"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Yirmi Üçüncü Lema

Tabiat Risalesi
On Yedinci Lemanın On Altıncı Notası iken, ehemmiyetine binaen, Yirmi Üçüncü Lema olmuştur. Tabiattan gelen fikr-i küfriyi dirilmeyecek bir surette öldürüyor, küfrün temel taşını zirüzeber ediyor.

İHTAR: Şu Notada, tabiiyyunun münkir kısmının gittikleri yolun içyüzü ne kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduğu, laakal doksan muhali tazammun eden Dokuz Muhal ile beyan edilmiş. Sair risalelerde o muhaller kısmen izah edildiğinden; burada gayet muhtasar olmak haysiyetiyle, bazı basamaklar tayyedilmiştir. Onun için, birden bire, “Bu kadar zahir ve aşikare bir hurafeyi nasıl bu meşhur akıl feylesoflar kabul etmişler, o yolda gidiyorlar?” hatıra geliyor.

Evet, onlar mesleklerinin içyüzünü görememişler. Hem, hakikat-i meslekleri ve mesleklerinin lazımı ve muktezası odur ki, yazılmış herbir muhalin ucunda beyan edilen o çirkin ve müstekreh ve gayr-ı makul hülasa-i mezhepleri ve mesleklerinin lazımı ve zaruri muktezası olduğunu gayet bedihi ve kati burhanlarla, şüphesi olanlara tafsilen beyan ve ispat etmeye hazırım.
قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ

Şu ayet-i kerime, istifham-ı inkari ile, “Cenab-ı Hak hakkında şek olmaz ve olmamalı” demekle, vücud ve vahdaniyet-i İlahiye bedahet derecesinde olduğunu gösteriyor.

Şu sırrı izahtan evvel bir ihtar: 1338de Ankaraya gittim. İslam Ordusunun Yunana galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkarı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. “Eyvah,” dedim. “Bu ejderha imanın erkanına ilişecek!” O vakit, şu ayet-i kerime bedahet derecesinde vücud ve vahdaniyeti ifham ettiği cihetle, ondan istimdad edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kuran-ı Hakimden alınan kuvvetli bir burhanı, Nurun Arabi risalesinde yazdım. Ankarada, Yeni Gün Matbaasında tab ettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabi bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli burhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu. Bilmecburiye, o burhanı Türkçe olarak bir derece beyan edeceğim. O burhanın bazı parçaları bazı risalelerde tam izah edildiğinden, burada icmalen yazılacaktır. Sair risalelerde inkısam etmiş olan müteaddit burhanlar, bu burhanda kısmen ittihad ediyor, herbiri bunun bir cüzü hükmüne geçiyor.

Mukaddime
Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz.
Birincisi: Evcedethul-esbab, yani, “Esbab bu şeyi icad ediyor.”

İkincisi: Teşekkele binefsihi, yani, “Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.”

Üçüncüsü: İktezathut-tabiat, yani, “Tabiidir, tabiat iktiza edip icad ediyor.”

Evet, madem mevcudat var ve inkar edilmez. Hem, her mevcut sanatlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadim değil, yeniden oluyor. Herhalde, ey mülhid, bu mevcudu, mesela bu hayvanı, ya diyeceksin ki, esbab-ı alem onu icad ediyor, yani esbabın içtimaında o mevcut vücut buluyor; veyahut o kendi kendine teşekkül ediyor; veyahut, tabiat muktezası olarak, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor; veyahut bir Kadir-i Zülcelalin kudretiyle icad edilir.

Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur. Evvelki üç yol muhal, battal, mümteni, gayr-ı kabil oldukları kati ispat edilse, bizzarure ve bilbedahe, dördüncü yol olan tarik-i vahdaniyet şeksiz, şüphesiz sabit olur.

AMMA BİRİNCİ YOL ki, esbab-ı alemin içtimaıyla teşkil-i eşya ve vücud-u mahlukattır. Pek çok muhalatından yalnız üç tanesini zikrediyoruz.

BİRİNCİSİ
Bir eczahanede, gayet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden, zihayat bir macun istenildi. Hem hayattar, harika bir tiryak, onlardan yapılmak icap etti. Geldik, o eczahanede, o zihayat macunun ve hayattar tiryakın çoklukla efradını gördük. O macunlardan herbirisini tetkik ettik.

Görüyoruz ki, o kavanoz şişelerden herbirisinden, bir mizan-ı mahsusla, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından, ve hakeza, muhtelif miktarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa, o macun zihayat olamaz, hasiyetini gösteremez. Hem o hayattar tiryakı da tetkik ettik. Herbir kavanozdan bir mizan-ı mahsusla bir madde alınmış ki, zerre miktarı noksan veya ziyade olsa, tiryak hassasını kaybeder.

O kavanozlar elliden ziyade iken, herbirisinden ayrı bir mizanla alınmış gibi, ayrı ayrı miktarda eczaları alınmış.

Acaba hiçbir cihette imkan ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, herbirisinden alınan miktar kadar, yalnız o miktar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler? Acaba bundan daha hurafe, muhal, batıl birşey var mı? Eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, “Bu fikri kabul etmem” diye kaçacaktır.

İşte bu misal gibi, herbir zihayat, elbette zihayat bir macundur. Ve herbir nebat, hayattar bir tiryak gibidir ki, çok müteaddit eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçüyle alınan maddelerden terkip edilmiştir. Eğer esbaba, anasıra isnad edilse ve “Esbab icad etti” denilse, aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden vücut bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhal ve batıldır.

Elhasıl, şu eczahane-i kübra-yı alemde, Hakim-i Ezelinin mizan-ı kaza ve kaderiyle alınan mevadd-ı hayatiye, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve herşeye şamil bir irade ile vücut bulabilir. “Kör, sağır, hudutsuz, sel gibi akan külli anasır ve tabayi ve esbabın işidir” diyen bedbaht, “O tiryak-ı acip, kendi kendine, şişelerin devrilmesinden çıkıp olmuştur” diyen divane bir hezeyancı, sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır. Evet, o küfür ahmakane, sarhoşane, divanece bir hezeyandır.

İKİNCİ MUHAL
Eğer herşey, Vahid-i Ehad olan Kadir-i Zülcelale verilmezse, belki esbaba isnad edilse, lazım gelir ki, alemin pek çok anasır ve esbabı, herbir zihayatın vücudunda müdahalesi bulunsun. Halbuki, sinek gibi bir küçük mahlukun vücudunda, kemal-i intizamla, gayet hassas bir mizan ve tamam bir ittifakla, muhtelif ve birbirine zıt, mübayin esbabın içtimaı o kadar zahir bir muhaldir ki, sinek kanadı kadar şuuru bulunan, “Bu muhaldir, olamaz” diyecektir.

Evet, bir sineğin küçücük cismi, kainatın ekser anasır ve esbabıyla alakadardır, belki bir hülasasıdır. Eğer Kadir-i Ezeliye verilmezse, o esbab-ı maddiye, onun vücudu yanında bizzat hazır bulunmak lazım; belki onun küçücük cismine girmek gerektir. Belki, cisminin küçük bir nümunesi olan gözündeki bir hücresine girmeleri icap ediyor. Çünkü, sebep maddi ise, müsebbebin yanında ve içinde bulunması lazım geliyor. Şu halde, iki sineğin iğne ucu gibi parmakları yerleşmeyen o hücrecikte, erkan-ı alem ve anasır ve tabayiin, maddeten içinde bulunup, usta gibi içinde çalıştıklarını kabul etmek lazım geliyor. İşte, Sofestainin en eblehleri dahi böyle bir meslekten utanıyor.

ÜÇÜNCÜ MUHAL
اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ kaide-i mukarreresiyle, “Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir vahidden, bir elden sudur edebilir.” Hususan o mevcut, gayet mükemmel bir intizam ve hassas bir mizan içinde ve cami bir hayata mazhar ise, bilbedahe, sebeb-i ihtilaf ve keşmekeş olan müteaddit ellerden çıkmadığını, belki gayet kadir, hakim olan birtek elden çıktığını gösterdiği halde; hadsiz ve camid ve cahil, mütecaviz, şuursuz, karmakarışıklık içinde, kör, sağır esbab-ı tabiiyenin karmakarışık ellerine—hadsiz imkanat yolları içinde ve içtima ve ihtilatla o esbabın körlüğü, sağırlığı ziyadeleştiği halde—o muntazam ve mevzun ve vahid bir mevcudu onlara isnad etmek, yüz muhali birden kabul etmek gibi akıldan uzaktır.

Haydi, bu muhalden kat-ı nazar, esbab-ı maddiyenin elbette tesirleri, mübaşeretle ve temasla olur. Halbuki, o esbab-ı tabiiyenin temasları, zihayat mevcutların zahirleriyledir. Halbuki görüyoruz ki, o esbab-ı maddiyenin elleri yetişmediği ve temas edemedikleri o zihayatın batını, on defa zahirinden daha muntazam, daha latif, sanatça daha mükemmeldir. Esbab-ı maddiyenin elleri ve aletleriyle hiçbir cihetle yerleşemedikleri, belki tam zahirine de temas edemedikleri küçücük zihayat, küçücük hayvancıklar, en büyük mahluklardan daha ziyade sanatça acip, hilkatçe bedi bir surette oldukları halde, o camid, cahil, kaba, uzak, büyük ve birbirine zıt olan sağır, kör esbaba isnad etmek, yüz derece kör, bin derece sağır olmakla olur.

AMMA İKİNCİ MESELE teşekkele binefsihidir. Yani, “Kendi kendine teşekkül ediyor.” İşte bu cümlenin dahi çok muhalatı var; çok cihetle batıldır, muhaldir. Nümune için, muhalatından üç tanesini beyan ederiz.

BİRİNCİSİ
Ey muannid münkir! Senin enaniyetin seni o kadar ahmaklaştırmış ki, yüz muhali birden kabul etmeyi bir derece hükmediyorsun. Çünkü sen mevcutsun. Ve basit bir madde ve camid ve tagayyürsüz değilsin. Belki, daima teceddüdde olarak, gayet muntazam bir makine ve harika ve daima tahavvülde bir saray gibisin. Senin vücudunda her vakit zerreler çalışıyorlar. Senin vücudun kainatla, hususan rızık münasebetiyle, hususan bekà-yı nevi itibarıyla alakadar ve alışverişi vardır. Senin vücudunda çalışan zerreler, o münasebatı bozmamak ve o alakadarlığı kırmamak için dikkat ediyorlar, öylece ihtiyatla ayaklarını atıyorlar. Güya bütün kainata bakıyorlar, senin münasebatını kainatta görüp öyle vaziyet alıyorlar. Sen zahiri ve batıni duygularınla, o zerrelerin o harika vaziyetine göre istifade edersin.

Eğer sen vücudundaki zerreleri, Kadir-i Ezelinin kanunuyla hareket eden küçücük memurları veya bir ordusu veya kalem-i kaderin uçları (herbir zerre bir kalem ucu) veya kalem-i kudretin noktaları (herbir zerre bir nokta) olduğunu kabul etmezsen, o vakit senin gözünde çalışan herbir zerreye öyle bir göz lazım ki, senin mecmu-u cesedinin her tarafını görmekle beraber, münasebettar olduğun bütün kainatı dahi görecek bir gözü ve bütün senin mazi ve müstakbel ve nesil ve aslın ve anasırının menbalarını ve rızkının madenlerini bilecek, tanıyacak, yüz dahi kadar bir akıl vermek lazım geliyor. Senin gibi bu meselelerde zerre kadar aklı olmayanın bir zerresine bin Eflatun kadar bir ilim ve şuur vermek, bin derece divanece bir hurafeciliktir.

İKİNCİ MUHAL

Senin vücudun bin kubbeli harika bir saraya benzer ki, her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine baş başa verip muallakta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha aciptir. Çünkü, o saray-ı vücudun, daima, kemal-i intizamla tazelenmektedir. Gayet harika olan ruh, kalb ve manevi letaiften kat-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir aza, bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi birbirleriyle kemal-i muvazene ve intizamla başbaşa verip, harika bir bina, fevkalade bir sanat, göz ve dil gibi acip birer mucize-i kudret gösteriyorlar.

Eğer bu zerreler, şu alemin ustasının emrine tabi birer memur olmasalar, o vakit herbir zerre, umum o cesetteki zerrelere hem hakim-i mutlak, hem herbirisine mahkum-u mutlak, hem herbirisine misil, hem hakimiyet noktasında zıt, hem yalnız Vacibül-Vücuda mahsus olan ekser sıfatın masdarı, menbaı, hem gayet mukayyet, hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber, sırr-ı vahdetle yalnız bir Vahid-i Ehadin eseri olabilen gayet muntazam bir masnu-u vahidi o hadsiz zerrata isnad etmek—zerre kadar şuuru olan, bunun pek zahir bir muhal, belki yüz muhal olduğunu derk eder.

ÜÇÜNCÜ MUHAL
Eğer senin vücudun, Vahid-i Ehad olan Kadir-i Ezelinin kalemiyle mektub olmazsa ve tabiata, esbaba mensup matbu ise, o vakit senin vücudundaki bir hüceyre-i bedenden tut, birbiri içinde daireler misilli, binler mürekkepler adedince tabiat kalıplarının bulunması lazım gelir. Çünkü, mesela bu elimizdeki kitap eğer mektub olsa, birtek kalem, katibinin ilmine istinad edip bütün onları yazar. Eğer o mektub olmazsa ve onun kalemine verilmezse, “Kendi kendine olmuş” denilse veya tabiata verilse, o vakit matbu kitap gibi herbir harfi için ayrı bir demir kalem lazımdır ki, tab edilsin.

Nasıl ki, matbaada hurufat adedince demir harfler bulunur, sonra o harfler vücut bulur. O vakit birtek kaleme bedel, o hurufat adedince kalemler bulunması lazım gelir. Belki o hurufat içinde—bazan olduğu gibi—küçük kalemle bir büyük harfte bir sayfa ince hatla yazılmış ise, binler kalem birtek harf için lazım geliyor. Belki, birbirinin içine girip muntazam bir vaziyetle senin cesedin gibi bir şekil alıyorsa, o vakit herbir dairede, herbir cüz için, o mürekkebat adedince kalıplar lazım geliyor. Haydi, yüz muhal içinde bulunan bu tarzı mümkün desen dahi, bu muntazam sanatlı demir harfleri ve mükemmel kalıpları ve kalemleri yapmak için, yine birtek kaleme verilmezse, o kalemler, o kalıplar, o demir harflerin yapılması için, onların adetlerince yine kalemler, kalıplar ve harfler lazım. Çünkü onlar da yapılmışlar ve onlar da muntazam sanatlıdırlar. Ve hakeza, müteselsilen gittikçe gidecek.

İşte, sen de anla, bu öyle bir fikirdir ki, senin zerratın adedince muhalat ve hurafeler, içinde bulunuyor. Ey muannid muattıl! Sen de utan, bu dalaletten vazgeç.

ÜÇÜNCÜ KELİME: İktezathut-tabiat, yani, “Tabiat iktiza ediyor, tabiat yapıyor.” İşte bu hükmün çok muhalatı var. Nümune için üçünü zikrediyoruz.

BİRİNCİSİ
Eğer mevcudatta, hususan zihayatta görünen, basirane, hakimane olan sanat ve icad Şems-i Ezelinin kalem-i kader ve kudretine verilmezse, belki kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse, lazım gelir ki, tabiat, icad için herşeyde hadsiz manevi makine ve matbaaları bulundursun; veyahut herşeyde kainatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet derc etsin. Çünkü, nasıl şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde görünüyor. Eğer o misali ve aksi güneşçikler semadaki tek güneşe isnad edilmese, lazım gelir ki, bir kibrit başı yerleşmeyen bir zerrecik cam parçasında tabii, fıtri ve güneşin hasiyetlerine malik, zahiren küçük, manen çok derin bir güneşin harici vücudunu kabul ederek, zerrat-ı zücaciye adedince tabii güneşleri kabul etmek lazım geldiği gibi; aynen bu misal gibi, mevcudat ve zihayat doğrudan doğruya Şems-i Ezelinin cilve-i esmasına verilmezse, herbir mevcutta, hususan herbir zihayatta, hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, adeta bir ilahı, içinde kabul etmek lazım gelir. Bu tarz-ı fikir ise, kainattaki muhalatın en batılı, en hurafesidir. Halık-ı Kainatın sanatını mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren insan, elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir.

İKİNCİ MUHAL
Eğer gayet intizamlı, mizanlı, sanatlı, hikmetli şu mevcudat, nihayetsiz kadir, hakim bir zata verilmezse, belki tabiata isnad edilse, lazım gelir ki, tabiat, herbir parça toprakta, Avrupanın umum matbaaları ve fabrikaları adedince makineleri, matbaaları bulundursun, ta o parça toprak, menşe ve tezgah olduğu hadsiz çiçekler ve meyvelerin yetişmelerine ve teşkillerine medar olabilsin. Çünkü, çiçekler için saksılık vazifesini gören bir kase toprak, içine tohumları nöbetle atılan umum çiçeklerin birbirinden çok ayrı olan şekil ve heyetlerini teşkil ve tasvir edebilir bir kabiliyeti, bilfiil görülüyor. Eğer Kadir-i Zülcelale verilmezse, o vakit, o kasedeki toprakta, herbir çiçek için manevi, ayrı, tabii bir makinesi bulunmazsa, bu hal vücuda gelemez. Çünkü tohumlar ise, nutfeler ve yumurtalar gibi, maddeleri birdir. Yani, müvellidülma, müvellidülhumuza, karbon, azotun intizamsız, şekilsiz, hamur gibi halitasından ibaret olmakla beraber; hava, su, hararet, ziya dahi, herbiri basit ve şuursuz ve herşeye karşı sel gibi bir tarzda gittiğinden, o hadsiz çiçeklerin teşkilleri ayrı ayrı ve gayet muntazam ve sanatlı olarak o topraktan çıkması, bilbedahe ve bizzarure iktiza ediyor ki, o kasede bulunan toprakta, manen Avrupa kadar, manevi ve küçük mikyasta matbaaları ve fabrikaları bulunsun. Ta ki, bu kadar hayattar kumaşları ve binler ayrı ayrı nakışlı mensucatları dokuyabilsin.

İşte, tabiiyyunların fikr-i küfrileri ne derece daire-i akıldan hariç saptığını kıyas et. Ve tabiatı mucid zanneden insan suretindeki ahmak sarhoşlar “Mütefennin ve akıllıyız” diye dava ettikleri halde, akıl ve fenden ne kadar uzak düştüklerini ve mümteni ve hiçbir cihetle mümkün olmayan bir hurafeyi kendilerine meslek ittihaz ettiklerini gör, gül ve tükür!

Eğer desen: Mevcudat tabiata isnad edilse böyle acip muhaller olur, imtina derecesinde müşkilat olur. Acaba Zat-ı Ehad ve Samede verildiği vakit o müşkilat nasıl kalkıyor? Ve o suubetli imtina, o suhuletli vücuba nasıl inkılap eder?

Elcevap: Birinci Muhalde, nasıl ki güneşin cilve-i inikası kemal-i suhuletle, külfetsiz, en küçük zerrecik camdan tut, ta en büyük bir denizin yüzüne kadar feyzini ve tesirini misali güneşçiklerle gayet kolaylıkla gösterdikleri halde, eğer güneşten nisbeti kesilse, o vakit herbir zerrecikte tabii ve bizzat bir güneşin harici vücudu, imtina derecesinde bir suubetle olabilmesi kabul edilmek lazım gelir. Öyle de, herbir mevcut, doğrudan doğruya Zat-ı Ehad ve Samede verilse, vücub derecesinde bir suhulet, bir kolaylıkla ve bir intisap ve cilve ile, herbir mevcuda lazım herbir şey ona yetiştirilebilir.

Eğer o intisap kesilse ve o memuriyet başıbozukluğa dönse ve herbir mevcut kendi başına ve tabiata bırakılsa, o vakit imtina derecesinde yüz bin müşkilat ve suubetle, sinek gibi bir zihayatın, kainatın küçük bir fihristesi olan gayet harika makine-i vücudunu icad eden, içindeki kör tabiatın, kainatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet sahibi olduğunu farz etmek lazım gelir. Bu ise bir muhal değil, belki binler muhaldir.

Elhasıl, nasıl ki Zat-ı Vacibül-Vücudun şerik ve naziri mümteni ve muhaldir; öyle de rububiyetinde ve icad-ı eşyada başkalarının müdahalesi, şerik-i zati gibi mümteni ve muhaldir.

Amma İkinci Muhaldeki müşkilat ise: Müteaddit risalelerde ispat edildiği gibi, eğer bütün eşya Vahid-i Ehade verilse, bütün eşya birtek şey gibi suhuletli ve kolay olur. Eğer esbaba ve tabiata verilse, birtek şey umum eşya kadar müşkilatlı olduğu, müteaddit ve kati burhanlarla ispat edilmiş. Bir burhanın hülasası şudur ki:

Nasıl ki bir adam, bir padişaha askerlik veya memuriyet cihetiyle intisap etse, o memur ve o asker, o intisap kuvvetiyle, yüz bin defa kuvvet-i şahsiyesinden fazla işlere medar olabilir. Ve padişahı namına, bazan bir şahı esir eder. Çünkü gördüğü işlerin ve yaptığı eserlerin cihazatını ve kuvvetini kendi taşımıyor ve taşımaya mecbur olmuyor. O intisap münasebetiyle, padişahın hazineleri ve arkasındaki nokta-i istinadı olan ordu, o kuvveti, o cihazatı taşıyor. Demek gördüğü işler, şahane olarak bir padişahın işi gibi ve gösterdiği eserler bir ordu eseri misilli harika olabilir.

Nasıl ki karınca o memuriyet cihetiyle Firavunun sarayını harap ediyor. Sinek o intisapla Nemrutu gebertiyor. Ve o intisapla, buğday tanesi gibi bir çam çekirdeği, koca çam ağacının bütün cihazatını yetiştiriyor. Eğer o intisap kesilse, o memuriyetten terhis edilse, yapacağı işlerin cihazatını ve kuvvetini, belinde ve bileğinde taşımaya mecburdur. O vakit, o küçücük bileğindeki kuvvet miktarınca ve belindeki cephane adedince iş görebilir. Evvelki vaziyette gayet kolaylıkla gördüğü işleri bu vaziyette ondan istenilse, elbette bileğinde bir ordu kuvvetini ve belinde bir padişahın cihazat-ı harbiye fabrikasını yüklemek lazım gelir ki, güldürmek için acip hurafeleri ve masalları hikaye eden maskaralar dahi bu hayalden utanıyorlar.

Elhasıl, Vacibül-Vücuda her mevcudu vermek, vücub derecesinde bir suhuleti var. Ve tabiata icad cihetinde vermek, imtina derecesinde müşkül ve haric-i daire-i akliyedir.

ÜÇÜNCÜ MUHAL
Bu Muhali izah edecek, bazı risalelerde beyan edilen iki misal:

BİRİNCİ MİSAL: Bütün asar-ı medeniyetle tekmil ve tezyin edilmiş, hali bir sahrada kurulmuş, yapılmış bir saraya gayet vahşi bir adam girmiş, içine bakmış. Binlerle muntazam sanatlı eşyayı görmüş. Vahşetinden, ahmaklığından, “Hariçten kimse müdahale etmeyip, o saray içinde o eşyadan birisi o sarayı müştemilatıyla beraber yapmıştır” diye taharriye başlıyor. Hangi şeye bakıyor, o vahşetli aklı dahi kabil görmüyor ki, o şey bunları yapsın. Sonra, o sarayın teşkilat programını ve mevcudat fihristesini ve idare kanunları içinde yazılı olan bir defteri görür. Çendan, elsiz ve gözsüz ve çekiçsiz olan o defter dahi, sair içindeki şeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur ki, o sarayı teşkil ve tezyin etsin. Fakat muztar kalarak, bilmecburiye, eşya-yı ahare nisbeten, kavanin-i ilmiyenin bir ünvanı olmak cihetiyle, o sarayın mecmuuna bu defteri münasebettar gördüğünden, “İşte bu defterdir ki, o sarayı teşkil, tanzim ve tezyin edip bu eşyayı yapmış, takmış, yerleştirmiş” diyerek, vahşetini ahmakların, sarhoşların hezeyanına çevirmiş.

İşte, aynen bu misal gibi, hadsiz derecede misaldeki saraydan daha muntazam, daha mükemmel ve bütün etrafı mucizane hikmetle dolu şu saray-ı alemin içine, inkar-ı uluhiyete giden tabiiyyun fikrini taşıyan vahşi bir insan girer. Daire-i mümkinat haricinde olan Zat-ı Vacibül-Vücudun eser-i sanatı olduğunu düşünmeyerek ve Ondan iraz ederek, daire-i mümkinat içinde, kader-i İlahinin yazar bozar bir levhası hükmünde ve kudret-i İlahiyenin kavanin-i icraatına tebeddül ve tagayyür eden bir defteri olabilen ve pek yanlış ve hata olarak “tabiat” namı verilen bir mecmua-i kavanin-i adat-ı İlahiye ve bir fihriste-i sanat-ı Rabbaniyeyi görür. Ve der ki: “Madem bu eşya bir sebep ister. Hiçbir şeyin bu defter gibi münasebeti görünmüyor. Çendan hiçbir cihetle akıl kabul etmez ki, gözsüz, şuursuz, kudretsiz bu defter, rububiyet-i mutlakanın işi olan ve hadsiz bir kudreti iktiza eden icadı yapamaz. Fakat madem Sani-i Kadimi kabul etmiyorum; öyleyse, en münasibi, Bu defter bunu yapmış ve yapar diyeceğim” der. Biz de deriz:

Ey ahmakul-humakadan tahammuk etmiş sarhoş ahmak! Başını tabiat bataklığından çıkar, arkana bak. Zerrattan seyyarata kadar bütün mevcudat, ayrı ayrı lisanlarla şehadet ettikleri ve parmaklarıyla işaret ettikleri bir Sani-i Zülcelali gör. Ve o sarayı yapan ve o defterde sarayın programını yazan Nakkaş-ı Ezelinin cilvesini gör, fermanına bak, Kuranını dinle, o hezeyanlardan kurtul.

İKİNCİ MİSAL: Gayet vahşi bir adam, muhteşem bir kışla dairesine girer. Gayet muntazam bir ordunun umumi, beraber talimlerini, muntazam hareketlerini görür. Bir neferin hareketiyle bir tabur, bir alay, bir fırka kalkar, oturur, gider, bir ateş emriyle ateş ettiklerini müşahede eder. Onun kaba, vahşi aklı, bir kumandanın, devletin nizamatıyla ve kanun-u padişahi ile o kumandanın emrini, kumandasını anlamayıp inkar ettiğinden, o askerlerin iplerle birbiriyle bağlı olduklarını tahayyül eder. O hayali ip ne kadar harikalı bir ip olduğunu düşünür, hayrette kalır.

Sonra gider, Ayasofya gibi gayet muazzam bir camie, Cuma gününde dahil olur. O cemaat-i Müsliminin, bir adamın sesiyle kalkar, eğilir, secde ederek oturduklarını müşahede eder. Manevi ve semavi kanunların mecmuundan ibaret olan şeriatı ve Şeriat Sahibinin emirlerinden gelen manevi düsturlarını anlamadığından, o cemaatin maddi iplerle bağlandığını ve o acip ipler onları esir edip oynattığını tahayyül ederek, en vahşi, insan suretindeki canavar hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı bir fikirle çıkar, gider.

İşte, aynı bu misal gibi, Sultan-ı Ezel ve Ebedin hadsiz cünudunun muhteşem bir kışlası olan şu aleme ve o Mabud-u Ezelinin muntazam bir mescidi olan şu kainata, mahz-ı vahşet olan inkarlı fikr-i tabiatı taşıyan bir münkir giriyor. O Sultan-ı Ezelinin hikmetinden gelen nizamat-ı kainatın manevi kanunlarını birer maddi madde tasavvur ederek ve saltanat-ı rububiyetin kavanin-i itibariyesi ve o Mabud-u Ezelinin şeriat-ı fıtriye-i kübrasının, manevi ve yalnız vücud-u ilmisi bulunan ahkamlarını ve düsturlarını, birer mevcud-u harici ve maddi birer madde tahayyül ederek, kudret-i İlahiyenin yerine, o ilim ve kelamdan gelen ve yalnız vücud-u ilmisi bulunan o kanunları ikame etmek ve ellerine icad vermek, sonra da onlara “tabiat” namını takmak ve yalnız bir cilve-i kudret-i Rabbaniye olan kuvveti, bir zikudret ve müstakil bir kadir telakki etmek, misaldeki vahşiden bin defa aşağı bir vahşettir.

Elhasıl, tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsiz, tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-i hariciye sahibi ise, ancak bir sanat olabilir, sani olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Ahkamdır, hakim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şari olamaz. Mahluk bir perde-i izzettir, halık olamaz. Münfail bir fıtrattır, fatır bir fail olamaz. Kanundur, kudret değildir, kadir olamaz. Mistardır, masdar olamaz.

Elhasıl: Madem mevcudat var. Madem On Altıncı Notanın başında denildiği gibi, mevcudun vücuduna, taksim-i akli ile, dört yoldan başka yol tahayyül edilmez. O dört cihetten üçünün—herbirinin üç zahir muhallerle—butlanı kati bir surette ispat edildi. Elbette, bizzarure ve bilbedahe, dördüncü yol olan vahdet yolu, kati bir surette ispat olunuyor. O dördüncü yol ise, baştaki اَفِى اللهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ ayeti, şeksiz ve şüphesiz, bedahet derecesinde, Zat-ı Vacibül-Vücudun uluhiyetini ve herşey doğrudan doğruya dest-i kudretinden çıktığını ve semavat ve arz kabza-i tasarrufunda bulunduğunu gösteriyor.

Ey esbabperest ve tabiata tapan biçare adam! Madem herşeyin tabiatı, herşey gibi mahluktur; çünkü sanatlıdır ve yeni oluyor. Hem her müsebbep gibi, zahiri sebebi dahi masnudur. Ve madem herşeyin vücudu pek çok cihazat ve aletlere muhtaçtır. O halde, o tabiatı icad eden ve o sebebi halk eden bir Kadir-i Mutlak var. Ve o Kadir-i Mutlakın ne ihtiyacı var ki, aciz vesaiti rububiyetine ve icadına teşrik etsin? Haşa! Belki doğrudan doğruya, müsebbebi sebep ile beraber halk ederek, cilve-i esmasını ve hikmetini göstermek için, bir tertip ve tanzim ile zahiri bir sebebiyet, bir mukarenet vermekle, eşyadaki zahiri kusurlara, merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci olmak için, esbab ve tabiatı dest-i kudretine perde etmiş, izzetini o suretle muhafaza etmiş.

Acaba bir saatçi, saatin çarklarını yapsın, sonra saati çarklarla tertip edip tanzim etsin, daha mı kolaydır? Yoksa harika bir makineyi o çarklar içinde yapsın, sonra saatin yapılmasını o makinenin camid ellerine versin, ta saati yapsın, daha mı kolaydır? Acaba imkan haricinde değil midir? Haydi, o insafsız aklınla sen söyle, sen hakim ol.

Veyahut bir katip mürekkep, kalem, kağıdı getirdi. Onunla kendi bizzat o kitabı yazsa daha mı kolaydır? Yoksa o kağıt, mürekkep, kalem içinde, o kitaptan daha sanatlı, daha zahmetli, yalnız o tek kitaba mahsus olarak bir yazı makinesi icad etsin, sonra o şuursuz makineye “Haydi, sen yaz” desin de kendi karışmasın, daha mı kolaydır? Acaba yüz defa yazıdan daha müşkül değil midir?

Eğer desen: Evet, bir kitabı yazan makinenin icadı o kitaptan yüz defa daha müşküldür. Fakat o makine, aynı kitabın birçok nüshalarını yazmasına vasıta olmak cihetiyle, belki bir kolaylık var.

Elcevap: Nakkaş-ı Ezeli, hadsiz kudretiyle, nihayetsiz cilve-i esmasını her vakit tazelendirmekle ayrı ayrı şekilde göstermek için, eşyadaki teşahhusları ve hususi simaları öyle bir surette halk etmiştir ki, hiçbir mektub-u Samedani ve hiçbir kitab-ı Rabbani, diğer kitapların aynı aynına olamıyor. Alaküllihal, ayrı manaları ifade etmek için, ayrı bir siması bulunacak.

Eğer gözün varsa, insanın simasına bak, gör ki: Zaman-ı ademden şimdiye kadar, belki ebede kadar, bu küçük simada, aza-yı esaside ittifakla beraber, herbir sima, umum simalara nisbeten, herbirisine karşı birer alamet-i farikası var olduğu katiyen sabittir. Bunun için, herbir sima ayrı bir kitaptır. Yalnız sanatın tanzimi için ayrı bir yazı takımı ve ayrı bir tertip ve telif ister. Ve maddelerini hem getirmek, hem yerleştirmek ve hem de vücuda lazım olan herşeyi derc etmek için, bütün bütün başka bir tezgah ister.

Haydi, farz-ı muhal olarak, tabiata bir matbaa nazarıyla baktık. Fakat bir matbaaya ait olan tanzim ve basmak, yani, muayyen intizamını kalıba sokmaktan başka, o tanzimin icadından, icadları yüz derece daha müşkül bir zihayatın cismindeki maddeleri aktar-ı alemden mizan-ı mahsusla ve has bir intizamla icad etmek ve getirmek ve matbaa eline vermek için, yine o matbaayı icad eden Kadir-i Mutlakın kudret ve iradesine muhtaçtır. Demek bu matbaalık ihtimali ve farzı, bütün bütün manasız bir hurafedir.

İşte bu saat ve kitap misalleri gibi, Sani-i Zülcelal, Kadir-i Külli Şey, esbabı halk etmiş, müsebbebatı da halk ediyor. Hikmetiyle, müsebbebatı esbaba bağlıyor. Kainatın harekatının tanzimine dair kavanin-i adetullahtan ibaret olan şeriat-ı fıtriye-i kübra-yı İlahiyenin bir cilvesini ve eşyadaki o cilvesine yalnız bir ayine ve bir makes olan tabiat-ı eşyayı, iradesiyle tayin etmiştir. Ve o tabiatın vücud-u hariciye mazhar olan veçhini, kudretiyle icad etmiş ve eşyayı o tabiat üzerinde halk etmiş, birbirine mezc etmiş. Acaba gayet derecede makul ve hadsiz burhanların neticesi olan bu hakikatin kabulü mü daha kolaydır? Acaba vücub derecesinde lazım değil midir? Yoksa camid, şuursuz, mahluk, masnu, basit olan o sebep ve tabiat dediğiniz maddelere, herbir şeyin vücuduna lazım hadsiz cihazat ve alatı verip hakimane, basirane olan işleri kendi kendilerine yaptırmak mı daha kolaydır? Acaba imtina derecesinde imkan haricinde değil midir? Senin o insafsız aklının insafına havale ediyoruz.

Münkir ve tabiatperest diyor ki: “Madem beni insafa davet ediyorsun. Ben de diyorum ki: Şimdiye kadar yanlış gittiğimiz yol hem yüz derece muhal, hem gayet zararlı ve nihayet derecede çirkin bir meslek olduğunu itiraf ediyorum. Sabık tahkikatınızdan, zerre miktar şuuru bulunan anlayacak ki, esbaba, tabiata icad vermek mümtenidir, muhaldir. Ve herşeyi doğrudan doğruya Vacibül-Vücuda vermek vaciptir, zaruridir. Elhamdü lillahi alel-iman deyip iman ediyorum.

“Yalnız bir şüphem var: Cenab-ı Hakkın Halık olduğunu kabul ediyorum. Fakat bazı cüzi esbabın ehemmiyetsiz şeylerde icada müdahaleleri ve bir parça medh ü sena kazanmaları, saltanat-ı rububiyetine ne zarar verir? Saltanatına noksaniyet gelir mi?”

Elcevap: Bazı risalelerde gayet kati ispat ettiğimiz gibi, hakimiyetin şeni, müdahaleyi reddetmektir. Hatta, en edna bir hakim, bir memur, daire-i hakimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor. Hatta, hakimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı dindar padişahlar, halife oldukları halde masum evlatlarını katletmeleri, bu redd-i müdahale kanununun hakimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor. Bir nahiyede iki müdürden tut, ta bir memlekette iki padişaha kadar, hakimiyetteki istiklaliyetin iktiza ettiği men-i iştirak kanunu, tarih-i beşerde çok acip hercümerc ile kuvvetini göstermiş.

Acaba aciz ve muavenete muhtaç insanlardaki amiriyet ve hakimiyetin bir gölgesi bu derece müdahaleyi reddetmeyi ve başkasının müdahalesini men etmeyi ve hakimiyetinde iştirak kabul etmemeyi ve makamında istiklaliyetini nihayet taassupla muhafazaya çalışmayı gör; sonra, hakimiyet-i mutlaka rububiyet derecesinde; ve amiriyet-i mutlaka uluhiyet derecesinde; ve istiklaliyet-i mutlaka ehadiyet derecesinde; ve istiğna-yı mutlak kadiriyet-i mutlaka derecesinde bir Zat-ı Zülcelalde, bu redd-i müdahale ve men-i iştirak ve tard-ı şerik, ne derece o hakimiyetin zaruri bir lazımı ve vacip bir muktezası olduğunu, kıyas edebilirsen et.

Amma ikinci şık şüphen ki: Bazı esbab, bazı cüziyatın bazı ubudiyetlerine merci olsa, o Mabud-u Mutlak olan Zat-ı Vacibül-Vücuda müteveccih, zerrattan seyyarata kadar mahlukatın ubudiyetlerinden ne noksan gelir?

Elcevap: Şu kainatın Halık-ı Hakimi, kainatı bir ağaç hükmünde halk edip, en mükemmel meyvesini zişuur, ve zişuurun içinde en cami meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti, o Hakim-i Mutlak ve amir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kainatı halk eden o Vahid-i Ehad, bütün kainatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi? Bütün bütün hikmetine zıt olarak, netice-i hilkati ve semere-i kainatı abes eder mi? Haşa ve kella, hem hikmetini ve rububiyetini inkar ettirecek bir tarzda, mahlukatın ibadetlerini başkalara vermeye rıza gösterir mi? Hiç müsaade eder mi? Ve hem hadsiz bir derecede kendini sevdirmeyi ve tanıttırmayı efaliyle gösterdiği halde, en mükemmel mahlukatının şükür ve minnettarlıklarını, tahabbüb ve ubudiyetlerini başka esbaba vermekle kendini unutturup, kainattaki makasıd-ı aliyesini inkar ettirir mi? Ey tabiatperestlikten vazgeçen arkadaş, haydi sen söyle.

O diyor: “Elhamdü lillah, bu iki şüphem hallolmakla beraber, vahdaniyet-i İlahiyeye dair ve Mabud-u Bilhak O olduğuna ve Ondan başkaları ibadete layık olmadığına o kadar parlak ve kuvvetli iki delil gösterdin ki, onları inkar etmek, güneşi ve gündüzü inkar etmek gibi bir mükaberedir.”

Hatime
Tabiat fikr-i küfrisini terk eden ve imana gelen zat diyor ki:

Elhamdü lillah, benim şüphelerim kalmadı. Yalnız merakımı mucip olan birkaç sualim var.

BİRİNCİ SUAL: Çok tembellerden ve tariküssalatlardan işitiyoruz. diyorlar ki: “Cenab-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kuranda çok şiddet ve ısrarla, ibadeti terk edeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir cezayla tehdit ediyor? İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kuraniyeye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüzi hataya karşı nihayet şiddeti gösteriyor?”

Elcevap: Evet, Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; manen hastasın. İbadet ise, manevi yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nafi ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: “Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?” Ne kadar manasız olduğunu anlarsın.

Amma Kuranın, terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidatı ve dehşetli cezaları ise: Nasıl ki bir padişah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için, adi bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar. Öyle de, ibadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve manevi bir zulüm eder. Çünkü, mevcudatın kemalleri, Sanie müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. İbadeti terk eden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkar eder. O vakit, ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedani ve birer ayine-i esma-i Rabbaniye olan mevcudatı ali makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, camid, perişan bir vaziyette telakki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder, kemalatını inkar ve tecavüz eder.

Evet, herkes kainatı kendi ayinesiyle görür. Cenab-ı Hak, insanı kainat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu alemden hususi bir alem vermiş; o alemin rengini, o insanın itikad-ı kalbisine göre gösteriyor. Mesela, gayet meyus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve meyus suretinde görür. Gayet sürurlu ve neşeli, müjdeli ve kemal-i neşesinden gülen bir adam, kainatı neşeli, güler gördüğü gibi; mütefekkirane ve ciddi bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkarla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemalatına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve manen onların hukukuna tecavüz eder.

Hem o tariküssalat, kendi kendine malik olmadığı için, kendi malikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun maliki, o abdinin hakkını onun nefs-i emmaresinden almak için, dehşetli tehdit eder. Hem netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı olan ibadeti terk ettiğinden, hikmet-i İlahiye ve meşiet-i Rabbaniyeye karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır.

Elhasıl, ibadeti terk eden hem kendi nefsine zulmeder—nefis ise Cenab-ı Hakkın abdi ve memluküdür—hem kainatın hukuk-u kemalatına karşı bir tecavüz, bir zulümdür. Evet, nasıl ki küfür, mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi, kainatın kemalatını bir inkardır. Hem hikmet-i İlahiyeye karşı bir tecavüz olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstehak olur.

İşte bu istihkakı ve mezkur hakikati ifade etmek için, Kuran-ı Mucizül-Beyan, mucizane bir surette o şiddetli tarz-ı ifadeyi ihtiyar ederek, tam tamına hakikat-i belagat olan mutabık-ı mukteza-yı hale mutabakat ediyor.

İKİNCİ SUAL: Tabiattan vazgeçen ve imana gelen zat diyor ki: “Her mevcut, her cihette, her işinde ve herşeyinde ve her şeninde meşiet-i İlahiyeye ve kudret-i Rabbaniyeye tabi olması, çok azim bir hakikattir. Azameti cihetinde dar zihinlerimize sıkışmıyor. Halbuki gözümüzle gördüğümüz bu nihayet derecede mebzuliyet, hem hilkat ve icad-ı eşyadaki hadsiz suhulet, hem sabık burhanlarınızla tahakkuk eden, vahdet yolundaki icad-ı eşyada nihayet derecede kolaylık ve suhulet, hem nass-ı Kuran ile beyan edilen
مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَمَۤا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ gibi ayetlerin sarahaten gösterdikleri nihayet derecede kolaylık, o hakikat-i azimeyi, en makbul ve en makul bir mesele olduğunu gösteriyorlar. Bu kolaylığın sırrı ve hikmeti nedir?”

Elcevap: Yirminci Mektubun Onuncu Kelimesi olan وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ beyanında, o sır gayet vazıh ve kati ve mukni bir tarzda beyan edilmiş. Hususan o mektubun zeylinde daha ziyade vuzuhla ispat edilmiş ki, bütün mevcudat, Sani-i Vahide isnad edildiği vakit, birtek mevcut hükmünde kolaylaşır. Eğer Vahid-i Ehade verilmezse, birtek mahlukun icadı bütün mevcudat kadar müşkülleşir. Ve bir çekirdek, bir ağaç kadar suubetli olur.

Eğer Sani-i Hakikisine verilse, kainat bir ağaç gibi ve ağaç bir çekirdek gibi ve Cennet bir bahar gibi ve bahar bir çiçek gibi kolaylaşır, suhulet peyda eder.

Ve bilmüşahede görünen hadsiz mebzuliyet ve ucuzluğun ve her nevin suhuletle kesret-i efradı bulunmasının ve kesret-i suhulet ve süratle muntazam, sanatlı, kıymetli mevcudatın kolayca vücuda gelmesinin sırlarına medar olan ve hikmetlerini gösteren yüzer delillerinden ve başka risalelerde tafsilen beyan edilen bir ikisine muhtasar bir işaret ederiz.

Mesela, nasıl ki yüz nefer bir zabitin idaresine verilse, bir neferin yüz zabitin idarelerine verilmesinden yüz derece daha kolay olduğu gibi; bir ordunun teçhizat-ı askeriyesi bir merkez, bir kanun, bir fabrika ve bir padişahın emrine verildiği vakit, adeta kemiyeten bir neferin teçhizatı kadar kolaylaştığı gibi, bir neferin teçhizat-ı askeriyesi müteaddit merkezlere, müteaddit fabrikalara, müteaddit kumandanlara havalesi de, adeta bir ordunun teçhizatı kadar kemiyeten müşkilatlı oluyor. Çünkü birtek neferin teçhizatı için, bütün orduya lazım olan fabrikaların bulunması gerektir.

Hem bir ağacın, sırr-ı vahdet cihetiyle, bir kökte, bir merkezde, bir kanunla mevadd-ı hayatiyesi verildiğinden, binler meyve veren o ağaç, bir meyve kadar suhuletli olduğu bilmüşahede görünür. Eğer vahdetten kesrete gidilse, herbir meyveye lazım mevadd-ı hayatiye başka yerden verilse, herbir meyve bir ağaç kadar müşkilat peyda eder. Belki ağacın bir enmuzeci ve fihristesi olan birtek çekirdek dahi, o ağaç kadar suubetli olur. Çünkü bir ağacın hayatına lazım olan bütün mevadd-ı hayatiye birtek çekirdek için de lazım oluyor.

İşte bu misaller gibi yüzler misaller var, gösteriyorlar ki, vahdette nihayet derecede suhuletle vücuda gelen binler mevcut, şirkte ve kesrette birtek mevcuttan daha ziyade kolay olur. Sair risalelerde bu hakikat iki kere iki dört eder derecede ispat edildiğinden, onlara havale edip, burada yalnız bu suhulet ve kolaylığın ilim ve kader-i İlahi ve kudret-i Rabbaniye nokta-i nazarında gayet mühim bir sırrını beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Sen bir mevcutsun. Eğer Kadir-i Ezeliye kendini versen, bir kibrit çakar gibi, hiçten, yoktan, bir emirle, hadsiz kudretiyle, seni bir anda halk eder. Eğer sen kendini Ona vermezsen, belki esbab-ı maddiyeye ve tabiata isnad etsen, o vakit sen, kainatın muntazam bir hülasası, meyvesi ve küçük bir fihristesi ve listesi olduğundan; seni yapmak için kainatı ve anasırı ince elekle eleyip hassas ölçülerle aktar-ı alemden senin vücudundaki maddeleri toplamak lazım gelir. Çünkü esbab-ı maddiye yalnız terkip eder, toplar. Kendilerinde bulunmayanı hiçten, yoktan yapamadıkları, bütün ehl-i akıl yanında musaddaktır. Öyleyse, küçük bir zihayatın cismini aktar-ı alemden toplamaya mecbur olurlar. İşte vahdette ve tevhidde ne kadar kolaylık ve şirkte ve dalalette ne kadar müşkilat var olduğunu anla.

İkincisi: İlim noktasında hadsiz bir suhulet vardır. Şöyle ki:

Kader, ilmin bir nevidir ki, herşeyin manevi ve mahsus kalıbı hükmünde bir miktar tayin eder. Ve o miktar-ı kaderi, o şeyin vücuduna bir plan, bir model hükmüne geçer. Kudret icad ettiği vakit, gayet suhuletle, o kaderi miktar üstünde icad eder. Eğer o şey muhit ve hadsiz ve ezeli bir ilmin sahibi olan Kadir-i Zülcelale verilmezse, sabıkan geçtiği gibi, binler müşkilat değil, belki yüz muhalat ortaya düşer. Çünkü o miktar-ı kaderi ve miktar-ı ilmi olmazsa, binler harici ve maddi kalıplar, küçücük bir hayvanın cesedinde istimal edilmek lazım gelir.

İşte vahdette nihayetsiz kolaylık ve dalalette ve şirkte hadsiz müşkilatın bir sırrını anla, وَمَۤا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ ayeti ne kadar hakikatli ve doğru ve yüksek bir hakikati ifade ettiğini bil.

ÜÇÜNCÜ SUAL: Eskiden düşman, şimdi dost olan mühtedi diyor ki: “Şu zamanda çok ileri giden feylesoflar diyorlar ki: Hiçten, hiçbir şey icad edilmiyor ve hiçbir şey idam edilmiyor; yalnız bir terkip, bir tahlildir ki, kainat fabrikasını işlettiriyor.”

Elcevap: Nur-u Kuran ile mevcudata bakmayan feylesofların en ileri gidenleri bakmışlar ki, tabiat ve esbab vasıtasıyla bu mevcudatın teşekkülat ve vücutlarını—sabıkan ispat ettiğimiz tarzda—imtina derecesinde müşkilatlı gördüklerinden, iki kısma ayrıldılar.

Bir kısmı Sofestai olup, insanın hassası olan akıldan istifa ederek, ahmak hayvanlardan daha aşağı düşerek, kainatın vücudunu inkar etmeyi, hatta kendilerinin vücutlarını dahi inkar etmesini, dalalet mesleğinde esbab ve tabiatın icad sahibi olmalarından daha ziyade kolay gördüklerinden, hem kendilerini, hem kainatı inkar edip cehl-i mutlaka düşmüşler.

İkinci güruh bakmışlar ki, dalalette, esbab ve tabiat mucid olmak noktasında, bir sinek ve bir çekirdeğin icadı, hadsiz müşkilatı var. Ve tavr-ı aklın haricinde bir iktidar iktiza ediyor. Onun için, bilmecburiye, icadı inkar ediyorlar, “Yoktan var olmaz” diyorlar. Ve idamı da muhal görüyorlar, “Var yok olmaz” hükmediyorlar. Yalnız, harekat-ı zerrat ile, tesadüf rüzgarlarıyla bir terkip ve tahlil ve dağılmak ve toplanmak suretinde bir vaziyet-i itibariye tahayyül ediyorlar.

İşte, sen gel, ahmaklığın ve cehaletin en aşağı derecesinde, en yüksek akıllı kendini zanneden adamları gör! Ve dalalet, insanı ne kadar maskara ve süfli ve eçhel yaptığını bil, ibret al.

Acaba her senede dört yüz bin envaı birden zemin yüzünde icad eden; ve semavat ve arzı altı günde halk eden; ve altı haftada, her baharda, kainattan daha sanatlı, hikmetli, zihayat bir kainatı inşa eden bir kudret-i ezeliye, bir ilm-i ezelinin dairesinde planları ve miktarları taayyün eden mevcudat-ı ilmiyeyi, göze göstermeyen bir ecza ile yazılan ve görünmeyen bir yazıyı göstermek için sürülen bir ecza misilli, gayet kolay o madumat-ı hariciye olan mevcudat-ı ilmiyeye vücud-u harici vermeyi o kudret-i ezeliyeden uzak görmek ve icadı inkar etmek, evvelki güruh olan Sofestailerden daha ziyade ahmakane ve cahilanedir.

Bu bedbahtlar, aciz-i mutlak ve yalnız bir cüz-ü ihtiyariden başka ellerinde olmayan, firavunlaşmış kendi nefisleri hiçbir şeyi idam ve yok edemediklerinden ve hiçbir zerreyi, bir maddeyi hiçten, yoktan icad edemediklerinden ve güvendikleri esbab ve tabiatın ellerinde hiçten icad gelmediği cihetle, ahmaklıklarından diyorlar: “Yoktan var olmaz, var da yok olmaz” deyip, bu batıl ve hata düsturu Kadir-i Mutlaka teşmil etmek istiyorlar.

Evet, Kadir-i Zülcelalin iki tarzda icadı var:
Biri ihtira ve ibda iledir. Yani hiçten, yoktan vücut veriyor ve ona lazım herşeyi de hiçten icad edip eline veriyor.

Diğeri inşa ile, sanat iledir. Yani, kemal-i hikmetini ve çok esmasının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kainatın anasırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor; her emrine tabi olan zerratları ve maddeleri, rezzakiyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır.

Evet, Kadir-i Mutlakın iki tarzda, hem ibda, hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, en suhuletli, belki daimi, umumi bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin enva-ı zihayat mahlukatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı “Yoğu var edemez” diyen adam, yok olmalı!

Tabiatı bırakan ve hakikate geçen zat diyor ki: “Cenab-ı Hakka zerrat adedince şükür ve hamd ve sena ediyorum ki, kemal-i imanı kazandım, evham ve dalaletlerden kurtuldum ve hiçbir şüphem de kalmadı. Elhamdü lillahi ala dinil-İslam ve kemalil-iman.”
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ