küçük hatırat-ı kalbimi ve en hafi niyazımı bilecek; ve en gizli ihtiyac-ı ruhumu yerine getirdiği gibi, bana saadet-i ebediyeyi vermek için, koca dünyayı ahirete tebdil edecek ve bu dünyayı kaldırıp ahireti yerine kuracak; hem sineği halk ettiği gibi semavatı da icad edecek; hem güneşi semanın yüzüne bir göz olarak çaktığı gibi, bir zerreyi de gözbebeğimde yerleştirecek bir kudrete malik olsun. Yoksa, sineği halk edemeyen, hatırat-ı kalbime müdahale edemez, niyaz-ı ruhumu işitemez. Semavatı halk etmeyen, saadet-i ebediyeyi bana veremez. Öyleyse, benim Rabbim Odur ki, hem hatırat-ı kalbimi ıslah eder, hem cevv-i havayı bulutlarla bir saatte doldurup boşalttığı gibi dünyayı ahirete tebdil edip, Cenneti yapıp, kapısını bana açar, “Haydi, gir” der.

İşte, ey nefsim gibi bedbahtlık neticesinde bir kısım ömrünü nursuz felsefi ve ecnebi fünununa sarf eden ihtiyar kardeşlerim! Kuranın lisanındaki mütemadiyen La ilahe illa Hu ferman-ı kudsiyesinden ne kadar kuvvetli ve ne kadar hakikatli ve hiçbir cihette sarsılmaz ve zedelenmez ve tagayyür etmez kudsi bir rükn-ü imaniyi anlayınız ki, nasıl bütün manevi zulümatı dağıtır ve manevi yaraları tedavi eder!

Bu uzun macerayı, ihtiyarlığımın rica kapıları içinde derci, adeta ihtiyarımla olmadı. İstemiyordum, belki usandıracak diye çekiniyordum. Fakat bana yazdırıldı diyebilirim. Her neyse, sadede dönüyorum.

Saç ve sakalımdaki beyaz kılların ve bir vefadarın sadakatsizliği neticesinde o şaşaalı ve zahiren tatlı ve süslü İstanbulun hayat-ı dünyeviyesinin ezvakından bana bir nefret geldi. Nefis, meftun olduğu ezvakın yerinde manevi ezvak aradı. Bu ehl-i gafletin nazarında soğuk ve ağır ve nahoş görünen ihtiyarlıkta bir teselli, bir nur istedi. Felillahilhamd, Cenab-ı Hakka yüz bin şükür olsun, bütün o hakikatsiz, tatsız, akıbetsiz ezvak-ı dünyeviye yerine, hakiki, daimi ve tatlı ezvak-ı imaniyeyi La ilahe illa Huda ve nur-u tevhidde bulduğum gibi, ehl-i gafletin nazarında soğuk ve sakil görünen ihtiyarlığı, o nur-u tevhidle çok hafif ve hararetli ve nurlu gördüm.

Ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem sizlerde iman var ve madem imanı ışıklandıran ve inkişaf ettiren namaz ve niyaz var. İhtiyarlığınıza ebedi bir gençlik nazarıyla bakabilirsiniz. Çünkü onunla ebedi bir gençlik kazanabilirsiniz. Hakiki soğuk ve sakil ve çirkin ve zulmetli ve elemli olan ihtiyarlık ise, ehl-i dalaletin ihtiyarlıklarıdır, belki de onların gençlikleridir. Onlar ağlamalı, onlar “Va esefa, va hasreta!” demeli. Sizler, ey muhterem imanlı ihtiyarlar, “Elhamdü lillahi ala külli hal” deyip mesrurane şükretmelisiniz.

ON İKİNCİ RİCA
Bir zaman, Isparta vilayetinin Barla nahiyesinde, nefiy namı altında işkenceli bir esaretle, yalnız ve kimsesiz, bir köyde ihtilattan ve muhabereden men edilmiş bir vaziyette, hem hastalık, hem ihtiyarlık, hem gurbet içinde gayet perişan bir halde iken, Cenab-ı Hak kemal-i merhametinden, Kuran-ı Hakimin nüktelerine, sırlarına dair benim için medar-ı teselli bir nur ihsan etmişti. Onunla o acı, elim, hazin vaziyetimi unutmaya çalışıyordum.

Vatanımı, ahbabımı, akaribimi unutabiliyordum. Fakat, va hasreta, birisini unutamıyordum. O da hem biraderzadem, hem manevi evladım, hem en fedakar talebem, hem en cesur bir arkadaşım olan merhum Abdurrahman idi. Altı yedi sene evvel benden ayrılmıştı. Ne o benim yerimi biliyor ki yardıma koşsun, teselli versin; ve ne de ben onun vaziyetini biliyordum ki onunla muhabere edeyim, dertleşeyim. Benim bu ihtiyarlık vaziyeti zamanımda öyle fedakar, sadık birisi bana lazımdı.

Sonra, birden, birisi bana bir mektup verdi. Mektubu açtım, gördüm ki, Abdurrahmanın mahiyetini tam gösterir bir tarzda bir mektup ki, o mektubun bir kısmı Yirmi Yedinci Mektubun fıkraları içinde, üç zahir kerameti gösterir bir tarzda derc edilmiştir. O mektup beni çok ağlattırmış ve elan da ağlattırıyor. Merhum Abdurrahman, o mektupla, pek ciddi ve samimi bir surette, dünyanın ezvakından nefret ettiğini ve en büyük maksadı, bana yetişip, küçüklüğünde benim ona baktığım gibi o da ihtiyarlığımda bana hizmet etmekti. Hem, dünyada benim hakiki vazifem olan neşr-i esrar-ı Kuraniyede, muktedir kalemiyle bana yardım etmekti. Hatta mektubunda yazıyordu: “Yirmi otuz risaleyi bana gönder; herbirisinden yirmi otuz nüsha yazıp ve yazdıracağım” diyordu.

O mektup, bana, dünyaya karşı kuvvetli bir ümit verdi. Deha derecesinde zekaya malik ve hakiki evladın çok fevkinde bir sadakat ve irtibatla bana hizmet edecek böyle cesur bir talebemi buldum diye, o işkenceli esareti, o kimsesizliği, o gurbeti, o ihtiyarlığı unuttum.

O mektuptan evvel, iman-ı bil-ahirete dair tab ettirdiğim Onuncu Sözün bir nüshası eline geçmişti. Güya o risale ona bir tiryak idi ki, altı yedi sene zarfında aldığı bütün manevi yaralarını tedavi etti. Gayet kuvvetli ve parlak bir imanla ecelini bekliyor gibi, bana o mektubu yazmış. Bir iki ay sonra Abdurrahman vasıtasıyla yine mesudane bir hayat-ı dünyeviye geçirmek tasavvurunda iken, va hasreta, birden onun vefat haberini aldım. Bu haber o derece beni sarstı ki, beş senedir daha o tesir altındayım. O vakit bulunduğum işkenceli esaret ve yalnızlık ve gurbet ve ihtiyarlık ve hastalığım, on derece onların fevkinde bana bir firkat, bir rikkat, bir hüzün verdi. Benim merhume validemin vefatıyla hususi dünyamın yarısı, onun vefatıyla vefat etmiş diyordum. Abdurrahmanın vefatıyla da, baki kalan öteki yarı dünyam da vefat etti gördüm. Dünyadan bütün bütün alakam kesildi. Çünkü o dünyada kalsaydı, hem dünyadaki vazife-i uhreviyemin kuvvetli bir medarı ve benden sonra tam yerime geçecek bir hayrülhalef ve hem de bu dünyada en fedakar bir medar-ı teselli, bir arkadaşım olabilirdi; ve en zeki bir talebem, bir muhatap ve Risale-i Nur eczalarının en emin bir sahibi ve muhafızı olurdu.

Evet, insaniyet itibarıyla böyle bir zayiat, benim gibi insanlara çok hırkatlidir, yandırıyor. Gerçi zahiren tahammüle çalışıyordum, fakat ruhumda şiddetli fırtına vardı. Eğer ara sıra Kuranın nurundan gelen teselli teskin etmeseydi, benim için dayanmak mümkün olamayacaktı. O zaman Barla derelerine, dağlarına yalnız gidip geziyordum. Hali yerlerde oturup o teessürat-ı hazine içinde, eski zamanda Abdurrahman gibi sadık talebelerimle geçirdiğim mesudane hayat levhaları sinema gibi hayalimden geçtikçe, ihtiyarlık ve gurbetin verdiği sürat-i teessür, mukavemetimi kırıyordu.

Birden, كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ayet-i kudsiyenin sırrı inkişaf etti. Bana يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى dedirtti ve onunla hakiki teselli verdi.

Evet, ben o hali derede, o hazin halette, bu ayet-i kudsiyenin sırrıyla, Mirkatüs-Sünne Risalesinde işaret edildiği gibi, kendimi üç büyük cenaze başında gördüm:

Biri, elli beş yaşıma kadar elli beş ölmüş ve hayat-ı ömrümde defnedilmiş Saidlerin kabri üstünde bir mezar taşı olarak kendimi gördüm.

İkinci cenaze, zaman-ı ademden (a.s.) beri, benim hemcinsim ve nevim vefat edip mazi kabrinde defnedilmiş olan o büyük cenazenin başında, mezar taşı hükmünde olan bu asrın yüzünde gezer, karınca gibi küçük bir zihayat suretinde kendimi gördüm.

Üçüncü cenaze ise, insanlar gibi her sene dünya yüzünde seyyar bir dünyanın vefatıyla, büyük dünya da bu ayetin sırrıyla vefat edeceği, hayalimin önünde tecessüm etti.

İşte, Abdurrahmanın vefatının hüznünden gelen bu dehşetli manayı bütün bütün aydınlattıracak ve hakiki teselli ve sönmez nur verecek bu ayet-i kerime, mana-yı işarisiyle imdada yetişti:
فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ
Evet, bu ayet bildirdi ki: Madem Cenab-ı Hak var; O herşeye bedeldir. Madem O bakidir; elbette O kafidir. Birtek cilve-i inayeti, bütün dünya yerini tutar. Ve bir cilve-i nuru, mezkur üç büyük cenazeye manevi hayat verir; cenazeler olmadığını, belki vazifelerini bitirmiş, başka alemlere gitmiş olduklarını gösteriyor. Üçüncü Lemada bu sırrın izahı geçtiğinden, ona iktifaen burada yalnız derim ki:
كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ (ila ahir) ayetinin mealini gösteren, iki defa يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى beni gayet elim o hazin haletten kurtardı. Şöyle ki:

Birinci defa يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى dedim; dünya ve dünyadaki Abdurrahman gibi hadsiz alakadar olduğum ahbapların zevalinden ve rabıtaların kopmasından neşet eden hadsiz manevi yaralar içinde bir ameliyat-ı cerrahiye nevinde bir tedavi başladı.

İkinci defa يَابَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى cümlesi, bütün o hadsiz manevi yaralara hem merhem, hem tiryak oldu. Yani, “Sen bakisin. Giden gitsin, Sen yetersin. Madem Sen bakisin; zeval bulan herşeye bedel bir cilve-i rahmetin kafidir. Madem Sen varsın; Senin varlığına iman ile intisabını bilen ve sırr-ı İslamiyetle o intisaba göre hareket eden insana herşey var. Fena ve zeval, mevt ve adem bir perdedir, bir tazelenmektir, ayrı ayrı menzillerde gezmek hükmündedir” diye düşünüp, tamamıyla o hırkatli, firkatli, hazin, elim, karanlıklı, dehşetli halet-i ruhaniye, sürurlu, neşeli, lezzetli, nurlu, sevimli, ünsiyetli bir halete inkılap etti. Lisanım ve kalbim, belki lisan-ı hal ile bütün zerrat-ı vücudum “Elhamdü lillah” dediler.

İşte, o cilve-i rahmetin binden bir cüzü şudur ki:
Ben o hüzüngahım olan dereden ve o hüzün-engiz haletten, Barlaya döndüm. Baktım ki, Kuleönlü Mustafa namında bir genç, benden ilmihale ait, abdest ve namaza dair birkaç meseleyi sormak için gelmiş. O vakit misafirleri kabul etmediğim halde, onun ruhundaki ihlas ve ileride Risale-i Nura edeceği kıymettar hizmeti güya hiss-i kablelvuku ile ruhum o gencin ruhunda okudu; onu geriye çevirmedim, kabul ettim. Sonra tebeyyün etti ki, Risale-i Nur hizmetinde ve benden sonra hayrülhalef olarak, bir varis-i hakiki vazifesini tam yerine getirecek olan Abdurrahman yerine, Cenab-ı Hak Mustafayı nümune olarak bana göndermiş ki, “Senden bir Abdurrahman aldım; mukabilinde, bu gördüğün Mustafa gibi otuz Abdurrahman, o vazife-i diniyede sana hem talebe, hem biraderzade, hem evlad-ı manevi, hem kardeş, hem fedakar arkadaş vereceğim.”

Evet, lillahilhamd, otuz Abdurrahmanı verdi. O vakit dedim: “Ey ağlayan kalbim! Madem bu nümuneyi gördün ve onunla o manevi yaraların en mühimini tedavi etti. Sair bütün seni müteessir eden yaraları da tedavi edeceğine kanaatin gelmelidir.”

İşte, ey benim gibi ihtiyarlık zamanında gayet sevdiği evladını veya akrabasını kaybeden ve beline yüklenmiş ihtiyarlığın ağır yüküyle beraber firaktan gelen ağır gamları da başına yüklenen ihtiyar kardeşler ve ihtiyare hemşireler! Benim vaziyetimi, anladınız ki, sizinkinden çok şiddetli iken, madem böyle bir ayet-i kerime tedavi etti, şifa verdi. Elbette, Kuran-ı Hakimin eczahane-i kudsiyesinde, umum dertlerinize şifa verecek ilaçları vardır. Eğer iman ile ona müracaat edip ve ibadetle o ilaçları istimal etseniz, belinizde ve başınızdaki o ihtiyarlığın ve gamların ağır yükleri gayet hafifleşecektir.

Bu mebhasın uzun yazılmasının sırrı ise, merhum Abdurrahmana ziyade dua-yı rahmet ettirmek düşüncesidir; sizi usandırmasın. Hem sizi belki ziyade müteellim edecek en acıklı ve nefret verip ürkütecek en dehşetli yaramı gayet nahoş, elim bir surette size göstermekten maksadım, Kuran-ı Hakimin kudsi tiryakı ne derece harikulade bir ilaç ve parlak bir nur olduğunu göstermektir.

ON ÜÇÜNCÜ RİCA
Bu Ricada, sergüzeşt-i hayatımın mühim bir levhasından bahsedeceğimden, herhalde bir derece uzun olacak; usanmamanızı ve gücenmemenizi arzu ediyorum.

Harb-i Umumide Rusun esaretinden kurtulduktan sonra, İstanbulda, iki üç sene Darül-Hikmette, hizmet-i diniye beni orada durdurdu. Sonra, Kuran-ı Hakimin irşadıyla ve Gavs-ı azamın himmetiyle ve ihtiyarlığın intibahıyla, İstanbuldaki hayat-ı medeniyeden usanç ve şaşaalı hayat-ı içtimaiyeden bir nefret geldi. Daüssıla tabir edilen iştiyak-ı vatan hissi beni vatanıma sevk etti. Madem öleceğim, vatanımda öleyim diye Vana gittim.

Herşeyden evvel, Vanda Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki, sair Van haneleri gibi onu da Rus istilasında Ermeniler yakmışlardı. Vanın meşhur kalesi ki, dağ gibi yekpare taştan ibarettir, benim medresem onun tam altında ve ona tam bitişiktir. Benim terk ettiğim yedi sekiz sene evvel, o medresemdeki hakikaten dost, kardeş, enis talebelerimin hayalleri gözümün önüne geldi. O fedakar arkadaşlarımın bir kısmı hakiki şehid, diğer bir kısmı da o musibet yüzünden manevi şehid olarak vefat etmişlerdi.

Ben ağlamaktan kendimi tutamadım. Ve kalenin, ta medresenin üstündeki, iki minare yüksekliğinde, medreseye nazır tepesine çıktım, oturdum. Yedi sekiz sene evvelki zamana hayalen gittim. Benim hayalim kuvvetli olduğu için, beni o zamanda hayli gezdirdi. Etrafta kimse yoktu ki, beni o hayalden çevirsin ve o zamandan çeksin. Çünkü yalnızdım. Yedi sekiz sene zarfında, gözümü açtıkça, bir asır zaman geçmiş kadar bir tahavvülat görüyordum.

Baktım ki, benim medresemin etrafındaki şehir içi, kale dibi mevkii, bütün baştan aşağıya kadar yandırılmış, tahrip edilmiş. Evvelki gördüğümden şimdiki gördüğüme, güya iki yüz sene sonra dünyaya gelip öyle hazin nazarla baktım. O hanelerdeki adamların çoğuyla dost ve ahbap idim. Kısm-ı azamı, Allah rahmet etsin, muhaceret ile vefat etmişler, gurbette perişan olmuşlardı. Hem Ermeni mahallesinden başka, Vanın bütün Müslümanlarının haneleri tahrip edilmiş gördüm. Benim kalbim en derinden sızladı. O kadar rikkatime dokundu ki, binler gözüm olsaydı beraber ağlayacaktı. Ben gurbetten vatanıma döndüm, gurbetten kurtuldum zannediyordum. Va esefa, gurbetin en dehşetlisini vatanımda gördüm. On İkinci Ricada bahsi geçen Abdurrahman gibi ruhumla pek alakadar yüzer talebelerimi, dostlarımı kabirde ve o ahbapların yerlerini harabezar gördüm.

Eskiden beri hatırımda olan bir zatın bir fıkrası vardı; tam manasını göremiyordum. O hazin levha karşısında tam manasını gördüm. Fıkra budur:
لَوْلاَ مُفَارَقَةُ اْلاَحْبَابِ مَا وَجَدَتْ لَهَا الْمُنَايَا اِلٰۤى اَرْوَاحِنَا سُبُلاً
Yani, “Eğer dostlardan mufarakat olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki, gelsin, alsın.” Demek, en ziyade insanı öldüren, ahbaptan mufarakattir. Evet, hiçbir şey beni o vaziyet kadar yandırmamış, ağlatmamış. Eğer Kurandan, imandan medet gelmeseydi, o gam, o keder, o hüzün, ruhumu uçuracak gibi tesirat yapacaktı.

Eskiden beri şairler şiirlerinde, ahbaplarıyla görüştükleri menzillerin mürur-u zamanla harabegahlarına ağlamışlar. Bunun en firkatli levhasını da ben gözümle gördüm. İki yüz sene sonra, gayet sevdiği dostların mahall-i ikametine uğrayan bir adamın hüznüyle, hem ruhum, hem kalbim, gözüme yardım edip ağladılar. O vakit, gözümün önünde harabezara dönmüş yerlerin, gayet mamur ve şenlikli ve neşeli ve sürurlu bir surette bulunduğu zaman, yirmi seneye yakın, en tatlı bir hayatta, tedris ile, kıymettar talebelerimle geçirdiğim hayatımın o şirin safahatı, birer birer, sinema levhaları gibi canlanıp görünerek, sonra vefat edip gider tarzında hayali gözümün önünde epey zaman devam etti.

O vakit, ehl-i dünyanın haline çok taaccüp ettim: Nasıl kendilerini aldatıyorlar? Çünkü o vaziyet dünyanın tam fani olduğunu ve insanlar da içinde misafir bulunduğunu bilbedahe gösterdi. Ehl-i hakikatin mütemadiyen “Dünya gaddardır, mekkardır, fenadır; aldanmayınız” demeleri ne kadar doğru olduğunu gözümle gördüm. Hem insan nasıl cismiyle, hanesiyle alakadardır; öyle de, kasabasıyla, memleketiyle, belki dünyasıyla alakadar olduğunu kendim de gördüm.

Çünkü, ben vücudum itibarıyla ihtiyarlık rikkatinden iki gözümle ağlarken, medresemin yalnız ihtiyarlığı değil, belki vefatından dolayı on gözle ağlamak istiyordum. Ve o şirin vatanımın yarı ölmesiyle, yüz gözle ağlamaya ihtiyacım vardı.

Rivayet-i hadiste vardır ki, her sabah bir melaike çağırıyor:
لِدُوا لِلْمَوْتِ وَابْنُوا لِلْخَرَابِ Yani, “Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz; harap olmak için binalar yapıyorsunuz” diyor. İşte bu hakikati kulağımla değil, gözümle işitiyordum.

Evet, o vaziyetim o vakit beni nasıl ağlattırmış; on senedir hayalim o vaziyete uğradıkça yine ağlıyor. Evet, binler sene yaşamış o ihtiyar kalenin başındaki menzillerin harap olması ve onun altındaki şehrin sekiz sene zarfında sekiz yüz sene kadar ihtiyarlanması ve kale altındaki gayet hayattar ve mecma-i ahbap olan medresemin vefatı, umum Osmanlı Devletinde bütün medreselerin vefatını gösteren cenazesinin manevi azametine işareten, koca Van Kalesinin yekpare taşı ona bir mezar taşı olmuş. Adeta o medresedeki, sekiz sene evvel benimle beraber bulunan merhum talebelerim, kabirlerinde benimle beraber ağlıyorlar. Belki o kasabanın harabe duvarları, dağılmış taşları benimle beraber ağlıyorlar. Ve onları ağlıyor gibi gördüm.

Ben o vakit anladım ki, vatanımdaki bu gurbete dayanamayacağım. Ya ben de kabre, onların yanına gitmeliyim; veyahut dağda bir mağaraya çekilip ecelimi orada beklemeliyim diye düşündüm. Dedim, “Madem dünyada böyle tahammül edilmez, sabır-şiken, mukavemetsuz, yandırıcı firkatler var; elbette mevt, hayata racihtir. Hayatın bu ağır vaziyeti çekilir dertlerden değildir.”

O vakit cihat-ı sitte denilen altı cihete nazar gezdirdim, karanlıklı gördüm. O şiddet-i teessürden gelen gaflet, bana dünyayı korkunç, boş, hali, başıma yıkılacak bir tarzda gösterdi. Ruhum ise, düşman vaziyetini alan hadsiz belalara karşı bir nokta-i istinad ararken; ve ruhta ebede kadar uzanan hadsiz arzuları tatmin edecek bir nokta-i istimdad taharri ederken; ve o hadsiz firak ve iftiraktan ve tahrip ve vefattan gelen hüzün ve gama karşı teselli beklerken, birden, Kuran-ı Mucizül-Beyanın سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ يُحْيِى وَيُمِيتُ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ ayetinin hakikati tecelli etti. O rikkatli, firkatli, dehşetli, hüzünlü hayalden beni kurtardı, gözümü açtırdı.

Baktım ki, meyvedar ağaçların başlarındaki meyveleri tebessüm eder bir tarzda bana bakıyorlar, “Bize de dikkat et; yalnız harabezara bakıp durma” diyorlardı. Bu ayet-i kerimenin hakikati böyle ihtar ediyordu ki:

“Van sahrasının sayfasında misafir olan insanların eliyle yazılan ve şehir suretini alan suni bir mektubun, Rus istilası denilen dehşetli bir sel belasına düşüp silinmesi neden seni bu kadar müteessir ediyor? Asıl Malik-i Hakiki ve herşeyin Sahibi ve Rabbi olan Nakkaş-ı Ezeliye bak ki, bu Van sayfasında, mektubatı kemal-ı şaşaa ile, eski zamanda gördüğün vaziyeti yine devam edip yazılıyorlar. O yerler boş, harap, hali kalmış diye ağlamaların, Malik-i Hakikisinden gaflet ve insanları misafir tasavvur etmemekten ve malik tevehhüm etmek yanlışından ileri geliyor.”

Fakat o yanlışlıktan ve o yakıcı vaziyetten bir hakikat kapısı açıldı. Ve o hakikati tam kabul etmeye nefis hazırlandı. Evet, nasıl ki bir demir ateşe sokulur, ta yumuşasın, güzel ve menfaattar bir şekil verilsin. Öyle de, o hüzün-engiz halet ve o dehşetli vaziyet ateş oldu, nefsimi yumuşattı. Kuran-ı Mucizül-Beyan, mezkur ayetin hakikatiyle, hakaik-i imaniyenin feyzini tam ona gösterdi, kabul ettirdi.

Evet, lillahilhamd, şu ayetin hakikati, iman feyziyle, Yirminci Mektup gibi risalelerde kati ispat ettiğimiz gibi, herkesin kuvvet-i imaniyesi nisbetinde inkişaf eden öyle bir nokta-i istinad ruha ve kalbe verdi ki, o vaziyetin dehşetinden yüz derece ziyade korkunç, zararlı musibetlere karşı gelebilir bir kuvveti, iman-ı billahtan verdi. Ve şöyle ihtar etti ki: “Senin Halıkın olan şu memleketin Malik-i Hakikisinin emrine herşey musahhardır. Herşeyin dizgini Onun elindedir. Ona intisabın yeter.”

O Halıkıma dayanıp tanıdıktan sonra, düşman suretini alan bütün şeyler düşmanlıklarını terk ettiler, ağlattıran hazin haller beni neşelendirmeye başladılar. Hem çok risalelerde kati burhanlarla da ispat ettiğimiz gibi, o hadsiz arzulara karşı iman-ı bilahiretten gelen nur ile öyle bir nokta-i istimdad verdi ki, değil küçücük ve muvakkat, kısa dünyevi ahbaplara karşı arzu ve rabıtalarıma, belki ebedül-abadda, alem-i bekàda, saadet-i ebediyede hadsiz uzun arzularıma kafi gelebilir bir nokta-i istimdad verdi. Çünkü bir cilve-i rahmetiyle, muvakkat bir misafirhanesi olan bu dünyanın bir menzili olan şu zeminin yüzünde, o misafirlerini bir iki saat sevindirmek için, bahar sofrasında had ve hesaba gelmez, sanatlı, şirin nimetlerini her baharda ihsan edip bir kahvaltı hükmünde o misafirlere yedirdikten sonra, mesken-i ebedilerinde sekiz daimi Cenneti hadsiz bir zamanda hadsiz enva-ı nimetiyle doldurup ibadına ihzar eden bir Rahmanür-Rahimin rahmetine iman ile istinad edip intisabını bilen, elbette öyle bir nokta-i istimdad bulur ki, en edna derecesi, hadsiz ebedi emellere medet verip idame eder.

Hem o ayetin hakikatiyle, imanın ziyasından gelen nur öyle parlak bir surette tecelli etti ki, o zulümatlı olan cihat-ı sitteyi gündüz gibi aydınlattırdı. Çünkü bu medresem ve bu şehirde talebe ve dostlarımın arkalarında kalıp ağlamak vaziyetini şöyle aydınlattırdı ki, “Ahbabın gittikleri alem karanlıklı değil. Yalnız yerlerini değiştirdiler; yine görüşeceksiniz” diye ihtar etti. Ağlamayı tamamen kestirdi. Ve dünyada onların yerine geçecek ve benzeyecek olanları bulacağımı ifham etti.

Evet, lillahilhamd, hem vefat eden Van medresesini Isparta medresesiyle ihya edip, oradaki ahbapları dahi, daha çok, daha kıymettar talebeler ve ahbaplarla manen ihya etti. Hem bildirdi ki, dünya boş, hali olmadığını ve harap olmuş bir memleket suretini yanlış tasavvur ettiğimi, belki Malik-i Hakiki hikmetinin iktizasıyla, suni insanların levhasını değiştiriyor, mektubunu tazelendiriyor. Bir ağacın bir kısım meyvelerini kopardıkça yerine yine başka meyvelerin geldiği gibi, nev-i beşerde bu zeval ve firak dahi bir teceddüddür, tazelenmektir. İman noktasında, ahbapsızlıktan gelen elimane bir hüzün değil, belki başka, güzel bir yerde görüşmek üzere ayrılmaktan gelen lezizane bir hüzün veren bir tazelenmektir.

Hem o dehşetli vaziyetten, kainatın mevcudatının karanlıklı görünen yüzünü aydınlattı. Ben de o vakit o halete şükretmek istedim. Arabi şu fıkra geldi, tam o hakikati tasvir etti. Şöyle ki, dedim:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ اْلاِيمَانِ الْمُصَوِّرِ مَا يُتَوَهَّمُ اَجَانِبَ اَعْدَۤاءً اَمْوَاتًا مُوَحِّشِينَ اَيْتَامًا بَاكِينَ، اَوِدَّۤاءَ اِخْوَانًا اَحْيَۤاءً مُونِسِينَ مُرَخَّصِينَ مَسْرُورِينَ ذَاكِرِينَ مُسَبِّحِينَ
Yani, “O şiddetli haletin tesirinden gelen gafletle, kainatın mevcudatı, bir kısmı düşman ve ecnebi, bir kısmı müthiş cenazeler, diğer kısmı ise kimsesizlikten ağlayan yetimler suretinde, gafil nefsime tevehhümle gösterilen bu korkunç levhayı, nur-u imanla aynelyakin gördüm ki: O ecnebi, düşman görünenler birer dost, kardeştirler. Ve o müthiş cenazeler ise, kısmen hayattar ve ünsiyetkar ve kısmen vazifeden terhis edilenlerdir. Ve o ağlayan yetimlerin vaveylaları ise, zikir ve tesbihin zemzemeleri olduğunu nur-u imanla gördüğümden, o hadsiz nimetlerin menbaı olan imanı bana veren Halık-ı Zülcelale hadsiz hamd ediyorum. Ve bu dünyada, bu dünya kadar büyük, hususi dünyamdaki bütün mevcudatı, hamd ve tesbihat-ı İlahiyede tasavvur ve niyetimle istimal etmek bir hakkım olduğu nokta-i nazarından, bütün o mevcudatın herbirisinin ve umumunun lisan-ı halleriyle beraber, “Elhamdü lillahi ala nuril-iman deriz” demektir.

Hem o gafletkarane halet-i müthişeden hiçe inen ezvak-ı hayat ve bütün bütün çekilip kuruyan emeller ve en dar bir daire içinde sıkışıp kalan, belki mahvolan şahsıma ait nimetler, lezzetler, birden—başka risalelerde kati bir surette ispat ettiğimiz gibi—nur-u imanla, kalbin etrafındaki o dar daireyi öyle genişlettirdi ki, kainatı içine aldı ve o Horhor bahçesinde kurumuş ve lezzetini kaçırmış nimetler yerinde, dar-ı dünya ve dar-ı ahireti birer sofra-i nimet ve birer tabla-i rahmet şekline getirdi. Göz, kulak, kalb gibi on değil, yüz cihazat-ı insaniyenin herbirini, gayet uzun bir el suretinde, her müminin derecesi nisbetinde o iki sofra-i Rahmana uzatıp, her tarafından nimetleri toplayacak bir tarzda gösterdiğinden, hem bu ulvi hakikati ifade, hem o hadsiz nimete şükür için, o vakit böyle demiştim:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ اْلاِيمَانِ الْمُصَوِّرِ لِلدَّارَيْنِ مَمْلُوئَتَيْنِ مِنَ النِّعْمَةِ وَالرَّحْمَةِ، لِكُلِّ مُؤْمِنٍ حَقًا يَسْتَفِيدُ مِنْهُمَا بِحَوَاسِّهِ الْكَثِيرَةِ الْمُنْكَشِفَةِ بِاِذْن ِخَالِقِهِ
Yani, “Dünya ve ahireti nimet ve rahmetle doldurmuş bir surette, hakiki müminlerin nur-u iman ve İslamiyetle inkişaf ve inbisat etmiş bütün hasselerinin elleriyle o iki muazzam sofradan istifadeyi temin eden ve gösteren nur-u iman nimetinin mukabiline, o imanı bana veren Halıkıma, bütün zerrat-ı vücudumla, dünya ve ahiret dolusu hamd ve şükür, elimden gelse yaparım” demektir. Madem iman bu alemde bu tesirat-ı azimeyi yapar; elbette dar-ı bekàda öyle semerat ve füyuzatı olacak ki, bu dünyadaki akılla onlar ihata edilmez ve tarif edilmez.

İşte, ey benim gibi ihtiyarlık münasebetiyle pek çok dostların firak acılarını çeken ihtiyar ve ihtiyareler! Sizin en ihtiyarınız her ne kadar zahiren benden yaşlı ise de, manen ben onlardan daha ziyade ihtiyarlığımı tahmin ediyorum. Çünkü fıtratımda rikkat-i cinsiye ile acımak hissi ziyade bulunduğundan, kendi elemimden başka, binler kardeşlerimin elemlerini de o şefkat sırrıyla çektiğimden, yüzler sene yaşamış gibi ihtiyarım. Ve siz ne kadar firak belasını çekmişseniz, benim kadar o belaya maruz kalmamışsınız. Çünkü oğlum yoktur ki yalnız oğlumu düşüneyim. Bendeki fıtri olan bu ziyade acımaklık ve şefkat, binler Müslüman evlatlarının, hatta masum hayvanların teellümlerine karşı dahi bir rikkat, bir elem, o sırr-ı şefkatle hissediyordum. Hususi bir hanem yoktur ki fikrimi yalnız ona hasredeyim. Belki bu memleketle ve belki alem-i İslamın kıtasıyla, hanem gibi, hamiyet-i İslamiye noktasında alakadarım. Ve o iki büyük hanedeki dindaşlarımın elemleriyle müteellim ve firaklarıyla mahzun oluyorum.

İşte bütün ihtiyarlığımdan ve firak belalarından gelen teessüratıma, bana nur-u iman tam kafi geldi; kırılmaz bir rica, kopmaz bir ümit, sönmez bir ziya, bitmez bir teselli verdi. Elbette sizlere ihtiyarlıktan gelen karanlık ve gaflet ve teessürat ve teellümata, iman kafi ve vafidir. Asıl en karanlıklı ve en nursuz ve tesellisiz ihtiyarlık ve en elim ve müthiş firak, ehl-i dalaletin ve ehl-i sefahetin ihtiyarlıklarıdır ve firaklarıdır. O rica ve ziya ve teselli veren imanı zevk etmek ve tesiratını hissetmek için, ihtiyarlığa layık ve İslamiyete muvafık ubudiyetkarane bir tavr-ı şuurdarane takınmakla olur. Yoksa, gençlere benzemeye çalışmak ve onların sarhoşça gafletlerine başını sokup ihtiyarlığını unutmakla değildir.
خَيْرُ شَبَابِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِكُهُولِكُمْ وَشَرُّ كُهُولِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِشَبَابِكُمْ
(ev kema kàl) mealindeki hadisi düşününüz. Yani, “Gençlerinizin en iyisi, temkinde ve sefahetlerden çekilmekte ihtiyarlara benzeyenlerdir. Ve ihtiyarlarınızın en fenası, sefahette ve başını gaflete sokmakta gençlere benzeyenlerdir.”

Ey kardeşlerim ihtiyarlar ve hemşire ihtiyareler! hadiste vardır ki, “Altmış yetmiş yaşlarında ihtiyar bir mümin dergah-ı İlahiyeye elini kaldırıp dua ederken, rahmet-i İlahiye onun elini boş döndürmeye hicap ediyor.”Madem rahmet size karşı böyle hürmet ediyor; siz de rahmetin bu hürmetini, ubudiyetinizle ihtiram ediniz.

ON DÖRDÜNCÜ RİCA
Dördüncü Şua olan ayet-i Nuriye-i Hasbiyenin başının hülasası diyor ki:

Bir zaman, ehl-i dünya beni herşeyden tecrid ettiklerinden, beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nurun teselli verici ve medet edici nurlarına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki, gayet kuvvetli bir aşk-ı bekà ve şedit bir muhabbet-i vücut ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyordu. Halbuki müthiş bir fena, o bekàyı söndürüyor. O haletimde, yanık bir şairin dediği gibi dedim:
Dil bekàsı, Hak fenası istedi mülk-ü tenim,
Bir devasız derde düştüm, ah, ki Lokman bihaber.
Meyusane başımı eğdim. Birden, حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ imdadıma geldi, “Beni dikkatle oku” dedi. Ben de günde beş yüz defa okudum. Okudukça, yalnız ilmelyakin ile değil, aynelyakin ile çok kıymettar envarından dokuz mertebe-i hasbiye bana inkişaf etti.

BİRİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE: Bendeki aşk-ı bekà, bendeki bekàya değil, belki sebepsiz ve bizzat mahbub olan kemal-i mutlak sahibi Zat-ı Zülkemalin ve Zülcelalin bir isminin bir cilvesinin, mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kamil-i Mutlakın varlığına ve kemaline ve bekàsına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, ayinenin bekàsına aşık olmuştu. حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ geldi, perdeyi kaldırdı. Gördüm ve hissettim ve hakkalyakin zevk ettim ki, bekàmın lezzeti ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Baki-i Zülkemalin bekàsına ve benim Rabbim ve İlahım olduğuna tasdik ve imanımda ve izanımda vardır. Bunun edillesi, zevil-ihsası hayrette bırakacak gayet derin ve dakik on iki hemhemler ve şuur-u imanlarla Risale-i Hasbiyede beyan edilmiştir.

İKİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE: Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde, ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengamda kalbime dedim: “Elleri bağlı, zayıf ve hasta birtek adama ordular taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinad yok mu?” diye, حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ayetine müracaat ettim. Bana o ayet bildirdi ki:
İntisab-ı imani vesikasıyla, kadir-i mutlak öyle bir Sultana intisap edersin ki, zemin yüzünde, her baharda dört yüz bin milletten mürekkep nebatat ve hayvanat ordularının bütün cihazatlarını kemal-i intizamla vermekle beraber, başta insan olarak, hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil, medeni insanların son zamanlarda keşfettikleri et ve şeker ve sair taamların hülasaları gibi, belki yüz derece o medeni hülasalardan daha mükemmel ve bütün taamların her nevinden tohum ve çekirdek denilen Rahmani hülasalara koyup ve o hülasaları dahi, onların pişirmelerine ve inbisatlarına dair kaderi tarifeler içinde sarıp, muhafaza için küçük sandukçalara koyup tevdi eder. O sandukçaların icadı, كُنْ emrinde bulunan ك- ن fabrikasından o kadar çabuk ve kolay ve çoklukla olur ki, Kuran der: “Halık emreder, meydana gelir.” Madem sen intisab-ı imani tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiğinden, hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin.

Ben de ayetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldum ki, değil şimdiki düşmanlarıma, belki dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı imani hissederek, bütün ruhumla beraber حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim.

ÜÇÜNCÜ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE: Ben o gurbetler ve hastalıklar ve mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alakamı kesilmiş bularak, ebedi bir dünyada ve baki bir memlekette daimi bir saadete namzet olduğumu iman telkin ettiği hengamda, tahassür akıtan of, oftan vazgeçip, beşaşet izhar eden oh, oh dedim. Fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku, ancak ve ancak bütün mahlukatının bütün harekatlarını ve sekenatlarını ve ahval ve amallerini kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve aciz-i mutlak nev-i insanı kendine dost ve muhatap eden ve bütün mahlukat üstünde bir makam veren bir Kadir-i Mutlakın hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir diye düşünürken, bu iki noktada, yani, böyle bir kudretin faaliyeti ve zahiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatli ehemmiyeti hakkında imanın inkişafını ve kalbin itminanını veren bir izah istedim. Yine o ayete müracaat ettim. Dedi ki: ” حَسْبُنَا daki نَا ya dikkat edip, seninle beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kàl ile حَسْبُنَا yı kimler söylüyorlar, dinle” emretti.

Birden baktım ki, hadsiz kuşlar ve kuşçuklar olan sinekler ve hesapsız hayvanlar ve nihayetsiz nebatlar ve gayetsiz ağaçlar dahi benim gibi lisan-ı hal ile حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ manasını yad ediyorlar. Ve herkesin yadına getiriyorlar ki, bütün şerait-i hayatiyetlerini tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih çekirdeklerden, kuşların yüz bin çeşitlerini, hayvanların yüz bin tarzlarını, nebatatın yüz bin nevini ve ağaçların yüz bin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı, birbirinden ayrı farikalı bir surette, gözümüz önünde, hususan her baharda, gayet çok, gayet kolay, gayet geniş bir dairede, gayet çoklukla halk eder, yapar bir kudretin azamet ve haşmeti içinde, beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmalarıyla vahdetini ve ehadiyetini bize gösterir. Ve böyle hadsiz mucizatı ibraz eden bir fiil-i rububiyete, bir tasarruf-u hallakıyete müdahale ve iştirak mümkün olmadığını bildirir diye anladım. Her mümin gibi benim hüviyet-i şahsiyemi ve mahiyet-i insaniyemi anlamak isteyenler ve benim gibi olmak arzu edenler, حَسْبُنَا daki نَا cemiyetinde bulunan enenin, yani nefsimin tefsirine baksınlar. Ehemmiyetsiz, hakir ve fakir görünen vücudum—her müminin vücudu gibi—neymiş, hayat neymiş, insaniyet neymiş, İslamiyet neymiş, iman-ı tahkiki neymiş, marifetullah neymiş, muhabbet nasıl olacakmış, anlasınlar, dersini alsınlar.

DÖRDÜNCÜ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE: Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan arızalar, bir gaflet zamanıma rast gelip, şiddetle alakadar ve meftun olduğum vücudumu, belki mahlukatın vücutlarını ademe gidiyor diye elim endişe verirken, yine bu ayet-i hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: “Manama dikkat et ve iman dürbünüyle bak.”

Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki, bu zerrecik vücudum, her müminin vücudu gibi, hadsiz bir vücudun ayinesi ve nihayetsiz bir inbisatla hadsiz vücutları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymettar, baki, müteaddit vücutları meyve veren bir kelime-i hikmet bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması, ebedi bir vücut kadar kıymettar olduğunu ilmelyakin ile bildim. Çünkü, şuur-u imanla bu vücudum Vacibül-Vücudun eseri ve sanatı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamdan ve hadsiz firaklardan ve hadsiz mufarakat ve firakların elemlerinden kurtulup, mevcudata, hususan zihayatlara taalluk eden efal ve esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda eylediğim, bütün sevdiğim mevcudata, muvakkat bir firak içinde daimi bir visal var olduğunu bildim. İşte, iman ile ve imandaki intisap ile, her mümin gibi, Bu vücudum dahi hadsiz vücutların firaksız envarını kazanır. Kendi gitse de onlar arkada kaldığından, kendisi kalmış gibi memnun olur.

Hülasa, ölüm firak değil, visaldir, tebdil-i mekandır, baki bir meyveyi sümbül vermektir.

BEŞİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE: Yine bir vakit hayatım çok ağır şeraitle sarsıldı ve nazar-ı dikkatimi ömre ve hayata çevirdi. Gördüm ki, ömrüm koşarak gidiyor, ahirete yakınlaşmış; hayatım dahi tazyikat altında sönmeye yüz tutmuş. Halbuki, Hayy ismine dair risalede izah edilen hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymettar faideleri böyle çabuk sönmeye değil, belki uzun yaşamaya layıktır diye müteellimane düşündüm. Yine üstadım olan حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ayetine müracaat ettim. Dedi: “Sana hayatı veren Hayy-ı Kayyuma göre hayata bak.”

Ben de baktım, gördüm ki: Hayatımın bana bakması bir ise, Zat-ı Hayy-ı Kayyuma bakması yüzdür. Ve bana ait neticesi bir ise, Halıkıma ait bindir. Şu halde, marzi-i İlahi dairesinde bir an yaşaması kafidir, uzun zaman istemez.

Bu hakikat dört mesele ile beyan ediliyor. Ölü olmayanlar veyahut diri olmak isteyenler, hayatın mahiyetini ve hakikatini ve hakiki hukukunu o dört mesele içinde arasınlar, bulsunlar ve dirilsinler. Hülasası şudur ki:

Hayat, Zat-ı Hayy-ı Kayyuma baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça bekà bulur, hem baki meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alır; daha ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmaz.

ALTINCI MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE: Mufarakat-i umumiye hengamında olan harab-ı dünyadan haber veren ahirzaman hadisatı içinde mufarakat-i hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve ahir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalade ile fıtratımdaki cemalperestlik ve güzellik sevdası ve kemalata meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda, daimi tahribatçı olan zeval ve fena ve mütemadi tefrik edici olan mevt ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlukatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu, fevkalade bir şuur ve teessürle gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecazi bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli bulmak için, yine bu ayet-i hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: “Beni oku ve dikkatle manama bak.”

Ben de Sure-i Nurdaki اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ(ila ahir) ayetinin rasathanesine girip, imanın dürbünüyle bu ayet-i hasbiyenin en uzak tabakalarına ve şuur-u imani hurdebiniyle en ince esrarına baktım, gördüm:

Nasıl ki ayineler, şişeler, şeffaf şeyler, hatta kabarcıklar, güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemalini ve o ziyanın elvan-ı seba denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar; ve teceddüd ve taharrükleriyle ve ayrı ayrı kabiliyetleriyle ve inkisaratlarıyla o cemal ve o güzellikleri tazeleştiriyorlar; ve inkisaratlarıyla güneşin ve ziyasının ve elvan-ı sebasının gizli güzelliklerini güzel izhar ediyorlar. Aynen öyle de, Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelalin cemal-i kudsisine ve nihayetsiz güzel Esma-i Hüsnasının sermedi güzelliklerine ayinedarlık edip cilvelerinin tazelenmesi için, bu güzel masnular, bu tatlı mahluklar, bu cemalli mevcudat, hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedi ve mukaddes bir cemalin ve daimi tecelli eden ve görünmek isteyen mücerret ve münezzeh bir hüsnün işaretleri ve alametleri ve lemaları ve cilveleri olduğunun pek çok kuvvetli delilleri Risale-i Nurda tafsilen izah edilmiş. Burada o burhanlardan üç tanesi, kısaca, gayet makul bir surette zikredilmiştir diye beyana başlar. Bu risaleyi gören herbir zevk-i selim ashabı hayrette kalmakla beraber, kendilerinin istifadelerinden başka, gayrılarının da istifadelerine çalışmayı lazım buluyorlar. Hususan İkinci Burhanda beş nokta beyan ediliyor. Aklı çürük, kalbi bozuk olmayan, herhalde takdir ve tahsin ve tasviple “Maşaallah, fetebarekallah” diyecek; fakir, hakir görünen vücudunu teali ettirecek harika bir mucize olduğunu derk ve tasdik edecek.

ON BEŞİNCİ RİCA
Bir zaman Emirdağında ikamete memur ve tek başıma, menzilde adeta bir haps-i münferit ve bana çok ağır gelen tarassutlar ve tahakkümlerle bana işkence vermelerinden, hayattan usandım, hapisten çıktığıma teessüf ettim. Ruh u canımla Denizli hapsini arzuladım ve kabre girmeyi istedim ve “Hapis ve kabir bu tarz-ı hayata müreccahtır” diye, ya hapse veya kabre girmeye karar verirken, inayet-i İlahiye imdada yetişti, kalemleri teksir makinesi olan Medresetüz-Zehra şakirtlerinin ellerine yeni çıkan teksir makinesini verdi. Birden, Nurun kıymettar mecmualarından her tanesi, bir kalemle beş yüz nüsha meydana geldi. Fütuhata başlamaları, o sıkıntılı hayatı bana sevdirdi, “Hadsiz şükür olsun” dedirtti.

Bir miktar sonra, Risale-i Nurun gizli düşmanları, fütuhat-ı Nuriyeyi çekemediler, hükumeti aleyhimize sevk ettiler. Yine hayat bana ağır gelmeye başladı. Birden inayet-i Rabbaniye tecelli etti. En ziyade Nurlara muhtaç olan alakadar memurlar, vazifeleri itibarıyla, müsadere edilen Nur Risalelerini kemal-i merak ve dikkatle mütalaa ettiler. Fakat Nurlar onların kalblerini kendine taraftar eyledi. Tenkit yerine takdire başlamalarıyla Nur dershanesi çok genişlendi, maddi zararımızdan yüz derece ziyade menfaat verdi, sıkıntılı telaşlarımızı hiçe indirdi.

Sonra, gizli düşman münafıklar, hükumetin nazar-ı dikkatini benim şahsıma çevirdiler. Eski siyasi hayatımı hatırlattırdılar. Hem adliyeyi, hem maarif dairesini, hem zabıtayı, hem Dahiliye Vekaletini evhamlandırdılar. Partilerin cereyanları ve komünistlerin perdesinde anarşistlerin tahrikatıyla o evham genişlendi. Bizi tazyik ve tevkif ve ellerine geçen risaleleri müsadereye başladılar. Nur şakirtlerinin faaliyetine tevakkuf geldi. Benim şahsımı çürütmek fikriyle, bir kısım resmi memurlar, hiç kimsenin inanmayacağı isnatlarda bulundular, pek acip iftiraları işaaya çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar.

Sonra, pek adi bahanelerle, zemheririn en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta, tecrid-i mutlak içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, zaafiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Şimdi, bu vaziyette, hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken, bir inayet-i İlahiye ile bir hakikat kalbimde inkişaf etti. Manen, “Sen hapse medrese-i Yusufiye namı vermişsin. Hem Denizlide, sıkıntınızdan bin derece ziyade hem ferah, hem manevi kar, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurların fütuhatı gibi neticeler, size şekva yerinde binler şükrettirdi. Herbir saat hapsinizi ve sıkıntınızı on saat ibadet hükmüne getirdi, o fani saatleri bakileştirdi. İnşaallah, bu üçüncü medrese-i Yusufiyedeki musibetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip sevinçlere çevirecek. Ve hiddet ettiğin adamlar, eğer aldanmışlarsa, bilmeyerek sana zulmediyorlar; onlar hiddete layık değiller. Eğer bilerek ve garazla ve dalalet hesabına seni incitiyorlar ve işkence yapıyorlarsa, onlar pek yakın bir zamanda ölümün idam-ı ebedisiyle kabrin haps-i münferidine girip daimi sıkıntılı azap çekecekler. Sen onların zulmü yüzünden hem sevap, hem fani saatlerini bakileştirmeyi, hem manevi lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlasla yapmasını kazanıyorsun” diye ruhuma ihtar edildi.

Ben de bütün kuvvetimle “Elhamdü lillah” dedim. İnsaniyet damarıyla o zalimlere acıdım, “Ya Rabbi, onları ıslah eyle” diye dua ettim. Bu yeni hadisede, ifademde Dahiliye Vekaletine yazdığım gibi, on vecihle kanunsuz olduğu ve kanun namına kanunsuzluk eden o zalimler, asıl suçlu onlar olması gibi, öyle bahaneleri aradılar, işitenleri güldürecek ve hakperestleri ağlattıracak iftiraları ve uydurmalarıyla ehl-i insafa gösterdiler ki, Risale-i Nura ve şakirtlerine ilişmeye, kanun ve hak cihetinde imkan bulamıyorlar, divaneliğe sapıyorlar.

Ezcümle, bir ay bizi tecessüs eden memurlar birşey bahane bulamadıklarından, bir pusula yazıp ki, “Saidin hizmetkarı bir dükkandan rakı almış, ona götürmüş,” o pusulayı imza ettirmek için hiç kimseyi bulamayıp, sonra yabani ve sarhoş bir adamı yakalamışlar, tehditkarane “Gel bunu imza et” demişler. O da demiş: “Tövbeler tövbesi olsun, bu acip yalanı kim imza edebilir?” Onları, pusulayı yırtmaya mecbur etmiş.

İkinci bir nümune: Bilmediğim ve şimdi dahi tanımadığım bir zat, atını, beni gezdirmek için vermiş. Ben de, rahatsızlığım için, teneffüs kastıyla, ekser günlerde, yazda bir iki saat gezerdim. O at ve araba sahibine elli liralık kitap vermeye söz vermiştim—ta kaidem bozulmasın ve minnet altına girmeyeyim. Acaba bu işte hiçbir zarar ihtimali var mı? Halbuki, “O at kimindir?” diye, elli defa bizlerden hem vali, hem adliyeciler, hem zabıta ve polisler sordular. Güya büyük bir hadise-i siyasiye ve asayişe temas eden bir vakıadır! Hatta, bu manasız soruşların kesilmesi için, iki zat, hamiyeten, biri “At benimdir,” diğeri “Araba benimdir” dedikleri için, ikisini de benimle beraber tevkif ettiler. Bu nümunelere kıyasen, çok çocuk oyuncaklarına seyirci olup gülerek ağladık ve anladık ki, Risale-i Nura ve şakirtlerine ilişenler maskara olurlar.

O nümunelerden latif bir muhavere: Benim tevkif kağıdımda sebep “emniyeti ihlal” suçu yazıldığından, ben daha o pusulayı görmeden müddeiumuma dedim: “Seni geçen gece gıybet ettim. Emniyet müdürü hesabına beni konuşturan bir polise, Eğer bin müddeiumumi ve bin emniyet müdürü kadar bu memlekette emniyet-i umumiyeye hizmet etmemişsem—üç defa—Allah beni kahretsin dedim.”

Sonra, bu sırada, bu soğukta, en ziyade istirahate ve üşümemeye ve dünyayı düşünmemeye muhtaç olduğum bir hengamda, garazı ve kastı ihsas eder bir tarzda, beni bu tahammülün fevkinde bu tehcir ve tecrit ve tevkif ve tazyike sevk edenlere, fevkalade iğbirar ve kızmak geldi. Bir inayet, imdada yetişti. Manen kalbe ihtar edildi ki:

“İnsanların sana ettikleri ayn-ı zulümlerinde, ayn-ı adalet olan kader-i İlahinin büyük bir hissesi var.

“Ve bu hapiste yiyecek rızkın var; o rızkın seni buraya çağırdı. Ona karşı rıza ve teslimle mukabele lazım.

“Hikmet ve rahmet-i Rabbaniyenin dahi büyük bir hissesi var ki, bu hapistekileri nurlandırmak ve teselli vermek ve size sevap kazandırmaktır. Bu hisseye karşı, sabır içinde binler şükretmek lazımdır.

“Hem senin nefsinin bilmediğin kusurlarıyla onda bir hissesi var. O hisseye karşı istiğfar ve tevbe ile, nefsine Bu tokada müstehak oldun demelisin.

“Hem gizli düşmanların desiseleriyle bazı safdil ve vehham memurları iğfal ile o zulme sevk etmek cihetiyle, onların da bir hissesi var. Ona karşı Risale-i Nurun o münafıklara vurduğu dehşetli manevi tokatlar, senin intikamını tamamen onlardan almış. O, onlara yeter.

“En son hisse, bilfiil vasıta olan resmi memurlardır. Bu hisseye karşı, onların Nurlara tenkit niyetiyle bakmalarında, ister istemez, şüphesiz, iman cihetinde istifadelerinin hatırı için, وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ düsturuyla onları affetmek bir ulüvvücenaplıktır.”

Ben de bu hakikatli ihtardan kemal-i ferah ve şükürle, bu yeni medrese-i Yusufiyede durmaya, hatta aleyhimde olanlara yardım etmek için, kendime mucib-i ceza, zararsız bir suç yapmaya karar verdim. Hem benim gibi yetmiş beş yaşında ve alakasız ve dünyada sevdiği dostlarından, yetmişten ancak hayatta beşi kalmış ve onun vazife-i Nuriyesini görecek yetmiş bin Nur nüshaları baki kalıp serbest geziyorlar ve bir dile bedel binler dille hizmet-i imaniyeyi yapacak kardeşleri, varisleri bulunan benim gibi bir adama, kabir bu hapisten yüz derece ziyade hayırlıdır. Ve bu hapis dahi, haricinde hürriyetsiz tahakkümler altındaki serbestiyetten yüz derece daha rahat, daha faidelidir. Çünkü, haricinde, tek başıyla yüzer alakadar memurların tahakkümlerini çekmeye mukabil, hapiste yüzer mahpuslarla beraber, yalnız müdür ve başgardiyan gibi bir iki zatın, maslahata binaen hafif tahakkümlerini çekmeye mecbur olur. Ona mukabil, hapiste çok dostlardan kardeşane taltifler, teselliler görür. Hem İslamiyet şefkati ve insaniyet fıtratı bu vaziyette ihtiyarlara merhamete gelmesi, hapis zahmetini rahmete çeviriyor diye, hapse razı oldum.

Bu üçüncü mahkemeye geldiğim sırada, zaafiyet ve ihtiyarlık ve rahatsızlıktan ayakta durmaya sıkıldığımdan, mahkeme kapısının haricinde, bir iskemlede oturdum. Birden bir hakim geldi, hiddet etti, “Neden ayakta beklemiyor?” ihanetkarane dedi. Ben de ihtiyarlık cihetinden bu merhametsizliğe kızdım. Birden baktım, pek çok Müslümanlar, kemal-i şefkat ve uhuvvetle, merhametkarane bakıp etrafımızda toplanmışlar, dağıtılmıyorlar. Birden iki hakikat ihtar edildi:

Birincisi: Benim ve Nurların gizli düşmanlarımız, benim istemediğim halde hakkımdaki teveccüh-ü ammeyi kırmakla Nurun fütuhatına sed çekilir diye, bazı safdil resmi memurları kandırıp, şahsımı millet nazarında çürütmek fikriyle, ihanetkarane böyle muameleye sevk etmişler. Buna karşı inayet-i İlahiye, Nurların iman hizmetine mukabil, bir ikram olarak, o birtek adamın ihanetine bedel bu yüz adama bak, hizmetinizi takdirle şefkatkarane, acıyarak, alakadarane sizi istikbal ve teşyi ediyorlar. Hatta, ikinci gün, ben müstantık dairesinde müddeiumumun suallerine cevap verirken, hükumet avlusunda, mahkeme pencerelerine karşı bin kadar ahali kemal-i alaka ile toplanıp lisan-ı hal ile “Bunları sıkmayınız” dediklerini, vaziyetleriyle ifade ediyorlar gibi göründüler. Polisler onları dağıtamıyordular. Kalbime ihtar edildi ki: Bu ahali, bu tehlikeli asırda tam bir teselli ve söndürülmez bir nur ve kuvvetli bir iman ve saadet-i bakiyeye bir doğru müjde istiyorlar ve fıtraten arıyorlar ve Nur Risalelerinde aradıkları bulunuyor diye işitmişler ki, benim ehemmiyetsiz şahsıma, imana bir parça hizmetkarlığım için, haddimden çok ziyade iltifat gösteriyorlar.

İkinci hakikat: Emniyeti ihlal vehmiyle bize ihanet etmek ve teveccüh-ü ammeyi kırmak kastıyla tahkirkarane, aldanmış mahdut adamların bed muamelelerine mukabil, hadsiz ehl-i hakikatin ve nesl-i atinin takdirkarane alkışlamaları var diye ihtar edildi.

Evet, komünist perdesi altında anarşistliğin emniyet-i umumiyeyi bozmaya dehşetli çalışmasına karşı, Risale-i Nur ve şakirtleri, iman-ı tahkiki kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müthiş ifsadı durduruyor ve kırıyor, emniyeti ve asayişi temine çalışıyor ki, pek çok bir kesrette ve memleketin her tarafında bulunan Nur talebelerinden, bu yirmi senede alakadar üç dört mahkeme ve on vilayetin zabıtaları, emniyeti ihlale dair bir vukuatlarını bulmamış ve kaydetmemiş.

Ve üç vilayetin insaflı bir kısım zabıtaları demişler: “Nur talebeleri manevi bir zabıtadır. asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar. İman-ı tahkiki ile, Nuru okuyan her adamın kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar.”

Bunun bir nümunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç dört ay zarfında iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalade itaatli, dindarane bir salah-ı hal aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu. Tam merhametli, zararsız, vatana nafi bir uzuv olmaya başladı. Hatta resmi memurlar bu hale hayretle ve takdirle bakıyordular. Hem daha hüküm almadan bir kısım gençler dediler: “Nurcular hapiste kalsalar, biz kendimizi mahkum ettireceğiz ve ceza almaya çalışacağız, ta onlardan ders alıp onlar gibi olacağız, onların dersiyle kendimizi ıslah edeceğiz.”

İşte bu mahiyette bulunan Nur talebelerini emniyeti ihlal ile ittiham edenler, herhalde ve gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya bilerek veya bilmeyerek anarşistlik hesabına hükumeti iğfal edip bizleri eziyetlerle ezmeye çalışıyorlar. Biz bunlara karşı deriz:

“Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapanmıyor ve dünya misafirhanesinde yolcular gayet sürat ve telaşla, kafile kafile arkasında toprak arkasına girip kayboluyorlar; elbette pek yakında birbirimizden ayrılacağız. Siz zulmünüzün cezasını dehşetli bir surette göreceksiniz. Hiç olmazsa mazlum ehl-i iman hakkında terhis tezkeresi olan ölümün, idam-ı ebedi darağacına çıkacaksınız. Sizin dünyada tevehhüm-ü ebediyetle aldığınız fani zevkler baki ve elim elemlere dönecek.”

Maatteessüf gizli münafık düşmanlarımız, bu dindar milletin yüzer milyon veli makamında olan şehidlerinin, kahraman gazilerinin kanıyla ve kılıcıyla kazanılan ve muhafaza edilen hakikat-i İslamiyete bazan tarikat namını takıp ve o güneşin tek bir şuaı olan tarikat meşrebini o güneşin aynı gösterip, hükumetin bazı dikkatsiz memurlarını aldatıp, hakikat-i Kuraniyeye ve hakaik-i imaniyeye tesirli bir surette çalışan Nur talebelerine “tarikatçi” ve “siyasi cemiyetçi” namını vererek aleyhimize sevk etmek istiyorlar. Biz, hem onlara, hem onları aleyhimizde dinleyenlere, Denizli mahkeme-i adilesinde dediğimiz gibi deriz:

“Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsi hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kuraniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silah etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşaallah!”

İşte, ihtiyarlığımın sezgüzeştliğinden gelen ağrılara ve meyusiyetlere, imandan ve Kurandan imdada yetişen kudsi tesellilerle bu ihtiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençliğimin en ferahlı on senesine değiştirmem. Hususan hapiste farz namazını kılan ve tevbe edenin herbir saati on saat ibadet hükmüne geçmesiyle ve hastalıkta ve mazlumiyette dahi herbir fani gün, sevap cihetinde on gün baki bir ömrü kazandırmasıyla, benim gibi kabir kapısında nöbetini bekleyen bir adama ne kadar medar-ı şükrandır, o manevi ihtardan bildim, “Hadsiz şükür Rabbime” dedim, ihtiyarlığıma sevindim ve hapsime razı oldum. Çünkü ömür durmuyor, çabuk gidiyor. Lezzetle, ferahla gitse, lezzetin zevali elem olmasından, hem teessüf, hem şükürsüzlükle, gafletle, bazı günahları yerinde bırakır, fani olur, gider. Eğer hapis ve zahmetli gitse, zeval-i elem bir manevi lezzet olmasından, hem bir nevi ibadet sayıldığından, bir cihette baki kalır ve hayırlı meyveleriyle baki bir ömrü kazandırır. Geçmiş günahlara ve hapse sebebiyet veren hatalara kefaret olur, onları temizler. Bu nokta-i nazardan, mahpuslardan farzı kılanlar, sabır içinde şükretmelidirler.

ON ALTINCI RİCA
Bir zaman, ihtiyarlık vaktinde, Eskişehir hapsinden, bir sene cezayı çekip çıktım. Beni Kastamonuya nefyettiler. Polis karakolunda iki üç ay misafir ettiler. Benim gibi, sadık dostlarıyla görüşmekten sıkılan bir münzevi ve kıyafetinin tebdiline tahammül etmeyen bir adam, böyle yerlerde ne kadar azap çeker, anlaşılır.

İşte ben bu meyusiyette iken, birden, inayet-i İlahiye ihtiyarlığımın imdadına geldi. O karakoldaki komiser, polislerle beraber, sadık dost hükmüne geçtiler. Hiçbir vakit şapkayı başıma koymayı ihtar etmedikleri gibi, benim hizmetçilerim misilli, istediğim zaman beni şehrin etrafında gezdiriyordular.

Sonra, o karakolun karşısında, Kastamonunun medrese-i Nuriyesine girdim, Nurların telifine başladım. Feyzi, Emin, Hilmi, Sadık, Nazif, Salahaddin gibi Nurun kahraman şakirtleri, Nurların neşri, teksiri için o medreseye devam ettiler. Gençlikte eski talebelerimle geçirdiğim kıymettar müzakere-i ilmiyeyi daha parlak bir surette gösterdiler.

Sonra gizli düşmanlarımız bazı memurları ve bir kısım enaniyetli hocalar ve şeyhleri aleyhimize evhamlandırdılar. Bizi Denizli hapsine, beş altı vilayetlerden gelen Nur talebelerini, o medrese-i Yusufiyede toplanmaya vesile oldular. Bu On Altıncı Ricanın tafsilatı, Kastamonudan gönderip lahikaya geçen ve Denizli hapsinde, oradaki kardeşlerime gizli gönderdiğim küçük mektuplar ve mahkemesindeki Müdafaa Risalesidir ki, bu Ricanın hakikatini parlak gösteriyorlar. Tafsilatını lahikaya, müdafaama havale edip, gayet kısa işaret edeceğiz.

Ben, mahrem ve mühim mecmuaları, hususan Süfyana ve Nurun kerametlerine dair risaleleri kömür ve odunlar altında sakladım, ta benim vefatımdan veya baştaki başlar hakikati dinleyip akıllarını başlarına aldıktan sonra neşredilsinler diye müsterihane dururken, birden taharri memurları ve müddeiumumun muavini, menzilimi bastılar. O gizli ve ehemmiyetli risaleleri odunların altından çıkardılar. Hem beni tevkif edip Isparta Hapishanesine, sıhhatim muhtel bir halde gönderdiler. Ben pek çok müteellim ve Nurlara gelen o zarardan dehşetli müteessir iken, bir inayet-i İlahiye imdadımıza yetişti. O gizlenmiş ve ehl-i hükumet onları okumaya çok muhtaç olan o ehemmiyetli risaleleri kemal-i merak ve dikkatle okumaya başlayıp, büyük resmi daireler adeta bir dershane-i Nuriye hükmüne geçti. Tenkit fikriyle takdire başladılar. Hatta Denizlide, hiç haberimiz yokken, fevkalade perde altında, matbu ayetül-Kübrayı resmi ve gayr-ı resmi pek çok adamlar okudular, imanlarını kuvvetlendirdiler, bizim hapis musibetimizi hiçe indirdiler.

Sonra bizi Denizli hapsine aldılar. Beni tecrid-i mutlak içinde ufunetli, rutubetli, soğuk bir koğuşa soktular. İhtiyarlık, hastalık ve benim yüzümden masum arkadaşlarımın zahmetlerinden bana gelen çok teellüm ve Nurların tatil ve müsaderesinden gelen çok teessüf ve sıkıntı içinde çırpınırken, birden inayet-i Rabbaniye imdada yetişti. Birden o koca hapishaneyi bir dershane-i Nuriyeye çevirip bir medrese-i Yusufiye (a.s.) olduğunu ispat ederek, Medresetüz-Zehra kahramanlarının elmas kalemleriyle Nurlar intişara başladı. Hatta o ağır şerait içinde Nurun kahramanı, üç dört ay zarfında yirmiden ziyade Meyve ve Müdafaat Risalesinden yazdı. Hem hapiste, hem hariçte fütuhata başladılar. O musibetteki zararımızı büyük menfaatlere ve sıkıntılarımızı sevinçlere çevirdi. عَسٰۤى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ sırrını tekrar gösterdi.

Sonra birinci ehl-i vukufun yanlış ve sathi zabıtlara binaen aleyhimizde şiddetli tenkitleri ve Maarif Vekilinin dehşetli hücumuyla beraber, aleyhimizde bir beyanname neşretmesiyle, hatta bazı haberlerle bir kısmımızın idamına çalışıldığı hengamda, bir inayet-i Rabbaniye imdadımıza yetişti. Başta Ankara ehl-i vukufunun şiddetli tenkitlerini beklerken, takdirkarane raporları, hatta beş sandık Nur Risalelerinde beş on sehiv buldukları halde, mahkemede onların sehiv ve yanlış gösterdikleri noktalar ayn-ı hakikat olduğunu ve onların sehiv ve yanlış dedikleri maddelerde kendileri sehiv ettiklerini ispat ettiğimiz gibi, beş yaprak raporlarında beş on sehiv ve yanlışlarını gösterdik. Ve yedi makamata gönderdiğimiz Meyve ve Müdafaaname Risaleleri ve Adliye Vekaletine gönderilen Nurun umum risaleleri, hususan mahremlerin dokunaklı ve şiddetli tokatlarına mukabil tehditkarane şiddetli emirler beklerken, gayet mülayimane, hatta tesellikarane Başvekilin bize gönderdiği mektubu gibi, musalaha tarzında ilişmemeleri kati ispat etti ki, Risale-i Nurun hakikatleri, inayet-i İlahiye kerametiyle onları mağlup edip kendini onlara irşadkarane okutturmuş, o geniş daireleri bir nevi dershane yapmış, çok mütereddit ve mütehayyirlerin imanlarını kurtarmış ve bizim sıkıntılarımızdan yüz derece ziyade manevi ferah ve fayda verdi.

Sonra gizli düşmanlar beni zehirlediler. Ve Nurun şehid kahramanı merhum Hafız Ali benim bedelime hastahaneye gitti ve benim yerimde berzah alemine seyahat eyledi, bizi meyusane ağlattırdı. Ben bu musibetten evvel Kastamonunun dağında bağırarak mükerrer defa dedim: “Kardeşlerim, ata et, arslana ot atmayınız.” Yani, “Her risaleyi herkese vermeyiniz, ta bize taarruz edilmesin.” Yaya gidilse yedi gün uzakta Hafız Ali , manevi telefonuyla işitiyor gibi, aynı vakit bana yazıyor ki: “Evet, Üstadım, Risale-i Nurun bir kerametidir ki, ata et, arslana ot atmaz. Belki ata ot, arslana et atar ki, o arslan hocaya İhlas Risalesini verdi.” Yedi gün sonra mektubunu aldık. Hesap ettik; aynı zamanda, ben dağda bağırırken, o da garip sözleri mektubunda yazıyormuş.

İşte, Nurun böyle bir manevi kahramanının vefatı ve gizli münafıkların aleyhimizde desiselerle bizi cezalandırmaya çalışmaları ve benim zehirli hastalığımdan dolayı beni de hastahaneye resmi emirle mecbur etmek endişesi bizi sıkarken, birden inayet-i İlahiye imdada geldi. Mübarek kardeşlerimin halis dualarıyla zehirin tehlikesi geçmiş ve o merhum şehidin, kuvvetli emarelerle, kabrinde Nurlarla meşgul olması ve sual meleklerine Nurlarla cevap vermesi; ve onun bedeline ve onun sisteminde Nurlara çalışacak Denizli kahramanı Hasan Feyzi ve arkadaşları perde altında tesirli bir surette hizmetleri; ve düşmanlarımızın dahi, mahpusların birden Nurlarla ıslah olmaları cihetinde, hapisten çıkmamıza taraftar olması; ve Ashab-ı Kehf misilli Nur şakirtleri o sıkıntılı çilehaneyi Ashab-ı Kehf ve eski zaman ehl-i riyazatının mağaralarına çevirmesi; ve istirahat-i kalble Nurların neşrine ve yazmasına sayleriyle, inayet-i Rabbaniyenin imdadımıza yetiştiğini ispat etti.

Hem kalbime geldi ki, madem İmam-ı azam gibi eazım-ı müçtehidin hapis çekmiş ve İmam-ı Ahmed ibni Hanbel gibi bir mücahid-i ekber, Kuranın birtek meselesi için hapiste pek çok azap verilmiş ve şekva etmeyerek, kemal-i sabırla sebat edip o meselelerde sükut etmemiş. Ve pek çok imamlar ve allameler, sizlerden pek çok ziyade azap verildiği halde, kemal-i sabır içinde şükredip sarsılmamışlar. Elbette sizler, Kuranın müteaddit hakikatleri için pek büyük sevap ve kazanç aldığınız halde pek az zahmet çektiğinize binler teşekkür etmek borcunuzdur. Evet, zulm-ü beşer içinde bir cilve-i inayet-i Rabbaniyeyi kısaca beyan edeceğim:

Ben yirmi yaşındayken tekrarla derdim: “Eski zamanda mağaralara çekilen tariküddünyalar gibi, ahir ömrümde ben de bir mağaraya, bir dağa çekilip insanların hayat-ı içtimaiyesinden çıkacağım.” Hem eski Harb-i Umumide şark-ı şimalideki esaretimde karar vermiştim ki, “Bundan sonra ömrümü mağaralarda geçireceğim. Hayat-ı siyasiyeden ve içtimaiyeden sıyrılacağım. Artık karışmak yeter” derken, inayet-i Rabbaniye, hem adalet-i kaderiye tecelli ettiler. Kararımdan ve arzumdan çok ziyade hayırlı bir surette, ihtiyarlığıma merhameten, o mutasavver mağaralarımı hapishanelere ve inzivalara ve yalnızlık içinde çilehanelere ve tecrid-i mutlak menzillerine çevirdi. Ehl-i riyazet ve münzevilerin dağlardaki mağaralarının çok fevkinde Yusufiye medreseleri ve vaktimizi zayi etmemek için tecridhaneleri verdi. Hem mağara faide-i uhreviyesini, hem hakaik-i imaniye ve Kuraniyenin mücahidane hizmetini verdi. Hatta ben azmetmiştim ki, arkadaşlarımın beraatlerinden sonra bir suç gösterip hapiste kalacağım. Hüsrev ve Feyzi gibi mücerredler benim yanımda kalsın ve bir bahane ile, insanlarla görüşmemek ve vaktimi lüzumsuz sohbetlerle ve tasannu ve hodfuruşlukla geçirmemek için tecrid koğuşunda bulunacağım. Fakat kader-i İlahi ve kısmetimiz bizi başka çilehaneye sevk ettiler.
اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ عَسٰۤى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ
sırrıyla, ihtiyarlığıma merhameten ve hizmet-i imaniyede daha ziyade çalıştırmak için, ihtiyar ve kudretimizin haricinde bu üçüncü medrese-i Yusufiyede vazife verildi.

Evet, inayet-i İlahiye, ihtiyarlığıma merhameten, kuvvetli ve gizli düşmanı bulunmayan gençliğime mahsus olan mağaralarımı, hapishanenin tecrid-i münferit menzillerine çevirmesinde üç hikmet ve hizmet-i Nuriyeye üç ehemmiyetli faydası var:

Birinci hikmet ve faide: Nur talebelerinin bu zamanda toplanmaları, zararsız olarak, medrese-i Yusufiyede olur. Ve birbirini görüp sohbet etmek, hariçte masraflı ve şüpheli olur. Hatta benimle görüşmek için bazıları kırk elli lirayı sarf ederek gelip, ya yirmi dakika veya hiç görüşmeden döner, giderdi. Ben bazı kardeşlerimi yakından görmek için hapsin zahmetini severek kabul ederdim. Demek hapis bizim için bir nimettir, bir rahmettir.

İkinci hikmet ve faide: Bu zamanda Nurlarla hizmet-i imaniye, her tarafta ilanatla ve muhtaç olanların nazar-ı dikkatlerini celb etmekle olur. İşte, hapsimizle, Nurlara nazar-ı dikkat celb olunur, bir ilanat hükmüne geçer. En ziyade muannid veya muhtaç olanlar onu bulur, imanını kurtarır ve inadı kırılır, tehlikeden kurtulur ve Nurun dershanesi genişlenir.

Üçüncü hikmet ve faide: Hapse giren Nur talebeleri birbirinin hallerinden, seciyelerinden, ihlas ve fedakarlıklarından ders almalarıyla beraber, Nurlar hizmetinde dünyevi menfaatleri daha aramazlar.

Evet, medrese-i Yusufiyede, çok emarelerle, her sıkıntı ve zahmetin on, belki yüz misli maddi ve manevi faydalar ve güzel neticeler ve imana geniş ve halis hizmetler, gözleriyle gördüklerinden, tam ihlasa muvaffak olurlar, daha cüzi ve hususi menfaatlere tenezzül etmezler.

Bu çilehanelerin bana mahsus bir letafeti ve hazin, fakat tatlı bir vaziyeti var. Şöyle ki:

Ben gençlik zamanında bizim memlekette gördüğüm eski medresenin aynı vaziyetini görüyorum. Çünkü, vilayat-ı şarkiyede eski adet medrese talebelerinin bir kısmının tayınatları dışarıdan geliyordu. Ve bazı medreseler, içinde pişiriyorlardı. Ve daha kaç cihette bu çilehaneye benziyorlardı. Ben de lezzetli bir tahassür içinde buraya baktıkça, o eski gençlik ve şirin zamana hayalen gidiyorum ve ihtiyarlık vaziyetlerini unutuyorum.

Yirmi Altıncı Lemanın Zeyli
Yirmi Birinci Mektup olup, Mektubat mecmuasına idhal edildiğinden buraya derc edilmedi.