"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

On Dokuzuncu Mektup

BU RİSALE, üç yüzden fazla mucizatı beyan eder. Risalet-i Ahmediyenin (a.s.m.) mucizesini beyan ettiği gibi, kendisi de o mucizenin bir kerametidir. Üç dört nev ile harika olmuştur:

Birincisi: Nakil ve rivayet olmakla beraber, yüz sahifeden fazla olduğu halde, kitaplara müracaat edilmeden, ezber olarak, dağ, bağ köşelerinde, üç dört gün zarfında, her günde iki üç saat çalışmak şartıyla, mecmuu on iki saatte telif edilmesi, harika bir vakıadır.

İkincisi: Bu risale, uzunluğuyla beraber, ne yazması usanç verir ve ne de okuması halavetini kaybeder. Tembel ehl-i kalemi öyle bir şevk ve gayrete getirdi ki, bu sıkıntılı ve usançlı bir zamanda, bu civarda, bir sene zarfında yetmiş adede yakın nüshalar yazıldığı, o mucize-i risaletin bir kerameti olduğunu, muttali olanlara kanaat verdi.

Üçüncüsü: Acemi ve tevafuktan haberi yok ve bize de daha tevafuk tezahür etmeden evvel onun ve başka sekiz müstensihin birbirini görmeden yazdıkları nüshalarda, lafz-ı Resulallah aleyhissalatü vesselam kelimesi, bütün risalede ve lafz-ı Kuran beşinci parçasında öyle bir tarzda tevafuk etmeleri göründü ki, zerre miktar insafı olan, tesadüfe vermez. Kim görmüşse kati hükmediyor ki, bu bir sırr-ı gaybidir, mucize-i Ahmediyenin (a.s.m.) bir kerametidir.

Şu risalenin başındaki esaslar çok mühimdirler. Hem şu risaledeki ehadis, hemen umumen eimme-i hadisçe makbul ve sahih olmakla beraber, en kati hadisat-ı risaleti beyan ediyorlar. O risalenin mezayasını söylemek lazım gelse, o risale kadar bir eser yazmak lazım geldiğinden, müştak olanları, onu bir kere okumasına havale ediyoruz.
Said Nursi

İHTAR: Şu risalede çok ehadis-i şerife nakletmişim. Yanımda kütüb-ü hadisiye bulunmuyor. Yazdığım hadislerin lafzında yanlışım varsa, ya tashih edilsin, veyahut “hadis-i bilmanadır” denilsin. Çünkü, kavl-i racih odur ki, “Nakl-i hadis-i bilmana caizdir.” Yani, hadisin yalnız manasını alıp, lafzını kendi zikreder. Madem öyledir; lafzında yanlışım varsa, hadis-i bilmana nazarıyla bakılsın.

Mucizat-ı Ahmediye (a.s.m.)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

هُوَ الَّذِۤى اَرْسَلَ رَسُولَهُ باِلْهُدٰى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَكَفٰى باللهِ شَهِيدًا مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ ila ahir.

Risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) dair On Dokuzuncu Sözle Otuz Birinci Söz, nübüvvet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) delail-i katiye ile ispat ettiklerinden, ispat cihetini onlara havale edip, yalnız onlara bir tetimme olarak, On Dokuz Nükteli İşaretler ile, o büyük hakikatin bazı lemalarını göstereceğiz.

BİRİNCİ NÜKTELİ İŞARET
Şu kainatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor.

Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur.

Madem konuşacak; elbette zişuur ve zifikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak.

Madem zifikirle konuşacak; elbette zişuurun içinde en cemiyetli ve şuuru külli olan insan neviyle konuşacaktır.
Madem insan neviyle konuşacak; elbette insanlar içinde kàbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak.

Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlakı ulvi ve nev-i beşere mukteda olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en ali ahlakta ve nev-i beşerin humsu ona iktida etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü manevisi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üç yüz sene ışıklanmış ve beşerin nurani kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed aleyhissalatü vesselam ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.

İKİNCİ NÜKTELİ İŞARET
Resulallah aleyhissalatü vesselam iddia-yı nübüvvet etmiş, Kuran-ı Azimüşşan gibi bir fermanı göstermiş ve ehl-i tahkikin yanında bine kadar mucizat-ı bahireyi göstermiştir.O mucizat, heyet-i mecmuasıyla, dava-yı nübüvvetin vukuu kadar vücutları katidir. Kuran-ı Hakimin çok yerlerinde en muannid kafirlerden naklettiği sihir isnad etmeleri gösteriyor ki, o muannid kafirler dahi mucizatın vücutlarını ve vukularını inkar edemiyorlar. Yalnız, kendilerini aldatmak veya etbalarını kandırmak için—haşa—sihir demişler.

Evet, mucizat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) yüz tevatür kuvvetinde bir katiyeti vardır. Mucize ise, Halık-ı Kainat tarafından, onun davasına bir tasdiktir, sadakte hükmüne geçer. Nasıl ki, sen bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında desen ki, “Padişah beni filan işe memur etmiş.” Senden o davaya bir delil istenilse, padişah “Evet” dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de, adetini ve vaziyetini senin iltimasınla değiştirirse, “Evet” sözünden daha kati, daha sağlam, senin davanı tasdik eder.

Öyle de, Resulallah aleyhissalatü vesselam dava etmiş ki:

“Ben, şu kainat Halıkının mebusuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir adetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek. İşte, parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamere bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız, beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız, iki üç adama ancak kafi geldiği halde, işte, iki yüz, üç yüz adamı tok ediyor.”

Ve hakeza, yüzer mucizatı böyle göstermiştir.

Şimdi, şu zatın delail-i sıdkı ve berahin-i nübüvveti, yalnız mucizatına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat için, hemen umum harekatı ve efali, ahval ve akvali, ahlak ve etvarı, siret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini ispat eder. Hatta, meşhur ulema-i Beni İsrailiyeden Abdullah ibni Selam gibi pek çok zatlar, yalnız o Zat-ı Ekrem aleyhissalatü vesselamın simasını görmekle, “Şu simada yalan yok; şu yüzde hile olamaz” diyerek imana gelmişler.

Çendan muhakkıkin-i ulema, delail-i nübüvveti ve mucizatı bin kadar demişler; fakat binler, belki yüz binler delail-i nübüvvet vardır. Ve yüz binler yolla yüz binler muhtelif fikirli adamlar, o zatın nübüvvetini tasdik etmişler. Yalnız Kuran-ı Hakimde kırk vech-i icazdan başka, nübüvvet-i Ahmediyenin (a.s.m.) bin burhanını gösteriyor.

Hem madem nev-i beşerde nübüvvet vardır. Ve yüz binler zat, nübüvvet dava edip mucize gösterenler gelip geçmişler. Elbette, umumun fevkinde bir katiyetle, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) sabittir. Çünkü, İsa ve Musa gibi umum resullere nebi dedirten ve risaletlerine medar olan delail ve evsaf ve vaziyetler ve ümmetlerine karşı muameleler, Resulallah aleyhissalatü vesselamda daha ekmel, daha cami bir surette mevcuttur.

Madem hükm-ü nübüvvetin illeti ve sebebi, zat-ı Ahmedide (a.s.m.) daha mükemmel mevcuttur. Elbette, hükm-ü nübüvvet, umum enbiyadan daha vazıh bir katiyetle ona sabittir.

ÜÇÜNCÜ NÜKTELİ İŞARET
Resulallah aleyhissalatü vesselamın mucizatı çok mütenevvidir. Risaleti umumi olduğu için, hemen ekser enva-ı kainattan birer mucizeye mazhardır. Güya, nasıl ki bir padişah-ı zişanın bir yaver-i ekremi, mütenevvi hediyelerle muhtelif akvamın mecmaı olan bir şehre geldiği vakit, her taife onun istikbaline bir mümessil gönderir, kendi taifesi lisanıyla ona hoşamedi eder, onu alkışlar. Öyle de, Sultan-ı Ezel ve Ebedin en büyük yaveri olan Resulallah aleyhissalatü vesselam, aleme teşrif edip ve küre-i arzın ahalisi olan nev-i beşere mebus olarak geldiği ve umum kainatın Halıkı tarafından umum kainatın hakaikine karşı alakadar olan envar-ı hakikat ve hedaya-yı maneviyeyi getirdiği zaman, taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut, ta aydan, güneşten yıldızlara kadar her taife kendi lisan-ı mahsusuyla ve ellerinde birer mucizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışlamış ve hoşamedi demiş.

Şimdi, o mucizatın umumunu bahsetmek için ciltlerle yazı yazmak lazım gelir. Muhakkikin-i asfiya, delail-i nübüvvetin tafsilatına dair çok ciltler yazmışlar. Biz, yalnız icmali işaretler nevinden, o mucizatın kati ve manevi mütevatir olan külli envaına işaret ederiz.

İşte, nübüvvet-i Ahmediyenin (a.s.m.) delaili, evvela iki kısımdır:

Birisi, “irhasat” denilen, nübüvvetten evvel ve veladeti vaktinde zuhur eden harikulade hallerdir.

İkinci kısım, sair delail-i nübüvvettir.

İkinci kısım da iki kısımdır: Biri, ondan sonra, fakat nübüvvetini tasdiken zuhura gelen harikalardır. İkincisi, Asr-ı Saadetinde mazhar olduğu harikalardır.

Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: Biri, zatında, siretinde, suretinde, ahlakında, kemalinde zahir olan delail-i nübüvvettir. İkincisi, afaki, harici şeylerde mazhar olduğu mucizattır.

Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: Biri manevi ve Kuranidir. Diğeri maddi ve ekvanidir.

Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır:

Biri: Dava-yı nübüvvet vaktinde, ehl-i küfrün inadını kırmak veyahut ehl-i imanın kuvvet-i imanını ziyadeleştirmek için zuhura gelen harikulade mucizattır. Şakk-ı kamer ve parmağından suyun akması ve az taamla çokları doyurması ve hayvan ve ağaç ve taşın konuşması gibi yirmi nevi ve herbir nevi manevi tevatür derecesinde ve herbir nevin de çok mükerrer efradı vardır.

İkinci kısım, istikbalde ihbar ettiği hadiselerdir ki, Cenab-ı Hakkın talimiyle o da haber vermiş, haber verdiği gibi doğru çıkmıştır.

İşte, biz de şu ahirki kısımdan başlayıp icmali bir fihriste göstereceğiz.

DÖRDÜNCÜ NÜKTELİ İŞARET
Resulallah aleyhissalatü vesselamın, Allamül-Guyubun talimiyle haber verdiği umur-u gaybiye, had ve hesaba gelmez. İcaz-ı Kurana dair olan Yirmi Beşinci Sözde envaına işaret ve bir derece izah ve ispat ettiğimizden, geçmiş zamana dair ve enbiya-yı sabıkaya dair ve hakaik-i İlahiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve hakaik-i uhreviyeye dair ihbarat-ı gaybiyelerini Yirmi Beşinci Söze havale edip, şimdilik bahsetmeyeceğiz. Yalnız, kendinden sonra Sahabe ve al-i Beytin başına gelen ve ümmetin ileride mazhar olacağı hadisata dair pek çok ihbarat-ı sadıka-i gaybiyesi kısmından, cüzi birkaç misaline işaret edeceğiz. Ve şu hakikat tamamıyla anlaşılmak için, Altı Esas, mukaddime olarak beyan edeceğiz.

BİRİNCİ ESAS: Resulallah aleyhissalatü vesselamın, çendan her hali ve her tavrı, sıdkına ve nübüvvetine şahit olabilir. Fakat her hali, her tavrı harikulade olmak lazım değildir. Çünkü, Cenab-ı Hak onu beşer suretinde göndermiş, ta insanın ahval-i içtimaiyelerinde ve dünyevi, uhrevi saadetlerini kazandıracak amal ve harekatlarında rehber olsun ve imam olsun ve herbiri birer mucizat-ı kudret-i İlahiye olan adiyat içindeki harikulade olan sanat-ı Rabbaniyeyi ve tasarruf-u kudret-i İlahiyeyi göstersin. Eğer efalinde beşeriyetten çıkıp harikulade olsaydı, bizzat imam olamazdı; efaliyle, ahvaliyle, etvarıyla ders veremezdi.

Fakat, yalnız nübüvvetini muannidlere karşı ispat etmek için harikulade işlere mazhar olur ve indelhace, ara sıra mucizatı gösterirdi. Fakat, sırr-ı teklif olan imtihan ve tecrübe muktezasıyla, elbette bedahet derecesinde ve ister istemez tasdike mecbur kalacak derecede mucize olmazdı. Çünkü, sırr-ı imtihan ve hikmet-i teklif iktiza eder ki, akla kapı açılsın ve aklın ihtiyarı elinden alınmasın. Eğer gayet bedihi bir surette olsa, o vakit aklın ihtiyarı kalmaz, Ebu Cehil de Ebu Bekir gibi tasdik eder, imtihan ve teklifin faidesi kalmaz, kömürle elmas bir seviyede kalırdı.

Ca-yı hayrettir ki, Resulallah aleyhissalatü vesselamın, mübalağasız binler vecihte binler çeşit insan, herbiri birtek mucizesiyle veya bir delil-i nübüvvetle veya bir kelamıyla veya yüzünü görmesiyle, ve hakeza, birer alametiyle iman getirdikleri halde, bütün bu binler ayrı ayrı insanları ve müdakkik ve mütefekkirleri imana getiren bütün o binler delail-i nübüvveti, nakl-i sahihle ve asar-ı katiye ile şimdiki bedbaht bir kısım insanlara kafi gelmiyor gibi, dalalete sapıyorlar.

İKİNCİ ESAS: Resulallah aleyhissalatü vesselam, hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder; hem resuldür, risalet itibarıyla Cenab-ı Hakkın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kısımdır:

Biri vahy-i sarihidir ki, Resulallah aleyhissalatü vesselam onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur: Kuran ve bazı ehadis-i kudsiye gibi.

İkinci kısım, vahy-i zımnidir. Şu kısmın mücmel ve hülasası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilatı ve tasviratı Resulallah aleyhissalatü vesselama aittir. O vahiyden gelen mücmel hadiseyi tafsil ve tasvirde, zat-ı Ahmediye aleyhissalatü vesselam, bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder, veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilat ve tasviratı ya vazife-i risalet noktasında ulvi kuvve-i kudsiye ile beyan eder, veyahut örf ve adet ve efkar-ı amme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.

İşte, her hadiste, bütün tafsilatına vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkar ve muamelatında, risaletin ulvi asarı aranılmaz. Madem bazı hadiseler mücmel olarak, mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumi cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkülata bazan tefsir lazım geliyor, hatta tabir lazım geliyor. Çünkü, bazı hakikatler var ki, temsille fehme takrib edilir. Nasıl ki, bir vakit huzur-u Nebevide derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: “Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi Cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.” Bir saat sonra cevap geldi ki, “Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp Cehenneme gitti.” Zat-ı Ahmediye aleyhissalatü vesselamın beliğ bir temsille beyan ettiği hadisenin tevilini gösterdi.

ÜÇÜNCÜ ESAS: Naklolunan haberler, eğer tevatür suretinde olsa, katidir. Tevatür iki kısımdır: Biri sarih tevatür, biri manevi tevatürdür.

Manevi tevatür de iki kısımdır. Biri sükutidir. Yani, sükut ile kabul gösterilmiş. Mesela, bir cemaat içinde bir adam, o cemaatin nazarı altında bir hadiseyi haber verse, cemaat onu tekzip etmezse, sükutla mukabele etse, kabul etmiş gibi olur. Hususan, haber verdiği hadisede cemaat onunla alakadar olsa, hem tenkide müheyya ve hatayı kabul etmez ve yalanı çok çirkin görür bir cemaat olsa, elbette onun sükutu o hadisenin vukuuna kuvvetli delalet eder.

İkinci kısım tevatür-ü manevi şudur ki: Bir hadisenin vukuuna, mesela “Bir kıyye taam, iki yüz adamı tok etmiş” denilse, fakat onu haber verenler ayrı ayrı surette haber veriyor. Biri bir çeşit, biri başka bir surette, diğeri başka bir şekilde beyan eder. Fakat umumen, aynı hadisenin vukuuna müttefiktirler. İşte, mutlak hadisenin vukuu, mütevatir-i bilmanadır, katidir. İhtilaf-ı suret ise zarar vermez.

Hem bazan olur ki, haber-i vahid, bazı şerait dahilinde tevatür gibi katiyeti ifade eder. Hem bazan olur ki, haber-i vahid, harici emarelerle katiyeti ifade eder.

İşte, Resulallah aleyhissalatü vesselamdan bize naklolunan mucizatı ve delail-i nübüvveti, kısm-ı azamı tevatürledir: ya sarihi, ya manevi, ya sükuti. Ve bir kısmı, çendan haber-i vahidledir. Fakat öyle şerait dahilinde, nakkad-ı muhaddisin nazarında kabule şayan olduktan sonra, tevatür gibi katiyeti ifade etmek lazım gelir. Evet, muhaddisinin muhakkikininden “el-hafız” tabir ettikleri zatlar, laakal yüz bin hadisi hıfzına almış binler muhakkik muhaddisler, hem elli sene sabah namazını işa abdestiyle kılan müttaki muhaddisler ve başta Buhari ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadisiye sahipleri olan ilm-i hadis dahileri, allameleri tashih ve kabul ettikleri haber-i vahid, tevatür katiyetinden geri kalmaz.

Evet, fenn-i hadisin muhakkikleri, nakkadları o derece hadisle hususiyet peyda etmişler ki, Resulallah aleyhissalatü vesselamın tarz-ı ifadesine ve üslub-u alisine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesb etmişler ki, yüz hadis içinde bir mevzuu görse, “Mevzudur” der. “Bu hadis olmaz ve Peygamberin sözü değildir” der, reddeder. Sarraf gibi, hadisin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez. Yalnız, İbni Cevzi gibi bazı muhakkikler, tenkitte ifrat edip, bazı ehadis-i sahihaya da mevzu demişler. Fakat her mevzu şeyin manası yanlıştır demek değildir; belki “Bu söz hadis değildir” demektir.

Sual: Ananeli senedin faidesi nedir ki, lüzumsuz yerde, malum bir vakıada, “an filan, an filan, an filan” derler?

Elcevap: Faideleri çoktur. Ezcümle, bir faidesi şudur ki: Anane ile gösteriliyor ki, ananede dahil olan mevsuk ve hüccetli ve sadık ehl-i hadisin bir nevi icmaını irae eder ve o senette dahil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senette, o ananede dahil olan herbir imam, herbir allame, o hadisin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dair mührünü basıyor.

Sual: Neden hadisat-ı icaziye, sair zaruri ahkam-ı şeriye gibi tevatür suretinde, pek çok tariklerle, çok ehemmiyetli nakledilmemiş?

Elcevap: Çünkü ekser ahkam-ı şeriyeye, ekser nas, ekser evkatta muhtaçtır. Farz-ı ayn gibi, o ahkamın her şahsa alakası var. Amma mucizat ise, herkesin herbir mucizeye ihtiyacı yok. Eğer ihtiyaç olsa da, bir defa işitmek kafi gelir. adeta farz-ı kifaye gibi, bir kısım insanlar onları bilse yeter.

İşte bunun içindir ki, bazı olur, bir mucizenin vücudu ve tahakkuku, bir hükmün vücudundan on derece daha kati olduğu halde, onun ravisi bir iki olur, hükmün ravisi on yirmi olur.

DÖRDÜNCÜ ESAS: Resulallah aleyhissalatü vesselamın istikbalden haber verdiği bazı hadiseler, cüzi birer hadise değil, belki tekerrür eden birer hadise-i külliyeyi, cüzi bir surette haber verir. Halbuki o hadisenin müteaddit vecihleri var. Her defa bir vechini beyan eder. Sonra ravi-i hadis o vecihleri birleştirir. Hilaf-ı vaki gibi görünür.

Mesela, Mehdiye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilat ve tasvirat başka başkadır. Halbuki, Yirmi Dördüncü Sözün bir dalında ispat edildiği gibi, Resulallah aleyhissalatü vesselam, vahye istinaden, herbir asırda kuvve-i maneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hadiselerde yese düşmemek için, hem alem-i İslamiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan al-i Beytine ehl-i imanı manevi raptetmek için Mehdiyi haber vermiş. ahirzamanda gelen Mehdi gibi herbir asır, al-i Beytten bir nevi mehdi, belki mehdiler bulmuş. Hatta, al-i Beytten madud olan Abbasiye hulefasından, büyük Mehdinin çok evsafına cami bir mehdi bulmuş. İşte, büyük Mehdiden evvel gelen emsalleri, nümuneleri olan hulefa-i mehdiyyin ve aktab-ı mehdiyyin evsafları, asıl Mehdinin evsafına karışmış ve ondan rivayetler ihtilafa düşmüş.

BEŞİNCİ ESAS: Resulallah aleyhissalatü vesselam, لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ sırrınca, kendi kendine gaybı bilmezdi. Belki Cenab-ı Hak ona bildirirdi, o da bildirirdi. Cenab-ı Hak hem Hakimdir, hem Rahimdir. Hikmet ve rahmeti ise, umur-u gaybiyeden çoğunun setrini iktiza ediyor, müphem kalmasını istiyor. Çünkü şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur; vukuundan evvel onları bilmek elimdir. İşte bu sır içindir ki, ölüm ve ecel müphem bırakılmış ve insanın başına gelecek musibetler dahi perde-i gaybda kalmış.

İşte, hikmet-i Rabbaniye ve rahmet-i İlahiye böyle iktiza ettiği için, Resulallah aleyhissalatü vesselamın ümmetine karşı ziyade hassas merhametini ziyade rencide etmemek ve al ve ashabına karşı şedit şefkatini fazla incitmemek için, vefat-ı Nebeviden sonra al ve ashabının ve ümmetinin başlarına gelen müthiş hadisatı umumiyetle ve tafsilatıyla göstermemek, mukteza-yı hikmet ve rahmettir. Fakat yine bazı hikmetler için, mühim hadisatı—fakat dehşetli bir surette değil—ona talim etmiş, o da ihbar etmiş.

Hem güzel hadiseleri kısmen mücmel, kısmen tafsille bildirmiş, o da haber vermiş. Onun haberlerini de, en yüksek bir derece-i takvada ve adlde ve sıdkta çalışan ve وَمَنْ كَذَبَ عَلَىَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ hadisindeki tehditten şiddetle korkan ve فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللهِ ayetindeki şiddetli tehditten şiddetle kaçan muhaddisin-i kamilin, bize sahih bir surette o haberleri nakletmişler.

ALTINCI ESAS: Resulallah aleyhissalatü vesselamın ahval ve evsafı, siyer ve tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahval-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki, o zat-ı mübarekin şahs-ı manevisi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranidir ki, siyer ve tarihte beyan olunan evsaf, o bala kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor. Çünkü, es-sebebü kel-fail sırrınca, hergün, hatta şimdi de bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azim ibadet sahife-i kemalatına ilave oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlahiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidatla mazhar olduğu gibi, hergün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor.

Ve şu kainatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Halık-ı Kainatın tercümanı ve sevgilisi olan o zat-ı mübarekin tamam-ı mahiyeti ve hakikat-i kemalatı, siyer ve tarihe geçen beşeri ahval ve etvara sığışmaz. Mesela, Cebrail ve Mikail iki muhafız yaver hükmünde gazve-i Bedirde yanında bulunan bir zat-ı mübarek, çarşı içinde bedevi bir Arapla at mübayaasında münazaa etmek, birtek şahit olan Huzeymeyi şahit göstermekle görünen etvarı içinde sığışmaz.

İşte, yanlış gitmemek için, her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibarıyla işitilen evsaf-ı adiye içinde başını kaldırıp hakiki mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nurani şahsiyet-i maneviyesine bakmak lazımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. Şu sırrı izah için şu temsili dinle:

Mesela bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına konup açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü eder, büyür.

Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra, tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir.

Şimdi, o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın adi, küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nisbeten büyük ve ali sıfatları ve keyfiyetleri var.

Şimdi, o çekirdek ve o yumurtanın evsafını ağaç ve kuşun evsafıyla raptedip bahsetmekte lazım gelir ki, her vakit akl-ı beşer başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin—ta işittiği evsafı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa, “Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım” ve “Şu yumurta, cevv-i asumanda kuşların sultanıdır” dese, tekzip ve inkara sapacak.

İşte, bunun gibi, Resulallah aleyhissalatü vesselamın beşeriyeti, o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise, şecere-i tuba gibi ve Cennetin tayr-ı hümayunu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için, çarşı içinde bir bedevi ile niza eden o zatı düşündüğü vakit, Refrefe binip, Cebraili arkada bırakıp, Kàb-ı Kavseyne koşup giden zat-ı nuranisine hayal gözünü kaldırıp bakmak lazım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmaresi inanmayacak.

BEŞİNCİ NÜKTELİ İŞARET
Umur-u gaybiyeye dair hadislerin birkaç misalini zikrederiz.

Resulallah aleyhissalatü vesselam, nakl-i sahihle ve mütevatir bir derecede bize vasıl olmuş ki, minber üstünde, cemaat-i Sahabe içinde ferman etmiş ki:

اِبْنِى حَسَنٌ هٰذَا سَيِّدٌ سَيُصْلِحُ اللهُ بِهِ بَيْنَ فِئَتَيْنِ عَظِيمَتَيْنِ

İşte, kırk sene sonra İslamın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği vakit, Hasan , Muaviye ile musalaha edip, cedd-i emcedinin mucize-i gaybiyesini tasdik etmiştir.

İkincisi: Nakl-i sahihle, Aliye demiş:

سَتُقَاتِلُ النَّاكِثِينَ وَالْقَاسِطِينَ وَالْمَارِقِينَ

Hem Vaka-i Cemel, hem Vaka-i Sıffin, hem Vaka-i Havariç hadiselerini haber vermiş.

Hem Ali Zübeyir ile seviştiği bir zaman dedi: “Bu sana karşı muharebe edecek. Fakat haksızdır.”

Hem Ezvac-ı Tahiratına demiş: “İçinizden birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar katledilecek.”وَتَنْبَحُ عَلَيْهَا كِلاَبُ الْحَوْأَبِ

İşte şu sahih, kati hadisler, otuz sene sonra Alinin Ayşe ve Zübeyir ve Talhaya karşı Vaka-i Cemelde; ve Muaviyeye karşı Sıffinde; ve Havarice karşı Harevrada ve Nehruvanda muharebesi, o ihbar-ı gaybiyenin bir tasdik-i fiilisidir.

Hem Aliye, “senin sakalını senin başının kanıyla ıslattıracak bir adamı”ihbar etmiş. Ali o adamı tanırmış; o da Abdurrahman ibni Mülcemül-Haricidir.

Hem Haricilerin içinde “Züssedye” denilen bir adamı, garip bir nişanla alamet olarak haber vermiştir ki, Havariçlerin maktulleri içinde o adam bulunmuş, Ali onu hakkaniyetine hüccet göstermiş, hem mucize-i Nebeviyeyi ilan etmiş.

Hem Resulallah aleyhissalatü vesselam, Ümmü Selemenin, daha diğerlerin rivayet-i sahihiyle haber vermiş ki, “Hazret-i Hüseyin, Taff,yani Kerbelada katledilecektir.” Elli sene sonra, aynı vaka-i ciğersuz vukua gelip o ihbar-ı gaybiyi tasdik etmiş.

Hem mükerreren ihbar etmiş ki: “Benim al-i Beytim, benden sonra يَلْقَوْنَ قَتْلاً وَتَشْرِيدًا yani katle ve belaya ve nefye maruz kalacaklar.”Ve bir derece izah etmiş, aynen öyle çıkmıştır.

Şu makamda bir mühim sual vardır ki, denilir ki: “Hazret-i Ali, o derece hilafete liyakati olduğu ve Resulallah aleyhissalatü vesselama karabeti ve harikulade cesaret ve ilmiyle beraber, neden hilafette tekaddüm ettirilmedi? Ve neden onun hilafeti zamanında İslam çok keşmekeşe mazhar oldu?”

Elcevap: al-i Beytten bir kutb-u azam demiş ki: “Resulallah aleyhissalatü vesselam, Alinin hilafetini arzu etmiş. Fakat gaipten ona bildirilmiş ki, murad-ı İlahi başkadır. O da arzusunu bırakıp murad-ı İlahiye tabi olmuş.”

Murad-ı İlahinin hikmetlerinden birisi şu olmak gerektir ki:

Vefat-ı Nebeviden sonra, en ziyade ittifak ve ittihada gelmeye muhtaç olan Sahabeler, eğer Ali başa geçseydi, Alinin hilafeti zamanında zuhura gelen hadisatın şehadetiyle ve Alinin mümaşatsız, pervasız, zahidane, kahramanane, müstağniyane tavrı ve şöhretgir-i alem şecaati itibarıyla, çok zatlarda ve kabilelerde rekabet damarını harekete getirip tefrikaya sebep olmak kaviyyen muhtemeldi.

Hem Alinin hilafetinin teahhur etmesinin bir sırrı da şudur ki: Gayet muhtelif akvamın birbirine karışmasıyla, Peygamber aleyhissalatü vesselamın haber verdiği gibi sonra inkişaf eden yetmiş üç fırka efkarının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hadisatın zuhuru zamanında, Ali gibi harikulade bir cesaret ve feraset sahibi, Haşimi ve al-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lazımdı ki dayanabilsin. Evet, dayandı. Resulallah aleyhissalatü vesselamın haber verdiği gibi, “Ben Kuranın tenzili için harb ettim. Sen de tevili için harb edeceksin.”

Hem eğer Ali olmasaydı, dünya saltanatı, müluk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Ali ve al-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslam nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbaları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslamiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkam-ı Kuraniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidin-i muhakkikin ve muhaddisin-i kamilin ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında al-i Beytin gayet kuvvetli velayet ve diyanet ve kemalatı olmasaydı, Abbasilerin ve Emevilerin ahirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi.

Eğer denilse: “Neden hilafet-i İslamiye al-i Beyt-i Nebevide takarrur etmedi? Halbuki en ziyade layık ve müstehak onlardı.”

Elcevap: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. al-i Beyt ise, hakaik-i İslamiyeyi ve ahkam-ı Kuraniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya nebi gibi masum olmalı, veyahut Hulefa-i Raşidin ve Ömer ibni Abdülaziz-i Emevi ve Mehdi-i Abbasi gibi harikulade bir zühd-ü kalbi olmalı ki, aldanmasın. Halbuki, Mısırda al-i Beyt namına teşekkül eden devlet-i Fatımiye hilafeti ve Afrikada Muvahhidin hükumeti ve İranda Safeviler devleti gösteriyor ki, saltanat-ı dünyeviye al-i Beyte yaramaz; vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslamiyeti onlara unutturur. Halbuki, saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslamiyete ve Kurana hizmet etmişler.

İşte, bak: Hasanın neslinden gelen aktablar, hususan Aktab-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı azam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylani ve Hüseyinin neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelabidin ve Cafer-i Sadık ki, herbiri birer manevi mehdi hükmüne geçmiş, manevi zulmü ve zulümatı dağıtıp envar-ı Kuraniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler, cedd-i emcedlerinin birer varisi olduklarını göstermişler.

Eğer denilse: “Mübarek İslamiyet ve nurani Asr-ı Saadetin başına gelen o dehşetli, kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünkü onlar kahra layık değildiler.”

Elcevap: Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebatatın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar, fıtri birer vazife başına geçer. Öyle de, Sahabe ve Tabiinin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. “İslamiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslamiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre, camia-i İslamiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemal-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadislerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-ı imaniyenin muhafazasına, bir kısmı Kuranın muhafazasına çalıştı, ve hakeza, herbir taife bir hizmete girdi. Vezaif-i İslamiyette hummalı bir surette say ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan alem-i İslamiyetin aktarına, o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat, maatteessüf, o güller ve gülistan içinde, ehl-i bida fırkalarının dikenleri dahi çıktı.

Güya dest-i kudret, celalle o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziyye ile, pek çok münevver müçtehidleri ve nurani muhaddisleri, kudsi hafızları, asfiyaları, aktabları alem-i İslamın aktarına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslamı heyecana getirip, Kuranın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı. Şimdi sadede geliyoruz.

Resulallah aleyhissalatü vesselamın umur-u gaybiyeden haber verdiği gibi doğru vukua gelen işler binlerdir, pek çoktur. Biz yalnız cüzi birkaç misaline işaret edeceğiz.

İşte, başta Buhari ve Müslim, sıhhatle meşhur Kütüb-ü Sitte-i Hadisiye sahipleri, beyan edeceğimiz haberlerin çoğunda müttefik ve o haberlerin çoğu manen mütevatir ve bir kısmı dahi, ehl-i tahkik onların sıhhatine ittifak etmesiyle, mütevatir gibi kati denilebilir.

İşte, nakl-i sahih-i kati ile, Ashabına haber vermiş ki: “Siz umum düşmanlarınıza galebe edeceksiniz. Hem feth-i Mekke,hem feth-i Hayber,hem feth-i Şam, hem feth-i Irak,hem feth-i İran, hem feth-i Beytül-Makdise muvaffak olacaksınız. Hem o zamanın en büyük devletleri olan İran ve Rum padişahlarının hazinelerini beyninizde taksim edeceksiniz.”Haber vermiş. Hem “Tahminim böyle” veya “Zannederim” dememiş. Belki, görür gibi kati ihbar etmiş, haber verdiği gibi çıkmış. Halbuki haber verdiği vakit, hicrete mecbur olmuş, Sahabeleri az, Medine etrafı ve bütün dünya düşmandı.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, çok defa ferman etmiş:

عَلَيْكُمْ بِسِيرَةِ الَّذَيْنِ مِنْ بَعْدِى اَبِى بَكْرٍ وَعُمَرَ deyip, Ebu Bekir ve Ömer kendinden sonraya kalacaklar, hem halife olacaklar, hem mükemmel bir surette ve rıza-i İlahi ve marzi-i Nebevi dairesinde hareket edecekler. Hem Ebu Bekir az kalacak, Ömer çok kalacak ve pek çok fütuhat yapacak.

Hem ferman etmiş ki:

زُوِيَتْ لِى َ اْلاَرْضُ فَاُرِيتُ مَشَارِقَهَا وَمَغَارِبَهَا وَسَيَبْلُغُ مُلْكُ اُمَّتِى مَا زُوِىَ لِى مِنْهَا

deyip, “Şarktan garba kadar benim ümmetimin eline geçecektir. Hiçbir ümmet o kadar mülk zaptetmemiş.” Haber verdiği gibi çıkmış.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Gaza-i Bedirden evvel ferman etmiş:

هٰذَا مَصْرَعُ اَبِى جَهْلٍ هٰذَا مَصْرَعُ عُتْبَةَ هٰذَا مَصْرَعُ اُمَيَّةَ هٰذَا مَصْرَعُ فُلاَنٍ وَفُلاَنٍ

deyip, müşrik-i Kureyşin reislerinin herbiri nerede katledileceğini göstermiş ve demiş: “Ben kendi elimle Übeyy ibni Halefi öldüreceğim.”Haber verdiği gibi çıkmış.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, bir ay uzak mesafede, Şam etrafında, Mute nam mevkideki gazve-i meşhurede muharebe eden Sahabelerini görür gibi ferman etmiş:

اَخَذَ الرَّايَةَ زَيْدٌ فَاُصِيبَ ثُمَّ اَخَذَهَا جَعْفَرُ فَاُصِيبَ ثُمَّ اَخَذَهَا اِبْنُ رَوَاحَةَ فَاُصِيبَ ثُمَّ اَخَذَهَا سَيْفٌ مِنْ سُيُوفِ اللهِ

deyip, birer birer hadisatı Ashabına haber vermiş. İki üç hafta sonra Yale ibni Münebbih meydan-ı harpten geldi; daha söylemeden Muhbir-i Sadık (a.s.m.) harbin tafsilatını beyan etti. Yale kasem etti: “Dediğin gibi, aynen öyle oldu.”

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş:

﴾ اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلٰثُونَ سَنَةً ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَضُوضًا ﴾ ﴿ وَاِنَّ هٰذَا اْلاَمْرَ بَدَاَ نُبُوَّةً وَرَحْمَةً ثُمَّ يَكُونُ رَحْمَةً وَخِلاَفَةً ثُمَّ يَكُونُ مُلْكًا عَضُوضًا ثُمَّ يَكُونُ عُتُوًّا وَجَبَرُوتًا﴿

deyip, Hasanın altı ay hilafetiyle, Ciharyar-ı Güzinin (Hulefa-i Raşidinin) zaman-ı hilafetlerini ve onlardan sonra saltanat şekline girmesini, sonra o saltanattan ceberut ve fesad-ı ümmet olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş:

﴾ يُقْتَلُ عُثْمَانُ وَهُوَ يَقْرَاُ الْمُصْحَفَ ﴾ ﴿ وَاَنَّ اللهَ عَسٰۤى اَنْ يُلْبِسَهُ قَمِيصًا وَاِنَّهُمْ يُرِيدُونَ خَلْعَهُ ﴿

deyip, Osman halife olacağını ve hali istenileceğini ve mazlum olarak, Kuran okurken katledileceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, hacamat edip, mübarek kanını Abdullah ibni Zübeyr teberrüken şerbet gibi içtiği zaman ferman etmiş:

وَيْلٌ لِلنَّاسِ مِنْكَ وَوَيْلٌ لَكَ مِنَ النَّاسِ deyip, harika bir şecaatle ümmetin başına geçeceğini ve müthiş hücumlara maruz kalacaklarını ve insanlar onun yüzünden dehşetli hadiselere giriftar olacaklarını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. Abdullah ibni Zübeyr, Emeviler zamanında, hilafeti Mekkede ilan ederek kahramanane çok müsademe etmiş. Nihayet Haccac-ı Zalim büyük bir orduyla üzerine hücum ederek, şiddetli müsademeden sonra o kahraman-ı alişan şehid edilmiş.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Emeviye devletinin zuhurunu ve onların padişahlarının çoğu zalim olacağını ve içlerinde Yezid ve Velid bulunacağını ve Muaviye ümmetin başına geçeceğini, وَاِذَا مَلَكْتَ فَاَسْجِحْ  fermanıyla rıfk ve adaleti tavsiye etmiş. Ve Emeviyeden sonra يَخْرُجُ وَلَدُ الْعَبَّاسِ بِالرَّايَاتِ السُّودِ وَيَمْلِكُونَ اَضْعَافَ مَا مَلَكُوا deyip, devlet-i Abbasiyenin zuhurunu ve uzun müddet devam edeceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş:

وَيْلٌ لِلْعَرَبِ مِنْ شَرٍّ قَدِ اقْتَرَبَ deyip, Cengiz ve Hülagunun dehşetli fitnelerini ve Arap devlet-i Abbasiyesini mahvedeceklerini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Sad ibni Ebi Vakkas gayet ağır hasta iken ona ferman etmiş:

لَعَلَّكَ تُخَلَّفُ حَتّٰى يَنْتَفِعَ بِكَ اَقْوَامٌ وَيَسْتَضِرَّ بِكَ اٰخَرُونَ deyip, ileride büyük bir kumandan olacağını, çok fütuhat yapacağını, çok milletler ve kavimler ondan menfaat görüp, yani İslam olup ve çoklar zarar görecek, yani devletleri onun eliyle harap olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. Sad ordu-yu İslam başına geçti, devlet-i İraniyeyi zirüzeber etti, çok kavimlerin daire-i İslama ve hidayete girmelerine sebep oldu.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, imana gelen Habeş Meliki olan Necaşi hicretin yedinci senesinde vefat ettiği gün Ashabına haber vermiş, hatta cenaze namazını kılmış. Bir hafta sonra cevap geldi ki, aynı günde vefat etmiş.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Ciharyar-ı Güzin ile beraber Uhud veya Hira Dağının başında iken dağ titredi, zelzelelendi. Dağa ferman etti ki:

اُثْبُتْ فَاِنَّمَا عَلَيْكَ نَبِىٌّ وَصِدِّيقٌ وَشَهِيدٌ deyip, Ömer ve Osman ve Alinin şehid olacaklarını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.

Şimdi, ey bedbaht, kalbsiz, biçare adam! “Muhammed-i Arabi akıllı bir adamdı” diye o şems-i hakikate karşı gözünü yuman biçare insan! On beş enva-ı külliye-i mucizatından birtek nevi olan umur-u gaybiyeden, on beş ve belki yüz kısmından bir kısmını işittin. Manevi tevatür derecesinde kati bir kısmını duydun. Şu ihbar-ı gayb kısmının yüzden birisini akıl gözüyle gören bir zata “dahi-i azam” denilir ki, ferasetiyle istikbali keşfediyor. Binaenaleyh, senin gibi haydi deha desek, yüz dahi-i azam derecesinde bir deha-yı kudsiyeyi taşıyan bir adam yanlış görür mü? Yanlış haber vermeye tenezzül eder mi? Böyle yüz derece bir deha-yı azam sahibinin saadet-i dareyne dair sözlerini dinlememek, elbette yüz derece divaneliğin alametidir.

ALTINCI NÜKTELİ İŞARET

Nakl-i sahih-i kati ile, Fatımaya ferman etmiş ki: اَنْتِ اَوَّلُ اَهْلِ بَيْتِى لُحُوقًابىِ  deyip, “al-i Beytimden, herkesten evvel vefat edip bana iltihak edeceksin” diye söylemiş. Altı ay sonra, haber verdiği gibi aynen zuhur etmiş.

Hem Ebu Zere ferman etmiş:

سَتُخْرَجُ مِنْ هُنَا وَتعِيشُ وَحْدَكَ وَتَمُوتُ وَحْدَكَ

deyip, Medineden nefyedilip, yalnız hayat geçirip, yalnız bir sahrada vefat edeceğini haber vermiş. Yirmi sene sonra, haber verdiği gibi çıkmış.

Hem Enes ibni Malikin halası olan Ümmü Haramın hanesinde uykudan kalkmış, tebessüm edip ferman etmiş:

رَاَيْتُ اُمَّتِى يَغْزُونَ فِى الْبَحْرِ كَالْمُلُوكِ عَلَى اْلاَسِرَّةِ

Ümmü Haram niyaz etmiş: “Dua ediniz, ben de onlarla beraber olayım.” Ferman etmiş: “Beraber olacaksın.” Kırk sene sonra, zevci olan Ubade ibni Samit refakatiyle Kıbrısın fethine gitmiş; Kıbrısta vefat edip, mezarı ziyaretgah olmuş. Haber verdiği gibi aynen zuhur etmiş.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş ki:

يَخْرُجُ مِنْ ثَقِيفٍ كَذَّابٌ وَمُبِيرٌ

Yani, “Sakif kabilesinden biri dava-yı nübüvvet edecek ve biri hunhar zalim zuhur edecek” deyip, nübüvvet dava eden meşhur Muhtarı ve yüz bin adam öldüren Haccac-ı Zalimi haber vermiş.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile,

سَتُفْتَحُ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ فَنِعْمَ اْلاَمِيرُ اَمِيرُهَا وَنِعْمَ الْجَيْشُ جَيْشُهَا

deyip, İstanbulun İslam eliyle fetholacağını ve Sultan Mehmed Fatihin yüksek bir mertebe sahibi olduğunu haber vermiş. Haber verdiği gibi zuhur etmiş.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş ki:

اِنَّ الدِّينَ لَوْكَانَ مَنُوطًا بِالثُّرَيَّا لَنَالَهُ رِجَالٌ مِنْ اَبْنَۤاءِ فَارِسَ

deyip, başta Ebu Hanife olarak, İranın emsalsiz bir surette yetiştirdiği ulema ve evliyaya işaret ediyor, haber veriyor.

Hem ferman etmiş ki:

عَالِمُ قُرَيْشٍ يَمْلاَُ طِبَاقَ اْلاَرْضِ عِلْمًا

deyip, İmam-ı Şafiiye işaret edip haber veriyor.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş ki:

سَتَفْتَرِقُ اُمَّتِى ثَلاَثًا وَسَبْعِينَ فِرْقَةً اَلنَّاجِيَةُ وَاحِدَةٌ مِنْهَا، قِيلَ: مَنْ هُمْ قَالَ: مَا اَنَا عَلَيْهِ وَاَصْحَابىِ

deyip, ümmeti yetmiş üç fırkaya inkısam edeceğini ve içinde fırka-i naciye-i kamile, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olduğunu haber veriyor.

Hem ferman etmiş ki: اَلْقَدَرِيَّةُ مَجُوسُ هٰذِهِ اْلاُمَّةِ deyip, çok şubelere inkısam eden ve kaderi inkar eden Kaderiye taifesini haber vermiş. Hem çok şubelere inkısam eden Rafızileri haber vermiş.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, İmam-ı Aliye demiş: “Sende, İsa (a.s.) gibi, iki kısım insan helakete gider: Birisi ifrat-ı muhabbet, diğeri ifrat-ı adavetle. İsaya, Nasrani, muhabbetinden, hadd-i meşrudan tecavüzle—haşa—ibnullah dediler.Yahudi, adavetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemalini inkar ettiler. Senin hakkında da, bir kısım, hadd-i meşrudan tecavüz edecek, muhabbetinden helakete gidecektir.”

لَهُمْ نَبْزٌ يُقَالُ لَهُمُ الرَّافِضَةُ demiş. “Bir kısmı, senin adavetinden çok ileri gidecekler. Onlar da Havariçtir ve Emevilerin müfrit bir kısım taraftarlarıdır ki, onlara Nasibe denilir.”

Eğer denilse: “al-i Beyte muhabbeti Kuran emrediyor. Peygamber aleyhissalatü vesselam çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şialar için belki bir özür teşkil eder. Çünkü, ehl-i muhabbet bir derece ehl-i sekirdir. Niçin Şialar, hususan Rafıziler o muhabbetten istifade etmiyorlar, belki işaret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbete mahkumdurlar?”

Elcevap: Muhabbet iki kısımdır.

Biri: Mana-yı harfiyle, yani Resulallah aleyhissalatü vesselam hesabına, Cenab-ı Hak namına, Ali ile Hasan ve Hüseyin ve al-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resulallah aleyhissalatü vesselamın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenab-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adavetini iktiza etmez.

İkincisi: Mana-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Peygamber aleyhissalatü vesselamı düşünmeden, Alinin kahramanlıklarını ve kemalini ve Hasan ve Hüseyinin yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hatta Allahı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu sevmek, Resulallah aleyhissalatü vesselamın muhabbetine ve Cenab-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adavetini iktiza eder.

İşte, işaret-i Nebeviye ile, Ali hakkında ziyade muhabbetlerinden, Ebu Bekris-Sıddık ile Ömerden teberri ettiklerinden, hasarete düşmüşler. Ve o menfi muhabbet, sebeb-i hasarettir.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş ki:

اِذَا مَشَوُا الْمُطَيْطَۤاءَ وَخَدَمَتْهُمْ بَنَاتُ فَارِسَ وَالرُّومِ رَدَّ اللهُ بَاْسَهُمْ بَيْنَهُمْ وَسَلَّطَ شِرَارَهُمْ عَلٰى خِيَارِهِمْ

deyip, “Ne vakit size Fars ve Rum kızları hizmet etti; o vakit belanız, fitneniz içinize girecek, harbiniz dahili olacak, şerirleriniz başa geçip hayırlılar ve iyilerinize musallat olacaklar” haber vermiş. Otuz sene sonra haber verdiği gibi çıkmış.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş ki:

وَتُفْتَحُ خَيْبَرُ عَلٰى يَدَىْ عَلِىٍّ deyip, “Hayber Kalasının fethi Alinin eliyle olacak.” Memulün pek fevkinde, ikinci gün bir mucize-i Nebeviye olarak, Hayber Kalasının kapısını Ali çekip kalkan gibi istimal ederek fethe muvaffak olduktan sonra kapıyı yere atmış. Sekiz kuvvetli adam o kapıyı yerden kaldıramamış. Bir rivayette, kırk adam kaldıramamış.

Hem ferman etmiş ki:

لاَ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتَّى تَقْتَتِلَ فِئَتَانِ دَعْوَاهُمَا واَحِدَةٌ diye, Sıffinde Ali ile

Muaviyenin harbini haber vermiş.
Hem ferman etmiş ki: اِنَّ عَمَّارًا تَقْتُلُهُ الْفِئَةُ الْباَغِيَةُ diye, “Baği bir taife Ammarı katledecek.” Sonra, Sıffin harbinde katledildi. Ali, onu Muaviyenin taraftarları baği olduklarına hüccet gösterdi. Fakat Muaviye tevil etti. Amr ibnül-as dedi: “Baği yalnız onun katilleridir; umumumuz değiliz.”

Hem ferman etmiş ki: اِنَّ الْفِتَنَ لاَ تَظْهَرُ مَادَامَ عُمَرُ حَيًّا diye, “Hazret-i Ömer sağ

kaldıkça içinizde fitneler zuhur etmez.” Haber vermiş; öyle de olmuş.

Hem Süheyl ibni Amr daha imana gelmeden esir olmuş. Ömer Resulallah aleyhissalatü vesselama demiş ki: “İzin ver, ben bunun dişlerini çekeceğim. Çünkü o fesahatiyle küffar-ı Kureyşi harbimize teşvik ediyordu.” Resulallah aleyhissalatü vesselam ferman etmiş ki:

وَعَسٰى اَنْ يَقُومَ مَقَامًا يَسُرُّكَ يَاعُمَرُ  diye, Resulallah aleyhissalatü vesselamın

vefatı hengamında olan dehşet-engiz ve sabır-suz hadisede, Ebu Bekris-Sıddık nasıl ki Medine-i Münevverede kemal-i metanetle herkese teselli verip mühim bir hutbe ile Sahabeleri teskin etmiş; aynen onun gibi, şu Süheyl, o hengamda, Mekke-i Mükerremede, aynı Ebu Bekris-Sıddık gibi Sahabeye teskin ve teselli verip, malum fesahatiyle Ebu Bekris-Sıddıkın aynı hutbesinin mealinde bir nutuk söylemiş. Hatta iki hutbenin kelimeleri birbirine benzer.

Hem Sürakaya ferman etmiş ki:

كَيْفَ بِكَ اِذَا اُلْبِسْتَ سُوَارَىْ كِسْرٰى diye, “Kisranın iki bileziğini giyeceksin.” Ömer zamanında Kisra mahvedildi; ziynetleri ve şahane bilezikleri geldi, Ömer Sürakaya giydirdi. Dedi:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى سَلَبَهُمَا كِسْرٰى وَاَلْبَسَهُمَا سُرَاقَةَ ihbar-ı Nebeviyi tasdik ettirdi.

Hem ferman etmiş ki:

اِذَا ذَهَبَ كِسْرٰى فَلاَ كِسْرٰى بَعْدَهُ  diye, “Kisra-yı Fars gittikten sonra daha kisra çıkmayacak.” Haber vermiş; hem öyle olmuş.

Hem Kisra elçisine demiş: “Şimdi Kisranın oğlu Şirviye Perviz, Kisrayı öldürdü.”O elçi tahkik etmiş; aynı vakitte öyle olmuş. O da İslam olmuş. Bazı ehadiste o elçinin adı Firuzdur.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Hatıb ibni Ebi Belteanın, gizli Kureyşe gönderdiği mektubu haber vermiş. Ali ile Mikdadı göndermiş, “Filan mevkide bir şahısta şöyle bir mektup var; alınız, getiriniz.” Gittiler, aynı yerden aynı mektubu getirdiler. Hatıbı celb etti. “Neden yaptın?” demiş; o da özür beyan etmiş, özrünü kabul etmiş. Hem, nakl-i sahih ile, Utbe ibni Ebi Leheb hakkında ferman etmiş ki:

يَاْكُلُهُ كَلْبُ اللهِ diye, Utbenin akıbet-i feciasını haber vermiş. Sonra Yemen tarafına giderken bir arslan gelip onu yemiş, Peygamber aleyhissalatü vesselamın hem bedduasını, hem haberini tasdik etmiş.

Hem, nakl-i sahih ile, feth-i Mekke vaktinde, Bilal-i Habeşi Kabe damına çıkıp ezan okumuş. Rüesa-yı Kureyşten Ebu Süfyan, Attab ibni Esid ve Haris ibni Hişam oturup konuştular. Attab dedi: “Pederim Esid bahtiyardı ki bugünü görmedi.” Haris dedi ki: “Muhammed bu siyah kargadan başka adam bulmadı mı ki müezzin yapsın?” Bilal-i Habeşiyi tezyif etti. Ebu Süfyan dedi: “Ben korkarım, birşey demeyeceğim. Kimse olmasa da, şu Bathanın taşları ona haber verecek, o bilecek.” Hakikaten, bir parça sonra Resulallah aleyhissalatü vesselam onlara rast geldi, harfiyen konuştuklarını söyledi. O vakit Attab ile Haris şehadet getirdiler, Müslüman oldular.

İşte, ey biçare mülhid! Peygamber aleyhissalatü vesselamı tanımayan kalbsiz adam! Bak, Kureyşin iki muannid büyükleri, birtek ihbar-ı gaybi ile imana geldiler. Ne kadar kalbin bozulmuş ki, manevi tevatürle, bu ihbar-ı gaybi gibi binler mucizatı işitiyorsun, yine kanaat-i tammen gelmiyor. Her ne ise, sadede dönüyoruz.

Hem, nakl-i sahih ile, Gazve-i Bedirde, Abbas Sahabelerin eline esir düştüğü vakitte, fidye-i necat istenilmiş. O da demiş: “Param yok.” Resulallah aleyhissalatü vesselam ferman etmiş ki: “Zevcen Ümmü Fadl yanında bu kadar parayı filan yere bırakmışsın.” Abbas tasdik edip, “İkimizden başka kimsenin bilmediği bir sır idi.” O vakit kemal-i imanı kazanıp İslam olmuş.

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, muzır bir sahir olan Lebid-i Yahudi, Resulallah aleyhissalatü vesselamı rencide etmek için acip ve müessir bir sihir yapmış. Bir tarağa saçları sarmış, üstünde sihir yapmış, bir kuyuya atmış. Resulallah aleyhissalatü vesselam, Aliye ve Sahabelere ferman etmiş: “Gidiniz, filan kuyuda bu çeşit sihir aletlerini bulup getiriniz.” Gitmişler, aynen öyle bulup getirmişler. Herbir ipi açıldıkça, Resulallah aleyhissalatü vesselam dahi rahatsızlığından hiffet buluyordu.

Hem, nakl-i sahih ile, Ebu Hüreyre ve Huzeyfe gibi mühim zatlar bulunduğu bir heyette Resulallah aleyhissalatü vesselam ferman etmiş ki:
ضِرْسُ اَحَدِكُمْ فِى النَّارِ اَعْظَمُ مِنْ اُحُدٍ diye, birinin irtidadıyla müthiş akıbetini haber vermiş. Ebu Hüreyre dedi: “O heyetten, ben bir adamla ikimiz kaldık. Ben korktum. Sonra öteki adam Yemame Harbinde Müseylime tarafında bulunup mürted olarak katledildi.” İhbar-ı Nebevinin hakikati çıktı.

Hem, nakl-i sahih ile, Umeyr ve Safvan Müslüman olmadan evvel, mühim bir mala mukàbil, Peygamberin (a.s.m.) katline karar verip, Umeyr ise Peygamberin (a.s.m.) katlini niyet ederek Medineye gelmiş. Resulallah aleyhissalatü vesselam Umeyri gördü, yanına çağırdı, dedi: “Safvan ile maceranız budur.” Elini Umeyrin göğsüne koydu; Umeyr “Evet” dedi, Müslüman oldu.

Daha bunlar gibi pek çok sahih ihbarat-ı gaybiye vuku bulmuş. Meşhur kütüb-ü sitte-i sahiha-i hadisiyede zikredilmiştir ve senetleriyle beyan edilmiştir. Bu risalede beyan edilen vakıatın ekseri, tevatür-ü manevi hükmünde katidir, yakinidirler. Başta Buhari ve Müslim—ki, Kurandan sonra en sahih kitap olduklarını ehl-i tahkik kabul etmiş—ve sair Sahih-i Tirmizi, Nesei ve Ebu Davud ve Müstedrekül-Hakim ve Müsned-i Ahmed ibni Hanbel ve Delail-i Beyhaki gibi kitaplarda ananesiyle beyan edilmiştir.

Şimdi, ey mülhid-i bihuş! “Muhammed-i Arabi (a.s.m.) akıllı bir adamdı” deyip geçme. Çünkü şu umur-u gaybiyeye dair ihbarat-ı sadıka-i Ahmediye (a.s.m.) iki şıktan hali değil: Ya diyeceksin ki, o zat-ı kudside öyle keskin bir nazar ve geniş bir deha var ki, mazi ve müstakbeli ve umum dünyayı görür, bilir ve etraf-ı alemi ve şark ve garbı temaşa eder bir gözü ve geçmiş ve gelecek bütün zamanları keşfeder bir dehası vardır. Bu hal ise beşerde olamaz; eğer olsa, Halık-ı alem tarafından verilmiş bir harika, bir mevhibe olur. Bu ise, tek başıyla bir mucize-i azamdır. Veyahut inanacaksın ki, o zat-ı mübarek, öyle bir Zatın memuru ve şakirdidir ki, herşey Onun nazarında ve tasarrufundadır. Ve bütün enva-ı kainat ve bütün zamanlar Onun taht-ı emrindedir. Defter-i kebirinde herşey yazılıdır; istediği zaman talebesine bildirir ve gösterir. Demek, Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselam, Üstad-ı Ezelisinden ders alır, öyle ders verir.

Hem, nakl-i sahih ile, Halidi, harp için Düvmetül-Cendel reisi olan Ükeydire gönderdiği vakit ferman etmiş ki:

اِنَّكَ تَجِدُهُ يَصِيدُ الْبَقَرَ  diye, bakar-ı vahşi avında bulacağını, kavgasız esir edileceğini ihbar etmiş. Halid gitmiş, aynen öyle bulmuş, esir etmiş, getirmiş.

Hem, nakl-i sahih ile, Kureyş, Beni Haşimi aleyhinde yazdıkları ve Kabenin sakfına astıkları sahife hakkında ferman etmiş ki: “Kurtlar yazılarınızı yemiş; yalnız sahifedeki esma-i İlahiyeye ilişmemişler.” Haber vermiş. Sonra sahifeye bakmışlar; aynen öyle olmuş.

Hem, nakl-i sahih ile, “Beytül-Makdisin fethinde büyük bir taun çıkacak” ferman etmişti. Ömer zamanında Beytül-Makdis fetholundu. Ve öyle bir taun çıktı ki, üç günde yetmiş bin vefiyat oldu.

Hem, nakl-i sahih ile, o zamanda vücudu olmayan Basra ve Bağdatın vücuda geleceklerini ve Bağdada dünya hazinelerinin gireceğini ve Türkler ve Bahr-i Hazar etrafındaki milletlerle Araplar muharebe edeceklerini ve sonra onlar çoklukla İslamiyete girecek, Araplara, Araplar içinde hakim olacaklarını haber vermiş. Demiş ki:

يُوشِكُ اَنْ يَكْثُرَ فِيكُمُ الْعَجَمُ يَاْكُلُونَ فَيْئَكُمْ وَيَضْرِبُونَ رِقَابَكُمْ

Hem ferman etmiş ki:

هَلاَكُ اُمَّتِى عَلٰى يَدِ اُغَيْلِمَةٍ مِنْ قُرَيْشٍ diye, Emeviyenin Yezid ve Velid gibi şerir reislerinin fesadını haber vermiş.

Hem Yemame gibi bir kısım yerlerde irtidat vuku bulacağını haber vermiş.

Hem gazve-i meşhure-i Hendekte ferman etmiş ki:

اِنَّ قُرَيْشًا وَاْلاَحْزَابَ لاَ يَغْزُونِى اَبَدًا وَاَنَا اَغْزُوهُمْ diye, “Bundan sonra onlar bana değil, belki ben onlara hücum edeceğim.” Haber vermiş, haber verdiği gibi çıkmış.

Hem, nakl-i sahih ile, vefatından bir iki ay evvel ferman etmiş ki:

اِنَّ عَبْدًا خُيِّرَ فَاخْتَارَ مَا عِنْدَ اللهِ diye vefatını haber vermiş.

Hem Zeyd ibni Suhan hakkında ferman etmiş ki:

يَسْبِقُ عُضْوٌ مِنْهُ اِلَى الْجَنَّةِ Zeydden evvel bir uzvu şehid edileceğini haber vermiş. Bir zaman sonra, Nihavend harbinde bir eli kesilmiş. Demek, en evvel o el şehid olup manen Cennete gitmiş.

İşte, bütün bahsettiğimiz umur-u gaybiye, on kısım enva-ı mucizatından birtek nevidir. O nevin on kısmından bir kısmını söylemedik. Şimdi, bu kısımla beraber, icaz-ı Kurana dair Yirmi Beşinci Sözde, gayet geniş ihbar-ı gayb nevinin, dört nevini icmalen beyan etmişiz. İşte buradaki nevi ile beraber, Kuranın lisanıyla gaybdan haber verilen o dört büyük nevi beraber düşün. Gör ki, ne kadar kati, şüphesiz, parlak, kuvvetli, kavi bir burhan-ı risalettir ki, bütün bütün kalbi, aklı bozulmayan, elbette iman edecek ki, zat-ı Ahmediye aleyhissalatü vesselam, Halık-ı Külli Şey ve Allamül-Guyub olan bir Zat-ı Zülcelalin resulüdür ve Ondan haber alıyor.

YEDİNCİ NÜKTELİ İŞARET
Mucizat-ı Nebeviyenin bereket-i taam hususunda olan kısmından birkaç kati ve manen mütevatir misaline işaret edeceğiz. Bahisten evvel bir mukaddime zikri münasiptir.

MUKADDİME: Şu gelecek bereketli mucizat misalleri, herbiri müteaddit tarikle, hatta bazıları on altı tarikle sahih bir surette nakledilmiş. Ekserisi bir cemaat-i kesire huzurunda vuku bulmuş; o cemaat içinde muteber ve sadık insanlar onlardan bahsedip nakletmişler. Mesela, “Sa denilen dört avuç taamdan yetmiş adam yemişler, tok olmuşlar” naklediyor. O yetmiş adam onun sözünü işitiyor, tekzip etmiyor. Demek sükutla tasdik ediyorlar. Halbuki, o asr-ı sıdk ve hakikatte ve o hakperest ve ciddi ve doğru adam olan Sahabeler, zerre miktar yalanı görse, red ve tekzip ederler. Halbuki, bahsedeceğimiz vakıaları çoklar rivayet etmiş ve ötekiler de sükutla tasdik etmişler. Demek, herbir hadise manen mütevatir gibi katidir.

Hem Sahabeler, Kuranın ve ayetlerin hıfzından sonra, en ziyade Resulallah aleyhissalatü vesselamın efal ve akvalinin muhafazasına, bahusus ahkama ve mucizata dair ahvaline bütün kuvvetleriyle çalıştıklarını ve sıhhatlerine pek çok dikkat ettiklerini, tarih ve siyer şehadet ediyor. Resulallah aleyhissalatü vesselama ait en küçük bir hareketi, bir sireti, bir hali ihmal etmemişler. Ve etmediklerini ve kaydettiklerini, kütüb-ü ehadisiye şehadet ediyor.

Hem Asr-ı Saadette, mucizatı ve medar-ı ahkam ehadisi, kitabetle çoklar kaydedip yazdılar. Hususan Abadile-i Seba kitabetle kaydettiler. Hususan, Tercümanül-Kuran olan Abdullah ibni Abbas ve Abdullah ibni Amr ibnil-as, bahusus otuz kırk sene sonra Tabiinin binler muhakkikleri, ehadisi ve mucizatı yazıyla kaydettiler.

Daha ondan sonra, başta dört imam-ı müçtehid ve binler muhakkik muhaddisler naklettiler, yazıyla muhafaza ettiler.

Daha Hicretten iki yüz sene sonra, başta Buhari, Müslim, Kütüb-ü Sitte-i makbule vazife-i hıfzı omuzlarına aldılar. İbni Cevzi gibi şiddetli binler münekkitler çıkıp, bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfzsız veya nadanların karıştırdıkları mevzu ehadisi tefrik ettiler, gösterdiler.

Sonra, ehl-i keşfin tasdikiyle, yetmiş defa Resulallah aleyhissalatü vesselam temessül edip yakaza halinde onun sohbetiyle müşerref olan Celaleddin Süyuti gibi allameler ve muhakkikler, ehadis-i sahihanın elmaslarını, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler. İşte, bahsedeceğimiz hadiseler, mucizeler, böyle elden ele—kuvvetli, emin, müteaddit ve çok, belki hadsiz ellerden—sağlam olarak bize gelmiş. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

İşte buna binaen, “Bu zamana kadar uzun mesafeden gelen, şu zamandan ta o zamana kadar bu hadiseleri, nasıl bileceğiz ki karışmamış ve safidir?” hatıra gelmemelidir.

BEREKETE DaR MUCİZaT-I KATİYENİN BİRİNCİ MİSALİ: Başta Buhari ve Müslim, Kütüb-ü Sitte-i sahiha müttefikan haber veriyorlar ki:

Resulallah aleyhissalatü vesselamın Zeynep ile tezevvücü velimesinde, Enesin validesi Ümmü Süleym, bir iki avuç hurmayı yağla kavurarak bir kaba koyup Enesle Peygamber aleyhissalatü vesselama gönderdi. Enese ferman etti ki: “Filan, filanı çağır. Hem, kime tesadüf etsen davet et.” Enes de kime rast geldiyse çağırdı. Üç yüz kadar Sahabe gelip suffe ve hücre-i saadeti doldurdular.

Ferman etti: تَحَلَّقُوا عَشَرَةً عَشَرَة ً Yani, “Onar onar halka olunuz.” Sonra, mübarek elini o az taam üzerine koydu, dua etti, “Buyurun” dedi. Bütün o üç yüz adam yediler, tok olup kalktılar. Enese ferman etmiş: “Kaldır.” Enes demiş ki: “Bilmedim, taam kabını koyduğum vakit mi taam çoktu, yoksa kaldırdığım vakit mi çoktu, fark edemedim.”

İKİNCİ MİSAL: Mihmandar-ı Nebevi Ebu Eyyubil-Ensari hanesine teşrif-i Nebevi hengamında Ebu Eyyub der ki:

Resulallah aleyhissalatü vesselam ve Ebu Bekr-i Sıddıka kafi gelecek iki kişilik yemek yaptım. Ona ferman etti:

اُدْعُ ثَلاَثِينَ مِنْ اَشْرَافِ اْلاَنْصَار ِ Otuz adam geldiler, yediler. Sonra ferman etti: اُدْعُ سِتِّينَ Altmış daha davet ettim. Geldiler, yediler. Sonra ferman etti اُدْعُ سَبْعِينَ Yetmiş daha davet ettim. Geldiler, yediler. Kaplarda yemek daha kaldı. Bütün gelenler o mucize karşısında İslamiyete girip biat ettiler. O iki kişilik taamdan yüz seksen adam yediler.

ÜÇÜNCÜ MİSAL: Ömer ibnül-Hattab ve Ebu Hüreyre ve Selemetübnül-Ekva ve Ebu Amratel-Ensari gibi, müteaddit tariklerle diyorlar ki:

Bir gazvede ordu aç kaldı. Resulallah aleyhissalatü vesselama müracaat ettiler. Ferman etti ki: “Heybelerinizde kalan bakıye-i erzakı toplayınız.” Herkes azar birer parça hurma getirdi. En çok getiren, dört avuç getirebildi. Bir kilime koydular.

Seleme der ki: “Mecmuunu ben tahmin ettim, oturmuş bir keçi kadar ancak vardı.” Sonra Resulallah aleyhissalatü vesselam bereketle dua edip ferman etti: “Herkes kabını getirsin.” Koşuştular, geldiler. O ordu içinde hiçbir kap kalmadı, hepsini doldurdular. Hem fazla kaldı.

Sahabeden bir ravi demiş: “O bereketin gidişatından anladım: Eğer ehl-i arz gelseydi, onlara dahi kafi gelecekti.”

DÖRDÜNCÜ MİSAL: Başta Buhari ve Müslim, kütüb-ü sahiha beyan ediyorlar ki:

Abdurrahman ibn-i Ebi Bekr-i Sıddık der: Biz yüz otuz Sahabe, bir seferde Resulallah aleyhissalatü vesselam ile beraberdik. Dört avuç miktarı olan bir sa ekmek için hamur yapıldı. Bir keçi dahi kesildi, pişirildi; yalnız ciğer ve böbrekleri kebap yapıldı. Kasem ederim, o kebaptan, yüz otuz Sahabeden herbirisine bir parça kesti, verdi. Sonra Resulallah aleyhissalatü vesselam pişmiş eti iki kaseye koydu. Biz umumumuz tok oluncaya kadar yedik; fazla kaldı. Ben fazlasını deveye yükledim.

BEŞİNCİ MİSAL: Kütüb-ü sahiha katiyetle beyan ediyorlar ki:

Gazve-i Garra-i Ahzabda, meşhur Yevmül-Hendekte, Cabirul-Ensari kasemle ilan ediyor: O günde, dört avuç olan bir sa arpa ekmeğinden, bir senelik bir keçi oğlağından bin adam yediler ve öylece kaldı.

Hazret-i Cabir der ki: O gün yemek, hanemde pişirildi. Bütün bin adam o sadan, o oğlaktan yediler, gittiler. Daha tenceremiz dolu kaynıyor, daha hamurumuz ekmek yapılıyor. O hamura, o tencereye mübarek ağzının suyunu koyup bereketle dua etmişti.

İşte, şu mucize-i bereketi, bin zatın huzurunda, onları ona alakadar göstererek Cabir kasemle ilan ediyor. Demek şu hadise, bin adam rivayet etmiş gibi kati denilebilir.

ALTINCI MİSAL: Nakl-i sahih-i kati ile, hadim-i Nebevi Enesin amcası meşhur Ebu Talha der ki: Resulallah aleyhissalatü vesselam, yetmiş seksen adamı, Enesin koltuğu altında getirdiği az arpa ekmeğinden tok oluncaya kadar yedirdi. “O az ekmekleri parça parça ediniz” emretti ve bereketle dua etti. Menzil dar olduğundan, onar onar gelip yediler, tok olarak gittiler.

YEDİNCİ MİSAL: Nakl-i sahih-i kati ile, Şifa-i Şerif ve Müslim gibi kütüb-ü sahiha beyan ederler ki:

Hazret-i Cabirul-Ensari diyor: Bir zat, Resulallah aleyhissalatü vesselamdan iyali için taam istedi. Resulallah aleyhissalatü vesselam yarım yük arpa verdi. Çok zaman o adam iyaliyle ve misafirleriyle o arpadan yediler. Bakıyorlar, bitmiyor. Noksaniyetini anlamak için ölçtüler. Sonra bereket dahi kalktı; noksan olmaya başladı. Resulallah aleyhissalatü vesselama geldi, vakayı beyan etti. Ona cevaben ferman etti:

Yani, “Eğer kile ile tecrübe etmeseydiniz, hayatınızca size yeterdi.”

SEKİZİNCİ MİSAL: Tirmizi ve Nesei ve Beyhaki ve Şifa-i Şerif gibi kütüb-ü sahiha beyan ediyorlar ki:

Hazret-i Semuretebni Cündüb der: Resulallah aleyhissalatü vesselama bir kase et geldi. Sabahtan akşama kadar fevc fevc adamlar geldiler, yediler.

İşte, mukaddimede beyan ettiğimiz sırra binaen, şu vakıa-i bereket yalnız Semurenin rivayeti değil; belki Semure, o yemeği yiyen cemaatlerin mümessili gibi, onların namına ve tasdiklerine binaen ilan ediyor.

DOKUZUNCU MİSAL: Şifa-i Şerif sahibi ve meşhur İbni Ebi Şeybe ve Taberani gibi mevsuk ve sahih muhakkikler rivayetiyle, Ebu Hüreyre der:

Resulallah aleyhissalatü vesselam bana emretti: “Mescid-i şerifin suffesini mesken ittihaz eden yüzden ziyade fukara-yı muhacirini davet et.” Ben dahi onları aradım, topladım. Umumumuza bir tabla taam konuldu. Biz istediğimiz kadar yedik, kalktık. O kase konulduğu vakit nasıl idi; yine öyle dolu kaldı. Yalnız parmakların izi taamda görünüyordu.

İşte, Ebu Hüreyre, umum kamilin-i ehl-i suffe tasdikine istinaden, onlar namına haber verir. Demek, manen umum ehl-i suffe rivayet etmiş gibi katidir. Hem hiç mümkün müdür ki, o haber hak ve doğru olmasa, o sadık ve kamil zatlar sükut edip tekzip etmesinler?

ONUNCU MİSAL: Nakl-i sahih-i kati ile, İmam-ı Ali der:

Resulallah aleyhissalatü vesselam, Beni Abdilmuttalibi cem etti. Onlar kırk adam idiler. Onlardan bazıları bir deve yavrusunu yerdi ve dört kıyye süt içerdi. Halbuki, umum onlara bir avuç kadar bir yemek yaptı; umum yiyip tok oldular, yemek eskisi gibi kaldı. Sonra, üç dört adama ancak kafi gelir ağaçtan bir kap içinde süt getirdi. Umumen içtiler, doydular; içilmemiş gibi baki kaldı.

İşte, Alinin şecaati ve sadakati katiyetinde bir mucize-i bereket!

ON BİRİNCİ MİSAL: Nakl-i sahih ile, Ali ve Fatımatüz-Zehra velimesinde, Resulallah aleyhissalatü vesselam, Bilal-ı Habeşiye emretti: “Dört beş avuç un, ekmek yapılsın ve bir deve yavrusu kesilsin.”

Hazret-i Bilal der: Ben taamı getirdim. Mübarek elini üstüne vurdu. Sonra taife taife Sahabeler geldiler, yediler, gittiler. O yemekten baki kalan miktara yine bereketle dua etti. Bütün Ezvac-ı Tahirata, herbirine birer kase gönderildi. Emretti ki: “Hem yesinler, hem yanlarına gelenlere yedirsinler.”

Evet, böyle mübarek bir izdivaçta, elbette böyle bir bereket lazımdır ve vukuu katidir.

ON İKİNCİ MİSAL: İmam-ı Cafer-i Sadık, pederleri İmam-ı Muhammedül-Bakırdan, o da pederi İmam-ı Zeynelabidinden, o dahi İmam-ı Aliden nakleder ki:

Fatımatüz-Zehra, yalnız ikisine kafi gelecek bir yemek pişirdi. Sonra Aliyi gönderdi, ta Resulallah aleyhissalatü vesselam gelsin, beraber yesinler. Teşrif etti ve emretti ki, o yemekten herbir ezvacına birer kase gönderildi. Sonra kendine, hem Aliye, hem Fatıma ve evlatlarına birer kase ayrıldıktan sonra, Fatıma der: “Tenceremizi kaldırdık; daha dolu olup taşıyordu. Meşiet-i İlahiye ile, hayli zaman o yemekten yedik.”

Acaba niçin bu nurani, yüksek silsile-i rivayetten gelen şu mucize-i berekete, gözünle görmüş gibi inanmıyorsun? Evet, buna karşı şeytan dahi bahane bulamaz.

ON ÜÇÜNCÜ MİSAL: Ebu Davud ve Ahmed ibni Hanbel ve İmam-ı Beyhaki gibi saduk imamlar, Dükeynül-Ahmes ibni Saidil-Müzeynden, hem altı kardeşle beraber sohbete müşerref ve Sahabelerden olan Numan ibni Mukarrinil-Ahmesiyyil-Müzeynden, hem Cerirden naklederek, müteaddit tariklerle Hazreti Ömer ibnül-Hattabdan naklediyorlar ki:

Resulallah aleyhissalatü vesselam Ömere emretti: “Ahmesi kabilesinden gelen dört yüz atlıya yolculuk için zad ü zahire ver.” Ömer dedi: “Ya Resulallah, mevcut zahire birkaç sadır. Kümesi, oturmuş bir deve yavrusu kadardır.” Ferman etti: “Git, ver.” O da gitti, yarım yük hurmadan, dört yüz süvariye kifayet derecesinde zad ü zahire verdi. Ve dedi: Hiç noksan olmamış gibi eski halinde kaldı.

İşte şu mucize-i bereket, dört yüz adamla ve bahusus Ömer ile münasebettar bir surette vukua gelmiştir. Rivayetlerin arkasında bunlar var. Bunların sükutu, tasdiktir; iki üç haber-i vahid deyip geçme. Böyle hadiseler haber-i vahid dahi olsa, tevatür-ü manevi hükmünde kanaat verir.

ON DÖRDÜNCÜ MİSAL: Başta Buhari ve Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:

Hazret-i Cabirin pederi vefat eder. Borcu çok, ziyade medyun; borç sahipleri de Yahudiler. Cabir, pederinin asıl malını guremaya verdi, kabul etmediler. Halbuki, bağındaki meyveleri, kaç senede deynine kafi gelmeyecek. Resulallah aleyhissalatü vesselam ferman etti: “Bağın meyvelerini koparınız, harman ediniz.” Öyle yaptılar. Resulallah aleyhissalatü vesselam harman içinde gezdi, dua etti. Sonra Cabir, harmandan pederinin bütün guremasının borçlarını verdikten sonra, yine, bir senede bağdan gelen mahsulat kadar harmanda kaldı. Bir rivayette, bütün guremaya verdiği kadar kaldı. O hadiseden, borç sahipleri olan Yahudiler çok taaccüp edip hayrette kaldılar.

İşte şu mucize-i bahire-i bereket, yalnız Cabir gibi birkaç ravilerin haberi değil. Belki manevi tevatür hükmünde, o hadise ile münasebettar, hadd-i tevatür derecesinde çok adamları temsil ederek rivayet etmişler.

ON BEŞİNCİ MİSAL: Başta Tirmizi ve İmam-ı Beyhaki gibi muhakkikler, Ebu Hüreyreden nakl-i sahihle beraber haber veriyorlar ki:

Ebu Hüreyre demiş ki: Bir gazvede (başka bir rivayette, Gazve-i Tebükte), ordu aç kaldı. Resulallah aleyhissalatü vesselam ferman etti: هَلْ مِنْ شَىْءٍ “Birşey var mı?” diye emretti. Ben dedim: “Heybede bir parça hurma var.” (Bir rivayette, on beş tane imiş.) Dedi: “Getir.” Getirdim. Mübarek elini soktu, bir kabza çıkardı, bir kaba bıraktı, bereketle dua buyurdular. Sonra onar onar askeri çağırdı, umumen yediler. Sonra ferman etti:

خُذْمَا جِئْتَ بِهِ وَاقْبِضْ عَلَيْهِ وَلاَ تَكُبَّهُ

Ben aldım, elimi o heybeye soktum. Evvel getirdiğim kadar elime geçti. Sonra Resulallah aleyhissalatü vesselam hayatında, Ebu Bekir ve Ömer ve Osman hayatında o hurmalardan yedim. (Başka bir tarikte rivayet edilmiş ki: O hurmalardan kaç yük, fi sebilillah sarf ettim. Sonra Osmanın katlinde o hurma, kabıyla nehb ve garat edildi, gitti.)

İşte, hoca-i kainat olan Fahr-i alem aleyhissalatü vesselamın kudsi medresesi ve tekkesi olan suffenin demirbaş bir mühim talebesi ve müridi ve kuvve-i hafızanın ziyadesi için dua-yı Nebeviyeye mazhar olan Ebu Hüreyre, gazve-i Tebük gibi bir mecma-ı nasta vukuunu haber verdiği şu mucize-i bereket, manen bir ordu sözü kadar kati ve kuvvetli olmak gerektir.

ON ALTINCI MİSAL: Başta Buhari, kütüb-ü sahiha nakl-ı kati ile beyan ediyorlar ki:

Hazret-i Ebu Hüreyre aç olmuş. Resulallah aleyhissalatü vesselamın arkasından gidip menzil-i saadete gitmişler. Bakarlar ki, bir kadeh süt oraya hediye getirilmiş. Resulallah aleyhissalatü vesselam emretti ki: “Ehl-i Suffeyi çağır.” Ben kalbimden dedim ki: “Bu sütün bütününü ben içebilirim; ben daha ziyade muhtacım.” Fakat emr-i Nebevi için onları topladım, getirdim. Yüzü mütecaviz idiler. Ferman etti: “Onlara içir.” Ben de o kadehteki sütü birer birer verdim. Herbirisi doyuncaya kadar içer, diğerine veririm. Böyle birer birer içirerek bütün Ehl-i Suffe o safi sütten içtiler. Sonra ferman etti ki:

بَقِيتُ اَنَا وَاَنْتَ فَاشْرَبْ Ben içtim. İçtikçe, “İç” ferman eder. Ta, ben dedim: “Seni hak ile irsal eden Zat-ı Zülcelale kasem ederim, yer kalmadı ki içeyim.” Sonra kendisi aldı, Bismillah deyip hamd ederek bakıyesini içti. Yüz bin afiyet olsun!

İşte şu safi, halis süt gibi latif, şüphesiz mucize-i bahire-i bereket, beş yüz bin hadisi hıfzına alan Buhari başta olarak, Kütüb-ü Sitte-i Sahiha ile nakilleri, gözle görmek kadar kati olmakla beraber, medrese-i kudsiye-i Ahmediye (a.s.m.) olan Suffenin namdar, sadık, hafız bir şakirdi olan Ebu Hüreyrenin, umum Ehl-i Suffeyi manen işhad ederek, adeta umumunu temsil edip şu ihbarı tevatür derecesinde kati telakki etmeyenin, ya kalbi bozuk veya aklı yok. Acaba, Ebu Hüreyre gibi sadık ve bütün hayatını hadise ve dine vakfeden, وَمَنْ كَذَبَ عَلَىَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ hadisini işiten ve nakleden, hiç mümkün müdür ki, hıfzındaki ehadis-i Nebeviyenin kıymetini ve sıhhatini şüpheye düşürüp Ehl-i Suffenin tekzibine hedef edecek muhalif bir söz ve asılsız bir vaka söylesin? Haşa!

Ya Rab! Şu Resulallah aleyhissalatü vesselamın bereketi hürmetine, bize ihsan ettiğin maddi ve manevi rızkımıza bereket ihsan et!

BİR NÜKTE-İ MÜHİMME: Malumdur ki, zayıf şeyler içtima ettikçe kuvvetleşir. İncecik ipler topak yapılsa, kuvvetli halat olur. Kuvvetli halatlar topak yapılsa, kimse koparamaz. İşte, on beş enva-ı mucizattan yalnız bereket kısmındaki mucizatı ve o kısmın on beş kısmından ancak bir kısmını, on beş misalle gösterdik. Herbir misal, tek başıyla nübüvveti ispat eder bir derecede kuvvetliydi. Farz-ı muhal olarak, bunların bir kısmını kuvvetsiz saysak da yine kuvvetsiz diyemeyiz. Çünkü, kavi ile ittifak eden kavileşir.

Hem şu on beş misalin içtimaı, kati, şüphesiz bir tevatür-ü manevi ile, kuvvetli bir mucize-i kübrayı gösterir. Şimdi, şu mecmudaki mucize-i kübra, bereket mucizelerinden zikredilmemiş olan on dört kısm-ı ahare mezc edilse, kuvvetli halatları topak yapmak gibi, koparılması mümkün olmayan bir mucize-i ekber, içinde görünür.

Sonra, şu mucize-i ekberi, sair on dört nevi mucizatın mecmuuna ilave et, gör ki, ne derece kuvvetli, sarsılmaz, kati bir burhan-ı nübüvvet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) gösterir. İşte, nübüvvet-i Ahmediyenin (a.s.m.) direği, şu mecmudan teşekkül eden dağ gibi kuvvetli bir direktir. Şimdi, cüziyatta ve misallerde, su-i fehimden gelen şüphelerle, o metin sakf-ı muallayı sebatsız ve kàbil-i sukut görmek ne derece akılsızlık olduğunu anladın.

Evet, berekete dair o mucizeler gösteriyorlar ki, Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselam, umuma rızık veren ve rızıkları halk eden bir Zat-ı Rahim ve Kerimin sevgili memurudur, pek hürmetli bir abdidir ki, rızkın envaında, hilaf-ı adet olarak, ona hiçten ve sırf gaybdan ziyafetler gönderiyor.

Malumdur ki, Ceziretül-Arab, suyu ve ziraati az bir yerdir. Onun için, ahalisi, hususan bidayet-i İslamdaki Sahabeler, dıyk-ı mAyşete maruzdular. Hem susuzluğa çok defa giriftar oluyorlardı. İşte, bu hikmete binaen, mucizat-ı bahire-i Ahmediye aleyhissalatü vesselamın mühimleri, taam ve su hususunda tezahür etmiş. Bu harikalar, dava-yı nübüvvete delil ve mucize olmaktan ziyade, ihtiyaca binaen, Resulallah aleyhissalatü vesselama bir ikram-ı İlahi, bir ihsan-ı Rabbani, bir ziyafet-i Rahmaniye hükmündedir. Çünkü, o mucizatı görenler, nübüvveti tasdik etmişler. Fakat mucize zuhur ettikçe iman ziyadeleşir, nurun ala nur olur.

SEKİZİNCİ İŞARET
Su hususunda tezahür eden bir kısım mucizatı beyan eder.

MUKADDİME: Malumdur ki, cemaatler içinde vuku bulan hadiseler, ahadi bir surette nakledilse, tekzip edilmediği vakit, doğruluğunu gösterir. Çünkü, insanın fıtratında, yalana yalandır demeye cibilli bir meyil vardır. Hususan, her kavimden ziyade yalana karşı sükut etmez Sahabeler olsa; hususan hadiseler Resulallah aleyhissalatü vesselama taalluk etse; ve bilhassa, nakleden, meşahir-i Sahabeden olsa, elbette o haber-i vahid sahibi, o hadiseyi gören cemaati temsil eder hükmünde rivayet eder.

Halbuki, şimdi bahsedeceğimiz mucizat-ı maiyeyi, herbir misali çok tariklerle, çok Sahabelerin ellerinden, binler Tabiinin muhakkikleri el atıp almışlar, sağlam olarak ikinci asır müçtehidlerinin ellerine vermişler. Onlar da, kemal-i ciddiyetle ve hürmetle el atıp, kabul edip, arkalarındaki asrın muhakkiklerinin ellerine vermişler. Her tabaka, binler kuvvetli ellerden geçip, gele gele ta asrımıza gelmiş. Hem Asr-ı Saadette yazılan kütüb-ü ehadisiye sağlam olarak devredilip, ta Buhari ve Müslim gibi ilm-i hadisin dahi imamlarının ellerine geçmiş. Onlar da, kemal-i tahkikle meratibini tefrik ederek, sıhhati şüphesiz olanları cem ederek bize ders vermişler, takdim etmişler. جَزَاهُمُ اللهُ خَيْرًا كَثِيرًا

İşte, Resulallah aleyhissalatü vesselamın mübarek parmaklarından suyun akması ve pek çok adama içirmesi mütevatirdir. Öyle bir cemaat nakletmiş ki, yalana ittifakları muhaldir. Şu mucize gayet katidir. Hem üç defa, üç mecma-ı azimde tekerrür etmiş. Başta Buhari, Müslim, Malik, İmam-ı Şuayb, İmam-ı Katade gibi pek çok ehl-i sahih bir cemaat, Sahabelerden, başta hadim-i Nebevi Enes, Cabir, İbni Mesud gibi meşahir-i Sahabenin bir cemaatinden, parmaklarından suyun kesretle akması ve orduya içirmesi, nakl-i sahih-i kati ile beyan edilmiştir. Bu nevi mucize-i maiyeden, pek çok misallerinden dokuz misali beyan edeceğiz.

BİRİNCİ MİSAL: Başta Buhari, Müslim, kütüb-ü sahiha, Enesten nakl-i sahihle haber veriyorlar ki:

Hazret-i Enes diyor: Zevra nam-mahalde, üç yüz kişi kadar, Resulallah aleyhissalatü vesselam ile beraberdik. İkindi namazı için abdest almayı emretti. Su bulunmadı. Yalnız bir parça su emretti; getirdik. Mübarek ellerini içine batırdı. Gördüm ki, parmaklarından çeşme gibi su akıyor. Sonra, bütün maiyetindeki üç yüz adam geldiler, umumu abdest alıp içtiler.

İşte, şu misali, Enes, üç yüz kişiyi temsil ederek haber veriyor. Mümkün müdür ki, o üç yüz kişi, şu habere manen iştirak etmesinler; hem iştirak etmedikleri halde tekzip etmesinler?

İKİNCİ MİSAL: Başta Buhari, Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:

Hazret-i Cabir ibni Abdullahil-Ensari beyan ediyor: Biz, bin beş yüz kişi, Gazve-i Hudeybiyede susadık. Resulallah aleyhissalatü vesselam, kırba denilen deriden bir kap sudan abdest aldı, sonra elini içine soktu. Gördüm ki, parmaklarından çeşme gibi su akıyor. Bin beş yüz kişi içip, kaplarını o kırbadan doldurdular.

Salim ibni Ebil-Cad, Cabirden sormuş: “Kaç kişiydiniz?” Cabir demiş ki: “Yüz bin kişi de olsaydı, yine kafi gelirdi. Fakat biz, on beş yüz (yani bin beş yüz) idik.”

İşte, şu mucize-i bahirenin ravileri, manen bin beş yüz kadardırlar. Çünkü, fıtrat-ı beşeriyede, yalana yalan demek bir meyl-i arzusu vardır. Sahabeler ise, sıdk ve doğruluk için, can ve mal ve peder ve validelerini ve kavim ve kabilelerini feda edip, sıdk ve hak için fedai oldukları halde, hem “Benden bilerek yalan birşey haber veren, Cehennem ateşinden yerini hazırlasın” mealindeki hadis-i şerifin tehdidine karşı, yalana mukàbil sükut etmeleri mümkün değildir. Madem sükut ettiler; o haberi kabul ettiler, manen iştirak edip tasdik ediyorlar demektir.

ÜÇÜNCÜ MİSAL: Gazve-i Buvatta, yine Buhari, Müslim başta, kütüb-ü sahiha beyan ediyorlar ki:

Hazret-i Cabir dedi ki: Resulallah aleyhissalatü vesselam ferman etti:

نَادِ بِالْوُضُوءِ “Abdest almak için nida et” dediler. “Su yok” denildi. Resulallah aleyhissalatü vesselam dedi: “Bir parça su bulunuz.” Gayet az su getirdik. Sonra, o az su üstüne elini kapadı, birşeyler okudu, bilmedim ne idi. Sonra ferman etti: رِدْنَا بِجَفْنَةِ الرَّكْبِ Yani, “Kàfilenin büyük teştini (tekne) getir.” Bana getirildi; ben de Resulallah aleyhissalatü vesselamın önüne koydum. O da elini içine koydu, parmaklarını açtı. Ben de o az suyu, mübarek eli üzerine döküyordum. Gördüm ki, mübarek parmaklarından kesretle su aktı, sonra teşt doldu. Suya muhtaç olanları çağırdım. Bütün geldiler, o sudan abdest alıp içtiler. Ben dedim: “Daha kimse kalmadı.” Elini kaldırdı; o cefne (yani tekne) lebaleb dolu kaldı.

İşte, şu mucize-i bahire-i Ahmediye (a.s.m.) manen mütevatirdir. Çünkü, Cabir o işte başta olduğu için, birinci söz onun hakkıdır; o, umumun namına ilan ediyor. Çünkü o vakit hizmet eden o zat idi; ilan, başta onun hakkıdır. İbni Mesud da aynen rivayetinde diyor ki: “Ben gördüm ki, Resulallah aleyhissalatü vesselamın parmaklarından çeşme gibi su akıyor.” Acaba, meşahir-i sıddıkin-i Sahabeden olan Enes, Cabir, İbni Mesud gibi bir cemaat dese, “Ben gördüm”; görmemesi mümkün müdür?

Şimdi şu üç misali birleştir, ne kadar kuvvetli bir mucize-i bahire olduğunu gör. Ve üç tarik birleşse, hakiki tevatür hükmünde parmaklarından su akmasını kati ispat eder. Musa ın taştan on iki yerde çeşme gibi su akıtması, Resulallah aleyhissalatü vesselamın on parmağından on musluk suyun akmasının derecesine çıkamaz. Çünkü, taştan su akması mümkündür; adiyat içinde naziri bulunur. Fakat et ve kemikten ab-ı kevser gibi suyun kesretle akmasının naziri, adiyat içinde yoktur.

DÖRDÜNCÜ MİSAL: Başta Malik, Muvatta kitab-ı muteberinde, Muaz ibni Cebel gibi meşahir-i Sahabeden haber veriyor ki:

Hazret-i Muaz ibni Cebel dedi ki: Gazve-i Tebükte bir çeşmeye rast geldik; sicim kalınlığında, güçle akıyordu. Resulallah aleyhissalatü vesselam emretti ki: “Bir parça o suyu toplayınız.” Avuçlarında bir parça topladılar. Resulallah aleyhissalatü vesselam, onunla elini yüzünü yıkadı. Suyu çeşmeye koyduk. Birden çeşmenin menfezi açılıp kesretle aktı, bütün orduya kafi geldi.

Hatta bir ravi olan İmam İbni İshak der ki: Gök gürültüsü gibi, toprak altında o çeşmenin suyu gürültü yaparak öyle aktı. Resulallah aleyhissalatü vesselam Muaza ferman etti ki:

يُوشِكُ يَا مُعَاذُ اِنْ طَالَتْ بِكَ حَيَاةٌ اَنْ تَرٰى مَا هٰهُنٰا قَدْ مُلِئَ جِنَانًا

Yani, “Bu eser-i mucize olan mübarek su devam edip buraları bağa çevirecek; ömrün varsa göreceksin.”Ve öyle olmuştur.

BEŞİNCİ MİSAL: Başta Buhari, Beradan ve Müslim, Selemetibni Ekvadan ve sair kütüb-ü sahiha başka ravilerden müttefikan haber veriyorlar ki:

Gazve-i Hudeybiyede bir kuyuya rast geldik. Biz dört yüz kişiydik. O kuyunun suyu elli kişiyi ancak idare ederdi. Biz suyu çektik, içinde birşey bırakmadık. Resulallah aleyhissalatü vesselam geldi, kuyunun başına oturdu. Bir kova su istedi; getirdik. Kovanın içine mübarek ağzının suyunu bıraktı ve dua etti, sonra o kovayı kuyuya döktü. Birden kuyu coştu ve kaynadı, ağzına kadar doldu. Bütün ordu, kendileri ve hayvanatı doyuncaya kadar içtiler, kaplarını da doldurdular.

ALTINCI MİSAL: Yine Müslim ve İbni Cerir-i Taberi gibi, hadisin dahi imamları başta olarak, kütüb-ü sahiha, nakl-i sahihle, meşhur Ebu Katadeden haber veriyorlar ki:

Ebu Katade diyor: Mute gazve-i meşhuresinde, reislerin şehadeti üzerine, imdada gidiyorduk. Bende bir kırba vardı. Resulallah aleyhissalatü vesselam

bana ferman etti: اِحْفَظْ عَلَىَّ مِيضَئَتَكَ فَسَيَكُونُ لَهَا نَبَأٌ عَظِيمٌ

Yani, “Kırbanı sakla; onun büyük işi var.” Sonra susuzluk başladı. Yetmiş iki kişi idik. (Taberinin nakline göre, üç yüz idik.) Susuz kaldık. Resulallah aleyhissalatü vesselam dedi: “Kırbanı getir.” Ben getirdim. O da aldı, ağzını ağzına getirdi. İçine nefes etti, etmedi, bilmem. Sonra yetmiş iki kişi geldiler, içtiler, kaplarını doldurdular. Sonra ben aldım; verdiğim gibi kalmıştı.

İşte, şu mucize-i bahire-i Ahmediyeyi (a.s.m.) gör, اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ بِعَدَدِ قَطَرَاتِ الْمَۤاءِ de.

YEDİNCİ MİSAL: Başta Buhari ve Müslim olarak, kütüb-ü sahiha, İmran ibni Husayndan haber veriyorlar ki:

İmran der: Bir seferde, Resulallah aleyhissalatü vesselam ile beraber susuz kaldık. Bana ve Aliye ferman etti ki: “Filan mevkide bir kadın, iki kırba suyu hayvana yükletmiş, gidiyor. Alıp buraya getiriniz.” Ben ve Ali beraber gittik; aynı yerde kadını su yüküyle bulduk, getirdik. Sonra emretti: “Bir kaba, bir parça su boşaltınız.” Boşalttık. Bereketle dua etti. Sonra, yine suyu o hayvandaki kırbaya koyduk. Ferman etti ki: “Herkes gelsin, kabını doldursun.” Bütün kàfile geldi, kaplarını doldurdular, içtiler. Sonra ferman etti: “Kadına birşeyler toplayınız.” Kadının eteğini doldurdular.

İmran diyor ki: Ben tahayyül ediyordum ki, gittikçe iki kırba doluyor, daha ziyadeleşiyor. Resulallah aleyhissalatü vesselam o kadına ferman etti ki:

اِذْهَبِى فَاِنَّا لَمْ نَاْخُذْ مِنْ مَۤائِكِ شَيْئًا وَلٰكِنَّ اللهَ سَقَانَا

Yani, “Senin suyundan almadık. Belki Cenab-ı Hak bize hazinesinden su içirdi.”

SEKİZİNCİ MİSAL: Başta meşhur İbni Huzeyme, Sahihinde, raviler Ömerden naklediyorlar ki:
Gazve-i Tebükte susuz kaldık. Hatta bazılar devesini keser, susuzluktan içini sıkar, içerdi. Ebu Bekris-Sıddık, Resulallah aleyhissalatü vesselama dua etmek için rica etti. Resulallah aleyhissalatü vesselam elini kaldırdı; daha elini indirmeden bulut toplandı, yağmur öyle geldi ki, kaplarımızı doldurduk. Sonra su çekildi. Ordumuza mahsus olarak, hududumuzu tecavüz etmedi. Demek, tesadüf içine karışmamış, sırf bir mucize-i Ahmediyedir (a.s.m.).

DOKUZUNCU MİSAL: Meşhur Abdullah ibni Amr ibnil-asın hafidi ve dört imamın ona itimad edip ve ondan tahric-i hadis ettikleri Amr ibni Şuaybdan, nakl-i sahihle haber veriyorlar ki:

Demiş: Nübüvvetten evvel, Resulallah aleyhissalatü vesselam, amcası Ebu Talib ile deveye binip, Arafe civarında Zilhicaz nam-mevkie geldikleri vakit, Ebu Talib demiş: “Ben susadım.” Resulallah aleyhissalatü vesselam inmiş, yere ayağını vurmuş, su çıkmış, Ebu Talib içmiştir.

Muhakkikinden birisi demiş ki: Şu hadise nübüvvetten evvel olduğundan, irhasat kàbilinden olmakla beraber, bin sene sonra aynı yerde Arafat çeşmesi çıkması, o hadiseye binaen bir keramet-i Ahmediye (a.s.m.) sayılabilir.

İşte, şu dokuz misaller gibi, doksan misal olmasa da, belki doksan surette rivayetler, mucizat-ı maiyeyi haber vermişler. Baştaki yedi misal, manevi tevatür gibi kati ve kuvvetlidirler. ahirdeki iki misal, çendan o derece tarikleri kuvvetli ve müteaddit değil, ravileri çok değiller. Fakat sekizinci misalde Ömerden rivayet olunan mucize-i sahabiyeyi teyid ve takviye eden ikinci bir mucize-i sahabiye, başta İmam-ı Beyhaki ve Hakim olarak, kütüb-ü sahiha, Ömerden haber veriyorlar ki:

Hazret-i Ömer, Resulallah aleyhissalatü vesselamdan yağmur duasını niyaz etti. Çünkü ordu suya muhtaçtı. Resulallah aleyhissalatü vesselam elini kaldırdı. Birden bulut toplandı, yağmur geldi, ordunun ihtiyacı kadar su verdi, gitti. adeta, yalnız orduya su vermek için memurdu; geldi, ihtiyaca göre verdi, gitti.

Şu hadise, nasıl ki sekizinci misali teyid ve kati ispat eder. Öyle de, şu hadisede, meşhur allamelerden ve tashihte çok müşkülpesent, hatta çok sahihlere mevzu deyip kabul etmeyen İbni Cevzi gibi bir muhakkik der ki: “Şu hadise gazve-i meşhure-i Bedirde vuku bulmuş.

وَيُنَزِّلُ عَلَيْكُمْ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً لِيُطَهِّرَكُمْ بِهِ ayet-i kerimesi o hadiseyi beyan edip ifade eder.”

Madem ayet o hadiseyi gösterir; katiyetinde şüphe kalmaz. Hem dua-i Nebevi ile, birden ve süratle, daha elini indirmeden yağmurun gelmesi, çok tekerrür etmiş, tek başıyla bir mucize-i mütevatiredir. Bazı defa camide, minber üstünde elini kaldırmış, daha indirmeden yağmış; tevatürle nakledilmiş.

DOKUZUNCU İŞARET
Resulallah aleyhissalatü vesselamın enva-ı mucizatından birisi de, ağaçların insanlar gibi emrini dinlemeleri ve yerinden kalkıp yanına geldikleridir ki, şu mucize-i şeceriye, mübarek parmaklarından suyun akması gibi, manen mütevatirdir. Müteaddit suretleri var ve çok tariklerle gelmiştir.

Evet, Resulallah aleyhissalatü vesselamın emri için, ağaç, yerinden çıkıp yanına gelmesi, sarihan mütevatir denilebilir. Çünkü, meşahir-i sıddıkin-i Sahabeden Ali, İbni Abbas, İbni Mesud, İbni Ömer, Yale ibni Murre, Cabir, Enes ibni Malik, Büreyde, Üsame bin Zeyd ve Gaylan ibni Seleme gibi Sahabeler, herbiri katiyetle, aynı mucize-i şeceriyeyi haber vermiş. Tabiinin yüzer imamları, mezkur Sahabelerden herbir Sahabeden, ayrı bir tarikle o mucize-i şeceriyeyi nakletmişler, adeta muzaaf tevatür suretinde bize nakletmişler. İşte şu mucize-i şeceriye, hiçbir şüphe kabul etmez bir tevatür-ü manevi-i kati hükmündedir.

Şimdi, o mucize-i kübranın, tekerrür ettiği halde, birkaç sahih suretlerini birkaç misalle beyan edeceğiz.

BİRİNCİ MİSAL: Başta İmam-ı İbn-i Mace ve Darimi ve İmam-ı Beyhaki, nakl-i sahihle, Enes ibni Malikten ve Aliden ve Bezzaz ve İmam-ı Beyhaki, Ömerden haber veriyorlar ki:

Üç Sahabe demişler: Resulallah aleyhissalatü vesselam küffarın tekzibinden müteessir olarak mahzun idi. Dedi:

يَارَبِّ اَرِنِى اٰيَةً لاَ اُبَالِى مَنْ كَذَّبَنِى بَعْدَهَا

Enesin rivayetinde, Cebrail hazırdı. Vadi kenarında bir ağaç vardı. Cebrailin ilamıyla, Resulallah aleyhissalatü vesselam o ağacı çağırdı, ta yanına geldi. Sonra “Git” dedi. Tekrar gitti, yerine yerleşti.

İKİNCİ MİSAL: Allame-i Mağrib Kadı İyaz, Şifa-i Şerifte, ulvi bir senetle, doğru ve sağlam bir anane ile, Abdullah ibni Ömerden haber veriyor ki:
Bir seferde Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanına bir bedevi geldi. Ferman etti:

اَيْنَ تُرِيدُ “Nereye gidiyorsun?” Bedevi dedi: “Ehlime.” Ferman etti:

هَلْ لَكَ اِلٰى خَيْرٍ مِنْ ذٰلِكَ “Ondan daha iyi bir hayır istemiyor musun?” Bedevi dedi: “Nedir?” Ferman etti:

اَنْ تَشْهَدَ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاٰ شَرِيكَ لَهُ وَاَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُه ُ

Bedevi dedi: “Bu şehadete şahit nedir?” Ferman etti:

هٰذِهِ الشَّجَرَةُ السَّمُرَةُ “Vadi kenarındaki ağaç şahit olacak.”

İbni Ömer der ki: O ağaç yerinden sallanarak çıktı, yeri şak etti, geldi, ta Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanına. Üç defa Resulallah aleyhissalatü vesselam o ağacı istişhad etti, ağaç da sıdkına şehadet etti. Emretti, yine yerine gidip yerleşti.

Hazret-i Büreyde İbni Sahibil-Eslemi tarikinde, nakl-i sahihle, Büreyde dedi ki: Biz Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanında iken, bir seferde bir arabi geldi. Bir ayet, yani bir mucize istedi. Resulallah aleyhissalatü vesselam ferman etti:

قُلْ لِتِلْكَ الشَّجَرَةِ رَسُولُ اللهِ يَدْعُوكِ

Bir ağaca işaret etti. Ağaç, sağa ve sola meylederek köklerini yerden çıkarıp huzur-u Nebeviye geldi, اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللهِ dedi. Sonra arabi dedi: “Yine yerine gitsin.” Emretti, yerine gitti. Arabi dedi: “İzin ver, sana secde edeyim.” Dedi: “İzin yok kimseye.” Dedi: “Öyle ise senin elini, ayağını öpeceğim.” İzin verdi.

ÜÇÜNCÜ MİSAL: Başta Sahih-i Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:

Cabir diyor: Biz bir seferde Resulallah aleyhissalatü vesselam ile beraberdik. Kaza-yı hacet için bir yer aradı. Settareli bir yer yoktu. Sonra gitti iki ağaç yanına, bir ağacın dalını tuttu, çekti. Ağaç itaat ederek beraber gitti; öteki ağacın yanına getirdi. Muti devenin yularını tutup çekildikte geldiği gibi, o iki ağacı o suretle yan yana getirdi. Sonra dedi:

اِلْتَئِمَا عَلَىَّ بِاِذْنِ اللهِ Yani, “Üstüme birleşiniz” dedi. İkisi birleşerek settare oldular. Arkalarında kaza-yı hacet ettikten sonra onlara emretti, yerlerine gittiler.

İkinci bir rivayette, yine Cabir der ki: Bana emretti ki:

يَاجَابِرُ قُلْ لِهٰذِهِ الشَّجَرَةِ يَقُولُ لَكِ رَسُولُ اللهِ اِلْحَقِى بِصَاحِبَتِكِ حَتّٰى اَجْلِسَ خَلْفَكُمَا

Yani, “O ağaçlara de: Resulallahın haceti için birleşiniz.” Ben öyle dedim, onlar da birleştiler. Sonra ben beklerken, Resulallah aleyhissalatü vesselam çıkageldi. Başıyla sağa sola işaret etti; o iki ağaç yerlerine gittiler.

DÖRDÜNCÜ MİSAL: Nakl-i sahihle, Resulallah aleyhissalatü vesselamın cesur kumandanlarından ve hizmetkarlarından olan Üsame bin Zeyd der ki:

Bir seferde, Resulallah aleyhissalatü vesselam ile beraberdik. Kaza-yı hacet için, hali, settareli bir yer bulunmuyordu. Ferman etti ki:

هَلْ تَرٰى مِنْ نَخْلٍ اَوْحِجاَرَةٍ Dedim: “Evet, var.” Emretti ve dedi:

اِنْطَلِقْ وَقُلْ لَهُنَّ اِنَّ رَسُولَ اللهِ يَاْمُرُكُنَّ اَنْ تَاْتِينَ لِمَخْرَجِ رَسُولِ اللهِ وَقُلْ لِلْحِجَارَةِ مِثْلَ ذٰلِكَ

Yani, “Ağaçlara de ki: Resulallahın haceti için birleşiniz. Ve taşlara da de: Duvar gibi toplanınız.” Ben gittim, söyledim. Kasem ediyorum ki, ağaçlar birleştiler ve taşlar duvar oldular. Resulallah aleyhissalatü vesselam, hacetinden sonra yine emretti:

قُلْ لَهُنَّ يَفْتَرِقْن Benim nefsim kabza-i kudretinde olan Zat-ı Zülcelale kasem ederim, ağaçlar ve taşlar ayrılıp yerlerine gittiler.

Şu, Cabir ve Üsamenin beyan ettiği iki hadiseyi, aynen Yale ibni Murre ve Gaylan ibni Selemetis-Sakafi ve İbni Mesud, Gazve-i Huneynde aynen haber veriyorlar.

BEŞİNCİ MİSAL: İmam-ı İbni Fevrek ki, kemal-i içtihad ve fazlından kinaye olarak “Şafii-yi Sani” ünvanını alan allame-i asır, kati haber veriyor ki:

Gazve-i Taifte, Resulallah aleyhissalatü vesselam gece at üstünde giderken uykusu geliyordu. O halde iken bir sidre ağacına rast geldi. Ağaç ona yol verip atını incitmemek için iki şak oldu; Resulallah aleyhissalatü vesselam hayvan ile içinden geçti. Ta zamanımıza kadar o ağaç iki ayak üstünde, muhterem bir vaziyette kaldı.

ALTINCI MİSAL: Yale, tarikinde nakl-i sahihle haber veriyor ki:

Bir seferde, “talha” veya “semure” denilen bir ağaç geldi, Resulallah aleyhissalatü vesselamın etrafında tavaf eder gibi döndü, sonra yine yerine gitti. Resulallah aleyhissalatü vesselam ferman etti ki:

اِنَّهَا اِسْتَاْذَنَتْ اَنْ تُسَلِّمَ عَلَىَّ Yani, “O ağaç Cenab-ı Haktan istedi ki, bana selam etsin.”

YEDİNCİ MİSAL: Muhaddisler, nakl-i sahihle İbni Mesuddan beyan ediyorlar ki:

İbni Mesud dedi: Batn-ı Nahl denilen nam mevkide, Nusaybin ecinnileri ihtida için Resulallah aleyhissalatü vesselama geldikleri vakit, bir ağaç o ecinnilerin geldiklerini haber verdi.

Hem İmam-ı Mücahid, o hadiste İbni Mesuddan nakleder ki: O cinniler bir delil istediler. Resulallah aleyhissalatü vesselam bir ağaca emretti; yerinden çıkıp geldi, sonra yine yerine gitti.

İşte, cin taifesine birtek mucize kafi geldi. Acaba bu mucize gibi bin mucizat işiten bir insan imana gelmezse, cinnilerin يَقُولُ سَفِيهُنَا عَلَى اللهِ شَطَطًا tabir ettikleri şeytanlardan daha şeytan olmaz mı?

SEKİZİNCİ MİSAL: Sahih-i Tirmizi, nakl-i sahihle İbni Abbastan haber veriyorlar ki:

İbni Abbas dedi ki: Resulallah aleyhissalatü vesselam bir arabiye ferman etti:

اَرَاَيْتَ اِنْ دَعَوْتُ هٰذَا الْعِذْقَ مِنْ هٰذِهِ النَّخْلَةِ اَتَشْهَدُ اَنِّى رَسُولُ اللهِ

“Ben bu ağacın şu dalını çağırsam, yanıma gelse, iman edecek misin?” “Evet” dedi. Resulallah aleyhissalatü vesselam çağırdı. O urcun, ağacının başından kopup, Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanına atladı, geldi.

Sonra emretti, yine yerine gitti.

İşte, bu sekiz misal gibi çok misaller var; çok tariklerle nakledilmişler. Malumdur ki, yedi sekiz urgan toplansa, kuvvetli bir halat olur. Binaenaleyh, şu en meşhur sıddıkin-i Sahabeden böyle müteaddit tariklerle ihbar edilen şu mucize-i şeceriye, elbette tevatür-ü manevi kuvvetindedir, belki tevatür-ü hakikidir. Zaten Sahabeden sonra Tabiinin eline geçtiği vakit, tevatür suretini alır.

Hususan Buhari, Müslim, İbni Hibban, Tirmizi gibi kütüb-ü sahiha, ta zaman-ı Sahabeye kadar, o yolu o kadar sağlam yapmışlar ve tutmuşlar ki, mesela Buharide görmek, aynı Sahabeden işitmek gibidir.

Acaba, o Resulallah aleyhissalatü vesselama ağaçlar, misallerde göründüğü gibi, onu tanıyıp, risaletini tasdik edip, ona selam ederek ziyaret edip emirlerini dinleyerek itaat ettiği halde, kendilerine insan diyen bir kısım camid, akılsız mahluklar onu tanımazsa, iman etmezse, kuru ağaçtan çok edna, odun parçası gibi ehemmiyetsiz, kıymetsiz olarak ateşe layık olmaz mı?

ONUNCU İŞARET

Şu mucize-i şeceriyeyi daha ziyade takviye eden, mütevatir bir surette nakledilen حَنِينُ الْجِذْعِ mucizesidir. Evet, Mescid-i Şerif-i Nebevide, kuru direğin büyük bir cemaat içinde, muvakkaten firak-ı Ahmediden (a.s.m.) ağlaması, beyan ettiğimiz mucize-i şeceriyenin misallerini hem teyid eder, hem kuvvet verir. Çünkü o da ağaçtır, cinsi birdir. Fakat şunun şahsı mütevatirdir. Öteki kısımlar, herbirinin nevi mütevatirdir; cüziyatları, misalleri, çoğu sarih tevatür derecesine çıkmıyor.

Evet, Mescid-i Şerifte, hurma ağacından olan kuru direk, Resulallah aleyhissalatü vesselam hutbe okurken ona dayanıyordu. Sonra minber-i şerif yapıldığı vakit, Resulallah aleyhissalatü vesselam minbere çıkıp hutbeye başladı. Okurken, direk deve gibi enin edip ağladı; bütün cemaat işitti. Ta Resulallah aleyhissalatü vesselam yanına geldi, elini üstüne koydu, onunla konuştu, teselli verdi, sonra durdu. Şu mucize-i Ahmediye aleyhissalatü vesselam, pek çok tariklerle, tevatür derecesinde nakledilmiştir.

Evet, حَنِينُ الْجِذْعِ mucizesi çok münteşir ve meşhur ve hakiki mütevatirdir. Sahabelerin bir cemaat-i alisinden on beş tarikle gelip, Tabiinin yüzer imamları o mucizeyi, o tariklerle, arkadaki asırlara haber vermişler. Sahabenin o cemaatinden ulema-i Sahabe namdarları ve rivayet-i hadisin reislerinden Enes ibni Malik (hadim-i Nebevi), Cabir bin Abdullahil-Ensari (hadim-i Nebevi), Abdullah ibni Ömer, Abdullah bin Abbas, Sehl bin Sad, Ebu Saidil-Hudri, Übey ibnil-Kab, Büreyde,Hazret-i Ümmül-müminin Ümmü Seleme gibi meşahir-i ulema-i Sahabe ve rivayet-i hadisin rüesaları gibi, herbiri bir tarikin başında, aynı mucizeyi ümmete haber vermişler. Başta Buhari, Müslim, kütüb-ü sahiha, arkalarındaki asırlara o mütevatir mucize-i kübrayı tarikleriyle haber vermişler.

İşte, Cabir tarikinde der ki: Resulallah aleyhissalatü vesselam hutbe okurken, Mescid-i Şerifte جِذْعُ النَّخْلِ denilen kuru direğe dayanıp okurdu. Minber-i şerif yapıldıktan sonra, minbere geçtiği vakit, direk tahammül edemeyerek, hamile deve gibi ses verip inleyerek ağladı. Enes, tarikinde der ki: Camus gibi ağladı, mescidi lerzeye getirdi. Sehl ibni Sad, tarikinde der: Hem onun ağlaması üzerine, halklarda ağlamak çoğaldı. Übeyy ibnil-Kab, tarikinde diyor: Hem öyle ağladı ki, inşikak etti.

Diğer bir tarikte,Resulallah aleyhissalatü vesselam ferman etti:

اِنَّ هٰذَا بَكٰى لِمَا فَقَدَ مِنَ الذِّكْرِ Yani, “Onun mevkiinde okunan zikir ve hutbedeki zikr-i İlahinin iftirakındandır ağlaması.”

Diğer bir tarikte, ferman etmiş:

لَوْ لَمْ اَلْتَزِمْهُ لَمْ يَزَلْ هٰكَذَۤا اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ تَحَزُّنًا عَلٰى رَسُولِ اللهِ

Yani, “Ben onu kucaklayıp teselli vermeseydim, Resulallahın iftirakından kıyamete kadar böyle ağlaması devam edecekti.”

Hazret-i Büreyde, tarikinde der ki: Ciz ağladıktan sonra, Resulallah aleyhissalatü vesselam elini üstüne koyup ferman etti:

اِنْ شِئْتَ اَرُدُّكَ اِلَى الْحَۤائِطِ الَّذِى كُنْتَ فِيهِ تَنْبُتُ لَكَ عُرُوقُكَ وَيَكْمُلُ خَلْقُكَ وَيُجَدَّدُ خُوصُكَ وَثَمَرُكَ وَاِنْ شِئْتَ اَغْرِسُكَ فِى الْجَنَّةِ يَاْكُلُ اَوْلِيَۤاءُ اللهِ مِنْ ثَمَرِكَ

Sonra o cizi dinledi, ne söylüyor. Ciz söyledi; arkadaki adamlar da işitti:

اِغْرِسْنِى فِى الْجَنَّةِ يَاْكُلْ مِنِّى اَوْلِيَۤاءُ اللهِ فِى مَكَانٍ لاَ يَبْلٰى

Yani, “Cennette beni dik ki, benim meyvelerimden, Cenab-ı Hakkın sevgili kulları yesin. Hem bir mekan ki, orada beka bulup, çürümek yoktur.” Resulallah aleyhissalatü vesselam ferman etti: قَدْ فَعَلْتُ Sonra ferman etti:
اِخْتَارَ دَارَ الْبَقَۤاءِ عَلٰى دَارِ الْفَنَۤاءِ

İlm-i kelamın büyük imamlarından meşhur Ebu İshak-ı İsferani naklediyor ki: Resulallah aleyhissalatü vesselam direğin yanına gitmedi. Belki direk onun emriyle onun yanına geldi. Sonra emretti, yerine döndü.

Hazret-i Übeyy ibni Kab der ki: Şu hadise-i harikadan sonra Resulallah aleyhissalatü vesselam emretti ki, “Direk minberin altına konulsun.” Minberin altına konuldu—ta Mescid-i Şerifin tamiri için hedmedilinceye kadar. O vakit Übeyy ibni Kab yanına aldı; çürüyünceye kadar muhafaza edildi.Meşhur Hasan-ı Basri, şu hadise-i mucizeyi şakirtlerine ders verdiği vakit ağlardı ve derdi ki: “Ağaç, Resulallah aleyhissalatü vesselama meyil ve iştiyak gösteriyor. Sizler daha ziyade iştiyaka, meyle müstehaksınız.”

Biz de deriz ki: Evet, hem ona iştiyak ve meyil ve muhabbet, onun sünnet-i seniyyesine ve şeriat-ı garrasına ittiba iledir.

BİR NÜKTE-İ MÜHİMME: Eğer denilse: “Neden Gazve-i Hendekte dört avuç taamla bin adamı doyurmak olan mucize-i taamiye; ve mübarek parmaklarından akan su ile, bin kişiye suyu doyuruncaya kadar içiren mucize-i maiye, neden şu hanin-i ciz mucizesi gibi şaşaa ile, çok kesretli tariklerle nakledilmemiş? Halbuki o ikisi, bundan daha ziyade bir cemaatte vuku bulmuş.”

Elcevap: Zuhur eden mucizeler iki kısımdır. Bir kısmı, nübüvveti tasdik ettirmek için, Peygamber aleyhissalatü vesselam elinde izhar ediliyor. Hanin-i ciz şu nevidendir ki, sırf nübüvvetin tasdiki için bir hüccet olarak zuhura gelmiş ki, müminlerin imanını ziyadeleştirmek ve münafıkları ihlasa ve imana sevk etmek ve küffarı imana getirmek için zahir olmuş. Onun için, avam ve havas, herkes onu gördü; onun neşrine fazla ihtimam edildi.

Fakat şu mucize-i taamiye ve mucize-i maiye ise, mucizeden ziyade bir keramettir; belki kerametten ziyade bir ikramdır; belki ikramdan ziyade, ihtiyaca binaen bir ziyafet-i Rahmaniyedir. Onun için, çendan dava-yı nübüvvete delildir ve mucizedir; fakat asıl maksat, ordu aç kalmış, bir çekirdekten bin batman hurmayı halk ettiği gibi, Cenab-ı Hak, hazine-i gaybdan bir sa taamdan bin adama ziyafet veriyor. Hem susuz kalmış mücahid bir orduya, kumandan-ı azamın parmaklarından ab-ı kevser gibi su akıttırıp içiriyor.

İşte şu sır içindir ki, mucize-i taamiye ve mucize-i maiyenin herbir misali, hanin-i ciz derecesine çıkmıyor. Fakat o iki mucizenin cinsleri ve nevileri, külliyet itibarıyla, hanin-i ciz gibi mütevatir ve kesretlidir. Hem taamın bereketini ve parmaklarından suyun akmasını herkes göremiyor, yalnız eserlerini görüyor. Direğin ağlamasını ise herkes işitiyor. Onun için fazla intişar etti.

Eğer denilse: “Resulallah aleyhissalatü vesselamın her hal ve hareketini kemal-i ihtimamla Sahabeler muhafaza ederek nakletmişler. Böyle mucizat-ı azime, neden on, yirmi tarikle geliyor? Yüz tarikle gelmeliydi. Hem neden Enes, Cabir, Ebu Hüreyreden çok geliyor; Ebu Bekir ve Ömer az rivayet ediyor?”

Elcevap: Birinci şıkkın cevabı, Dördüncü İşaretin Üçüncü Esasında geçmiş. İkinci şıkkın cevabı ise:

Nasıl ki insan bir ilaca muhtaç olsa, bir tabibe gider; hendese için mühendise gider, mühendisten nakleder; mesele-i şeriye müftüden haber alınır, ve hakeza…
Öyle de, Sahabe içinde, ehadis-i Nebeviyeyi gelecek asırlara ders vermek için, ulema-i Sahabeden bir kısım, ona manen muvazzaf idiler, bütün kuvvetleriyle ona çalışıyorlardı. Evet, Ebu Hüreyre bütün hayatını hadisin hıfzına vermiş. Ömer siyaset alemiyle ve hilafet-i kübra ile meşgulmüş. Onun için, ehadisi ümmete ders vermek için, Ebu Hüreyre ve Enes ve Cabir gibi zatlara itimad edip, ondan, rivayeti az ederdi. Hem madem sıddık, saduk, sadık ve musaddak bir Sahabenin meşhur bir namdarı, bir tarikle bir hadiseyi haber verse, yeter denilir, başkasının nakline ihtiyaç da kalmaz. Onun için bazı mühim hadiseler iki üç tarikle geliyor.

ON BİRİNCİ İŞARET
Onuncu İşaret, nasıl ki şecer taifesindeki mucize-i Nebeviyeyi gösterdi. On Birinci İşaret dahi, cemadatta taş ve dağ taifesinin mucize-i Nebeviyeyi gösterdiklerine işaret edecek. İşte, biz de, o çok kesretli misallerinden yedi sekiz misali zikredeceğiz”.

BİRİNCİ MİSAL: Allame-i Mağrib Kadı İyaz, Şifa-i Şerifinde ulvi bir senetle ve Buhari sahibi gibi mühim imamlardan nakl-i sahihle haber veriyorlar ki:

Hadim-i Nebevi İbni Mesud der ki: Biz Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanında taam yerken, taamın tesbihlerini işitiyorduk.

İKİNCİ MİSAL: Nakl-i sahihle, Enes ve Ebu Zerden kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:

Hazret-i Enes (hadim-i Nebevi) demiş ki: Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanında idik. Avucuna küçük taşları aldı; mübarek elinde tesbih etmeye başladılar. Sonra Ebu Bekris-Sıddıkın eline koydu; yine tesbih ettiler.
Ebu Zerr-i Gıfari, tarikinde der ki: Sonra Ömerin eline koydu; yine tesbih ettiler. Sonra aldı, yere koydu, sustular. Sonra yine aldı, Osmanın eline koydu; yine tesbihe başladılar. Sonra, Enes ve Ebu Zer diyorlar ki: “Ellerimize koydu, sustular.”

ÜÇÜNCÜ MİSAL: Ali ve Cabir ve Ayşe-i Sıddıkadan nakl-i sahihle sabittir ki:

Dağ, taş, Resulallah aleyhissalatü vesselama اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللهِ diyorlardı.

Hazret-i Alinin tarikinde diyor ki: Bidayet-i nübüvvette, nevahi-i Mekkede Resulallah aleyhissalatü vesselam ile beraber gezdiğimizde, ağaç ve taşa rast geldiğimiz vakit اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللهِ diyorlardı.

Hazret-i Cabir, tarikinde der ki: Resulallah aleyhissalatü vesselam, taş ve ağaca rast geldiği vakit, ona secde ediyordular. Yani, inkıyad edip

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللهِ diyordular.

Cabirin bir rivayetinde, Resulallah aleyhissalatü vesselam ferman etmiş:

اِنِّى لاََعْرِفُ حَجَرًا كَانَ يُسَلِّمُ عَلَىَّ

Bazılar demişler ki, “O Hacerül-Esvede işarettir.”

Hazret-i Ayşenin tarikinde demiş: Resulallah aleyhissalatü vesselam ferman etmiş:

لَمَّا اسْتَقْبَلَنِى جَبْرَۤائِيلُ بِالرِّسَالَةِ جَعَلْتُ لاَ اَمُرُّ بِحَجَرٍ وَلاَ شَجَرٍ اِلاَّ قَالَ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللهِ
DÖRDÜNCÜ MİSAL: Nakl-i sahihle Abbastan haber veriyorlar ki:

Resulallah aleyhissalatü vesselam, Abbas ve dört oğlunu (Abdullah, Ubeydullah, Fazl, Kusem) beraber, “mülaet” denilen bir perde altına alarak üzerlerine örttü. Dedi:

يَا رَبِّ هٰذَا عَمِّى وَصِنْوُ اَ بىِ وَهٰۤؤُلاٰۤءِ بَنُوهُ فَاسْتُرْهُمْ مِنَ النَّارِ كَسَتْرِى اِيَّاهُمْ بِمُلاَئَتِى

deyip dua etti. Birden, evin damı ve kapısı ve duvarları “amin, amin” diyerek duaya iştirak ettiler.

BEŞİNCİ MİSAL: Başta Buhari, İbni Hibban, Ebu Davud, Tirmizi gibi kütüb-ü sahiha, müttefikan Enesten, Ebu Hüreyreden, Osman-ı Zinnureynden, Aşere-i Mübeşşereden Said ibni Zeydden haber veriyorlar ki:

Resulallah aleyhissalatü vesselam, Ebu Bekris-Sıddık, Ömerül-Faruk ve Osman-ı Zinnureyn ile Uhud Dağının başına çıktılar. Cebel-i Uhud, ya onların mehabetlerinden veya kendi sürur ve sevincinden lerzeye geldi, kımıldandı. Resulallah aleyhissalatü vesselam ferman etti ki:

اُثْبُتْ يَۤا اُحُدُ فَاِنَّمَا عَلَيْكَ نَبِىٌّ وَصِدِّيقٌ وَشَهِيدَانِ

Şu hadis, Ömer ve Osman şehid olacaklarına bir ihbar-ı gaybidir.

Şu misalin tetimmesi olarak nakledilmiş ki: Resulallah aleyhissalatü vesselam Mekkeden hicret ettiği ve küffarlar takibe çıktıkları vakit, Sebir namındaki dağa çıktılar. Sebir dedi: “Ya Resulallah, benden ininiz. Korkarım, benim üstümde sizi vururlarsa Allah beni tazip eder. Onun için korkarım.” Cebel-i Hira çağırdı:

يَا رَسُولَ اللهِ اِلَىَّ “Bana gel.”Bu sır içindir ki, ehl-i kalb Sebirde havf ve Hirada da emniyeti hissederler.

Bu misalden anlaşılır ki, o koca dağlar birer müstakil abddir, müsebbihtir ve vazifedardırlar. Peygamber aleyhissalatü vesselamı tanır ve severler; başıboş değillerdir.

ALTINCI MİSAL: Nakl-i sahihle Abdullah ibni Ömerden haber veriyorlar ki:

Demiş: Resulallah aleyhissalatü vesselam minberde hutbe okurken, وَمَا قَدَرُوا اللهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ ayetini okudu. Ve dedi:

اِنَّ الْجَبَّارَ يُعَظِّمُ نَفْسَهُ وَيَقُولُ اَنَا الْجَبَّارُ اَنَا الْجَبَّارُ اَنَا الْكَبِيرُ الْمُتَعَالُ dediği vakit minber öyle sarsıldı ve öyle lerzeye geldi ve titredi; korktuk ki, Resulallah aleyhissalatü vesselamı düşürecek bir derecede sallandı.

YEDİNCİ MİSAL: Nakl-i sahihle, habrül-ümme ve tercümanül-Kuran olan İbni Abbas ve hadim-i Nebevi ve ulema-i azime-i Sahabeden olan İbni Mesuddan haber veriyorlar ki:
Demişler: Feth-i Mekke gününde, Kabe ve etrafında, taşta rasasla mıhlanmış üç yüz altmış sanem vardı. Resulallah aleyhissalatü vesselam elinde kavse benzer bir değnekle o sanemlere birer birer işaret ederek جَۤاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا deyip, hangisine işaret etti, yere düştü. Sanemin yüzüne işaret ettiyse arkasına düşer, arkasına işaret ettiyse yüz üstüne düşer, ve hakeza, sanemler yere yuvarlandılar.

SEKİZİNCİ MİSAL: Meşhur Bahira-i Rahibin meşhur kıssasıdır ki, nübüvvetten evvel, Resulallah aleyhissalatü vesselam, amcası Ebu Talib ve bir kısım Kureyşi ile beraber Şam tarafına, ticarete gidiyorlar. Bahira-i Rahibin kilisesi civarına geldikleri vakit oturdular. İnsanlarla ihtilat etmeyen münzevi Bahira-i Rahip birden çıkageldi. Kàfile içinde Muhammedül-Emini (a.s.m.) gördü. Kàfileye dedi: “Şu Seyyidül-alemindir ve peygamber olacaktır.” Kureyşiler dediler: “Nereden biliyorsun?” Mübarek rahip dedi ki:

Siz gelirken baktım ki, havada, üstünüzde bir parça bulut vardı. Siz otururken, şu Muhammedül-Emin (a.s.m.) tarafına bulut meyletti, gölge yaptı. Hem görüyordum ki, taş, ağaç ona secde eder gibi bir vaziyet gördüm. Bu ise nebilere yapılır.”

İşte, bu sekiz misal gibi, belki seksen misal var. Bu sekiz misal birleştirilse, öyle kopmaz bir zincir olur ki, hiçbir şüphe onu koparamaz ve sarsamaz. Şu cins mucize, umumiyeti itibarıyla, yani cemadatın dava-yı nübüvvete delil olarak konuşmaları, manevi tevatür hükmünde yakini ve katiyeti ifade eder. Herbir misal, mecmuun kuvvetinden, kendi kuvvetinden fazla bir kuvvet daha alır. Evet, zayıf bir direk, kuvvetli direklerle omuz omuza geldiği vakit, muhkemleşir. Zayıf, kuvvetsiz bir adam, asker olup orduya girse öyle kuvvetleşir ki, bin adama meydan okur.

ON İKİNCİ İŞARET
On Birinci İşaretle alakadar olan üç misal, fakat gayet mühim misallerdir.

BİRİNCİ MİSAL: وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ رَمٰى nass-ı katisiyle ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin tahkikiyle ve umum ehl-i hadisin ihbarıyla, Gazve-i Bedirde, şu ayet haber veriyor ki:

Resulallah aleyhissalatü vesselam bir avuç toprakla küçük taşları aldı, küffar ordusunun yüzüne attı, شَاهَتِ الْوُجُوهُ dedi. شَاهَتِ الْوُجُوهُ ُ kelimesi bir kelam iken onların herbirinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç toprak dahi herbir kafirin gözüne gitti. Herbiri kendi gözüyle meşgul olup, hücumda iken, birden kaçtılar.

Hem Gazve-i Huneynde,başta İmam-ı Müslim olarak ehl-i hadis haber veriyorlar ki: Gazve-i Huneynde, Bedir gibi, küffar şiddetle hücum ederken, yine bir avuç toprak atıp, شَاهَتِ الْوُجُوه ُ diyerek, herbirinin kulağına bir

شَاهَتِ الْوُجُوهُ kelimesi girdiği gibi, biiznillah herbirinin yüzüne bir avuç toprak gitti, gözleriyle meşgul olup kaçtılar.

İşte, Bedirde ve Huneyndeki harika olan şu hadise, esbab-ı adi ve kudret-i beşer dahilinde olmadığından, Kuran-ı Mucizül-Beyan

وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ رَمٰى ferman eder. Yani, “O hadise kudret-i beşer haricindedir. Kuvve-i beşeriye ile değil, belki fevkalade bir surette, kudret-i İlahiye ile olmuştur.”

İKİNCİ MİSAL: Başta Buhari, Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:

Gazve-i Hayberde bir Yahudi kadını, bir keçiyi biryan yapıp pişirmiş, gayet müessir bir zehirle zehirlemiş, Resulallah aleyhissalatü vesselama göndermiş. Sahabeler yemeye başladılar. Birden ferman etti:

اِرْفَعُۤوا اَيْدِيَكُمْ اِنَّهَۤا اَخْبَرَتْنِى اَنَّهَا مَسْمُومَةٌ Yani, “Pişirilen keçi bana der ki, Ben

zehirliyim” diye haber veriyor. Herkes elini çekti. Fakat o şiddetli zehirin tesirinden, Bişr ibnil-Bera aldığı birtek lokmadan vefat etti. Resulallah aleyhissalatü vesselam, o Zeynep ismindeki kadını çağırdı. Ferman etti: “Neden böyle yaptın?” O menhuse dedi: “Eğer peygambersen sana zarar vermeyecek. Eğer padişahsan, insanları senden kurtarmak için yaptım.”Bazı rivayette onu öldürtmemiş, bazı tarikte öldürtmüş. Ehl-i tahkik demiş ki: Kendi öldürtmemiş; fakat Bişrin veresesine verilmiş, onlar öldürmüşler.

Şu vaka-i acibedeki vech-i icazı gösterecek iki üç noktayı dinle:

Birincisi: Bir rivayette var ki, o keçinin kavli haber verdiği vakit bazı Sahabeler de işittiler.

İkincisi: Hem bir rivayette vardır ki, Resulallah aleyhissalatü vesselam, haber verdikten sonra dedi: ” بِسْمِ اللهِ deyiniz, ondan sonra yiyiniz. Zehir daha tesir etmeyecektir.” Şu rivayeti çendan İbni Hacer-i Askalani kabul etmemiş, fakat başkaları kabul etmişler.

Üçüncüsü: Hem dessas Yahudiler, Resulallah aleyhissalatü vesselama ve mukarrebin-i Sahabeye birden darbe vurmak istedikleri halde, birden gaipten haber verilmiş gibi hadisenin inkişafı ve desiselerinin akim kalması ve o ihbarın ifade ettiği vakıa doğru çıkması ve hiçbir vakit Sahabeleri nazarında mütehalif bir haberi görülmeyen Zat-ı Ahmediyenin “Şu keçinin kavli bana söylüyor” demesi, herkesin kulağıyla o keçiden o sözü işitmesi kadar kanaat-i katiyeleri olmuş.
ÜÇÜNCÜ MİSAL: Musa ın “yed-i beyza” ve “asa” mucizesine nazire olarak, üç hadisede bir mucize-i Ahmediye:

Birincisi: İmam-ı Ahmed ibni Hanbel, Ebu Saidil-Hudriden tahriç ve tashih eder ki:

Resulallah aleyhissalatü vesselam, Katade ibni Numana, karanlıklı, yağmurlu bir gecede bir değnek verir ve ferman eder ki: “Sana, lamba gibi, onar arşın her tarafta ışık verecek. Evine gittiğin zaman bir siyah şahıs gölge göreceksin. O şeytandır. Onu hanenden çıkar, tard et.” Katade değneği alır, gider. Yed-i beyza gibi ışık verir. Evine gider, o siyah şahsı görür, tard eder.

İkincisi: Bir menba-ı garaip olan gazve-i kübra-yı Bedirde, Ukkaşe ibnil-Muhassınıl-Esedinin müşriklerle döğüşürken kılıcı kırıldı. Resulallah aleyhissalatü vesselam, ona, kılıca mukàbil, kalınca bir değnek verdi. Dedi: “Bununla harb et.” Birden, değnek, biiznillah, uzun, beyaz bir kılıç oldu. Onunla harb etti. Hayatı miktarınca, ta Yemame harbinde şehid oluncaya kadar boynunda taşıdı.Şu hadise katidir. Çünkü Ukkaşe bütün hayatında onunla iftihar etmiş ve o kılıç “el-avn” namıyla meşhur olmuş. İşte, Ukkaşenin iftiharı ve kılıcın “avn” namıyla, kılıçların fevkinde iştiharı, şu hadisenin iki hüccetidir.

Üçüncüsü: İbnü Abdil-Berr gibi bir allame-i asır ve ehl-i tahkikin büyüklerinden nakil ve tashih ediyorlar ki:

Gazve-i Uhudda, Resulallah aleyhissalatü vesselamın halazadesi olan Abdullah ibni Cahş harb ederken kılıcı kırıldı. Resulallah aleyhissalatü vesselam ona bir değnek verdi. O değnek onun elinde bir kılıç oldu; onunla harb etti. O eser-i mucize olan kılıç baki kaldı.Meşhur İbnü Seyyidin-Nas, siyerinde haber veriyor ki: Bir zaman sonra, Abdullahın o kılıcı Buğa-yı Türki namında bir adama iki yüz liraya satıldı.

İşte bu iki kılıç, asa-yı Musa gibi birer mucizedir. Fakat asa-yı Musa, vefat-ı Musadan sonra vech-i icazı kalmadı; fakat şunlar baki kaldılar.

ON ÜÇÜNCÜ İŞARET
Mucizat-ı Ahmediye aleyhissalatü vesselamın hem mütevatir, hem misalleri pek çok bir nevi dahi, hastalar ve yaralılar, nefes-i mübarekiyle şifa bulmalarıdır. Şu nevi mucize-i Ahmediye aleyhissalatü vesselam, nevi itibarıyla manevi mütevatirdir. Cüziyatları, bir kısmı dahi manevi mütevatir hükmündedir. Diğer kısmı ahadi ise de, ilm-i hadisin müdakkik imamları tashih ve tahriç ettikleri için, kanaat-i ilmiye verir. Biz de, pek çok misallerinden birkaç misalini zikredeceğiz.

BİRİNCİ MİSAL: Allame-i Mağrib Kadı İyaz, Şifa-i Şerifinde, ulvi bir anane ile ve müteaddit tariklerle, Resulallah aleyhissalatü vesselamın hadimi ve bir kumandanı ve Ömerin zamanında ordu-yu İslamın başkumandanı ve İranın fatihi ve Aşere-i Mübeşşereden olan Sad ibni Ebi Vakkas diyor:

Gazve-i Uhudda, ben Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanındaydım. Resulallah aleyhissalatü vesselam, o gün kavsı kırılıncaya kadar küffara oklar attı. Sonra bana okları veriyordu, “At” diyordu. Naslsız, yani okun uçmasına yardım eden kanatları olmayan okları verirdi ve bana emrederdi: “At!” Ben de atardım; kanatlı oklar gibi uçardı, küffarın cesedine yerleşirdi.

O halde iken, Katade ibni Numanın gözüne bir ok isabet etmiş. Gözünü çıkarıp, gözünün hadekası yüzünün üstüne indi. Resulallah aleyhissalatü vesselam mübarek, şifalı eliyle onun gözünü alıp, eski yuvasına yerleştirip, iki gözünden en güzeli olarak, hiçbir şey olmamış gibi şifa buldu.

Şu vakıa çok iştihar etmiş. Hatta Katadenin bir hafidi, Ömer ibni Abdil-Azizin yanına geldiği vakit, kendini şöyle tarif etmiş: “Ben öyle bir zatın hafidiyim ki, Resulallah aleyhissalatü vesselam onun çıkmış gözünü yerine koyup birden şifa buldu; en güzel göz o olmuş” diye, nazım suretinde Ömere söylemiş, onunla kendini tanıttırmış.

Hem nakl-i sahihle haber verilmiş ki: Meşhur Ebu Katadenin, yevm-i Zikarad denilen gazvede, bir ok mübarek yüzüne isabet etmiş. Resulallah aleyhissalatü vesselam mübarek eliyle meshetmiş. Ebu Katade der ki: “Katiyen ve asla ne acısını ve ne de cerahatini görmedim.”

İKİNCİ MİSAL: Başta Buhari ve Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:

Gazve-i Hayberde, Resulallah aleyhissalatü vesselam, Aliyy-i Haydariyi bayraktar tayin ettiği halde, Alinin gözleri hastalıktan çok ağrıyordu. Resulallah aleyhissalatü vesselam tiryak gibi tükürüğünü gözüne sürdüğü dakikada şifa bularak hiçbir şey kalmadı. Sabahleyin Hayber Kalasının pek ağır demir kapısını çekip, elinde kalkan gibi tutup Kala-i Hayberi fethetti.

Hem o vakıada, Seleme İbnül-Ekvanın bacağına kılıç vurulmuş, yarılmış. Resulallah aleyhissalatü vesselam ona nefes edip, birden ayağı şifa bulmuş.

ÜÇÜNCÜ MİSAL: Başta Nesei olarak, erbab-ı siyer, Osman ibni Huneyften haber veriyorlar ki:

Osman diyor ki: Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanına bir ama geldi, dedi: “Benim gözlerimin açılması için dua et.” Resulallah aleyhissalatü vesselam ona ferman etti:
فَانْطَلِقْ وَتَوَضَّأْ ثُمَّ صَلِّ رَكْعَتَيْنِ وَقُلِ اللّٰهُمَّ اِنِّى اَسْئَلُكَ وَاَتَوَجَّهُ اِلَيْكَ بِنَبِىِّ مُحَمَّدٍ نَبِىِّ الرَّحْمَةِ يَا مُحَمَّدُ اِنِّى ﰎ اَتَوَجَّهُ بِكَ اِلٰى رَبِّكَ اَنْ يَكْشِفَ عَنْ بَصَرِى اَللّٰهُمَّ شَفِّعْهُ فِى ّ َ

O gitti, öyle yaptı, geldi. Gözü açılmış, güzel görüyormuş, gördük.

DÖRDÜNCÜ MİSAL: Büyük bir imam olan İbni Veheb haber veriyor ki:

Gazve-i Bedirin on dört şehidinden birisi olan Muavviz ibni Afra Ebu Cehil ile döğüşürken, Ebu Cehl-i lain, o kahramanın bir elini kesmiş. O da öteki eliyle elini tutup Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanına gelmiş. Resulallah aleyhissalatü vesselam onun elini yine yerine yapıştırdı, tükürüğünü ona sürdü. Birden şifa buldu, yine harbe gitti, şehid oluncaya kadar harb etti.

Hem yine İmam-ı Celil ibni Veheb haber veriyor ki: O gazvede Hubeyb ibni Yesafın omuz başına bir kılıç vurulmuş ki, bir şakkı ayrılmış gibi dehşetli bir yara açılmış. Resulallah aleyhissalatü vesselam onun kolunu omuzuna eliyle yapıştırmış, nefes etmiş; şifa bulmuş.

İşte şu iki vakıa, çendan ahadidir ve haber-i vahiddir. Fakat İbni Veheb gibi bir imam tashih etse, gazve-i Bedir gibi bir menba-ı mucizat olan bir gazvede olsa, hem bu iki vakıayı andıracak çok misaller bulunsa, elbette şu iki vakıa kati ve vakidir denilebilir.

İşte, ehadis-i sahiha ile sübut bulan belki bin misal var ki, Resulallah aleyhissalatü vesselamın mübarek eli ona şifa olmuş.

Bu parça altın ve elmasla yazılsa liyakati var
Evet, sabıkan bahsi geçmiş:
Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi, وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ sırrıyla, aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde, onları inhizama sevk etmesi, وَانْشَقَّ الْقَمَرُ nassı ile, aynı avucunun parmağıyla kameri iki parça etmesi, ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi, ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek el, ne kadar harika bir mucize-i kudret-i İlahiye olduğunu gösterir. Güya, ahbap içinde o elin avucu küçük bir zikirhane-i Sübhanidir ki, küçücük taşlar dahi içine girse zikir ve tesbih ederler. Ve adaya karşı küçücük bir cephane-i Rabbanidir ki, içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir eczahane-i Rahmanidir ki, hangi derde temas etse, derman olur. Ve celal ile kalktığı vakit, kameri parçalayıp, Kàb-ı Kavseyn şeklini verir. Ve cemal ile döndüğü vakit, ab-ı kevser akıtan on musluklu bir çeşme-i rahmet hükmüne girer. Acaba böyle bir zatın birtek eli böyle acip mucizata mazhar ve medar olsa, o zatın, Halık-ı Kainat yanında ne kadar makbul olduğu ve davasında ne kadar sadık bulunduğu ve o el ile biat edenler ne kadar bahtiyar olacakları, bedahet derecesinde anlaşılmaz mı?

Bir sual: Deniliyor ki: “Sen çok şeylere mütevatir dersin. Halbuki biz onların çoğunu yeni işitiyoruz. Mütevatir birşey böyle gizli kalmaz.”

Elcevap: Ulema-i şeriat yanında çok mütevatir ve bedihi şeyler var ki, onlardan olmayana göre meçhuldür. Ehl-i hadis yanında da çok mütevatir var, sairlerin yanında ahadi de olmuyor. Ve hakeza, her fennin ehl-i ihtisası, o fenne göre bedihiyatı, nazariyatı beyan edilir. Umum halk ise, o fennin ehl-i ihtisasına itimad eder, teslim olur veya içine girer, görür.

Şimdi, haber verdiğimiz hakiki mütevatir veya manevi mütevatir veya tevatür hükmünde katiyeti ifade eden vakıalar, hem ehl-i hadis, hem ehl-i şeriat, hem ehl-i usulüddin, hem ekser tabakat-ı ulemada hükmünü öyle göstermiş. Gaflette bulunan avam veya gözünü kapayan nadanlar bilmezlerse, kabahat onlara aittir.

BEŞİNCİ MİSAL: İmam-ı Bağavi, tahrici ve tashihiyle haber veriyor ki:

Aliyyibnil-Hakemin, gazve-i Hendekte, küffarın darbesiyle ayağı kırıldı. Resulallah aleyhissalatü vesselam meshetti; dakikasında öyle şifa buldu ki, atından inmedi.

ALTINCI MİSAL: Başta İmam-ı Beyhaki, ehl-i hadis haber veriyorlar ki:

İmam-ı Ali gayet hasta idi. Iztırabından, kendi kendine dua edip inliyordu. Resulallah aleyhissalatü vesselam geldi, dedi:

اَللّٰهُمَّ اشْفِهِ Ve ayağıyla Aliye dokundu, “Kalk” dedi. Birden şifa buldu. İmam-ı Ali der ki: “Ondan sonra o hastalığı hiç görmedim.”

YEDİNCİ MİSAL: Şürehbilül-Cufinin meşhur kıssasıdır ki:

Avucunda etten bir ur vardı ki, kılıcı ve atın dizginini tutamıyordu. Resulallah aleyhissalatü vesselam eliyle avucundaki uru meshetti ve mübarek eliyle ovdu. O urdan hiçbir eser kalmadı.

SEKİZİNCİ MİSAL: Altı çocuğun herbiri, ayrı ayrı birer mucize-i Ahmediyeye mazhar oldu.

Birincisi: İbni Ebi Şeybe (muhakkik-i kamil ve muhaddis-i meşhur) haber veriyor ki:

Bir kadın, bir çocuğu Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanına getirdi. O çocukta bir bela vardı; konuşmuyordu, aptaldı. Resulallah aleyhissalatü vesselam bir su ile mazmaza etti, elini yıkadı, o suyu kadına verdi, “Çocuğa içirsin” ferman etti. Çocuk o suyu içtikten sonra, hastalığından ve belasından birşey kalmadı. Öyle bir akıl ve kemal sahibi oldu ki, ukala-yı nasın fevkine çıktı.

İkincisi: Nakl-i sahihle, İbni Abbas demiş ki:

Resulallah aleyhissalatü vesselama mecnun bir çocuk getirildi. Mübarek elini onun göğsüne koydu. Birden çocuk istifra etti. İçinden, küçük hıyar kadar siyah birşey çıktı; çocuk şifa bulup gitti.

Üçüncüsü: İmam-ı Beyhaki ve Nesai nakl-i sahihle haber veriyorlar ki:

Muhammed ibni Hatib isminde bir çocuğun koluna kaynayan tencere dökülmüş, bütün kolunu yakmış. Resulallah aleyhissalatü vesselam meshedip tükürüğünü sürdü; dakikasında şifa buldu.

Dördüncüsü: Büyümüş, fakat lisanı yok, büyükçe bir çocuk Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanına geldi. Çocuğa ferman etmiş: “Ben kimim?” Hiç konuşmayan dilsiz çocuk اَنْتَ رَسُولُ اللهِ deyip tekellüme başlamış.

Beşinci çocuk: alem-i yakazada Resulallah aleyhissalatü vesselam ile mükerrer surette müşerref olan Celaleddin Süyuti ve asrın imamı, tahriç ve tashihle Mübarekül-Yemame ismiyle meşhur bir zatı, daha yeni dünyaya geldiği vakit, Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanına getirmişler. Resulallah aleyhissalatü vesselam ona müteveccih olmuş. Çocuk tekellüme başlamış, اَشْهَدُ اَنَّكَ رَسُولُ اللهِ demiş. Resulallah aleyhissalatü vesselam “Barekallah” demiş. Çocuk ondan sonra büyüyünceye kadar daha konuşmamış. O çocuk, bu mucize-i Ahmediyeye ve “Barekallah” dua-yı Nebevisine mazhar olduğundan, “Mübarekül-Yemame” ismiyle şöhret bulmuş.

Altıncı çocuk: Resulallah aleyhissalatü vesselam namaz kılarken, hırçın bir çocuk namazını kat edip geçtiğinden, Resulallah aleyhissalatü vesselam اَللّٰهُمَّ اقْطَعْ اَثَرَهُ demiş. Ondan sonra çocuk daha yürümemiş, öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş.

Yedinci çocuk: Çocuk tabiatında hayasız bir kadın, Resulallah aleyhissalatü vesselam yemek yerken lokma istemiş, vermiş. Demiş: “Yok, senin ağzındakini istiyorum.” Onu da vermiş. O gayet hayasız kadın, o lokmayı yedikten sonra, en hayalı kadın ve Medine kadınlarının fevkinde bir haya sahibi oldu.

İşte bu sekiz misal gibi, seksen değil, belki sekiz yüz misalleri var. Çoğu kütüb-ü siyer ve ehadiste beyan edilmiştir. Evet, Resulallah aleyhissalatü vesselamın mübarek eli Hakim-i Lokmanın bir eczahanesi gibi ve tükürüğü Hızırın ab-ı hayat çeşmesi gibi ve nefesi İsa ın nefesi gibi meded-res ve şifa-resan olsa; ve nev-i beşer çok musibet ve belalara giriftar olsa, elbette Resulallah aleyhissalatü vesselama hadsiz müracaatlar olmuş. Hastalar, çocuklar, mecnunlar pek kesretli gelmişler, cümlesi şifa bulup gitmişler. Hatta, kırk defa hacceden ve kırk sene sabah namazını yatsı abdestiyle kılan, Tabiinin azim imamlarından ve çok Sahabelerle görüşen, Tavus denilen Ebu Abdurrahmanil-Yemani katiyen haber verir ve hükmeder ve demiş ki: Resulallah aleyhissalatü vesselama ne kadar mecnun gelmişse, Resulallah aleyhissalatü vesselam sinesine elini koymuşsa, katiyen şifa bulmuştur; şifa bulmayan kalmamış.

İşte, Asr-ı Saadete yetişmiş böyle bir imam, böyle kati ve külli hükmetmişse, elbette ona gelen hiçbir hasta kalmamış ki, illa şifa bulmuş. Madem şifa bulmuş; elbette müracaatlar binler olacaktır.

ON DÖRDÜNCÜ İŞARET
Resulallah aleyhissalatü vesselamın enva-ı mucizatından bir nev-i azimi, duasıyla zahir olan harikalardır. Evet, şu nevi, kati ve hakiki mütevatirdir. Cüziyat ve misalleri o kadar çoktur ki, hesap edilmez. Misallerin çokları var ki, onlar da mütevatir derecesine çıkmışlar. Belki tevatüre yakın meşhur olmuşlar. Bir kısmını öyle imamlar nakletmiş ki, meşhur mütevatir gibi katiyeti ifade eder. Biz şu pek çok misallerinden, tevatüre yakın ve meşhur derecesinde münteşir bazı misalleri, nümune olarak ve her misalin de birkaç cüziyatını zikredeceğiz.

BİRİNCİ MİSAL: Resulallah aleyhissalatü vesselamın yağmur duası tevatür derecesinde ve çok defa tekrar ile, daima süratle kabul olması, başta İmam-ı Buhari ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadis nakletmişler. Hatta bazı defa, minber-i şerif üstünde yağmur duası için elini kaldırıp, indirmeden yağmış.

Sabıkan zikrettiğimiz gibi, bir iki defa ordu susuz kaldığı vakit bulut geliyordu, yağmur veriyordu. Hatta, nübüvvetten evvel, cedd-i Nebi Abdülmuttalib, Resulallah aleyhissalatü vesselamın küçüklük zamanında mübarek yüzüyle yağmur duasına giderdi. Onun yüzü hürmetine gelirdi ki, o hadise Abdülmuttalibin bir şiiriyle iştihar bulmuş.

Hem vefat-ı Nebeviden sonra, Ömer, Abbası vesile yapıp demiş: “Ya Rab, bu Senin habibinin amcasıdır. Onun yüzü hürmetine yağmur ver.” Yağmur gelmiş.

Hem İmam-ı Buhari ve Müslim haber veriyorlar ki: Yağmur için dua talep edildi. Resulallah aleyhissalatü vesselam dua etti. Yağmur öyle geldi ki, mecbur oldular: “Aman dua et, kesilsin.” Dua etti, birden kesildi.

İKİNCİ MİSAL: Tevatüre yakın meşhurdur ki, Resulallah aleyhissalatü vesselam, Sahabe ve imana gelenler daha kırka vasıl olmadan ve gizli ibadet etmekte iken, dua etti:

اَللّٰهُمَّ اَعِزَّ اْلاِسْلاَمَ بِعُمَرِ بْنِ الْخَطَّابِ اَوْ بِعَمْرِو بْنِ هِشَامِ

Bir iki gün sonra, Ömer ibnül-Hattab imana geldi ve İslamiyeti ilan ve izaz etmeye vesile oldu, “Faruk” ünvan-ı alisini aldı.

ÜÇÜNCÜ MİSAL: Bazı Sahabe-i Güzine, ayrı ayrı maksatlar için dua etmiş. Duası öyle parlak bir surette kabul olmuş ki, o keramet-i duaiye, mucize derecesine çıkmış.

Ezcümle, başta Buhari ve Müslim haber veriyorlar ki, İbni Abbasa şöyle dua etmiş:

اَللّٰهُمَّ فَقِّهْهُ فِى الدِّينِ وَعَلِّمْهُ التَّاْوِيلَ duası öyle makbul olmuş ki, İbni Abbas “tercümanül-Kuran” ünvan-ı zişanını ve “habrül-ümme,” yani “allame-i ümmet” rütbe-i alisini kazanmış.Hatta çok gençken, Ömer onu ulema ve kudema-yı Sahabe meclisine alıyordu.

Hem başta İmam-ı Buhari, ehl-i kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: Enesin validesi, Resulallah aleyhissalatü vesselama niyaz etmiş ki, “Senin hadimin olan Enesin evlat ve malı hakkında bereketle dua et.” O da dua etmiş, اَللّٰهُمَّ اَكْثِرْ مَالَهُ وَوَلَدَهُ وَبَارِكْ لَهُ فِى مَا اَعْطَيْتَهُ demiş. Enes, ahir ömründe kasemle ilan ediyor ki: “Ben kendi elimle yüz evladımı defnetmişim. Benim malım ve servetim itibarıyla da, hiçbirisi benim gibi mesut yaşamamış. Benim malımı görüyorsunuz ki pek çoktur. Bunlar bütün dua-yı Nebeviyenin bereketindendir.”

Hem başta İmam-ı Beyhaki, ehl-i hadis haber veriyorlar ki: Aşere-i Mübeşşereden Abdurrahman bin Avfa, Resulallah aleyhissalatü vesselam kesret-i mal ve bereketle dua etmiş. O duanın bereketiyle o kadar servet kazanmış ki, bir defa yedi yüz deveyi yükleriyle beraber fi sebilillah tasadduk etmiş.İşte, dua-yı Nebeviyenin bereketine bakınız, “Barekallah” deyiniz.

Hem İmam-ı Buhari başta, raviler naklediyorlar ki: Resulallah aleyhissalatü vesselam, Urve İbn-i Ebi Cadeye, ticarette kar ve kazanç için bereketle dua etmiş. Urve diyor ki: “Ben bazı Kufe çarşısında duruyordum. Bir günde kırk bin kazanıyordum, sonra evime dönüyordum.” İmam-ı Buhari der ki: “Toprağı da eline alsa onda bir kazanç bulurdu.”

Hem Abdullah ibni Cafere kesret-i mal ve bereket için dua etmiş. Abdullah ibni Cafer o derece servet kazanmış ki, o asırda şöhretgir olmuş. O bereket-i dua-yı Nebevi ile hasıl olan serveti kadar, sehavetle de iştihar etmiş.

Bu neviden çok misaller var. Nümune için bu dört misalle iktifa ediyoruz.

Hem başta İmam-ı Tirmizi haber veriyor ki: Sad ibni Ebi Vakkas için Resulallah aleyhissalatü vesselam dua etmiş: اَللّٰهُمَّ اَجِبْ دَعْوَتَهُ demiş. Sadın duasının kabulü için dua etmiş. O asırda Sadın bedduasından herkes korkuyordu. Duasının kabulü de şöhret buldu.

Hem meşhur Ebu Katadeye ferman etmiş:

اَفْلَحَ اللهُ وَجْهَكَ اَللّٰهُمَّ بَارِكْ لَهُ فِى شَعْرِهِ وَبَشَرِهِ diye, genç kalmasına dua etmiş. Ebu Katade yetmiş yaşında vefat ettiği vakit, on beş yaşında bir genç gibi olduğu, nakl-i sahihle şöhret bulmuş.

Hem meşhur şair Nabiğanın kıssa-i meşhuresidir ki, Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanında bir şiirini okumuş. Şu fıkra:

بَلَغْنَا السَّمَۤاءَ مَجْدُنَا وَسَنَۤائُنَا وَاِنَّا نُرِيدُ فَوْقَ ذٰلِكَ مَظْهَرًا

Yani, “Şerefimiz göğe çıktı; biz daha üstüne çıkmak istiyoruz.” Resulallah aleyhissalatü vesselam, mülatafe suretinde ferman etti:

اِلٰى اَيْنَ يَۤا اَبَا لَيْلٰى؟ dedi: اِلَى الْجَنَّةِ يَا رَسُولَ اللهِ Yani, Resulallah aleyhissalatü vesselam, latife olarak dedi: “Gökten öbür tarafa nereyi istiyorsun ki, şiirinde orayı niyet ediyorsun?” Nabiğa dedi: “Göklerin fevkinde Cennete gitmek istiyoruz.” Sonra bir manidar şiirini daha okudu. Resulallah aleyhissalatü vesselam dua etti:

لاَ يَفْضُضِ اللهُ فَاكَ Yani, “Senin ağzın bozulmasın.” İşte, o dua-yı Nebevinin bereketiyle, o Nabiğa, yüz yirmi yaşında bir dişi noksan olmadı. Hatta bazı bir dişi düştüğü vakit, yerine bir daha geliyordu.

Hem, nakl-i sahihle, İmam-ı Ali için dua etmiş: اَللّٰهُمَّ اكْفِهِ الْحَرَّ وَالْقَرَّ Yani, “Ya Rab, soğuk ve sıcağın zahmetini ona gösterme.” İşte şu dua bereketiyle, İmam-ı Ali kışta yaz libasını giyerdi, yazda kış libasını giyerdi. Derdi ki: “O duanın bereketiyle hiçbir soğuk ve sıcağın zahmetini çekmiyorum.”

Hem Fatıma için dua etmiş: اَللّٰهُمَّ لاَ تُجِعْهَا Yani, “Açlık elemini ona verme.” Fatıma der ki: “O duadan sonra açlık elemini görmedim.”

Hem Tufeyl ibni Amr, Resulallah aleyhissalatü vesselamdan bir mucize istedi ki, götürüp kavmine göstersin. Resulallah aleyhissalatü vesselam

اَللّٰهُمَّ نَوِّرْ لَهُ demiş. İki gözü ortasında bir nur zuhur etmiş, sonra değneği ucuna naklolmuş. Bununla “zinnur” diye iştihar bulmuş.

İşte bu vakıalar ehadis-i meşhuredendir ki, katiyet peyda etmişler.

Hem Ebu Hüreyre, Resulallah aleyhissalatü vesselama şekva etmiş ki, “Nisyan bana arız oluyor.” Resulallah aleyhissalatü vesselam ferman etmiş, bir mendil şeklinde birşey açmış. Sonra, mübarek avucuyla gaibden birşey alır gibi, öyle avucunu oraya boşaltmış. İki üç defa öyle yaparak Ebu Hüreyreye demiş: “Şimdi mendili topla.” Toplamış. Bu sırr-ı manevi-i dua-yı Nebevi ile, Ebu Hüreyre kasem eder: “Ondan sonra hiçbir şey unutmadım.”

İşte bu vakıalar ehadis-i meşhuredendirler.

DÖRDÜNCÜ MİSAL: Resulallah aleyhissalatü vesselamın bedduasına mazhar olmuş birkaç vakıayı beyan ederiz.

Birincisi: Perviz denilen Fars Padişahı, name-i Nebeviyeyi yırtmış. Resulallah aleyhissalatü vesselama haber geldi. Şöyle beddua etti: اَللّٰهُمَّ مَزِّقْهُ “Ya Rab! Nasıl mektubumu paraladı; Sen de onu ve onun mülkünü parça parça et.”İşte şu bedduanın tesiriyledir ki, o Kisra Pervizin oğlu Şirviye, hançerle onu paraladı.Sad ibni Ebi Vakkas da saltanatını parça parça etti. Sasaniye devletinin hiçbir yerde şevketi kalmadı. Fakat Kayser ve sair melikler, name-i Nebeviyeye hürmet ettikleri için, mahvolmadılar.

İkincisi: Tevatüre yakın meşhurdur ve ayat-ı Kuraniye işaret ediyor ki: Bidayet-i İslamda, Resulallah aleyhissalatü vesselam Mescidül-Haramda namaz kılarken, rüesa-yı Kureyş toplandılar, ona karşı gayet bed bir muamele ettiler. O da, o vakit onlara beddua etti. İbni Mesud der ki: “Kasem ederim, o bed muameleyi yapan ve onun bedduasına mazhar olanların, gazve-i Bedirde birer birer laşelerini gördüm.”

Üçüncüsü: Mudariyye denilen Arabın büyük bir kabilesi, Peygamber aleyhissalatü vesselamı tekzip ettikleri için, onlara kaht ile beddua etti. Yağmur kesildi, kaht ve gala başgösterdi. Sonra Mudariyye kavminden olan kabile-i Kureyş, Resulallah aleyhissalatü vesselama iltimas ettiler. Dua etti, yağmur geldi, kahtlık kalktı.Bu vakıa tevatür derecesinde meşhurdur.

BEŞİNCİ MİSAL: Hususi adamlara bedduasının dehşetli kabulüdür. Bunun çok misalleri var. Kati üç misali, nümune olarak beyan ederiz.

Birincisi: Utbe bin Ebi Leheb hakkında şöyle beddua etti:

اَللّٰهُمَّ سَلِّطْ عَلَيْهِ كَلْبًا مِنْ كِلاَبِكَ Yani, “Ya Rab! Ona bir itini musallat et.” Sonra, Utbe sefere giderken, bir arslan gelip, kàfile içinde onu arayıp bulmuş, parçalamış.Şu vakıa meşhurdur; eimme-i hadis nakil ve tashih etmişler.

İkincisi: Muhallim ibni Cessamedir ki, amir ibni Azbatı gadr ile katletmişti. Halbuki, amiri, Resulallah aleyhissalatü vesselam, onu cihad ve harp için kumandan edip bir bölükle göndermişti. Muhallim de beraberdi. Bu gadrin haberi Resulallah aleyhissalatü vesselama yetiştiği vakit hiddet etmiş, اَللّٰهُمَّ لاَ تَغْفِرْ لِمُحَلِّمِ diye beddua buyurmuş. Yedi gün sonra o Muhallim öldü. Kabre koydular, kabir dışarıya attı. Kaç defa koydularsa yer kabul etmedi. Sonra mecbur oldular; iki taş ortasında muhkemce bir duvar yapılmış, o surette yeraltında setredilmiş.

Üçüncüsü: Resulallah aleyhissalatü vesselam görüyordu, bir adam sol eliyle yemek yer. Ferman etmiş: كُلْ بِيَمِينِكَ “Sağ elinle ye” demiş. O adam demiş: لاَ اَسْتَطِيعُ “Sağ elimle yapamıyorum.” Resulallah aleyhissalatü vesselam demiş: لاَ اسْتَطَعْتَ diye beddua etmiş: “Kaldıramayacaksın.” İşte ondan sonra o adam sağ elini hiç kaldıramamış.

ALTINCI MİSAL: Resulallah aleyhissalatü vesselamın hem duası, hem temasından zuhur eden pek çok harikalarından, katiyet kesb etmiş birkaç hadiseyi zikredeceğiz.

Birincisi: Halid ibni Velide (Seyfullaha) birkaç saçını verip nusretine dua etmiş. Halid, o saçları külahında hıfzetmiş. İşte o saç ve duanın bereketi hürmetine, hiçbir harbe girmemiş, illa muzaffer çıkmış.

İkincisi: Selman-ı Farisi, evvelce Yahudilerin abdiymiş. Onun seyyidleri, onu azad etmek için çok şeyler istediler. “Üç yüz hurma fidanını dikip meyve verdikten sonra, kırk okıyye altın vermekle azad edilirsin” dediler. Resulallah aleyhissalatü vesselama geldi, beyan-ı hal etti. Resulallah aleyhissalatü vesselam, kendi eliyle, Medine civarında üç yüz fidanı dikti. Yalnız bir tanesini başkası dikti. O sene zarfında, Resulallah aleyhissalatü vesselamın diktiği bütün fidanlar meyve verdi. Yalnız birtek başkası dikmişti; o tek meyve vermedi. Resulallah aleyhissalatü vesselam onu çıkardı, yeniden dikti. O da meyve verdi.

Hem tavuk yumurtası kadar bir altını, ağzının tükürüğünü ona sürdü, dua etti, Selmana verdi. Dedi: “Git, Yahudilere ver.” Selman-ı Farisi gidip o altından kırk okıyyeyi onlara verdi. O tavuk yumurtası kadar olan altın, eskisi gibi baki kaldı.İşte şu vakıa, Selman-ı Pakin sergüzeşte-i hayatının en mühim bir hadise-i mucizekaranesidir; muteber ve mevsuk imamlar haber vermişler.

Üçüncüsü: Ümmü Malik isminde bir Sahabiye, “ukke” denilen küçük bir yağ tulumundan, Resulallah aleyhissalatü vesselama yağ hediye ederdi. Bir defa Resulallah aleyhissalatü vesselam ona dua edip ukkeyi vermiş, ferman etmiş ki: “Onu boşaltıp sıkmayınız.” Ümmü Malik ukkeyi almış. Ne vakit evlatları yağ isterlerse, bereket-i dua-yı Nebevi ile, ukkede yağ bulurlardı. Hayli zaman devam etti. Sonra sıktılar, bereket kesildi.

YEDİNCİ MİSAL: Resulallah aleyhissalatü vesselamın duasıyla ve temasıyla suların tatlılaşması ve güzel koku vermesinin çok hadiseleri var. İki üç taneyi nümune olarak beyan ederiz.

Birincisi: İmam-ı Beyhaki başta, ehl-i hadis haber veriyorlar ki: Bir-i Kuba denilen kuyunun suyu bazı kesiliyordu, yani bitiyordu. Resulallah aleyhissalatü vesselam abdest suyunu içine koyup dua ettikten sonra, kesretle devam etti, daha hiç kesilmedi.

İkincisi: Başta Ebu Nuaym Delail-i Nübüvvette, ehl-i hadis haber veriyorlar ki: Enesin evindeki kuyuya, Resulallah aleyhissalatü vesselam tükürüğünü içine atıp dua etmiş; Medine-i Münevverede en tatlı su o olmuş.

Üçüncüsü: İbni Mace haber veriyor ki: Ma-i zemzemden bir kova su, Resulallah aleyhissalatü vesselama getirdiler. Bir parça ağzına aldı, kovaya boşalttı. Kova misk gibi rayiha verdi.

Dördüncüsü: İmam-ı Ahmed ibni Hanbel haber veriyor ki: Bir kuyudan bir kova su çıkardılar. Resulallah aleyhissalatü vesselam, içine ağzının suyunu akıtıp kuyuya boşalttıktan sonra misk gibi rayiha vermeye başladı.

Beşincisi: Ricalullahtan ve İmam-ı Müslim ve ulema-i Mağribin mutemedi ve makbulü olan Hammad ibni Seleme haber veriyor ki: Resulallah aleyhissalatü vesselam, deriden bir tuluk su doldurup ağzına üflemiş, dua etmiş. Bağladı, bir kısım Sahabeye verdi. “Ağzını açmayınız; yalnız abdest aldığınız vakit açınız” demiş. Gitmişler, abdest almak vaktinde ağzını açmışlar. Görüyorlar ki, halis bir süt, ağzında da kaymak yağ.

İşte bu beş cüzü, bazıları meşhur, bazı da mühim imamlar naklediyorlar. Bunlar ve burada nakledilmeyenlerle mecmuu, manevi tevatür gibi bir mucize-i mutlakanın tahakkukunu gösteriyorlar.

SEKİZİNCİ MİSAL: Resulallah aleyhissalatü vesselamın mesh ve duasıyla, sütsüz ve kısır keçilerin, mübarek elinin temasıyla ve duasıyla sütlü, hem çok sütlü olmaları misalleri ve cüziyatları çoktur. Biz, yalnız meşhur ve kati iki üç misali, nümune olarak zikrediyoruz.

Birincisi: Ehl-i siyerin bütün muteber kitapları haber veriyorlar ki: Resulallah aleyhissalatü vesselam, Ebu Bekris-Sıddık ile beraber hicret ederken, atiket bint-i Halidil-Huzai denilen Ümmü Mabed hanesine gelmişler. Gayet zayıf, sütsüz, kısır bir keçi orada vardı. Resulallah aleyhissalatü vesselam, Ümmü Mabede ferman etti: “Bunda süt yok mudur?” Ümmü Mabed demiş ki: “Bunun vücudunda kan yoktur; nereden süt verecek?” Resulallah aleyhissalatü vesselam gidip o keçinin beline elini sürmüş, memesini de meshetmiş, dua etmiş. Sonra demiş: “Kap getiriniz, sağınız.” Sağdılar. Resulallah aleyhissalatü vesselam, Ebu Bekris-Sıddık ile içtikten sonra, o hane halkı da doyuncaya kadar içmişler. O keçi kuvvetlenmiş, öyle de mübarek kalmış.

İkincisi: Şat-ı İbni Mesudun meşhur kıssasıdır ki: İbni Mesud, İslam olmadan evvel, bazıların çobanıydı. Resulallah aleyhissalatü vesselam, Ebu Bekris-Sıddık ile beraber, İbni Mesudun keçileriyle bulunduğu yere gitmişler. Resulallah aleyhissalatü vesselam, İbni Mesuddan süt istemiş. O da demiş: “Keçiler benim değil, başkasının malıdırlar.” Resulallah aleyhissalatü vesselam demiş: “Kısır, sütsüz bir keçi bana getir.” O da iki senedir teke görmemiş bir keçi getirdi. Resulallah aleyhissalatü vesselam eliyle onun memesine meshedip dua etmiş. Sonra sağmışlar, halis bir süt almışlar, içmişler. İbni Mesud bu mucizeyi gördükten sonra iman etmiş.

Üçüncüsü: Resulallah aleyhissalatü vesselamın murdiası, yani süt annesi olan Halime-i Sadiyenin keçilerinin kıssa-i meşhuresidir ki: O kabilede bir derece kahtlık vardı. Hayvanat zayıf ve sütsüz oluyordular. Ve tok oluncaya kadar yemiyorlardı. Resulallah aleyhissalatü vesselam oraya, süt annesinin yanına gönderildiği zaman, onun bereketiyle, Halime-i Sadiyenin keçileri, akşam vakti, başkalarının hilafına olarak, hem tok ve memeleri dolu olarak geliyorlardı.

İşte bunun gibi, siyer kitaplarında daha başka cüziyatları var. Fakat bu nümuneler asıl maksada kafidir.

DOKUZUNCU MİSAL: Resulallah aleyhissalatü vesselam, bazı zatların başını ve yüzünü mübarek eliyle meshedip dua ettikten sonra zahir olan harikaların çok cüziyatından, iştihar bulmuş birkaçını nümune olarak beyan ediyoruz.

Birincisi: Umeyr ibni Sadın başına elini sürmüş, dua etmiş. Seksen yaşında o adam, o duanın bereketiyle, öldüğü vakit başında beyaz yoktu.

İkincisi: Kays ibni Zeydin başına elini koyup, meshedip dua etmiş. O duanın bereketiyle, yüz yaşına girdiği vakit, meshin tesiriyle, bütün başı beyaz, yalnız Resulallah aleyhissalatü vesselamın elini koyduğu yer simsiyah olarak kalmış.

Üçüncüsü: Abdurrahman ibni Zeyd ibnil-Hattab, hem küçük, hem çirkindi. Resulallah aleyhissalatü vesselam eliyle başını meshedip dua etmiş. O duanın bereketiyle, kametçe en bala kamet ve suretçe en güzel bir surete girmiş.

Dördüncüsü: aiz ibni Amrın gazve-i Huneynde yüzü yaralanmış. Resulallah aleyhissalatü vesselam, eliyle yüzündeki kanı silmiş. Resulallah aleyhissalatü vesselamın elinin temas ettiği yer, parlak bir nuraniyet vermiş ki, muhaddisler كَغُرَّةِ الْفَرَسِ tabir etmişler. Yani, “doru atın alnındaki beyaz gibi,” temas yeri öyle parlıyordu.

Beşincisi: Katade İbni Selmanın yüzüne elini sürmüş, dua etmiş. Katadenin yüzü ayine gibi parlamaya başlamış.

Altıncısı: Ümmülmüminin Ümmü Selemenin kızı ve Resulallah aleyhissalatü vesselamın üvey kızı Zeynepe, küçükken, Resulallah aleyhissalatü vesselam onun yüzüne abdest suyu atıp taltif etmiş. O suyun temasından sonra, Zeynepin hüsün ve cemali acip suret almış, bediülcemal olmuş.

İşte, şu cüziyatlar gibi daha çok misaller var. Onların çoğunu eimme-i hadis nakletmişler. Bu cüziyatın herbirini haber-i vahid ve zaif farz etsek dahi, yine mecmuu, manevi bir tevatür hükmünde, mutlak bir mucize-i Ahmediye aleyhissalatü vesselamı gösterir. Çünkü bir hadise ayrı ayrı ve çok suretlerle nakledilse, asıl hadisenin vukuu kati olur. Suretlerin herbiri zayıf dahi olsa, yine asıl hadiseyi ispat ediyor.

Mesela, bir gürültü işitildi. Bazılar dediler ki, “Filan ev harap oldu.” Diğeri, “Başka ev harap oldu” dedi. Daha başkası, başka bir evi söyledi, ve hakeza… Herbir rivayet, haber-i vahid de, zayıf da, hilaf-ı vaki de olabilir. Fakat asıl vakıa ki, bir ev harap olmuş, o katidir; onda bütün müttefiktirler. Halbuki, bahsettiğimiz şu altı cüziyat, hem sahihtirler, hem bazıları şöhret derecesine çıkmışlar. Faraza bunların herbirini zayıf addetsek, temsilde mutlak bir hane harap olması gibi, yine cüziyatın mecmuunda, mutlak bir mucize-i Ahmediye aleyhissalatü vesselamın vücudunu katiyen gösterir.

İşte, Resulallah aleyhissalatü vesselamın mucizat-ı bahiresi, herbir nevide kati olarak mevcuttur. Cüziyatı dahi, o külli ve mutlak mucizenin suretleri veyahut nümuneleridir. Resulallah aleyhissalatü vesselamın, nasıl ki eli, parmakları, tükürüğü, nefesi, sözü, yani duası, çok mucizatın mebdei oluyor. Aynen öyle de, Resulallah aleyhissalatü vesselamın sair letaifi ve duyguları ve cihazatı, çok harikalara medardır. Kütüb-ü siyer ve tarih, o harikaları beyan etmişler, siret ve suret ve duygularında çok delail-i nübüvvet bulunduğunu göstermişler.

ON BEŞİNCİ İŞARET
Nasıl ki taşlar, ağaçlar, kamer, güneş onu tanıyorlar, birer mucizesini göstermekle nübüvvetini tasdik ediyorlar. Öyle de, hayvanat taifesi, ölüler taifesi, cinler taifesi, melaikeler taifesi o zat-ı mübareki tanıyorlar ve nübüvvetini tasdik ediyorlar ki, onlar, onu tanıdıklarını, herbir taifesi bazı mucizatını göstermekle gösteriyorlar ve nübüvvetinin tasdikini ilan ediyorlar.

Şu On Beşinci İşaretin Üç Şubesi var.

BİRİNCİ ŞUBESİ: Hayvanat cinsi, Resulallah aleyhissalatü vesselamı tanıyorlar ve mucizatını da izhar ediyorlar. Şu Şubenin çok misalleri var. Biz yalnız burada, meşhur ve manevi tevatür derecesinde kati olmuş veya muhakkıkin-i eimmenin makbulü olmuş veya ümmet telakki-i bilkabul etmiş olan bir kısım hadiseleri, nümune olarak zikredeceğiz.

Birinci hadise: Manevi tevatür derecesinde bir şöhretle, Resulallah aleyhissalatü vesselam, Ebu Bekris-Sıddık ile, küffarın takibinden kurtulmak için tahassun ettikleri Gar-ı Hiranın kapısında, iki nöbetçi gibi, iki güvercin gelip beklemeleri ve örümcek dahi, perdedar gibi, harika bir tarzda, kalın bir ağla mağara kapısını örtmesidir. Hatta, rüesa-yı Kureyşten, Resulallah aleyhissalatü vesselamın eliyle Gazve-i Bedirde öldürülen Übeyy ibni Halef mağaraya bakmış. Arkadaşları demişler: “Mağaraya girelim.” O demiş: “Nasıl girelim? Burada bir ağ görüyorum ki, Muhammed tevellüt etmeden bu ağ yapılmış gibidir. Bu iki güvercin işte orada duruyor. Adam olsa orada dururlar mı?” İşte bunun gibi, mübarek güvercin taifesi, feth-i Mekkede dahi Resulallah aleyhissalatü vesselamın başı üzerinde gölge yaptıklarını, İmam-ı Celil ibni Veheb naklediyor.

Hem nakl-i sahihleAyşehaber veriyor ki: Güvercin gibi, dacin denilen bir kuş hanemizde vardı. Resulallah aleyhissalatü vesselam hazır olsaydı, hiç debelenmezdi, sükutla dururdu. Ne vakit Resulallah aleyhissalatü vesselam çıksaydı, o kuş başlardı harekete; giderdi, gelirdi, hiç durmuyordu. Demek o kuş, Resulallah aleyhissalatü vesselamı dinliyordu, huzurunda temkinle sükut ederdi.

İkinci hadise: Beş altı tarikle, manevi bir tevatür hükmünü almış kurt hadisesidir ki, bu kıssa-i acibe çok tariklerle meşhur Sahabelerden nakledilmiş. Ezcümle, Ebu Saidil-Hudri ve Selemetibnül-Ekva ve İbni Ebi Veheb ve Ebu Hüreyre ve bir vaka sahibi çoban (Uhban) gibi müteaddit tariklerle haber veriyorlar ki:

Bir kurt, keçilerden birisini tutmuş; çoban, kurdun elinden kurtarmış. Zib demiş: “Allahtan korkmadın, benim rızkımı elimden aldın.” Çoban demiş: “Acaip, zib konuşur mu?” Zib ona demiş: “Acip senin halindedir ki, bu yerin arka tarafında bir zat var ki sizi Cennete davet ediyor, peygamberdir, onu tanımıyorsunuz.” Bütün tarikler kurdun konuşmasında müttefik olmakla beraber, kuvvetli bir tarik olan Ebu Hüreyre, ihbarında diyor ki: Çoban kurda demiş: “Ben gideceğim. Fakat kim benim keçilerime bakacak?” Zib demiş: “Ben bakacağım.” Çoban ise, çobanlığı kurda devredip gelmiş, Resulallah aleyhissalatü vesselamı görmüş, iman etmiş, dönüp gitmiş. Zibi çoban bulmuş; zayiat yok. Bir keçi ona kesmiş; çünkü ona üstadlık etmiş.

Bir tarikte, rüesa-yı Kureyşten Ebu Süfyan ile Safvan bir kurdu gördüler, bir ceylanı takip edip Harem-i Şerife girdi. Kurt dönmüş; sonra taaccüp etmişler. Kurt konuşmuş, risalet-i Ahmediyeyi haber vermiş. Ebu Süfyan, Safvana demiş ki: “Bu kıssayı kimseye söylemeyelim. Korkarım, Mekke boşalıp onlara iltihak edecekler.”

Elhasıl, kurt kıssası kati ve manevi mütevatir gibi kanaat verir.

Üçüncü hadise: Beş altı tarikle, mühim Sahabelerden nakledilen cemel hadisesidir ki:

Ezcümle, Ebu Hüreyre ve Salebe bin Malik ve Cabir ibni Abdullah ve Abdullah ibni Cafer ve Abdullah ibni Ebi Evfa gibi müteaddit tarikler ve o tariklerin başındaki Sahabeler müttefikan haber veriyorlar ki: Deve gelmiş, Resulallah aleyhissalatü vesselama tahiyye-i ikram nevinden secde edip konuşmuş. Ve birkaç tarikte haber veriliyor ki, o deve bir bağda kızmış, vahşi olmuş, yanına kimseyi sokmuyor, hücum ediyordu. Resulallah aleyhissalatü vesselam girdi; deve geldi, ikramen secde etti, yanında ıhtı. Resulallah aleyhissalatü vesselam yular taktı. Deve, Resulallah aleyhissalatü vesselama dedi: “Beni çok meşakkatli şeylerde çalıştırdılar; şimdi de beni kesmek istiyorlar. Onun için kızdım.” Deve sahibine söyledi: “Böyle midir?” “Evet” dediler.

Hem Resulallah aleyhissalatü vesselamın Adba ismindeki devesi, vefat-ı Nebeviden sonra kederinden ne yedi, ne içti, ta öldü. Hem o deve, Resulallah aleyhissalatü vesselam ile mühim bir kıssayı konuştuğunu, Ebu İshak-ı İsferani gibi bazı mühim imamlar haber vermişler.

Hem nakl-i sahihle, Cabir ibni Abdullahın bir seferde devesi çok yorulmuştu, daha yürüyemiyordu. Resulallah aleyhissalatü vesselam o deveye ufak bir dürtmekle dürttü. O deve, o iltifat-ı Ahmediden o kadar bir çeviklik, bir sevinçlik peyda etti ki, daha süratinden dizgini zaptedilmiyor, yolda yetişilmiyordu; Cabir haber veriyor.

Dördüncü hadise: Başta İmam-ı Buhari, eimme-i hadis haber veriyorlar ki: Bir defa, gecede, Medine-i Münevverenin haricinde, düşman hücum ediyor gibi mühim bir hadise işaa edildi. Sonra cesur atlılar çıktılar, gittiler. Yolda görüyorlar; bir zat geliyor. Baktılar, Resulallah aleyhissalatü vesselamdır. Ferman etmiş: “Birşey yoktur.” Meşhur Ebu Talhanın atına binip, şecaat-i kudsiyesi muktezasınca herkesten evvel gitmiş, tahkik etmiş ve dönmüştü. Ebu Talhaya ferman etmiş: وَجَدْتُ فَرَسَكَ بَحْرًا Yani, “Senin atın, sarsmadan, gayet çabuktur.” Halbuki, Ebu Talhanın atı, katuf tabir edilen, yürüyüşsüz kısmındandı. O geceden sonra, hiçbir at ona karşı yürüyüşte mukabele edemiyordu.

Hem nakl-i sahihle, bir defa Resulallah aleyhissalatü vesselam seferde, namaz kılacak vaktinde, atına dedi: “Dur.” O da durdu, namaz bitinceye kadar hiçbir azasını kımıldatmadı.

Beşinci hadise: Resulallah aleyhissalatü vesselamın hizmetkarı Sefine, Yemen Valisi Muaz ibni Cebelin yanına gitmek için, Resulallah aleyhissalatü vesselamdan emir alıp gitmiş. Yolda bir arslan rast gelmiş. O Sefine ona demiş: “Ben Resulallah aleyhissalatü vesselamın hizmetkarıyım.” Arslan ses verip ayrılmış, ilişmemiş. Diğer bir tarikte haber veriyorlar ki: Sefine döndüğü vakit yolu kaybetmiş. Bir arslana rast gelmiş; arslan ona ilişmemekle beraber, yolu da göstermiş.

Hem Ömerden haber veriyorlar ki, demiş: Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanına bir bedevi geldi. Arapça “dabb” denilen bir susmar, yani keler elindeydi. Dedi: “Eğer bu hayvan sana şehadet etse ben sana iman getiririm, yoksa iman getirmem.” Resulallah aleyhissalatü vesselam o hayvandan sordu. O susmar, fasih bir dille, risaletine şehadet etti.

Hem Ümmülmüminin Ümmü Seleme haber veriyor ki: Bir ceylan Resulallah aleyhissalatü vesselamla konuşmuş ve risaletine şehadet etmiş.

İşte bunun gibi çok misaller var. Hem de kati şöhret bulmuş birkaç nümuneyi gösterdik. Ve Resulallah aleyhissalatü vesselamı tanımayana ve itaat etmeyene deriz:

Ey insan, ibret alınız! Kurt, arslan, Resulallah Aleyhissalatü Vesselamı tanıyor, itaat ediyorlar. Sizlerin hayvandan, kurttan aşağı düşmemeye çalışmanız iktiza eder.

İKİNCİ ŞUBE: Cenazelerin ve cinlerin ve melaikelerin Resulallah aleyhissalatü vesselamı tanımalarıdır. Bunun da çok hadiseleri var. Nümune için, şöhret bulmuş ve mevsuk imamlar haber vermiş birkaç nümuneyi, evvela cenazelerden göstereceğiz. Amma cin ve melaike ise, o mütevatirdir; onların misalleri bir değil, bindir.

İşte, ölülerin konuşması misallerinden:

Birincisi şudur ki: Ulema-i zahir ve batının Tabiin zamanında en büyük reisi ve İmam-ı Alinin mühim ve sadık bir şakirdi olan Hasan Basri haber veriyor ki: Bir adam, Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanına gelerek ağlayıp sızladı. Dedi: “Benim küçük bir kızım vardı. Şu yakın derede öldü, oraya attım.” Resulallah aleyhissalatü vesselam ona acıdı. Ona dedi: “Gel, oraya gideceğiz.” Gittiler. Resulallah aleyhissalatü vesselam o ölmüş kızı çağırdı, “Ya fülane!” dedi. Birden, o ölmüş kız لَبَّيْكَ وَسَعْدَيْكَ dedi. Resulallah aleyhissalatü vesselam ferman etti: “Tekrar peder ve validenin yanına gelmeyi arzu eder misin?” O dedi: “Yok, ben onlardan daha hayırlısını buldum.”

İkincisi: İmam-ı Beyhaki ve İmam-ı İbni Adiyy gibi bazı mühim imamlar, Enes ibni Malikten haber veriyorlar ki, Enes demiş: Bir ihtiyare kadının birtek oğlu vardı, birden vefat etti. O saliha kadın çok müteessir oldu. Dedi: “Ya Rab! Senin rızan için, Resulallah aleyhissalatü vesselamın biatı ve hizmeti için hicret edip buraya geldim. Benim hayatımda istirahatimi temin edecek tek evlatçığımı, o Resulün hürmetine bağışla.” Enes der: O ölmüş adam kalktı, bizimle yemek yedi.

İşte, şu hadise-i acibeye işaret ve ifade eden, İmam-ı Busayrinin Kaside-i Bürdede şu fıkrasıdır:

لَوْ نَاسَبَتْ قَدْرَهُ اٰيَاتُهُ عِظَمًا اَحْيَى اسْمُهُ حِينَ يُدْعٰى دَارِسَ الرِّمَمِ

Yani, “Eğer alametleri, onun kadrine muvafık derecesinde azametini ve makbuliyetini gösterseydiler, değil yeni ölmüşler, belki onun ismiyle çürümüş kemikler de ihya edilebilirdi.”

Üçüncü hadise: Başta İmam-ı Beyhaki gibi raviler, Abdullah ibni Ubeydullahil-Ensariden haber veriyorlar ki, Abdullah demiş: Sabit ibni Kays ibni Şemmasın Yemame Harbinde şehid düştüğü ve kabre koyduğumuz vakit ben hazırdım. Kabre konulurken, birden ondan bir ses geldi:

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ اَبُو بَكْرِ الصِّدِّيقُ وَعُمَرُ الشَّهِيدُ وَعُثْمَانُ الْبَرُّ الرَّحِيمُ

dedi. Sonra açtık, baktık; ölü, cansız! İşte, o vakit, daha Ömer hilafete geçmeden, şehadetini haber veriyor.

Dördüncü hadise: İmam-ı Taberani ve Ebu Nuaym Delail-i Nübüvvette, Numan ibni Beşirden haber veriyorlar ki: Zeyd ibni Harice, çarşı içinde birden düşüp vefat etti. Eve getirdik. Akşam ve yatsı arasında, etrafında kadınlar ağlarken, birden ” اَنْصِتُوا اَنْصِتُوا Susunuz” dedi. Sonra, fasih bir lisanla,

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللهِ diyerek bir miktar konuştu. Sonra baktık ki, cansız, vefat etmiş.

İşte, cansız cenazeler onun risaletini tasdik etse, canlı olanlar tasdik etmese, elbette o cani canlılar, cansızlardan daha cansız ve ölülerden daha ölüdürler!

Amma, melaikelerin Resulallah aleyhissalatü vesselama hizmeti ve görünmesi ve cinnilerin ona iman ve itaati, mütevatirdir. Nass-ı Kuran ve çok ayatla musarrahtır.Gazve-i Bedirde beş bin melaike, nass-ı Kuran ile, önde, Sahabeler gibi ona hizmet edip asker olmuşlar. Hatta o melekler, melaikeler içinde, Ashab-ı Bedir gibi şeref kazanmışlar.

Şu meselede iki cihet var:

Birisi: Cin ve melaikenin taifeleri, hayvan ve insanın taifeleri gibi, vücutları kati ve bizimle münasebettar olduğu, Yirmi Dokuzuncu Sözde, iki kere iki dört eder derecesinde bir katiyetle ispat etmişiz. Onların ispatını o Söze havale ederiz.

İkinci cihet: Resulallah aleyhissalatü vesselamın şerefiyle, eser-i mucizesi olarak, efrad-ı ümmeti onları görmek ve konuşmaktır.

İşte, başta Buhari ve İmam-ı Müslim, eimme-i hadis müttefikan haber veriyorlar ki: Bir defa melek, yani Cebrail, beyaz libaslı bir insan suretinde gelmiş. Resulallah aleyhissalatü vesselam Sahabeleri içinde otururken, yanına gitmiş, demiş: مَا اْلاِسْلاَمُ وَمَا اْلاِيمَانُ وَمَا اْلاِحْسَانُ Yani, “İman, İslam, ihsan nedir? Tarif et.” Resulallah aleyhissalatü vesselam tarif etmiş. Oradaki cemaat-i Sahabe hem ders almış, hem de o zatı iyi görmüşler. O zat, misafir gibi görünürken, üstünde alamet-i sefer eseri hiç yoktu. Kalktı, birden kayboldu. O vakit Resulallah aleyhissalatü vesselam ferman etmiş ki: “Size ders vermek için Cebrail böyle yaptı.”

Hem haber-i sahih ile ve haber-i kati ile ve manevi tevatür derecesinde, eimme-i hadis haber veriyorlar ki, Cebraili çok defa, hüsn-ü cemal sahibi olan Dıhye suretinde, Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanında Sahabeler görüyorlardı.Ezcümle, Ömer ve İbni Abbas ve Üsame bin Zeyd ve Haris veAyşeve Ümmü Seleme, katiyen sabittir ki, bunlar katiyen haber veriyorlar ki, “Biz Cebraili Dıhye suretinde, Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanında çok görüyoruz.” Acaba hiç mümkün müdür ki, bu zatlar, görmeden, görüyoruz desinler?

Hem nakl-i sahih-i kati ile, Aşere-i Mübeşşereden İran fatihi Sad ibni Ebi Vakkas haber veriyor ki: “Gazve-i Uhudda, Resulallah aleyhissalatü vesselamın iki tarafında, iki beyaz libaslı, ona nöbettar gibi, muhafız suretinde gördük. İkisi de, anlaşıldı ki, meleklerdir. Ve Cebrail ile Mikail olduğunu anladık.” Acaba böyle bir kahraman-ı İslam “Gördük” dese, görmemek mümkün müdür?

Hem Ebu Süfyan ibni Haris ibni Abdülmuttalib (ammizade-i Nebevi), nakl-i sahihle haber veriyor ki: “Gazve-i Bedirde, gökle yer arasında, beyaz libaslı, atlı zatları gördük.”

Hem Hamza, Resulallah aleyhissalatü vesselamdan niyaz etti ki, “Ben Cebraili görmek istiyorum.” Kabede ona gösterdi. Dayanamadı, bihuş oldu, yere düştü.

Bu çeşit melaikeleri görmek vukuatı çoktur. Bütün bu vukuat, bir nevi mucize-i Ahmediye aleyhissalatü vesselamı gösteriyor ve delalet ediyor ki, onun misbah-ı nübüvvetine melekler dahi pervanelerdir.

Cinniler ise, onlarla görüşmek ve görmek, değil Sahabeler, belki avam-ı ümmet dahi çoklarıyla görüşmeleri çok vuku buluyor. Fakat en kati, en sahih haberle, eimme-i hadis bize diyorlar ki, İbni Mesud: “Batn-ı Nahlde, ecinnilerin ihtidası gecesinde ecinnileri gördüm ve Sudan Kabilesinden Zut denilen uzun boylu taifeye benzettim. Onlara benziyordular.”

Hem meşhurdur ve hadis imamları tahriç ve kabul ettikleri Halid ibni Velid vakasıdır ki, Uzza denilen sanemi tahrip ettikleri vakit, siyah bir kadın şeklinde, o sanem içinden bir cinniye çıktı. Halid bir kılıçla o cinniyeyi iki parça etti. Resulallah aleyhissalatü vesselam, o hadise için ferman etmiş ki: “Uzza sanemi içinde ona ibadet ediliyordu. Daha ona ibadet edilmez.”

Hem Ömerden meşhur bir haberdir ki, demiş: Biz Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanında iken, ihtiyar şeklinde, elinde bir asa, “Hame” isminde bir cinni geldi, iman etti. Resulallah aleyhissalatü vesselam, ona kısa surelerden birkaç sureyi ders verdi. Dersini aldı, gitti.

Şu ahirki hadiseye, çendan bazı hadis imamları ilişmişler. Fakat mühim imamlar, sıhhatine hükmetmişler.Her neyse, bu nevide uzun söylemeye lüzum yok; misalleri çoktur.

Hem deriz ki: Resulallah aleyhissalatü vesselamın nuruyla, terbiyesiyle ve onun arkasında gitmesiyle, binler Şeyh-i Geylani gibi aktablar, asfiyalar, melaikeler ve cinlerle görüşmüşler ve konuşuyorlar; ve bu hadise, yüz tevatür derecesinde ve çok kesrettedir.Evet, ümmet-i Muhammedin (a.s.m.) melaike ve cinlerle temasları ve tekellümleri ise, Resulallah aleyhissalatü vesselamın terbiye ve irşad-ı icazkaranesinin bir eseridir.

ÜÇÜNCÜ ŞUBE: Resulallah aleyhissalatü vesselamın hıfzı ve ismeti, bir mucize-i bahiredir.

وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ ayet-i kerimesinin hakikat-i bahiresi, çok mucizatı gösterir.

Evet, Resulallah aleyhissalatü vesselam çıktığı vakit, değil yalnız bir taifeye, bir kavme, bir kısım ehl-i siyasete veya bir dine, belki umum padişahlara ve umum ehl-i dine tek başıyla meydan okudu. Halbuki onun amcası en büyük düşman ve kavim ve kabilesi düşman iken, yirmi üç sene nöbettarsız, tekellüfsüz, muhafazasız ve pek çok defa suikaste maruz kaldığı halde, kemal-i saadetle, rahat döşeğinde vefat edip Mele-i alaya çıkmasına kadar hıfz ve ismeti, وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ ne kadar kuvvetli bir hakikati ifade ettiğini ve ne kadar metin bir nokta-i istinad olduğunu, güneş gibi gösterir. Biz, yalnız nümune için, katiyet kesb etmiş birkaç hadiseyi zikredeceğiz.

Birinci hadise: Ehl-i siyer ve hadis müttefikan haber veriyorlar ki: Kureyş kabilesi, Resulallah aleyhissalatü vesselamı öldürtmek için kati ittifak ettiler. Hatta, insan suretine girmiş bir şeytanın tedbiriyle, Kureyş içine fitne düşmemek için, her kabileden laakal bir adam içinde bulunup, iki yüze yakın, Ebu Cehil ve Ebu Lehebin taht-ı hükmünde olarak, Resulallah aleyhissalatü vesselamın hane-i saadetini bastılar. Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanında Ali vardı. Ona dedi: “Sen bu gece benim yatağımda yat.” Resulallah aleyhissalatü vesselam beklemiş, ta Kureyş gelmiş, bütün hanenin etrafını tutmuşlar. O vakit çıktı, bir parça toprak başlarına attı, hiçbirisi onu görmedi, içlerinden çıktı, gitti. Gar-ı Hirada iki güvercin ve bir örümcek, bütün Kureyşe karşı ona nöbettar olup muhafaza ettiler.

İkinci hadise: Vakıat-ı katiyedendir ki, mağaradan çıkıp Medine tarafına gittikleri vakit, Kureyş rüesası, mühim bir mal mukàbilinde, Süraka isminde gayet cesur bir adamı gönderdiler; ta takip edip onları öldürmeye çalışsın. Resulallah aleyhissalatü vesselam, Ebu Bekr-i Sıddık ile beraber gardan çıkıp giderken gördüler ki, Süraka geliyor. Ebu Bekr-i Sıddık telaş etti. Resulallah aleyhissalatü vesselam mağarada dediği gibi, لاَ تَحْزَنْ اِنَّ اللهَ مَعَنَا dedi. Sürakaya bir baktı; Sürakanın atının ayakları yere saplandı, kaldı. Tekrar kurtuldu, yine takip etti. Tekrar atının ayaklarının saplandığı yerden duman gibi birşey çıkıyordu. O vakit anladı ki, ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki ona ilişsin. “El-aman” dedi. Resulallah aleyhissalatü vesselam aman verdi. Fakat dedi: “Git, öyle yap ki başkası gelmesin.”

Şu hadise münasebetiyle bunu da beyan ederiz ki: Sahih bir surette haber veriyorlar: Bir çoban, onları gördükten sonra Kureyşe haber vermek için Mekkeye gitmiş. Mekkeye dahil olduğu vakit, niçin geldiğini unutmuş. Ne kadar çalışmışsa, hatırına getirememiş. Mecbur olmuş, dönmüş. Sonra anlamış ki, ona unutturulmuş.

Üçüncü hadise: Gazve-i Gatfan ve Enmarda, müteaddit tariklerle eimme-i hadis haber veriyorlar ki: Gavres isminde cesur bir kabile reisi, kimse görmeden, tam Resulallah aleyhissalatü vesselamın başı üzerine gelerek, yalın kılıç elinde olduğu halde, Resulallah aleyhissalatü vesselama dedi: “Kim seni benden kurtaracak?” Demiş: “Allah.” Sonra böyle dua etti:

اَللّٰهُمَّ اكْفِنِيهِ بِمَا شِئْتَ Birden o Gavres, iki omuzu ortasına gaibden bir darbe yer, o kılıç elinden düşer, yere yuvarlanır. Resulallah aleyhissalatü vesselam kılıcı eline alır, “Şimdi seni kim kurtaracak?” der, sonra affeder. O adam gider taifesine. O pek cüretkar, cesur adama herkes hayrette kalır. “Ne oldu sana? Niçin birşey yapamadın?” dediler. O dedi: “Hadise böyle oldu. Ben şimdi insanların en iyisinin yanından geliyorum.”

Hem şu hadise gibi, Gazve-i Bedirde bir münafık, Resulallah aleyhissalatü vesselamı bir gaflet vaktinde, kimse görmeden, tam arkasından kılıç kaldırıp vururken, birden Resulallah aleyhissalatü vesselam bakmış. O titreyip, kılıç elinden yere düşmüş.

Dördüncü hadise: Manevi tevatüre yakın bir şöhretle ve ekser ehl-i tefsirin اِنَّا جَعَلْنَا فىِۤ اَعْنَاقِهِمْ اَغْلاَلاً فَهِىَ اِلَى اْلاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْدِيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَاَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ ayetinin sebeb-i nüzulü ve ehl-i tefsir allameleri ve ehl-i hadis imamları haber veriyorlar ki:

Ebu Cehil yemin etmiş ki, “Ben secdede Muhammedi görsem, bu taşla onu vuracağım.” Büyük bir taş alıp gitmiş. Secdede gördüğü vakit kaldırıp vurmakta iken, elleri yukarıda kalmış. Resulallah aleyhissalatü vesselam namazı bitirdikten sonra kalkmış; Ebu Cehilin eli çözülmüş. O ise, ya Resulallah aleyhissalatü vesselamın müsaadesiyle, veyahut ihtiyaç kalmadığından çözülmüş.

Hem yine Ebu Cehil kabilesinden, bir tarikte Velid ibni Muğire, yine Resulallah aleyhissalatü vesselamı vurmak için büyük bir taşı alıp, secdede iken vurmaya gitmiş, gözü kapanmış. Resulallah aleyhissalatü vesselamı Mescid-i Haramda görmedi, geldi. Onu gönderenleri de görmüyordu; yalnız seslerini işitiyordu. Ta Resulallah aleyhissalatü vesselam namazdan çıktı; ihtiyaç kalmadığından onun gözü de açıldı.

Hem nakl-i sahihle Ebu Bekr-i Sıddıktan haber veriyorlar ki: Sure-i تَبَّتْ يَدَۤا اَبىِ لَهَبٍ  nazil olduktan sonra, Ebu Lehebin karısı Ümmü Cemil denilen حَمَّالَةَ الْحَطَبِ, bir taş alıp Mescid-i Harama gelmiş. Ebu Bekir ile Resulallah aleyhissalatü vesselam orada oturuyorlarmış. Gözü Ebu Bekr-i Sıddıkı görüyor, soruyor: “Ya Eba Bekir! Senin arkadaşın nerede? Ben işitmişim ki beni hicvetmiş. Ben görsem, bu taşı ağzına vuracağım.” Yanında iken

Hazret-i Peygamber aleyhissalatü vesselamı görmemiş.Elbette, hıfz-ı İlahide olan bir Sultan-ı Levlakı, böyle bir Cehennem oduncusu, onun huzuruna girip göremez. Ağzına mı düşmüş?

Beşinci hadise: Haber-i sahihle haber veriliyor ki: amir ibni Tufeyl ve Erbed ibni Kays, ikisi ittifak ederek, Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanına gitmişler. amir demiş: “Ben onu meşgul edeceğim, sen onu vuracaksın.” Sonra bakıyor ki, birşey yapmıyor. Gittikten sonra arkadaşına dedi: “Neden vurmadın?” Dedi: “Nasıl vuracağım? Ne kadar niyet ettim; bakıyorum ki, ikimizin ortasına sen geçiyorsun. Seni nasıl vuracağım?”

Altıncı hadise: Nakl-i sahihle haber veriliyor ki: Gazve-i Uhudda veya Huneynde, Şeybe bin Osmanül-Hacebiyye–ki, Hamza onun hem amcasını, hem pederini öldürmüştü–intikamını almak için gizli geldi. Ta Resulallah aleyhissalatü vesselamın arkasından yalın kılıç kaldırdı. Birden kılıç elinden düştü. Resulallah aleyhissalatü vesselam ona baktı, elini göğsüne koydu. Şeybe der ki: “O dakikada dünyada ondan daha sevgili adam bana olmazdı.” İmana geldi. Resulallah aleyhissalatü vesselam ferman etti: “Haydi, git, harp et.” Şeybe dedi: “Ben gittim, Resulallah aleyhissalatü vesselam önünde harp ettim. Eğer o vakit pederim de rast gelseydi vuracaktım.”

Hem feth-i Mekke gününde, Fedale namında birisi, Resulallah aleyhissalatü vesselamın yanına, vurmak niyetiyle geldi. Resulallah aleyhissalatü vesselam ona bakıp tebessüm etti. “Nefsinle ne konuştun?” dedi ve Fedale için taleb-i mağfiret etti. Fedale imana geldi ve dedi ki: “O vakit ondan daha ziyade dünyada sevgilim olmazdı.”

Yedinci hadise: Nakl-i sahihle, Yahudiler, suikast niyetiyle, Resulallah aleyhissalatü vesselamın oturduğu yere, üstünden büyük bir taş atmak anında, Resulallah aleyhissalatü vesselam o dakikada hıfz-ı İlahi ile kalkmış; o suikast de akim kalmış.

Bu yedi misal gibi çok hadiseler vardır. Başta İmam-ı Buhari ve İmam-ı Müslim ve eimme-i hadis, Ayşeden naklediyorlar ki: وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ ayeti nazil olduktan sonra, ara sıra Resulallah aleyhissalatü vesselamı muhafaza eden zatlara ferman etti:

يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ انْصَرِفُوا فَقَدْ عَصَمَنِى رَبِّى عَزَّ وَجَلَّ Yani, “Nöbettarlığa lüzum yok. Benim Rabbim beni hıfz ediyor.”

İşte, şu Risale de, baştan buraya kadar gösteriyor ki, şu kainatın her nevi, her alemi, Resulallah aleyhissalatü vesselamı tanır, alakadardır. Herbir nev-i kainatta onun mucizatı görünüyor. Demek, o zat-ı Ahmediye (a.s.m.), Cenab-ı Hakkın—fakat “kainatın Halıkı” itibarıyla ve “bütün mahlukatın Rabbi” ünvanıyla—memurudur ve resulüdür. Evet, nasıl ki bir padişahın büyük ve müfettiş bir memurunu herbir daire bilir ve tanır; hangi daireye girse onunla münasebettar olur. Çünkü umumun padişahı namına bir memuriyeti var. Eğer mesela yalnız adliye müfettişi olsa, o vakit adliye dairesiyle münasebettar olur; başka daireler onu pek tanımaz. Ve askeriye müfettişi olsa, mülkiye dairesi onu bilmez. Öyle de, anlaşılıyor ki, bütün devair-i saltanat-ı İlahiyede, melekten tut, ta sineğe ve örümceğe kadar herbir taife onu tanır ve bilir veya bildirilir. Demek, Hatemül-Enbiya ve Resulü Rabbil-alemindir. Ve umum enbiyanın fevkinde, risaletinin şümulü var.

ON ALTINCI İŞARET
İrhasat denilen, biset-i nübüvvetten evvel, fakat nübüvvetle alakadar olarak vücuda gelen harikalar dahi delail-i nübüvvettir. Şu da üç kısımdır.
BİRİNCİ KISIM: Nass-ı Kuranla, Tevrat, İncil, Zebur ve suhuf-u enbiyanın, nübüvvet-i Ahmediye aleyhissalatü vesselama dair verdikleri haberdir. Evet, madem o kitaplar semavidirler ve madem o kitap sahipleri enbiyadırlar. Elbette ve herhalde, onların dinlerini nesheden ve kainatın şeklini değiştiren ve yerin yarısını getirdiği bir nurla ışıklandıran bir zattan bahsetmeleri, zaruri ve katidir. Evet, küçük hadiseleri haber veren o kitaplar, nev-i beşerin en büyük hadisesi olan hadise-i Muhammediye aleyhissalatü vesselamı haber vermemek kàbil midir?

İşte, madem bilbedahe haber verecekler; herhalde ya tekzip edecekler, ta ki dinlerini tahripten ve kitaplarını nesihten kurtarsınlar; veya tasdik edecekler, ta ki o hakikatli zat ile dinleri hurafattan ve tahrifattan kurtulsun. Halbuki, dost ve düşmanın ittifakıyla, tekzip emaresi hiçbir kitapta yoktur. Öyle ise tasdik vardır.

Madem mutlak bir surette tasdik vardır. Ve madem şu tasdikin vücudunu iktiza eden kati bir illet ve esaslı bir sebep vardır. Biz dahi, o tasdikin vücuduna delalet eden üç hüccet-i kàtıa ile ispat edeceğiz.

Birinci hüccet: Resulallah aleyhissalatü vesselam, Kuranın lisanıyla onlara der ki: “Kitaplarınızda benim tasdikim ve evsafım vardır. Benim beyan ettiğim şeylerde, kitaplarınız beni tasdik ediyor.”

قُلْ فَاْتُوا بِالتَّوْرٰيةِ فَاتْلُوهَۤا اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ قُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ اَبْنَۤاءَنَا وَاَبْنَۤاءَكُمْ وَنِسَۤاءَنَا وَنِسَۤاءَكُمْ وَاَنْفُسَنَا وَاَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَةَ اللهِ عَلَى الْكَاذِبِينَ  gibi ayetlerle onlara meydan okuyor. “Tevratınızı getiriniz, okuyunuz. Ve geliniz, biz çoluk ve çocuğumuzu alıp, Cenab-ı Hakkın dergahına el açıp, yalancılar aleyhinde lanetle dua edeceğiz” diye mütemadiyen onların başına vurduğu halde, hiç Yahudi bir alim veya Nasrani bir kıssis, onun bir yanlışını gösteremedi. Eğer gösterseydi, pek çok kesrette bulunan ve pek çok inatlı ve hasetli olan kafirler ve münafık Yahudiler ve bütün alem-i küfür, her tarafta ilan edeceklerdi.

Hem demiş: “Ya yanlışımı bulunuz; veyahut sizinle mahvoluncaya kadar cihad edeceğim.” Halbuki, bunlar harbi ve perişaniyeti ve hicreti ihtiyar ettiler. Demek yanlışını bulamadılar. Bir yanlış bulunsaydı onlar kurtulurlardı.

İkinci hüccet: Tevrat, İncil ve Zeburun ibareleri, Kuran gibi icazları olmadığından, hem mütemadiyen tercüme tercüme üstüne olduğundan, pek çok yabani kelimeler, içlerine karıştı. Hem müfessirlerin sözleri ve yanlış tevilleri, onların ayetleriyle iltibas edildi. Hem bazı nadanların ve bazı ehl-i garazın tahrifatı da ilave edildi. Şu surette, o kitaplarda tahrifat, tağyirat çoğaldı. Hatta, Şeyh Rahmetullah-i Hindi (allame-i meşhur), kütüb-ü sabıkanın binler yerde tahrifatını, keşişlerine ve Yahudi ve Nasara ulemasına ispat ederek iskat etmiş. İşte bu kadar tahrifatla beraber, şu zamanda dahi, meşhur Hüseyin-i Cisri , o kitaplardan yüz on delil, nübüvvet-i Ahmediyeye dair çıkarmıştır. Risale-i Hamidiyede yazmış, o risaleyi de Manastırlı merhum İsmail Hakkı tercüme etmiş. Kim arzu ederse ona müracaat eder, görür.

Hem pek çok Yahudi uleması ve Nasara uleması ikrar ve itiraf etmişler ki, “Kitaplarımızda Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselamın evsafı yazılıdır.” Evet, gayr-ı müslim olarak, başta meşhur Rum meliklerinden Herakl itiraf etmiş, demiş ki: “Evet, İsa , Muhammed aleyhissalatü vesselamdan haber veriyor.”

Hem Rum meliki Mukavkıs namında Mısır hakimi ve ulema-i Yehudun en meşhurlarından İbni Suriya ve İbni Ahtab ve onun kardeşi Kab bin Esed ve Zübeyr bin Batıya gibi meşhur ulema ve reisler, gayr-ı müslim kaldıkları halde ikrar etmişler ki, “Evet, kitaplarımızda onun evsafı vardır; ondan bahsediyorlar.”

Hem Yehudun meşhur ulemasından ve Nasaranın meşhur kıssislerinden, kütüb-ü sabıkada evsaf-ı Muhammediyeyi (a.s.m.) gördükten sonra inadı terk edip imana gelenler, evsafını Tevrat ve İncilde göstermişler, ve sair Yahudi ve Nasrani ulemasını onunla ilzam etmişler. Ezcümle, meşhur Abdullah ibni Selam ve Veheb ibni Münebbih ve Ebu Yasir ve Şamul—ki bu zat, melik-i Yemen Tübba zamanında idi; Tübba nasıl gıyaben ve bisetten evvel iman getirmiş, Şamul de öyle—ve Sayenin iki oğlu olan Esid ve Salebe ki, İbni Heyeban denilen bir arif-i billah, bisetten evvel Beni Nadr kabilesine misafir olmuş, قَرِيبٌ ظُهُورُ نَبِىٍّ هٰذَا دَارُ هِجْرَتِهِ demiş, orada vefat etmiş. Sonra o kabile Resulallah aleyhissalatü vesselam ile harp ettikleri zaman, Esid ve Salebe meydana çıktılar, o kabileye bağırdılar: وَاللهِ هُوَ الَّذِى عَهِدَ اِلَيْكُمْ فِيهِ اِبْنُ هَيَبَانَ

Yani, “İbni Heyebanın haber verdiği zat budur; onunla harp etmeyiniz.” Fakat onlar, onları dinlemediler, belalarını buldular.

Hem ulema-i Yehuddan İbni Bünyamin ve Muhayrık ve Kabül-Ahbar gibi çok ulema-i Yehud, evsaf-ı Nebeviyeyi kitaplarında gördüklerinden, imana gelmişler, sair imana gelmeyenleri de ilzam etmişler.

Hem ulema-i Nasaradan, meşhur, bahsi geçen Bahira-i Rahib ki, Resulallah aleyhissalatü vesselam Şam tarafına amcasıyla gittiği vakit on iki yaşındaydı. Bahira-i Rahib, onun hatırı için Kureyşileri davet etmiş. Baktı ki, kàfileye gölge eden bir parça bulut, daha kàfile yerinde gölge ediyor. “Demek aradığım adam orada kalmış.” Sonra adam göndermiş, onu da getirtmiş. Ebu Talibe demiş: “Sen dön, Mekkeye git. Yahudiler hasuddurlar. Bunun evsafı Tevratta mezkurdur; hıyanet ederler.”

Hem Nasturul-Habeşe ve Habeş Reisi olan Necaşi, evsaf-ı Muhammediyeyi kitaplarında gördükleri için, beraber iman etmişler.

Hem Dağatır isminde meşhur bir Nasrani alimi, evsafı görmüş, iman etmiş. Rumlar içinde ilan etmiş; şehid edilmiş.

Hem Nasrani rüesasından Haris ibni Ebi Şümeril-Gasani ve Şamın büyük dini reisleri ve melikleri, yani Sahib-i İlba ve Herakl ve İbni Natur ve Carud gibi meşhur zatlar, kitaplarında evsafını görmüşler ve iman etmişler. Yalnız Herakl, dünya saltanatı için imanını izhar etmemiş.

Hem bunlar gibi, Selmanül-Farisi, o da evvel Nasrani idi. Resulallah aleyhissalatü vesselamın evsafını gördükten sonra onu arıyordu.

Hem Temim namında mühim bir alim, hem meşhur Habeş Reisi Necaşi, hem Habeş Nasarası, hem Necran papazları, bütün müttefikan haber veriyorlar ki: “Biz evsaf-ı Nebeviyeyi kitaplarımızda gördük, onun için imana geldik.”

Üçüncü hüccet: İşte, bir nümune olarak Tevrat, İncil, Zeburun, Peygamberimiz aleyhissalatü vesselama ait ayetlerinin birkaç nümunesini göstereceğiz.

Birincisi: Zeburda şöyle bir ayet var:

اَللّٰهُمَّ ابْعَثْ لَنَا مُقِيمَ السُّنَّةِ بَعْدَ الْفَتْرَةِ

“Mukimüs-Sünne” ise, ism-i Ahmedidir.

İncilin ayeti:

قَالَ الْمَسِيحُ اِنِّىذَاهِبٌ اِلٰى اَ بىِ وَاَبِيكُمْ لِيَبْعَثَ لَكُمُ الْفَارَقْلِيطَا

Yani, “Ben gidiyorum, ta size Faraklit gelsin.” Yani, Ahmed gelsin. İncilin ikinci bir ayeti:

اِنى ِّ اَطْلُبُ مِنْ رَبِّى فَارَقْلِيطًا يَكُونَ مَعَكُمْ اِلَى اْلاَبَدِ

Yani, “Ben Rabbimden, hakkı batıldan fark eden bir Peygamberi istiyorum ki, ebede kadar beraberinizde bulunsun.”Faraklit, اَلْفَارِقُ بَيْنَ الْحَقِّ وَالْبَاطِلِ manasında, Peygamberin o kitaplarda ismidir.
Tevratın ayeti:

اِنَّ اللهَ قَالَ ِلاِبْرٰهِيمَ اِنَّ هَاجَرَ تَلِدُ وَيَكُونُ مِنْ وَلَدِهَا مَنْ يَدُهُ فَوْقَ الْجَمِيعِ وَيَدُ الْجَمِيعِ مَبْسُوطَةٌ اِلَيْهِ بِالْخُشُوعِ

Yani, “Hazret-i İsmailin validesi olan Hacer, evlat sahibesi olacak. Ve onun evladından öyle birisi çıkacak ki, o veledin eli, umumun fevkinde olacak ve umumun eli huşu ve itaatle ona açılacak.”

Tevratın ikinci bir ayeti:

وَقَالَ يَا مُوسٰى اِنِّى مُقِيمٌ لَهُمْ نَبِيًّا مِنْ بَنِۤى اِخْوَتِهِمْ مِثْلَكَ وَاُجْرِى قَوْلِى فِى فَمِهِ وَالرَّجُلُ الَّذِى لاَ يَقْبَلُ قَوْلَ النَّبِىِّ الَّذِى يَتَكَلَّمُ بِاِسْمِى فَأَنَا اَنْتَقِمُ مِنْهُ

Yani, “Beni İsrailin kardeşleri olan Beni İsmailden, senin gibi birini göndereceğim. Ben sözümü onun ağzına koyacağım; Benim vahyimle konuşacak. Onu kabul etmeyene azap vereceğim.”

Tevratın üçüncü bir ayeti:

قَالَ مُوسٰى رَبِّ اِنِّى اَجِدُ فِى التَّوْرَيةِ اُمَّةً هُمْ خَيْرُ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ يَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُؤْمِنُونَ بِاللهِ فَاجْعَلْهُمْ اُمَّتِى قَالَ تِلْكَ اُمَّةُ مُحَمَّدٍ

İhtar: “Muhammed” ismi, o kitaplarda Müşeffah ve el-Münhamenna ve Himyata gibi Süryani isimler suretinde, “Muhammed” manasındaki İbrani isimleriyle gelmiş. Yoksa sarih “Muhammed” ismi az vardı. Sarih miktarını dahi hasud Yahudiler tahrif etmişler.

Zeburun ayeti:

يَا دَاوُدُ يَاْتِى بَعْدَكَ نَبِىٌّ يُسَمّٰى اَحْمَدَ وَمُحَمَّدًا صَادِقًا سَيِّدًا اُمَّتُهُ مَرْحُومَةٌ

Hem Abadile-i Sebadan ve kütüb-ü sabıkada çok tetkikat yapan Abdullah ibni Amr ibnil-as ve meşhur ulema-i Yehuddan en evvel İslama gelen Abdullah ibni Selam ve meşhur Kabül-Ahbar denilen Beni İsrailin allamelerinden, o zamanda daha çok tahrifata uğramayan Tevratta aynen şu gelecek ayeti ilan ederek göstermişler. ayetin bir parçası şudur ki: Musa ile hitaptan sonra, gelecek Peygambere hitaben şöyle diyor:

يَۤا اَيُّهَا النَّبِىُّ اِنَّۤا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا وَحِرْزًا لِلْاُمِّيِّينَ اَنْتَ عَبْدِى وَرَسُو لِى سَمَّيْتُكَ الْمُتَوَكِّلَ لَيْسَ بِفَظٍّ وَلاَ غَلِيظٍ وَلاَ صَخَّابٍ فِى اْلاَسْوَاقِ وَلاَ يَدْفَعُ باِلسَّيِّئَةِ السَّيِّئَةَ بَلْ يَعْفُو وَيَغْفِرُ وَلَنْ يَقْبِضَهُ اللهُ حَتّٰى يُقِيمَ بِهِ الْمِلَّةَ الْعَوْجَۤاءَ بِاَنْ يَقُولُوا لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ

Tevratın bir ayeti daha:

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ مَوْلِدُهُ بِمَكَّةَ وَهِجْرَتُهُ بِطَيْبَةَ وَمُلْكُهُ باِلشَّامِ وَاُمَّتُهُ الْحَمَّادُونَ

İşte şu ayette Muhammed lafzı, “Muhammed” manasında Süryani bir isimde gelmiştir.

Tevratın diğer bir ayeti daha: اَنْتَ عَبْدِى وَرَسُولِى سَمَّيْتُكَ الْمُتَوَكِّلَ
İşte şu ayette, Beni İshakın kardeşleri olan Beni İsmailden ve Musadan sonra gelen Peygambere hitap ediyor.

Tevratın diğer bir ayeti daha:

عَبْدِىَ الْمُخْتَارُ لَيْسَ بِفَظٍّ وَلاَ غَلِيظٍ

İşte, “Muhtar”ın manası “Mustafa”dır, hem ism-i Nebevidir.

İncilde, İsadan sonra gelen ve İncilin birkaç ayetinde “alem Reisi” ünvanıyla müjde verdiği Nebinin tarifine dair:

مَعَهُ قَضِيبٌ مِنْ حَدِيدٍ يُقَاتِلُ بِهِ وَاُمَّتُهُ كَذٰلِكَ

İşte şu ayet gösteriyor ki, “Sahibüs-seyf ve cihada memur bir Peygamber gelecektir.” “Kadib-i hadid” kılıç demektir. Hem ümmeti de onun gibi sahibüs-seyf, yani cihada memur olacağını, Sure-i Fethin ahirinde

وَمَثَلُهُمْ فِى اْلاِنْجِيلِ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْئَهُ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰي عَلٰى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ

ayeti, İncilin şu ayeti gibi, başka ayetlerine işaret edip, Muhammed aleyhissalatü vesselam, sahibüs-seyf ve cihada memur olduğunu, İncil ile beraber ilan ediyor.

Tevratın Beşinci Kitabının Otuz Üçüncü Babında şu ayet var: “Hak Teala, Tur-i Sinadan ikbal edip bize Sairden tulu etti ve Faran Dağlarında zahir oldu.”
İşte şu ayet, nasıl ki “Tur-i Sinada ikbal-i Hak” fıkrasıyla nübüvvet-i Museviyeyi ve Şam Dağlarından ibaret olan “Sairden tulu-u Hak” fıkrasıyla nübüvvet-i İseviyeyi ihbar eder. Öyle de, bilittifak Hicaz Dağlarından ibaret olan “Faran Dağlarından zuhur-u Hak” fıkrasıyla, bizzarure risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) haber veriyor.

Hem Sure-i Fethin ahirinde ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِ hükmünü tasdiken, Tevratta Faran Dağlarından zuhur eden Peygamberin Sahabeleri hakkında şu ayet var: “Kudsilerin bayrakları beraberindedir. Ve onun sağındadır.” “Kudsiler” namıyla tavsif eder. Yani, “Onun Sahabeleri kudsi, salih evliyalardır.”

Eşıya Peygamberin kitabında, Kırk İkinci Babında şu ayet vardır: “Hak Sübhanehu, ahirzamanda, kendinin ıstıfa-gerde ve bergüzidesi kulunu bas edecek ve ona, Ruhul-Emin Cibrili yollayıp din-i İlahisini ona talim ettirecek. Ve o dahi, Ruhul-Eminin talimi vechile nasa talim eyleyecek ve beynennas hak ile hükmedecektir. O bir nurdur, halkı zulümattan çıkaracaktır. Rabbin bana kablelvuku bildirdiği şeyi ben de size bildiriyorum.”

İşte şu ayet, gayet sarih bir surette, ahirzaman Peygamberi olan Muhammed aleyhissalatü vesselamın evsafını beyan ediyor.

Mişail namıyla müsemma Mihail Peygamberin kitabının Dördüncü Babında şu ayet var: “ahirzamanda bir ümmet-i merhume kaim olup, orada Hakka ibadet etmek üzere mübarek dağı ihtiyar ederler. Ve her iklimden orada birçok halk toplanıp Rabb-i Vahide ibadet ederler, Ona şirk etmezler.”

İşte şu ayet, zahir bir surette, dünyanın en mübarek dağı olan Cebel-i Arafat ve orada her iklimden gelen hacıların tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i merhume namıyla şöhret-şiar olan ümmet-i Muhammediyeyi tarif ediyor.

Zeburda, Yetmiş İkinci Babında şu ayet var: “Bahirden bahre malik ve nehirlerden, arzın makta ve müntehasına kadar malik ola… Ve kendisine Yemen ve Cezayir mülukü hediyeler götüreler… Ve padişahlar ona secde ve inkıyad edeler… Ve her vakit ona salat ve hergün kendisine bereketle dua oluna… Ve envarı, Medineden münevver ola… Ve zikri, ebedül-abad devam ede… Onun ismi, şemsin vücudundan evvel mevcuttur; onun adı güneş durdukça münteşir ola…”

İşte şu ayet, pek aşikar bir tarzda Fahr-i alem aleyhissalatü vesselamı tavsif eder. Acaba Davud dan sonra, Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselamdan başka hangi nebi gelmiş ki, şarktan garba kadar dinini neşretmiş ve mülukü cizyeye bağlamış ve padişahları kendine secde eder gibi bir inkıyad altına almış ve hergün nev-i beşerin humsunun salavat ve dualarını kendine kazanmış ve envarı Medineden parlamış kim var? Kim gösterilebilir?

Hem Türkçe Yuhanna İncilinin On Dördüncü Bab ve otuzuncu ayeti şudur: “Artık sizinle çok söyleşmem. Zira bu alemin Reisi geliyor. Ve bende onun nesnesi asla yoktur.” İşte, “alemin Reisi” tabiri, “Fahr-i alem” demektir. “Fahr-i alem” ünvanı ise, Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselamın en meşhur ünvanıdır.
Yine İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab ve yedinci ayeti şudur: “Amma ben size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size faidelidir. Zira ben gitmeyince Tesellici size gelmez.” İşte, bakınız: Reis-i alem ve insanlara hakiki teselli veren, Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselamdan başka kimdir? Evet, Fahr-i alem odur ve fani insanları idam-ı ebediden kurtarıp teselli veren odur.

Hem İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab, sekizinci ayeti: “O dahi geldikte, dünyayı günaha dair, salaha dair ve hükme dair ilzam edecektir.”İşte, dünyanın fesadını salaha çeviren ve günahlardan ve şirkten kurtaran ve siyaset ve hakimiyet-i dünyayı tebdil eden, Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselamdan başka kim gelmiş?

Hem İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab, on birinci ayet: “Zira bu alemin Reisinin gelmesinin hükmü gelmiştir.”İşte, “alemin Reisi” elbette Seyyidül-Beşer olan Ahmed-i Muhammed aleyhissalatü vesselamdır.

Hem İncil-i Yuhanna, On İkinci Bab ve on üçüncü ayet: “Amma o Hak Ruhu geldiği zaman, sizi bilcümle hakikate irşad edecektir. Zira kendisinden söylemiyor. Bilcümle, işittiğini söyleyerek gelecek nesnelerden size haber verecek.”

İşte bu ayet sarihtir. Acaba umum insanları birden hakikate davet eden ve her haberini vahiyden veren ve Cebrailden işittiğini söyleyen ve kıyamet ve ahiretten tafsilen haber veren, Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselamdan başka kimdir? Ve kim olabilir?

Hem kütüb-ü enbiyada, Resulallah aleyhissalatü vesselamın Muhammed, Ahmed, Muhtar manasında Süryani ve İbrani isimleri var. İşte, Şuaybın suhufunda ismi, “Muhammed” manasında Müşeffahtır.Hem Tevratta, yine “Muhammed” manasında Münhamenna, hem “Nebiyyül-Haram” manasında Himyata, Zeburda el-Muhtar ismiyle müsemmadır. Yine Tevratta el-Hatemül-Hatem, hem Tevratta ve Zeburda Mukimüs-Sünne, hem suhuf-u İbrahim ve Tevratta Mazmazdır. Hem Tevratta Ahyeddir.

Resulallah aleyhissalatü vesselam demiş:

اِسْمِى فِى الْقُرْاٰنِ مُحَمَّدٌ وَفِى اْلاِنْجِيلِ اَحْمَدُ وَفِى التَّوْرٰيةِ اَحْيَدُ buyurmuştur. Hem İncilde, esma-i Nebeviden صَاحِبُ الْقَضِيبِ وَالْهِرَاوَةِ yani, “Seyf ve Asa Sahibi.” Evet, sahibüs-seyf enbiyalar içinde en büyüğü, ümmetiyle cihada memur, Resulallah aleyhissalatü vesselamdır.

Yine İncilde, Sahibüt-Tacdır. Evet, “Sahibüt-Tac” ünvanı, Resulallah aleyhissalatü vesselama mahsustur. Tac, “amame,” yani sarık demektir. Eski zamanda, milletler içinde, milletçe umumiyet itibarıyla sarık ve agel saran kavm-i Araptır. İncilde Sahibüt-Tac, kati olarak Resulallah aleyhissalatü vesselam demektir.
Hem İncilde el-Baraklit veyahut el-Faraklit ki, İncil tefsirlerinde “hak ve batılı birbirinden tefrik eden hakperest”manası verilmiş ki, sonra gelecek insanları hakka sevk edecek zatın ismidir.

İncilin bir yerinde, İsa demiş: “Ben gideceğim, ta Dünyanın Reisi gelsin.”Acaba İsa dan sonra dünyanın reisi olacak ve hak ve batılı fark ve temyiz edip İsa ın yerinde insanları irşad edecek, Resulallah aleyhissalatü vesselamdan başka kim gelmiştir? Demek İsa ümmetine daima müjde ediyor ve haber veriyor ki, “Birisi gelecek, bana ihtiyaç kalmayacak. Ben onun bir mukaddimesiyim ve müjdecisiyim.” Nasıl ki şu ayet-i kerime:

وَاِذْ قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيمَ يَابَنِۤى اِسْرَۤائِيلَ اِنِّى رَسُولُ اللهِ اِلَيْكُمْ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَىَّ مِنَ التَّوْرٰيةِ وَمُبَشِّرًا بِرَسُولٍ يَاْتِى مِنْ بَعْدِى اسْمُهُ اَحْمَدُ Evet, İncilde İsa , çok defalar ümmetine müjde veriyor. İnsanların en mühim bir reisi geleceğini; ve o zatı da bazı isimlerle yad ediyor. O isimler elbette Süryani ve İbranidirler. Ehl-i tahkik görmüşler. O isimler, “Ahmed, Muhammed, Farikun beynel Hakkı vel-Batıl” manasındadırlar.

Demek İsa , çok defa Ahmed aleyhissalatü vesselamdan beşaret veriyor.

Sual: Eğer desen, “Neden İsa her nebiden ziyade müjde veriyor; başkalar yalnız haber veriyorlar, müjde sureti azdır?”

Elcevap: Çünkü, Ahmed aleyhissalatü vesselam, İsa ı Yahudilerin müthiş tekzibinden ve müthiş iftiralarından ve dinini müthiş tahrifattan kurtarmakla beraber; İsa ı tanımayan Beni İsrailin suubetli şeriatine mukàbil, suhuletli ve cami ve ahkamca şeriat-i İseviyenin noksanını ikmal edecek bir şeriat-i aliyeye sahiptir. İşte onun için, çok defa “alemin Reisi geliyor” diye müjde veriyor.

İşte Tevrat, İncil, Zeburda ve sair suhuf-u enbiyada çok ehemmiyetle, ahirde gelecek bir peygamberden bahisler var, çok ayetler var—nasıl bir kısım nümunelerini gösterdik. Hem çok namlarla o kitaplarda mezkurdur. Acaba bütün bu kütüb-ü enbiyada, bu kadar ehemmiyetle, mükerrer ayetlerde bahsettikleri ahirzaman Peygamberi, Muhammed aleyhissalatü vesselamdan başka kim olabilir?

İKİNCİ KISIM: İrhasattan ve delail-i nübüvvetten maksat şudur ki: Biset-i Ahmediyeden evvel, zaman-ı fetrette kahinler, hem o zamanın bir derece evliya ve arif-i billah olan bir kısım insanları, Resulallah aleyhissalatü vesselamın geleceğini haber vermişler ve ihbarlarını da neşretmişler, şiirleriyle gelecek asırlara bırakmışlar. Onlar çoktur. Biz, ehl-i siyer ve tarihin nakil ve kabul ettikleri meşhur ve münteşir olan bir kısmını zikredeceğiz.

Ezcümle, Yemen padişahlarından Tübba isminde bir melik, Resulallah aleyhissalatü vesselamın evsafını eski kitaplarda görmüş, iman etmiş. Şöyle bir şiirini ilan etmiş:

شَهِدْتُ عَلٰى اَحْمَدَ اَنَّهُ رَسُولٌ مِنَ اللهِ بَارِى النَّسَمِ فَلَوْ مُدَّ عُمْرِى اِلٰى عُمْرِهِ لَكُنْتُ وَزِيرًا لَهُ وَابْنَ عَمٍّ

Yani, “Ben Ahmedin (a.s.m.) risaletini tasdik ediyorum. Ben onun zamanına yetişseydim, ona vezir ve ammizade olurdum. (Yani, Ali gibi olurdum.)”

İkincisi: Meşhur Kuss ibni Saide ki, kavm-i Arabın en meşhur ve mühim hatibi ve muvahhid bir zat-ı ruşen-zamirdir. İşte şu zat da, biset-i Nebeviden evvel risalet-i Ahmediyeyi şu şiirle ilan ediyor:

اَرْسَلَ فِينَۤا اَحْمَدَ خَيْرَ نَبِىٍّ قَدْ بُعِثَ صَلّٰى عَلَيْهِ اللهُ مَا عَجَّ لَهُ رَكْبٌ وَحُثَّ

Üçüncüsü: Resulallah aleyhissalatü vesselamın ecdadından olan Kab ibni Lüeyy, nübüvvet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ilham eseri olarak şöyle ilan etmiş:

عَلٰى غَفْلَةٍ يَاْتِى النَّبِىُّ مُحَمَّدٌ فَيُخْبِرُ اَخْبَارًا صَدُوقًا خَبِيرُهَا

Yani, “Füceten, Muhammedün-Nebi gelecek, doğru haberleri verecek.”

Dördüncüsü: Yemen padişahlarından Seyf ibni Ziyezen, kütüb-ü sabıkada Resulallah aleyhissalatü vesselamın evsafını görmüş, iman etmiş, müştak olmuştu. Resulallah aleyhissalatü vesselamın ceddi Abdülmuttalib Yemene kàfile-i Kureyş ile gittiği zaman, Seyf ibni Ziyezen onları çağırmış, onlara demiş ki:
اِذَا وُلِدَ بِتِهَامَةَ وَلَدٌ بَيْنَ كَتْفَيْهِ شَامَةٌ كَانَتْ لَهُ اْلاِمَامَةُ وَاِنَّكَ يَا عَبْدَ الْمُطَّلِبِ لَجَدُّهُ

Yani, “Hicazda bir çocuk dünyaya gelir. Onun iki omuzu arasında hatem gibi bir nişan var. İşte o çocuk umum insanlara imam olacak.” Sonra, gizli Abdülmuttalibi çağırmış. “O çocuğun ceddi de sensin” diye kerametkarane, bisetten evvel haber vermiş.

Beşincisi: Varaka bin Nevfel (Hatice-i Kübranın ammizadelerinden), bidayet-i vahiyde, Resulallah aleyhissalatü vesselam telaş etmiş. Hatice-i Kübra, o hadiseyi meşhur Varaka bin Nevfele hikaye etmiş. Varaka demiş: “Onu bana gönder.” Resulallah aleyhissalatü vesselam Varakanın yanına gitmiş, mebde-i vahiydeki vaziyeti hikaye etmiş. Varaka demiş:

بَشِّرْ يَا مُحَمَّدُ اِنِّى اَشْهَدُ اَنَّكَ اَنْتَ النَّبِىُّ الْمُنْتَظَرُ وَبَشَّرَ بِكَ عِيسٰى

Yani, “Telaş etme, o halet vahiydir. Sana müjde! İntizar edilen Nebi sensin. İsa seninle müjde vermiş.”

Altıncısı: Askelanil-Himyeri nam arif-i billah, bisetten evvel Kureyşileri gördüğü vakit, “İçinizde dava-yı nübüvvet eden var mı?” “Yok” derlerdi. Sonra, biset vaktinde yine sormuş. “Evet,” demişler. “Biri dava-yı nübüvvet ediyor.” Demiş: “İşte, alem onu bekliyor.”

Yedincisi: Nasara ulema-yı benamından İbnül-Ala, bisetten ve Peygamberi görmeden evvel haber vermiş. Sonra gelmiş, Peygamber aleyhissalatü vesselamı görmüş. Demiş:

وَالَّذِى بَعَثَكَ بِالْحَقِّ لَقَدْ وَجَدْتُ صِفَتَكَ فِى اْلاِنْجِيلِ وَبَشَّرَ بِكَ اِبْنُ الْبَتُولِ

Yani, “Ben senin sıfatını İncilde gördüm, iman ettim. İbn-i Meryem, İncilde senin geleceğini müjde etmiş.”
Sekizincisi: Bahsi geçen Habeş Padişahı Necaşi demiş:

لَيْتَ لِى خِدْمَتَهُ بَدَلاً عَنْ هٰذِهِ السَّلْطَنَةِ Yani, “Keşke şu saltanata bedel, Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselamın hizmetkarı olsaydım! O hizmetkarlık, saltanatın pek fevkindedir.”

Şimdi, ilham-ı Rabbani ile gaibden haber veren bu ariflerden sonra, gaibden ruh ve cin vasıtasıyla haber veren kahinler, pek sarih bir surette, Resulallah aleyhissalatü vesselamın geleceğini ve nübüvvetini haber vermişler. Onlar çoktur; biz, onlardan meşhurları ve manevi tevatür hükmüne geçmiş ve ekser tarih ve siyerde nakledilmiş birkaçını zikredeceğiz. Onların uzun kıssalarını ve sözlerini siyer kitaplarına havale edip, yalnız icmalen bahsedeceğiz.

Birincisi: Şık isminde meşhur bir kahindir ki, bir gözü, bir eli, bir ayağı varmış—adeta yarım insan. İşte o kahin, manevi tevatür derecesinde kati bir surette tarihlere geçmiş ki, risalet-i Ahmediye aleyhissalatü vesselamı haber verip mükerreren söylemiştir.

İkincisi: Meşhur Şam kahini Satihtir ki, kemiksiz, adeta azasız bir vücut, yüzü göğsü içinde bir acube-i hilkat ve çok da yaşamış bir kahindir. Gaibden verdiği doğru haberler, o zaman insanlarda şöhret bulmuş. Hatta, Kisra, yani Fars Padişahı, gördüğü acip rüyayı ve veladet-i Ahmediye (a.s.m.) zamanında sarayının on dört şerefesinin düşmesinin sırrını Satihten sormak için, Muyzan denilen alim bir elçisini göndermiş. Satih demiş: “On dört zat, sizlerde hakimiyet edecek, sonra saltanatınız mahvolacak. Hem birisi gelecek, bir din izhar edecek. İşte, o sizin din ve devletinizi kaldıracak” mealinde Kisraya haber göndermiş. İşte o Satih, sarih bir surette, ahirzaman Peygamberinin gelmesini haber vermiş.

Hem kahinlerden Sevad ibni Karibid-Devsi ve Hunafir ve Efasiye Necran ve Cizl ibni Cizlil-Kindi ve İbni Halasatid-Devsi ve Fatıma binti Numan-ı Necariye gibi meşhur kahinler, siyer ve tarih kitaplarında tafsilen beyan ettikleri vecih üzere, ahirzaman Peygamberinin geleceğini, o Peygamber de Muhammed aleyhissalatü vesselam olduğunu haber vermişler.

Hem Osmanın akrabasından Sad Binti Küreyz, kahinlik vasıtasıyla, Resulallah aleyhissalatü vesselamın nübüvvetini gaibden haber almış. Bidayet-i İslamiyette, Osman-ı Zinnureyne demiş ki: “Sen git, iman et.” Osman bidayette gelmiş, iman etmiş. İşte, o Sad o vakıayı böyle bir şiirle söylüyor:

هَدَى اللهُ عُثْمَانَ بِقَوْلِى اِلَى الَّتِى بِهَا رُشْدُهُ وَاللهُ يَهْدِى اِلَى الْحَقِّ

Hem kahinler gibi, “hatif” denilen, şahsı görünmeyen ve sesi işitilen cinniler, Resulallah aleyhissalatü vesselamın geleceğini mükerreren haber vermişler.

Ezcümle, Zeyyab ibnül-Harise, hatif-i cinni böyle bağırmış, onun ve başkasının sebeb-i İslamı olmuş:

يَا ذَيَابُ يَا ذَيَابُ اِسْمَعِ الْعَجَبَ الْعُجَابَ بُعِثَ مُحَمَّدٌ بِالْكِتَابِ يَدْعُو بِمَكَّةَ فَلاَ يُجَابُ

Yine bir hatif-i cinni, Samia bin Karretil-Gatafaniye böyle bağırmış, bazılarını imana getirmiştir:

جَۤاءَ الْحَقُّ فَسَطَعَ وَدُمِّرَ بَاطِلٌ فَانْقَمَعَ
Bu hatiflerin beşaretleri ve haber vermeleri pek meşhurdur ve çoktur.

Hem nasıl kahinler, hatifler haber vermişler. Öyle de, sanemler dahi ve sanemlere kesilen kurbanlar dahi, Resulallah aleyhissalatü vesselamın risaletini haber vermişler.

Ezcümle, kıssa-i meşhuredendir ki, Mazen kabilesinin sanemi bağırıp demiş:

هٰذَا النَّبِىُّ الْمُرْسَلُ جَۤاءَ بِالْحَقِّ الْمُنْزَلِ

diyerek, risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) haber vermiş.

Hem Abbas ibni Merdasın sebeb-i İslamiyeti olan meşhur vakıa şudur ki: Dımar namında bir sanemi varmış; o sanem birgün böyle bir ses vermiş:

اَوْدٰى ضِمَارُ وَكَانَ يُعْبَدُ مُدَّةً قَبْلَ الْبَيَانِ مِنَ النَّبِىِّ مُحَمَّدٍ

Yani, “Muhammed gelmeden evvel bana ibadet ediliyordu. Şimdi Muhammedin beyanı gelmiş; daha o dalalet olamaz.”

Hazret-i Ömer, İslamiyetten evvel, saneme kesilen bir kurbandan böyle işitmiş:

يَا اٰلَ الذَّبِيحْ اَمْرٌ نَجِيحْ رَجُلٌ فَصِيحْ يَقُولُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ

İşte bu nümuneler gibi çok vakıalar var; mevsuk kitaplar kabul edip nakletmişler.

Nasıl ki kahinler, arif-i billahlar, hatifler, hatta sanemler ve kurbanlar risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) haber vermişler, herbir hadise dahi bir kısım insanların imanına sebep olmuş. Öyle de, bazı taşlar üstünde ve kabirlerde ve kabirlerin mezar taşlarında, hatt-ı kadimle مُحَمَّدٌ مُصْلِحٌ اَمِينٌ gibi ibareler bulunmuş, onunla bir kısım insanlar imana gelmişler. Evet, hatt-ı kadimle bazı taşlarda bulunan مُحَمَّدٌ مُصْلِحٌ اَمِينٌ, Resulallah aleyhissalatü vesselamdan ibarettir.

Çünkü ondan evvel, zamanına pek yakın, yalnız yedi Muhammed ismi var, başka yoktur. O yedi adamın hiçbir cihetle “Muslih-i Emin” tabirine liyakatleri yoktur.

ÜÇÜNCÜ KISIM: İrhasattan, Resulallah aleyhissalatü vesselamın veladeti hengamında vücuda gelen harikalardır ve hadiselerdir. O hadiseler, onun veladetiyle alakadar bir surette vücuda gelmiş.

Hem bisetten evvel bazı hadiseler var ki, doğrudan doğruya birer mucizesidir. Bunlar çoktur. Nümune olarak, meşhur olmuş ve eimme-i hadis kabul etmiş ve sıhhatleri tahakkuk etmiş birkaç nümuneyi zikredeceğiz.

Birincisi: Veladet-i Nebevi gecesinde, hem annesi, hem annesinin yanında bulunan Osman ibni asın annesi, hem Abdurrahman ibni Avfın annesinin gördükleri azim bir nurdur ki, üçü de demişler: “Veladeti anında biz öyle bir nur gördük ki, o nur maşrık ve mağribsi bize aydınlattırdı.”

İkincisi: O gece Kabedeki sanemlerin çoğu baş aşağı düşmüş.

Üçüncüsü: Meşhur Kisranın eyvanı (yani saray-ı meşhuresi) o gece sallanıp inşikak etmesi ve on dört şerefesinin düşmesidir.

Dördüncüsü: Savanın takdis edilen küçük denizinin o gecede yere batması ve İstahrabadda bin senedir daima işal edilen, yanan ve sönmeyen, Mecusilerin mabud ittihaz ettikleri ateşin, veladet gecesinde sönmesi…

İşte şu üç dört hadise işarettir ki, o yeni dünyaya gelen zat, ateşperestliği kaldıracak, Fars saltanatının sarayını parçalayacak, izn-i İlahi ile olmayan şeylerin takdisini men edecektir.

Beşincisi: Çendan veladet gecesinde değil, fakat veladete pek yakın olduğu cihetle, o hadiseler de irhasat-ı Ahmediyedir ki (a.s.m.), Sure-i اَلَمْ تَرَكَيْفَ de nass-ı kati ile beyan edilen Vaka-i Fildir ki, Kabeyi tahrip etmek için, Ebrehe namında Habeş meliki gelip, fil-i Mahmudi namında cesim bir fili öne sürüp gelmiş. Mekkeye yakın olduğu vakit fil yürümemiş. Çare bulamamış, dönmüşler. Ebabil kuşları onları mağlup etmiş ve perişan etmiş, kaçmışlar. Bu kıssa-i acibe, tarih kitaplarında tafsilen meşhurdur. İşte şu hadise, Resulallah aleyhissalatü vesselamın delail-i nübüvvetindendir. Çünkü veladete pek yakın bir zamanda, kıblesi ve mevlidi ve sevgili vatanı olan Kabe-i Mükerreme, gaybi ve harika bir surette, Ebrehenin tahribinden kurtulmuştur.

Altıncısı: Resulallah aleyhissalatü vesselam, küçüklüğünde Halime-i Sadiyenin yanında iken, Halime ve Halimenin zevcinin şehadetleriyle, güneşten rahatsız olmamak için, çok defa üstünde bir bulut parçasının ona gölge ettiğini görmüşler ve halka söylemişler ve o vakıa sıhhatle şöhret bulmuş.

Hem, Şam tarafına on iki yaşında iken gittiği vakit, Bahira-i Rahibin şehadetiyle, bir parça bulut Resulallah aleyhissalatü vesselamın başına gölge ettiğini görmüş ve göstermiş.

Hem yine bisetten evvel, Resulallah aleyhissalatü vesselam, bir defa Hatice-i Kübranın Meysere ismindeki hizmetkarıyla ticaretten geldiği zaman, Hatice-i Kübra, Resulallah aleyhissalatü vesselamın başında iki meleğin bulut tarzında gölge ettiklerini görmüş, kendi hizmetkarı olan Meysereye demiş. Meysere dahi Hatice-i Kübraya demiş: “Bütün seferimizde ben öyle görüyordum.”

Yedincisi: Nakl-i sahihle sabittir ki,
Resulallah aleyhissalatü vesselam, bisetten evvel bir ağacın altında oturdu. O yer kuru idi, birden yeşillendi. Ağacın dalları, onun başı üzerine eğilip kıvrılarak gölge yapmıştır.

Sekizincisi: Resulallah aleyhissalatü vesselam ufak iken Ebu Talibin evinde kalıyordu. Ebu Talib, çoluk ve çocuğu ile, onunla beraber yerlerse karınları doyardı. Ne vakit o zat yemekte bulunmazsa, tok olmuyorlardı. Şu hadise hem meşhurdur, hem katidir.

Hem Resulallah aleyhissalatü vesselamın küçüklüğünde ona bakan ve hizmet eden Ümmü Eymen demiş: “Hiçbir vakit Resulallah aleyhissalatü vesselam açlık ve susuzluktan şikayet etmedi—ne küçüklüğünde ve ne de büyüklüğünde.”

Dokuzuncusu: Murdiası olan Halime-i Sadiyenin malında ve keçilerinin sütünde, kabilesinin hilafına olarak çok bereketi ve ziyade olmasıdır. Bu vakıa hem meşhurdur, hem katidir.

Hem sinek onu taciz etmezdi, onun cesed-i mübarekine ve libasına konmazdı. Nasıl ki, evladından Seyyid Abdülkadir-i Geylani (k.s.) dahi, ceddinden o hali irsiyet almıştı; sinek ona da konmazdı.

Onuncusu: Resulallah aleyhissalatü vesselam dünyaya geldikten sonra, bahusus veladet gecesinde, yıldızların düşmesinin çoğalmasıdır8 ki, şu hadise, On Beşinci Sözde katiyen burhanlarıyla ispat ettiğimiz üzere, şu yıldızların sukutu, şeyatin ve cinlerin gaybi haberlerden kesilmesine alamet ve işarettir. İşte, madem Resulallah aleyhissalatü vesselam vahiyle dünyaya çıktı; elbette yarım yamalak ve yalanlarla karışık, kahinlerin ve gaibden haber verenlerin ve cinlerin ihbaratına sed çekmek lazımdır ki, vahye bir şüphe iras etmesinler ve vahye benzemesin. Evet, bisetten evvel kahinlik çoktu. Kuran nazil olduktan sonra onlara hatime çekti. Hatta çok kahinler imana geldiler. Çünkü daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadılar. Demek Kuran hatime çekmişti. İşte, eski zaman kahinleri gibi, şimdi de medyumlar suretinde yine bir nevi kahinlik, Avrupada, ispritizmacıların içlerinde başgöstermiş. Her ne ise…

Elhasıl: Resulallah aleyhissalatü vesselamın nübüvvetinden evvel nübüvvetini tasdik ettiren ve tasdik eden pek çok vakıalar, pek çok zatlar zahir olmuşlar. Evet, dünyaya manen reis olacak ve dünyanın manevi şeklini değiştirecek ve dünyayı ahirete mezraa yapacak ve dünyanın mahlukatının kıymetlerini ilan edecek ve cin ve inse saadet-i ebediyeye yol gösterecek ve fani cin ve insi idam-ı ebediden kurtaracak ve dünyanın hikmet-i hilkatini ve tılsım-ı muğlakını ve muammasını açacak ve Halık-ı Kainatın makàsıdını bilecek ve bildirecek ve o Halıkı tanıyıp umuma tanıttıracak bir zat, elbette o daha gelmeden herşey, her nevi, her taife onun geleceğini sevecek ve bekleyecek ve hüsn-ü istikbal edecek ve alkışlayacak ve Halıkı tarafından bildirilirse o da bildirecek. Nasıl ki, sabık işaretlerde ve misallerde gördük ki, herbir nev-i mahlukat, onu hüsn-ü istikbal ediyor gibi mucizatını gösteriyorlar, mucize lisanıyla nübüvvetini tasdik ediyorlar.

ON YEDİNCİ İŞARET
Resulallah aleyhissalatü vesselamın Kurandan sonra en büyük mucizesi kendi zatıdır. Yani, onda içtima etmiş ahlak-ı aliyedir ki, herbir haslette en yüksek tabakada olduğuna, dost ve düşman ittifak ediyorlar. Hatta şecaat kahramanı Ali, mükerreren diyordu: “Harbin dehşetlendiği vakit, biz Resulallah aleyhissalatü vesselamın arkasına iltica edip tahassun ediyorduk.” Ve hakeza, bütün ahlak-ı hamidede en yüksek ve yetişilmeyecek bir dereceye malikti. Şu mucize-i ekberi Allame-i Mağrib Kadı İyazın Şifa-i Şerifine havale ediyoruz. Elhak, o zat, o mucize-i ahlak-ı hamideyi pek güzel beyan edip ispat etmiştir.

Hem pek büyük ve dost ve düşmanla musaddak bir mucize-i Ahmediye (a.s.m.), şeriat-i kübrasıdır ki, ne misli gelmiş ve ne de gelecek. Şu mucize-i azamın bir derece beyanını, bütün yazdığımız otuz üç Söz ve otuz üç Mektuba ve otuz bir Lemaya ve on üç Şuaya havale ediyoruz.

Hem Resulallah aleyhissalatü vesselamın mütevatir ve kati bir mucize-i kübrası, şakk-ı kamerdir. Evet, şu inşikak-ı kamer, çok tariklerle mütevatir bir surette, İbni Mesud, İbni Abbas, İbni Ömer, İmam-ı Ali, Enes, Huzeyfe gibi pek çok eazım-ı Sahabeden müteaddit tariklerle haber verilmekle beraber, nass-ı Kuranla, اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ ayeti, o mucize-i kübrayı aleme ilan etmiştir. O zamanın inatçı Kureyş müşrikleri, şu ayetin verdiği habere karşı inkarla mukabele etmemişler, belki yalnız “Sihirdir” demişler. Demek, kafirlerce dahi kamerin inşikakı katidir. Şu mucize-i kübrayı, şakk-ı kamere dair yazdığımız, Otuz Birinci Söze zeyl olan Şakk-ı Kamer Risalesine havale ederiz.

Hem Resulallah aleyhissalatü vesselam, nasıl ki arz ahalisine inşikak-ı kamer mucizesini göstermiş; öyle de, semavat ahalisine Mirac mucize-i ekberini göstermiştir. İşte, Mirac denilen şu mucize-i azamı, Otuz Birinci Söz olan Mirac Risalesine havale ederiz. Çünkü o risale, o mucize-i kübrayı, ne kadar nurani ve ali ve doğru olduğunu kati burhanlarla, hatta mülhidlere karşı da ispat etmiştir. Yalnız, mucize-i Miracın mukaddimesi olan Beytül-Makdis seyahati ve sabahleyin Kureyş kavmi ondan Beytül-Makdisin tarifatını istemesi üzerine hasıl olan bir mucizeyi bahsedeceğiz. Şöyle ki:

Mirac gecesinin sabahında, miracını Kureyşe haber verdi. Kureyş tekzip etti. Dediler: “Eğer Beytül-Makdise gitmişsen, Beytül-Makdisin kapılarını ve duvarlarını ve ahvalini bize tarif et.” Resulallah aleyhissalatü vesselam ferman ediyor ki:

فَكَرَبْتُ كَرْبًا لَمْ اَكْرُبْ مِثْلَهُ قَطُّ فَجَلىّ اللهُ لِى بَيْتَ الْمَقْدِسِ وَكَشَفَ الْحُجُبَ بَيْنِى وَبَيْنَهُ حَتّٰى رَاَيْتُهُ فَنَعَتُّهُ وَاَنَا اَنْظُرُ اِلَيْهِ

Yani, “Onların tekziplerinden ve suallerinden pek çok sıkıldım. Hatta öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden, Cenab-ı Hak, Beytül-Makdisi bana gösterdi. Ben de Beytül-Makdise bakıyorum, birer birer herşeyi tarif ediyordum.” İşte, o vakit Kureyş baktılar ki, Beytül-Makdisten doğru ve tam haber veriyor.

Hem Resulallah aleyhissalatü vesselam Kureyşe demiş ki: “Yolda giderken sizin bir kàfilenizi gördüm. Kàfileniz yarın filan vakitte gelecek.” Sonra o vakit kàfileye muntazır kaldılar. Kàfile bir saat taahhur etmiş. Resulallah aleyhissalatü vesselamın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tahkikin tasdikiyle, güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yani, arz, onun sözünü doğru çıkarmak için, vazifesini, seyahatini bir saat tatil etmiştir ve o tatili güneşin sükunetiyle göstermiştir.

İşte, Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselamın birtek sözünün tasdiki için, koca arz vazifesini terk eder, koca güneş şahit olur. Böyle bir zatı tasdik etmeyen ve emrini tutmayanın ne derece bedbaht olduğunu ve onu tasdik edip emrine سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَى اْلاِيمَانِ وَاْلاِسْلاَمِ de.

ON SEKİZİNCİ İŞARET
Resulallah aleyhissalatü vesselamın en büyük ve ebedi ve yüzer delail-i nübüvveti cami ve kırk vecihle icazı ispat edilmiş bir mucizesi dahi Kuran-ı Hakimdir. İşte şu mucize-i ekberin beyanına dair Yirmi Beşinci Söz, takriben yüz elli sahifede, kırk vech-i icazını icmalen beyan ve ispat etmiştir. Öyle ise, şu mahzen-i mucizat olan mucize-i azamı o Söze havale ederek, yalnız iki üç nükteyi beyan edeceğiz.

BİRİNCİ NÜKTE: Eğer denilse, “İcaz-ı Kuran belağattedir. Halbuki umum tabakatın hakları var ki, icazında hisseleri bulunsun. Halbuki, belağattaki icazı, binde ancak bir muhakkik alim anlayabilir.”

Elcevap: Kuran-ı Hakimin her tabakaya karşı bir nevi icazı vardır ve bir tarzda icazının vücudunu ihsas eder.

Mesela, ehl-i belağat ve fesahat tabakasına karşı, harikulade belağattaki icazını gösterir.

Ve ehl-i şiir ve hitabet tabakasına karşı garip, güzel, yüksek üslub-u bediin icazını gösterir. O üslup herkesin hoşuna gittiği halde, kimse taklit edemiyor. Mürur-u zaman o üslubu ihtiyarlatmıyor; daima genç ve tazedir. Öyle muntazam bir nesir ve mensur bir nazımdır ki, hem ali, hem tatlıdır.

Hem kahinler ve gaibden haber verenler tabakasına karşı, harikulade ihbarat-ı gaybiyedeki icazını gösterir.

Ve ehl-i tarih ve hadisat-ı alem uleması tabakasına karşı, Kurandaki ihbarat ve hadisat-ı ümem-i salife ve ahval ve vakıat-ı istikbaliye ve berzahiye ve uhreviyedeki icazını gösterir.

Ve içtimaiyat-ı beşeriye uleması ve ehl-i siyaset tabakasına karşı, Kuranın desatir-i kudsiyesindeki icazını gösterir. Evet, o Kurandan çıkan şeriat-i kübra, o sırr-ı icazı gösterir.

Hem maarif-i İlahiye ve hakaik-i kevniyede tevaggul eden tabakaya karşı, Kurandaki hakaik-i kudsiye-i İlahiyedeki icazı gösterir veya icazın vücudunu ihsas eder.

Ve ehl-i tarikat ve velayete karşı, Kuran bir deniz gibi daima temevvücde olan ayatının esrarındaki icazını gösterir.

Ve hakeza, kırk tabakadan her tabakaya karşı bir pencere açar, icazını gösterir. Hatta, yalnız kulağı bulunan ve bir derece mana fehmeden avam tabakasına karşı, Kuranın okunmasıyla, başka kitaplara benzemediğini, kulak sahibi tasdik eder. Ve o ami der ki: “Ya bu Kuran bütün dinlediğimiz kitapların aşağısındadır—bu ise, hiçbir düşman dahi diyemez ve hem yüz derece muhaldir. Öyle ise, bütün işitilen kitapların fevkindedir. Öyle ise mucizedir.”

İşte bu kulaklı aminin fehmettiği icazı, ona yardım için bir derece izah edeceğiz. Şöyle ki:

Kuran-ı Mucizül-Beyan meydana çıktığı vakit, bütün aleme meydan okudu ve insanlarda iki şiddetli his uyandırdı:

Birisi: Dostlarında hiss-i taklidi, yani sevgili Kuranın üslubuna karşı benzemeklik arzusu ve onun gibi konuşmak hissi.

İkincisi: Düşmanlarda bir hiss-i tenkit ve muaraza, yani Kuran üslubuna mukabele etmekle dava-yı icazı kırmak hissi.

İşte bu iki hiss-i şeditle milyonlar Arabi kitaplar yazılmışlar, meydandadır. Şimdi, bütün bu kitapların en beliğleri, en fasihleri Kuranla beraber okunduğu vakit, her kim dinlese, katiyen diyecek ki, Kuran bunların hiçbirisine benzemiyor. Demek Kuran, umum bu kitapların derecesinde değildir. Öyle ise, herhalde, ya Kuran umumunun altında olacak—o ise, yüz derece muhal olmakla beraber, hiç kimse, hatta şeytan bile olsa diyemez. Öyle ise, Kuran-ı Mucizül-Beyan, yazılan umum kitapların fevkindedir.

Hatta, manayı da fehmetmeyen cahil ami tabakaya karşı da, Kuran-ı Hakim, usandırmamak suretiyle icazını gösterir. Evet, o ami, cahil adam der ki: “En güzel, en meşhur bir beyti iki üç defa işitsem, bana usanç veriyor. Şu Kuran ise hiç usandırmıyor; gittikçe daha ziyade dinlemesi hoşuma gidiyor. Öyle ise bu insan sözü değildir.”

Hem hıfza çalışan çocukların tabakasına karşı dahi, Kuran-ı Hakim, o nazik, zayıf, basit ve bir sahife kitabı hıfzında tutamayan o çocukların küçük kafalarında, o büyük Kuran ve çok yerlerinde iltibas ve müşevveşiyete sebebiyet veren, birbirine benzeyen ayetlerin ve cümlelerin teşabühüyle beraber, kemal-i suhuletle, kolaylıkla o çocukların hafızalarında yerleşmesi suretinde, icazını onlara dahi gösterir.

Hatta, az sözden ve gürültüden müteessir olan hastalara ve sekeratta olanlara karşı, Kuranın zemzemesi ve sadası, zemzem suyu gibi onlara hoş ve tatlı geldiği cihetle, bir nevi icazını onlara da ihsas eder.

Elhasıl: Kırk muhtelif tabakata ve ayrı ayrı insanlara, kırk vech ile Kuran-ı Hakim icazını gösterir veya icazının vücudunu ihsas eder, kimseyi mahrum bırakmaz. Hatta, yalnız gözü bulunan, kulaksız, kalbsiz, ilimsiz tabakasına karşı da, Kuranın bir nevi alamet-i icazı vardır. Şöyle ki:

Hafız Osman hattıyla ve basmasıyla olan Kuran-ı Mucizül-Beyanın yazılan kelimeleri birbirine bakıyor. Mesela, Sure-i Kehfte وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ kelimesi altında yapraklar delinse, Sure-i Fatırdaki قِطْمِيرٍ kelimesi az bir inhirafla görünecek ve o kelbin ismi de anlaşılacak. Ve Sure-i Yasinde iki defa مُحْضَرُونَ birbiri üstüne; ves-Saffattaki مُحْضَرِينَ ve مُحْضَرُونَ hem birbirine, hem onlara bakıyor; biri delinse, ötekiler az bir inhirafla görünecek.

Mesela, Sure-i Sebein ahirinde, Sure-i Fatırın evvelindeki iki مَثْنٰى birbirine bakar. Bütün Kuranda yalnız üç مَثْنٰى dan ikisi birbirine bakmaları tesadüfi olamaz.

Ve bunların emsali pek çoktur. Hatta bir kelime, beş altı yerde yapraklar arkasında az bir inhirafla birbirine bakıyorlar. Ve Kuranın birbirine bakan iki sahifesinde, birbirine bakan cümleleri kırmızı kalemle yazılan bir Kuranı ben gördüm, “Şu vaziyet dahi bir nevi mucizenin emaresidir” o vakit dedim. Daha sonra baktım ki, Kuranın, müteaddit yapraklar arkasında birbirine bakar çok cümleleri var ki, manidar bir surette birbirine bakar.

İKİNCİ NÜKTE: Musa ın zamanında sihrin revacı olduğundan, mühim mucizatı ona benzer bir tarzda geldiği; ve İsa ın zamanında ilm-i tıp revaçta olduğundan, mucizatının galibi o cinsten geldiği gibi, Resulallah aleyhissalatü vesselamın dahi zamanında Ceziretül-Arabda en ziyade revaçta dört şey idi:

Birincisi: Belağat ve fesahat.

İkincisi: Şiir ve hitabet.

Üçüncüsü: Kahinlik ve gaibden haber vermek.

Dördüncüsü: Hadisat-ı maziyeyi ve vakıat-ı kevniyeyi bilmekti.

İşte, Kuran-ı Mucizül-Beyan geldiği zaman, bu dört nevi malumat sahiplerine karşı meydan okudu.

Başta, ehl-i belağate birden diz çöktürdü; hayretle Kuranı dinlediler.

İkincisi, ehl-i şiir ve hitabet, yani muntazam nutuk okuyan ve güzel şiir söyleyenlere karşı öyle bir hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altınla yazılan en güzel şiirlerini ve Kabe duvarlarına medar-ı iftihar için asılan meşhur Muallakat-ı Sebalarını indirtti, kıymetten düşürdü.

Hem gaipten haber veren kahinleri ve sahirleri susturdu. Onların gaybi haberlerini onlara unutturdu. Cinnilerini tard ettirdi. Kahinliğe hatime çektirdi.

Hem ümem-i salifenin vekayiine ve hadisat-ı alemin ahvaline vakıf olanları hurafattan ve yalandan kurtarıp, hakiki hadisat-ı maziyeyi ve nurlu olan vekayi-i alemi onlara ders verdi.

İşte bu dört tabaka, Kurana karşı kemal-i hayret ve hürmetle onun önüne diz çökerek şakirt oldular. Hiçbirisi hiçbir vakit birtek sureyle muarazaya kalkışamadılar.

Eğer denilse: “Nasıl biliyoruz ki, kimse muaraza edemedi ve muaraza kàbil değil?”
Elcevap: Eğer muaraza mümkün olsaydı, herhalde teşebbüs edilecekti. Çünkü muarazaya ihtiyaç şedit idi. Zira dinleri, malları, canları, iyalleri tehlikeye düşüyor; muaraza edilseydi kurtulurlardı. Eğer muaraza mümkün olsaydı, herhalde muaraza edecektiler. Eğer muaraza edilseydi, muaraza taraftarları kafirler, münafıklar çok, hem pek çok olduğundan, herhalde muarazaya taraftar çıkıp iltizam ederek herkese neşredeceklerdi. (Nasıl ki, İslamiyetin aleyhinde herşeyi neşretmişler.) Eğer neşretseydiler ve muaraza olsaydı, herhalde tarihlere, kitaplara şaşaalı bir surette geçecekti. İşte, meydanda bütün tarihler, kitaplar; hiçbirisinde, Müseylime-i Kezzabın birkaç fıkrasından başka yoktur. Halbuki, Kuran-ı Hakim, yirmi üç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadı tahrik edecek bir tarzda meydan okudu. Ve derdi ki:

“Şu Kuranın, Muhammedül-Emin gibi bir ümmiden nazirini yapınız ve gösteriniz.

“Haydi, bunu yapamıyorsunuz; o zat ümmi olmasın, gayet alim ve katip olsun.

“Haydi, bunu da getiremiyorsunuz; birtek zat olmasın. Bütün alimleriniz, beliğleriniz toplansın, birbirine yardım etsin. Hatta güvendiğiniz aliheleriniz size yardım etsin.

“Haydi, bununla da yapamayacaksınız. Eskiden yazılmış beliğ eserlerden de istifade edip, hatta gelecekleri de yardıma çağırıp Kuranın nazirini gösteriniz, yapınız.

“Haydi, bunu da yapamıyorsunuz. Kuranın mecmuuna olmasın da, yalnız on suresinin nazirini getiriniz.

“Haydi, on suresine mukàbil, hakiki, doğru olarak bir nazire getiremiyorsunuz. Haydi, hikayelerden, asılsız kıssalardan terkip ediniz, yalnız nazmına ve belağatine nazire olsun getiriniz.

“Haydi, bunu da yapamıyorsunuz; birtek suresinin nazirini getiriniz.

“Haydi, sure uzun olmasın; kısa bir sure olsun, nazirini getiriniz. Yoksa din, can, mal, iyalleriniz, dünyada da, ahirette de tehlikeye düşecektir.”

İşte, sekiz tabakada ilzam suretinde, Kuran-ı Hakim yirmi üç senede değil, belki bin üç yüz senede bütün ins ve cinne karşı bu meydanı okumuş ve okuyor. Halbuki, evvelki zamanda o kafirler can, mal ve iyalini tehlikeye atıp en dehşetli yol olan harp yolunu ihtiyar ederek, en kolay ve en kısa olan muaraza yolunu terk ettiler. Demek muaraza yolu mümkün değildi.

İşte, hiçbir akıl, hususan o zamanda Ceziretül-Arabdaki adamlar, hususan Kureyşiler gibi zeki adamlar, birtek edipleri Kuranın birtek suresine nazire yapıp Kuranın hücumundan kurtulmasını temin ederek, kısa ve kolay yolu terk edip can, mal, iyalini tehlikeye atıp, en müşkülatlı yola süluk eder mi?

Elhasıl, meşhur Cahızın dediği gibi, “Muaraza-i bilhuruf mümkün olmadı, muharebe-i bissüyufa mecbur oldular.”

Eğer denilse: Bazı muhakkik ulema demişler ki: “Kuranın bir suresine değil, birtek ayetine, hatta birtek cümlesine, hatta birtek kelimesine muaraza edilmez ve edilmemiş.” Bu sözler mübalağa görünüyor ve akıl kabul etmiyor. Çünkü beşerin sözlerinde Kuran cümlelerine benzeyen çok cümleler var. Bu sözün sırr-ı hikmeti nedir?

Elcevap: İcaz-ı Kuranda iki mezhep var:

Mezheb-i ekser ve racih odur ki, Kurandaki letaif-i belağat ve mezaya-yı maani, kudret-i beşerin fevkindedir.

İkinci, mercuh mezhep odur ki, Kuranın bir suresine muaraza kudret-i beşer dahilindedir; fakat Cenab-ı Hak, mucize-i Ahmediye (a.s.m.) olarak men etmiş. Nasıl ki bir adam ayağa kalkabilir; fakat eser-i mucize olarak bir nebi dese ki, “Sen kalkamayacaksın,” o da kalkamazsa mucize olur. Şu mezheb-i mercuha “Sarfe Mezhebi” denilir. Yani, Cenab-ı Hak cin ve insi men etmiş ki, Kuranın bir suresine mukabele edemesinler. Eğer men etmeseydi, cin ve ins bir suresine mukabele ederdi. İşte, şu mezhebe göre, “Bir kelimesine de muaraza edilmez” diyen ulemanın sözleri hakikattir. Çünkü, madem Cenab-ı Hak icaz için onları men etmiş; muarazaya ağızlarını açamazlar. Ağızlarını açsalar da, izn-i İlahi olmazsa kelimeyi çıkaramazlar.

Amma mezheb-i racih ve ekser olan mezheb-i evvele göre dahi, o ulemanın beyan ettiği fikrin şöyle bir ince vechi vardır ki:

Kuran-ı Hakimin cümleleri, kelimeleri birbirine bakar. Bazı olur, bir kelime on yere bakar; onda, on nükte-i belağat, on münasebet bulunuyor. Nasıl ki, İşaratül-İcaz namındaki tefsirde, Fatihanın bazı cümleleri içinde ve الۤمۤ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ cümleleri içinde, şu nüktelerden bazı nümuneleri göstermişiz.

Mesela, nasıl ki münakkaş bir sarayda, müteaddit, muhtelif nakışların düğümü hükmünde bir taşı, bütün nakışlara bakacak bir yerde yerleştirmek, bütün o duvarı nukuşuyla bilmeye mütevakkıftır. Hem nasıl ki, insanın başındaki gözbebeğini yerinde yerleştirmek, bütün cesedin münasebatını ve vezaif-i acibesini ve gözün o vezaife karşı vaziyetini bilmekle oluyor. Öyle de, ehl-i hakikatin çok ileri giden bir kısmı, Kuranın kelimatında pek çok münasebatı ve sair ayetlere, cümlelere bakan vücuhları, alakaları göstermişler. Hususan ulema-i ilm-i huruf daha ileri gidip, bir harf-i Kuranda bir sahife kadar esrarı, ehline beyan ederek ispat etmişler.

Hem madem Halık-ı Külli Şeyin kelamıdır; herbir kelimesi, kalb ve çekirdek hükmüne geçebilir. Etrafında, esrardan müteşekkil bir cesed-i maneviye kalb ve bir şecere-i maneviyeye çekirdek hükmüne geçebilir.

İşte, insanın sözlerinde, Kuranın kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, ayetler bulunabilir. Fakat Kuranda çok münasebat gözetilerek bir tarzla yerleştirildiği yerde, bir ilm-i muhit lazım ki, öyle yerli yerine yerleşsin.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Kuran-ı Mucizül-Beyanın hülasatül-hülasa bir icmal-i mahiyeti için, bir vakit Arabi ibare ile bir tefekkür-ü hakikiyi Cenab-ı Hak benim kalbime ihsan etmişti. Şimdi, aynen o tefekkürü Arabi olarak yazacağız, sonra manasını beyan edeceğiz. İşte:

سُبْحَانَ مَنْ شَهِدَ عَلٰى وَحْدَانِيَّتِهِ وَصَرَّحَ بِاَوْصَافِ جَمَالِهِ وَجَلاَلِهِ وَكَمَالِهِ الْقُرْاٰنُ
الْحَكِيمُ الْمُنَوَّرُجِهَاتُهُ السِّتُّ الْحَاوِى لِسِرِّ اِجْمَاعِ كُلِّ كُتُبِ اْلاَنْبِيَۤاءِ وَاْلاَوْلِيَۤاءِ وَالْمُوَحِّدِينَ الْمُخْتَلِفِينَ فِى اْلاَعْصَارِ وَالْمَشَارِبِ وَالْمَسَالِكِ الْمُتَّفِقِينَ بِقُلُوبِهِمْ وَعُقُولِهِمْ عَلٰى تَصْدِيقِ اَسَاسَاتِ الْقُرْاٰنِ وَكُلِّيَاتِ اَحْكَامِهِ عَلٰى وَجْهِ اْلاِجْمَالِ وَهُوَ مَحْضُ الْوَحْىِ بِاِجْمَاعِ الْمُنْزِلِ وَالْمُنْزَلِ وَالْمُنَزَّلِ عَلَيْهِ وَعَيْنُ الْهِدَايَةِ بِالْبَدَاهَةِ وَمَعْدَنُ اَنْوَارِ اْلاِيمَانِ بِالضَّرُورَةِ وَمَجْمَعُ الْحَقَۤائِقِ باِلْيَقِينِ وَمُوصِلٌ اِلَى السَّعَادَةِ بِالْعَيَانِ وَذُو اْلاَثْمَارِ الْكَامِلِينَ باِلْمُشَاهَدَةِ وَمَقْبُولُ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَۤانِّ بِالْحَدْسِ الصَّادِقِ مِنْ تَفَارِيقِ اْلاَمَارَاتِ وَالْمُؤَيَّدُ بِالدَّلاَئِلِ الْعَقْلِيَّةِ بِاِتِّفَاقِ الْعُقَلاَءِ الْكَامِلِينَ وَالْمُصَدَّقُ مِنْ جِهَةِ الْفِطْرَةِ السَّلِيمَةِ بِشَهَادَةِ اِطْمِئْنَانِ الْوِجْدَانِ وَالْمُعْجِزَةُ اْلاَبَدِيَّةُ اَلْبَاقِى وَجْهُ اِعْجَازِهِ عَلٰى مَرِّ الزَّمَانِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْمُنْبَسِطُ دَۤائِرَةُ اِرْشَادِهِ مِنَ الْمَلاَِ اْلاَعْلٰى اِلٰى مَكْتَبِ الصِّبْيَانِ يَسْتَفِيدُ مِنْ عَيْنِ دَرْسٍ اَلْمَلٰۤئِكَةُ مَعَ الصَّبِيِّينَ وَكَذَا هُوَ ذُو الْبَصَرِ الْمُطْلَقِ يَرَى اْلاَشْيَۤاءَ بِكَمَالِ الْوُضُوحِ وَالظُّهُورِ وَيُحِيطُ بِهَا وَيُقَلِّبُ الْعَالَمَ فِى يَدِهِ وَيُعَرِّفُهُ لَنَا كَمَا يُقَلِّبُ صَانِعُ السَّاعَةِ السَّاعَةَ فِى كَفِّهِ وَيُعَرِّفُ لِلنَّاسِ فَهٰذَا الْقُرْاٰنُ الْعَظِيمُ الشَّانِ هُوَ الَّذِى يَقُولُ مُكَرَّرًا: ﴿ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ﴾ ﴿ فَاعْلَمْ اَنَّهُ لآ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ﴾

İşte, şu tefekkür-ü Arabinin tercümesi ve meali şudur ki:

Yani, Kuran-ı Mucizül-Beyanın altı ciheti parlaktır ve nurludur. Evham ve şübehat içine giremez. Çünkü arkası Arşa dayanıyor; o cihette nur-u vahiy var. Önünde ve hedefinde saadet-i dareyn var. Ebede, ahirete el atmış, Cennet ve saadet nuru var. Üstünde sikke-i icaz parlıyor. Altında burhan ve delil direkleri var. İçi halis hidayet; sağı اَفَلاَ يَعْقِلُونَ lar ile ukulü istintakla “Sadakte” dedirtiyor.

Solunda, kalblere ezvak-ı ruhani vermekle, vicdanları istişhad ederek “Barekallah” dediren Kuran-ı Mucizül-Beyana hangi köşeden, hangi cihetten evham ve şübehatın hırsızları girebilir?

Evet, Kuran-ı Mucizül-Beyan asırları, meşrepleri, meslekleri muhtelif olan enbiyanın, evliyanın, muvahhidinin kitaplarının sırr-ı icmaını camidir. Yani, bütün o ehl-i kalb ve akıl, Kuran-ı Hakimin mücmel ahkamını ve esasatını tasdik eder bir surette, o esasatı kitaplarında zikredip kabul etmişler. Demek onlar, Kuran şecere-i semavisinin kökleri hükmündedirler.

Hem Kuran-ı Hakim vahye istinad ediyor ve vahiydir. Çünkü, Kuranı nazil eden Zat-ı Zülcelal, mucizat-ı Ahmediye (a.s.m.) ile, Kuran vahiy olduğunu gösterir, ispat eder. Ve nazil olan Kuran dahi, üstündeki icaz ile gösterir ki, Arştan geliyor. Ve münzel-i aleyh olan Resulallah aleyhissalatü vesselamın bidayet-i vahiydeki telaşı ve nüzul-ü vahiy vaktindeki vaziyet-i bihuşu ve herkesten ziyade Kurana karşı ihlas ve hürmeti gösteriyor ki, vahiy olup ezelden geliyor, ona misafir oluyor.

Hem o Kuran, bilbedahe mahz-ı hidayettir. Çünkü onun muhalifi, bilmüşahede, küfrün dalaletidir.

Hem, bizzarure, Kuran envar-ı imaniyenin madenidir. Elbette envar-ı imaniyenin aksi zulümattır. Çok Sözlerde bunu kati olarak ispat etmişiz.

Hem Kuran, bilyakin, hakaikin mecmaıdır. Hayalat ve hurafat, içine giremez. Teşkil ettiği hakikatli alem-i İslamiyet, izhar ettiği esaslı şeriat ve gösterdiği ali kemalatın şehadetiyle, alem-i gayba ait olan bahislerinde dahi, alem-i şehadetteki bahisleri gibi ayn-ı hakaik olduğunu ve içinde hilaf bulunmadığını ispat eder.

Hem Kuran, bilayan ve şüphesiz, saadet-i dareyne isal eder, beşeri ona sevk eder. Kimin şüphesi varsa, bir defa Kuranı okusun ve dinlesin, ne diyor?

Hem Kuranın verdiği meyveler hem mükemmeldir, hem hayattardır. Öyle ise, Kuran ağacının kökü hakikattedir, hayattardır. Çünkü meyvenin hayatı, ağacın hayatına delalet eder. İşte, bak, her asırda ne kadar asfiya ve evliya gibi mükemmel ve kamil zihayat ve zinur meyveler vermiş.

Hem hadsiz müteferrik emarelerden neşet eden bir hads ve kanaatle, Kuran, hem ins, hem cin, hem meleğin makbulü ve mergubudur ki, okunduğu vakit, onlar iştiyakla pervane gibi etrafına toplanıyorlar.

Hem Kuran vahiy olmakla beraber, delail-i akliye ile teyid ve tahkim edilmiş. Evet, kamil ukalanın ittifakı buna şahittir. Başta ulema-i ilm-i kelamın allameleri ve İbni Sina, İbni Rüşd gibi felsefenin dahileri, müttefikan, esasat-ı Kuraniyeyi usulleriyle, delilleriyle ispat etmişler.

Hem Kuran, fıtrat-ı selime cihetiyle musaddaktır. Eğer bir arıza ve bir maraz olmazsa, herbir fıtrat-ı selime onu tasdik eder. Çünkü itminan-ı vicdan ve istirahat-i kalb, onun envarıyla olur. Demek fıtrat-ı selime, vicdanın itminanı şehadetiyle onu tasdik ediyor. Evet, fıtrat, lisan-ı haliyle Kurana der: “Fıtratımızın kemali sensiz olamaz.” Şu hakikati çok yerlerde ispat etmişiz.

Hem Kuran, bilmüşahede ve bilbedahe, ebedi ve daimi bir mucizedir. Her vakit icazını gösterir. Sair mucizat gibi sönmez, vakti bitmez; ebedidir.

Hem Kuranın mertebe-i irşadında öyle bir genişlik var ki, birtek dersinde, Cebrail (a.s.), bir tıfl-ı nevreside ile omuz omuza o dersi dinler, hisselerini alırlar. Ve İbni Sina gibi en dahi feylesof, en ami bir ehl-i kıraatle diz dize aynı dersi okurlar, derslerini alırlar. Hatta bazan olur ki, o ami adam, kuvvet ve safvet-i iman cihetiyle, İbni Sinadan daha ziyade istifade eder.

Hem Kuranın içinde öyle bir göz var ki, bütün kainatı görür, ihata eder ve bir kitabın sahifeleri gibi kainatı göz önünde tutar, tabakatını ve alemlerini beyan eder. Bir saatin sanatkarı nasıl saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder. Kuran dahi, elinde kainatı tutmuş, öyle yapıyor.

İşte şöyle bir Kuran-ı Azimüşşandır ki, فَاعْلَمْ اَنَّهُ لآ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ der, vahdaniyeti ilan eder.

اَللّٰهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْاٰنَ لَنَا فِى الدُّنْيَا قَرِينًا وَفِى الْقَبْرِ مُونِسًا وَفِى الْقِيٰمَةِ شَفِيعًا وَعَلَى الصِّرَاطِ نُورًا وَمِنَ النَّارِ سِتْرًا وَحِجَابًا وَفِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا وَاِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَلِيلاً وَاِمَامًا اَللّٰهُمَّ نَوِّرْ قُلُوبَنَا وَقُبُورَنَا بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ وَنَوِّرْ بُرْهَانَ الْقُرْاٰنِ بِحَقِّ وَبِحُرْمَةِ مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ مِنَ الرَّحْمٰنِ الْحَنَّانِ اٰمِينَ

ON DOKUZUNCU NÜKTELİ İŞARET
Sabık işaretlerde, Resulallah aleyhissalatü vesselam Cenab-ı Hakkın Resulü olduğu gayet kati ve şüphesiz bir surette ispat edildi. İşte, risaleti binler delail-i katiye ile sabit olan Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselam, vahdaniyet-i İlahiyenin ve saadet-i ebediyenin en parlak bir delili ve en kati bir burhanıdır. Biz şu İşarette, o muşrık, parlak delile ve natık-ı sadık burhana, hülasatül-hülasa bir icmal ile küçük bir tarif yapacağız. Çünkü, madem o delildir ve neticesi marifet-i İlahiyedir; elbette delili tanımak ve vech-i delaletini bilmek lazımdır. Öyle ise, biz de gayet muhtasar bir hülasa ile vech-i delaletini ve sıhhatini beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Resulallah aleyhissalatü vesselam, şu kainatın mevcudatı gibi, Halık-ı Kainatın vücuduna ve vahdetine kendi zatı delalet ettiği gibi, o kendi delalet-i zatiyesini, bütün mevcudatın delaletiyle beraber, lisanıyla ilan etmiştir. Madem delildir; biz de o delilin hüccet ve istikametine ve sıdk ve hakkaniyetine on beş esasta işaret ederiz:

BİRİNCİ ESAS: Hem zatıyla, hem lisanıyla, hem delalet-i haliyle, hem kaliyle, kainatın Saniine delalet eden şu delil, hem hakikat-i kainatça musaddak, hem sadıktır. Çünkü, bütün mevcudatın vahdaniyete delaletleri, elbette, vahdaniyeti söyleyen zatı tasdik hükmündedir. Demek, söylediği dava da umum kainatça musaddaktır.

Hem beyan ettiği kemal-i mutlak olan vahdaniyet-i İlahiye ve hayr-ı mutlak olan saadet-i ebediye, bütün hakaik-i alemin hüsün ve kemaline muvafık ve mutabık olduğundan, o, davasında elbette sadıktır.

Demek, Resulallah aleyhissalatü vesselam, vahdaniyet-i İlahiyeye ve saadet-i ebediyeye bir burhan-ı natık-ı sadık ve musaddaktır.

İKİNCİ ESAS: Hem o delil-i sadık ve musaddak, madem umum enbiyanın fevkinde binler mucizat ve neshedilmeyen bir şeriat ve umum cin ve inse şamil bir davet sahibi olduğundan, elbette umum enbiyanın reisidir. Öyle ise, umum enbiyanın mucizatlarının sırrını ve ittifaklarını camidir. Demek, bütün enbiyanın kuvvet-i icmaı ve mucizatlarının şehadeti, onun sıdk ve hakkaniyetine bir nokta-i istinad teşkil eder.

Hem onun terbiyesi ve irşadı ve nur-u şeriatiyle kemal bulan bütün evliya ve asfiyanın sultanı ve üstadıdır. Öyle ise, onların sırr-ı kerametlerini ve icmakarane tasdiklerini ve tahkiklerinin kuvvetini camidir. Çünkü onlar üstadlarının açtığı ve kapıyı açık bıraktığı yolda gitmişler, hakikati bulmuşlar. Öyle ise, onların bütün kerametleri ve tahkikatları ve icmaları, o mukaddes üstadlarının sıdk ve hakkaniyeti için bir nokta-i istinad temin eder.

Hem o burhan-ı vahdaniyet, sabık işaretlerde görüldüğü gibi, o kadar kati, yakini ve bahir mucizeleri ve harika irhasatları ve şüphesiz delail-i nübüvveti var ve o zatı öyle bir tasdik ediyor ki, kainat toplansa onların tasdikini iptal edemez.

ÜÇÜNCÜ ESAS: Hem o mucizat-ı bahire sahibi olan vahdaniyet dellalı ve saadet-i ebediye müjdecisi, kendi zat-ı mübarekinde öyle ahlak-ı aliye ve vazife-i risaletinde öyle secaya-yı samiye ve tebliğ ettiği şeriat ve dininde öyle hasail-i gàliye vardır ki, en şedit düşman dahi onu tasdik ediyor, inkara mecal bulamıyor. Madem zatında ve vazifesinde ve dininde en yüksek ve güzel ahlakları ve en ulvi ve mükemmel seciyeleri ve en kıymettar ve makbul hasletleri bulunuyor.

Elbette o zat, mevcudattaki kemalatın ve ahlak-ı aliyenin misali ve mümessili ve timsali ve üstadıdır. Öyle ise, zatında ve vazifesinde ve dininde şu kemalat ise, hakkaniyetine ve sıdkına o kadar kuvvetli bir nokta-i istinaddır ki, hiçbir cihette sarsılmaz.

DÖRDÜNCÜ ESAS: Hem maden-i kemalat ve muallim-i ahlak-ı aliye olan o dellal-ı vahdaniyet ve saadet, kendi kendine söylemiyor, belki söylettiriliyor. Evet, Halık-ı Kainat tarafından söylettiriliyor. Üstad-ı Ezelisinden ders alır, sonra ders verir. Çünkü, sabık işaretlerde kısmen beyan edilen binler delail-i nübüvvetle, Halık-ı Kainat, bütün o mucizatı onun elinde halk etmekle gösterdi ki, o, Onun hesabına konuşuyor, Onun kelamını tebliğ ediyor.

Hem ona gelen Kuran ise, içinde, dışında kırk vech-i icaz ile gösterir ki, o Cenab-ı Hakkın tercümanıdır.

Hem o kendi zatında bütün ihlasıyla ve takvasıyla ve ciddiyetiyle ve emanetiyle ve sair bütün ahval ve etvarıyla gösterir ki, o kendi namına, kendi fikriyle demiyor, belki Halıkı namına konuşuyor.

Hem onu dinleyen bütün ehl-i hakikat, keşif ve tahkikle tasdik etmişler ve ilmelyakin iman etmişler ki, o kendi kendine konuşmuyor; belki Halık-ı Kainat onu konuşturuyor, ders veriyor, onunla ders verdiriyor.

Öyle ise, onun sıdk ve hakkaniyeti, bu dört gayet kuvvetli esasların icmaına istinad eder.

BEŞİNCİ ESAS: Hem o tercüman-ı Kelam-ı Ezeli, ervahları görüyor, melaikelerle sohbet ediyor, cin ve insi de irşad ediyor. Değil ins ve cin alemi, belki alem-i ervah ve alem-i melaike fevkinde ders alıyor ve maverasında münasebeti var ve ıttılaı vardır. Sabık mucizatı ve tevatürle kati macera-yı hayatı, şu hakikati ispat etmiştir. Öyle ise, kahinler ve sair gaibden haber verenler gibi, onun haberlerine değil cin, değil ervah, değil melaike, belki Cibrilden başka Melaike-i Mukarrebin dahi karışamıyor. Hatta, ekser evkatta onun arkadaşı olan Cebraili dahi bazı geri bırakıyor.

ALTINCI ESAS: Hem o melek, cin ve beşerin seyyidi olan zat, şu kainat ağacının en münevver ve mükemmel meyvesi ve rahmet-i İlahiyenin timsali ve muhabbet-i Rabbaniyenin misali ve Hakkın en münevver burhanı ve hakikatin en parlak siracı ve tılsım-ı kainatın miftahı ve muamma-yı hilkatin keşşafı ve hikmet-i alemin şarihi ve saltanat-ı İlahiyenin dellalı ve mehasin-i sanat-ı Rabbaniyenin vassafı; ve camiiyet-i istidat cihetiyle, o zat mevcudattaki kemalatın en mükemmel enmuzecidir. Öyle ise, o zatın şu evsafı ve şahsiyet-i maneviyesi işaret eder, belki gösterir ki, o zat kainatın illet-i gaiyesidir. Yani, “O zata şu kainatın Halıkı bakmış, kainatı halk etmiştir. Eğer onu icad etmeseydi, kainatı dahi icad etmezdi” denilebilir. Evet, cin ve inse getirdiği hakaik-i Kuraniye ve envar-ı imaniye ve zatında görünen ahlak-ı aliye ve kemalat-ı samiye, şu hakikate şahid-i katıdır.

YEDİNCİ ESAS: Hem o burhan-ı hak ve sirac-ı hakikat, öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki, iki cihanın saadetini temin edecek desatiri camidir. Ve cami olmakla beraber, kainatın hakaikini ve vezaifini ve Halık-ı Kainatın esmasını ve sıfatını, kemal-i hakkaniyetle beyan etmiştir.

İşte o İslamiyet ve şeriat, öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir surette kainatı kendiyle beraber tarif eder ki; onun mahiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kainatı yapan Zatın, o kainatı kendiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Nasıl ki bir sarayın ustası, o saraya münasip bir tarife yapar, kendini vasıflarıyla göstermek için bir tarife kaleme alır. Öyle de, din ve şeriat-i Muhammediyede (a.s.m.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki, kainatı halk ve tedbir edenin kaleminden çıktığını gösterir. Ve o kainatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine Odur. Evet, o nizam-ı ekmel, elbette bu nazm-ı ecmeli ister.

SEKİZİNCİ ESAS: İşte, mezkur sıfatlarla muttasıf ve her cihetle sarsılmaz, kuvvetli istinad noktalarına dayanan Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselam, alem-i şehadete müteveccih olarak, alem-i gayb namına, cin ve insin başları üzerine ilan ederek, istikbalde gelecek asırlar arkasında duran akvama ve milletlere hitap edip öyle bir nida eder ki, umum cin ve inse, umum yerlere, umum asırlara işittiriyor. Evet, işitiyoruz.

DOKUZUNCU ESAS: Hem öyle yüksek, kuvvetli hitap ediyor ki, bütün asırlar onu dinler. Evet, aks-i sadasını herbir asır işitiyor.

ONUNCU ESAS: Hem o zatın gidişatında görünüyor ki: Görüyor, öyle haber veriyor. Çünkü en tehlikeli vakitlerde, kemal-i metanetle, tereddütsüz, telaşsız söylüyor. Bazı olur, tek başıyla dünyaya meydan okuyor.

ON BİRİNCİ ESAS: Hem bütün kuvvetiyle, öyle kuvvetli davet edip çağırır ki, yarı yeri ve nev-i beşerin beşte birini, sesine karşı “Lebbeyk” dedirtti, سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا söylettirdi.

ON İKİNCİ ESAS: Hem öyle bir ciddiyetle davet ve öyle esaslı bir surette terbiye eder ki, düsturlarını asırların cephesinde ve aktarın taşlarında nakşediyor ve dehirlerin yüzlerinde payidar ediyor.

ON ÜÇÜNCÜ ESAS: Hem tebliğ ettiği ahkamın sağlamlığına öyle bir vüsuk ve güvenmekle söylüyor ve davet ediyor ki, dünya toplansa, onu bir hükmünden geri çevirip pişman edemez. Buna şahit, bütün tarih-i hayatı ve Siyer-i Seniyesidir.

ON DÖRDÜNCÜ ESAS: Hem öyle bir itminan ile, bir itimad ile davet eder, tebliğ eder ki, kimseden minnet almaz, hiçbir müşkülata karşı telaş etmez. Tereddütsüz, kemal-i samimiyetle ve safvetle ve herkesten evvel kendisi amel edip kabul ederek, getirdiği ahkamı ilan eder. Buna şahit ise, herkesçe, dost ve düşmanca malum olan meşhur zühdü ve istiğnası ve dünyanın fani müzeyyenatına adem-i tenezzülüdür.

ON BEŞİNCİ ESAS: Hem getirdiği dine herkesten ziyade itaati ve Halıkına karşı herkesten ziyade ubudiyeti ve menhiyata karşı herkesten ziyade takvası katiyen gösterir ki, o, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mübelliğidir, elçisidir. Ve o, Mabud-u Bilhakkın en halis abdidir ve Kelam-ı Ezelinin tercümanıdır.

Şu on beş adet esasların neticesi şudur ki: Mezkur evsafla muttasıf şu zat, bütün kuvvetiyle, bütün hayatında mükerreren ve mütemadiyen

فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ der, vahdaniyeti ilan eder.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ عَدَدَ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Bir ikram-ı İlahi ve bir eser-i inayet-i Rabbaniye

وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ mazmununa masadak olmak emeliyle deriz:

Şu risalenin telifinde Cenab-ı Hakkın bir eser-i inayetini ve rahmetini zikredeceğim. Ta, şu risaleyi okuyanlar ehemmiyetle baksınlar.

İşte, şu risalenin telifi, hiç kalbimde yoktu. Çünkü risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) dair Otuz Birinci ve On Dokuzuncu Sözler yazılmıştı. Birden bire, şu risaleyi yazmak için mücbir bir hatıra kalbe geldi.

Hem kuvve-i hafızam, musibetler neticesi olarak sönmüştü. Hem meşrebimde, yazdığım eserlerde nakil suretiyle, kale-kile suretiyle gitmemiştim. Hem yanımda kütüb-ü hadisiye ve siyer kitapları yoktur. Bununla beraber, “Tevekkeltü alallah” diyerek başladım.

Öyle bir muvaffakiyet oldu ki, Eski Saidin kuvve-i hafızasından ziyade hafızam yardım etti. Her iki üç saatte, süratle otuz kırk sahife yazıldı. Birtek saatte on beş sahife yazılıyordu. Ekser Buhari, Müslim, Beyhaki, Tirmizi, Şifa-i Şerif, Ebu Nuaym, Taberi gibi kitaplardan naklediliyor. Halbuki bu nakilde hata olsa—hadis olduğu için—günah olması lazım geldiğinden, kalbim titriyordu. Fakat anlaşıldı ki, inayet var ve şu risaleye ihtiyaç var. İnşaallah sahih bir surette yazılmıştır. Şayet bazı elfaz-ı hadisiyede veya ravilerin isminde bir yanlış bulunsa, tashih edilerek müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımdan rica ediyorum.
Said Nursi

Evet, biz müsveddeyi yazıyorduk. Üstadımız da söylüyordu. Yanında hiç kitap yoktu; hiç müracaat da etmiyordu. Birden bire, gayet süratli söylüyordu, biz de yazıyorduk. İki üç saatte otuz kırk, daha fazla sahife yazıyorduk. Bizim de kanaatimiz geldi ki, bu muvaffakiyet, mucizat-ı Nebeviyenin bir kerametidir.

Daimi Hizmetkarı (Abdullah Çavuş), Hizmetkarı ve müsvedde katibi (Süleyman Sami), Müsvedde katibi ve ahiret kardeşi (Hafız Halid), Müsvedde ve tebyiz katibi (Hafız Tevfik)

Mucizat-ı Ahmediyenin Birinci Zeyli

On Dokuzuncu Söz, Risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) ve zeyli şakk-ı kamer mucizesine dair olduğundan; makam münasebetiyle buraya alınmıştır.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

On Dört Reşahatı tazammun eden On Dördüncü Lemanın

BİRİNCİ REŞHASI
Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, külli muarrif var: Birisi şu kitab-ı kainattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lema ile Arabi Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebirin ayet-i kübrası olan Hatemül-Enbiya aleyhissalatü vesselamdır. Birisi de Kuran-ı Azimüşşandır. Şimdi, şu ikinci burhan-ı natıkı olan Hatemül-Enbiya aleyhissalatü vesselamı tanımalıyız, dinlemeliyiz.

Evet, o burhanın şahs-ı manevisine bak:

Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bahir olan Peygamberimiz aleyhissalatü vesselam bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzakiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir davasını, mucizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.

Zira, o لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ der, dava eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nurani zakirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icma ederek, manen صَدَقْتَ وَبِالْحَقِّ نَطَقْتَ derler.

Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeaya parmak karıştırsın?

İKİNCİ REŞHA
O nurani burhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenahın icma ve tevatürüyle teyid ediliyor. Öyle de, Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semaviyenin yüzler işaratı ve irhasatın binler rumuzatı ve hatiflerin meşhur beşaratı ve kahinlerin mütevatir şehadatı ve şakk-ı kamer gibi binler mucizatının delalatı ve şeriatın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zatında gayet kemaldeki ahlak-ı hamidesi ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secaya-yı gàliyesi ve kemal-i emniyeti ve kuvvet-i imanını ve gayet itminanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalade takvası, fevkalade ubudiyeti, fevkalade ciddiyeti, fevkalade metaneti, davasında nihayet derecede sadık olduğunu güneş gibi aşikare gösteriyor.

ÜÇÜNCÜ REŞHA
Eğer istersen, gel, Asr-ı Saadete, Ceziretül-Araba gideriz. Hayalen olsun, onu vazife başında görüp ziyaret ederiz.

İşte, bak: Hüsn-ü siret ve cemal-i suretle mümtaz bir zatı görüyoruz ki, elinde muciznüma bir kitap, lisanında hakaik-aşina bir hitap, bütün beni ademe, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i alem olan muamma-i acibanesini hal ve şerh edip ve sırr-ı kainat olan tılsım-ı muğlakını feth ve keşfederek, bütün mevcudattan sorulan, bütün ukulü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş sual-i azim olan “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine mukni, makbul cevap verir.

DÖRDÜNCÜ REŞHA
Bak, öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki, eğer onun o nurani daire-i hakikat-i irşadından hariç bir surette kainata baksan, elbette kainatın şeklini bir matemhane-i umumi hükmünde ve mevcudatı birbirine ecnebi, belki düşman ve camidatı dehşetli cenazeler ve bütün zevilhayatı zeval ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün.

Şimdi bak, onun neşrettiği nur ile, o matemhane-i umumi, şevk u cezbe içinde bir zikirhaneye inkılap etti. O ecnebi, düşman mevcudat, birer dost ve kardeş şekline girdi. O camidat-ı meyyite-i samite, birer munis memur, birer musahhar hizmetkar vaziyetini aldı. Ve o ağlayıcı ve şekva edici, kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zakir veya vazife paydosundan şakir suretine girdi.

BEŞİNCİ REŞHA
Hem o nur ile, kainattaki harekat, tenevvüat, tebeddülat, tagayyürat, manasızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp, birer mektubat-ı Rabbaniye, birer sahife-i ayat-ı tekviniye, birer meraya-yı esma-i İlahiye ve alem dahi bir kitab-ı hikmet-i Samedaniye mertebesine çıktılar.

Hem insanı bütün hayvanatın madununa düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyacatı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vasıta-ı nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı o nurla nurlandığı vakit, insan bütün hayvanat, bütün mahlukat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akıl ile, niyaz ile nazenin bir sultan ve fizar ile nazdar bir halife-i zemin olur.

Demek o nur olmasa kainat da, insan da, hatta herşey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedi bir kainatta böyle bir zat lazımdır. Yoksa kainat ve eflak olmamalıdır.

ALTINCI REŞHA
İşte, o zat, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i binihayenin kaşifi ve ilancısı ve saltanat-ı Rububiyetin mehasininin dellalı, seyircisi ve künuz-u esma-i İlahiyenin keşşafı, göstericisi olduğundan, böyle baksan—yani ubudiyeti cihetiyle—onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nurani bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan—yani risaleti cihetiyle—bir burhan-ı hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün.

İşte, bak: Nasıl berk-i hatıf gibi, onun nuru şarktan garbı tuttu. Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer, onun hediye-i hidayetini kabul edip hırz-ı can etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki, böyle bir zatın bütün davalarının esası olan لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ ı, bütün meratibiyle beraber kabul etmesin?

YEDİNCİ REŞHA
İşte, bak: Şu cezire-i vasiada vahşi ve adetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvamı, ne çabuk adat ve ahlak-ı seyyie-i vahşiyanelerini defaten kal ve ref ederek, bütün ahlak-ı hasene ile teçhiz edip bütün aleme muallim ve medeni ümeme üstad eyledi. Bak, değil zahiri bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulub, muallim-i ukul, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah oldu.

SEKİZİNCİ REŞHA
Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir adeti, küçük bir kavimde, büyük bir hakim, büyük bir himmetle, ancak daimi kaldırabilir. Halbuki, bak: Bu zat, büyük ve çok adetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, zahiri küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secaya-yı aliyeyi—ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—vaz ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor.

İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretül-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zatın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?

DOKUZUNCU REŞHA
Hem bilirsin: Küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münazaralı bir davada, hicapsız, pervasız, küçük fakat hacalet-aver bir yalanı, düşmanları yanında hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telaş göstermeden söyleyemez.

Şimdi bak bu zata: Pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husumet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük davada, pek büyük bir serbestiyetle, bilaperva, bilatereddüt, bilahicap, telaşsız, samimi bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedit, ulvi bir surette söylediği sözlerinde hiç hilaf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kella!

اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى Evet, hak aldatmaz, hakikatbin aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnidir. Hakikatbinin gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın?

ONUNCU REŞHA
İşte, bak: Ne kadar merak-aver, ne kadar cazibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakaikı gösterir ve mesaili ispat eder. Bilirsin ki, en ziyade insanı tahrik eden meraktır. Hatta, eğer sana denilse, “Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvalini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek”; merakın varsa, vereceksin.

Halbuki, şu zat öyle bir Sultanın ahbarını söylüyor ki, memleketinde Kamer, bir sinek gibi, bir pervane etrafında döner. O Arz olan o pervane ise, bir lamba etrafında pervaz eder. Ve o Güneş olan lamba ise, o Sultanın binler menzillerinden bir misafirhanesinde, binler misbahlar içinde bir lambasıdır.

Hem öyle acaip bir alemden hakiki olarak bahsediyor ve öyle bir inkılaptan haber veriyor ki, binler küre-i arz bomba olsa, patlasalar, o kadar acip olmaz. Bak, onun lisanında اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ اَلْقَارِعَةُ gibi sureleri işit. Hem öyle bir istikbalden doğru olarak haber veriyor ki, şu dünyevi istikbal ona nisbeten bir katre serap hükmündedir.

Hem öyle bir saadetten pek ciddi olarak haber veriyor ki, bütün saadet-i dünyeviye ona nisbeten bir berk-i zailin bir şems-i sermede nisbeti gibidir.

ON BİRİNCİ REŞHA
Böyle acip ve muamma-alud şu kainatın perde-i zahiriyesi altında, elbette ve elbette böyle acaip bizi bekliyor. Böyle acaibi haber verecek, böyle harika ve fevkalade muciznüma bir zat lazımdır.
Hem bu zatın gidişatından görünüyor ki, o görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor.

Hem bizi nimetleriyle perverde eden şu semavat ve arzın İlahı bizden ne istiyor, marziyatı nedir; pek sağlam olarak bize ders veriyor.

Hem bunlar gibi daha pek çok merak-aver, lüzumlu hakaikı ders veren bu zata karşı herşeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lazım gelirken, ekser insanlara ne olmuş ki, sağır olup kör olmuşlar, belki divane olmuşlar ki bu hakkı görmüyorlar, bu hakikati işitmiyorlar, anlamıyorlar?

ON İKİNCİ REŞHA
İşte, şu zat, şu mevcudat Halıkının vahdaniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir burhan-ı natık, bir delil-i sadık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir burhan-ı katıı, bir delil-i satııdır. Belki, nasıl ki o zat, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür; öyle de, duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır. Haşir meselesinde geçen şu sırrı, makam münasebetiyle tekrar ederiz.

İşte, bak: O zat öyle bir salat-ı kübrada dua ediyor ki, güya şu cezire, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder.

Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmada niyaz ediyor ki, güya beni ademin zaman-ı ademden asrımıza, kıyamete kadar bütün nurani, kamil insanlar, ona ittiba ile iktida edip duasına amin diyorlar.

Hem bak, öyle bir hacet-i amme için dua ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat, niyazına, “Evet, ya Rabbena, ver, biz dahi istiyoruz” deyip iştirak ediyorlar.

Hem öyle fakirane, öyle hazinane, öyle mahbubane, öyle müştakane, öyle tazarrukarane niyaz ediyor ki, bütün kainatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor.
Bak, hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için dua ediyor ki, insanı ve alemi, belki bütün mahlukatı esfel-i safilinden, sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, ala-yı illiyyine, yani kıymete, bekàya, ulvi vazifeye çıkarıyor.

Bak, hem öyle yüksek bir fizar-ı istimdatkarane ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkarane ile istiyor, yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata ve semavata ve Arşa işittirip, vecde getirip, duasına “amin Allahümme amin” dedirtiyor.

Bak, hem öyle Semi, Kerim bir Kadirden, öyle Basir, Rahim bir Alimden hacetini istiyor ki, bilmüşahede, en hafi bir zihayatın en hafi bir hacetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünkü istediğini—velev lisan-ı hal ile olsun—verir. Ve öyle bir suret-i hakimane, basirane, rahimanede verir ki, şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbir öyle bir Semi ve Basir ve öyle bir Kerim ve Rahime hastır.

ON ÜÇÜNCÜ REŞHA
Acaba bütün efazıl-ı beni ademi arkasına alıp, arz üstünde durup, Arş-ı azama müteveccihen el kaldırıp dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferid-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-i kainat ne istiyor?

Bak, dinle: Saadet-i ebediye istiyor. Bekà istiyor. Lika istiyor. Cennet istiyor. Hem, meraya-yı mevcudatta ahkamını ve cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor. Hatta, eğer rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi hesapsız o matlubun esbab-ı mucibesi olmasaydı, şu zatın tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına sebebiyet verecekti.

Evet, nasıl ki onun risaleti şu dar-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi. Öyle de, onun ubudiyeti dahi öteki darın açılmasına sebeptir. Acaba ehl-i akıl ve tahkike لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ dedirten şu meşhud intizam-ı faik, şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü sanat ve misilsiz cemal-i Rububiyet, hiç böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki, en cüzi, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifa etsin; en ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Haşa ve kella!. Yüz bin defa haşa! Böyle bir cemal, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.

Yahu, ey hayali arkadaşım! Şimdilik kafidir, geri gitmeliyiz. Yoksa, yüz sene şu zamanda, şu cezirede kalsak, yine o zatın garaib-i icraatını ve acaib-i vezaifini, yüzden birisine tamamen ihata edip temaşasında doyamayız. Şimdi, gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak, nasıl her asır, o şems-i hidayetten aldıkları feyizle çiçek açmışlar; Ebu Hanife, Şafii, Bayezid-i Bistami, Şah-ı Geylani, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani gibi milyonlar münevver meyveler veriyor.

Meşhudatımızın tafsilatını başka vakte talik edip, o muciznüma ve hidayet-edaya, bir kısım kati mucizatına işaret eden bir salavat getirmeliyiz.

عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ، سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ. عَلٰى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرٰيةُ وَاْلاِنْجِيلُ وَالزَّبُورُ وَبَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَهَوَاتِفُ الْجِنِّ
وَاَوْلِيَۤاءُ اْلاِنْسِ وَكَوَاهِنُ الْبَشَرِ وَانْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَسَلاَمٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهِ عَلٰى مَنْ جَۤائَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ وَنَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَۤائِهِ الْمَطَرُ وَاَظَلَّتْهُ الْغَمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ وَشَبِعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِاٰۤتٌ مِنَ الْبَشَرِ وَنَبَعَ الْمَۤاءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ وَاَنْطَقَ اللهُ لَهُ الضَّبَّ وَالظَّبْىَ وَالْجِذْعَ وَالزِّرَاعَ وَالْجَمَلَ وَالْجَبَلَ وَالْحَجَرَ وَالْمَدَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَمَا زَاغَ الْبَصَرُ سَيِّدِنَا وَشَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَسَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمٰنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَۤاءِ عِنْدَ قِرَۤاءَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ قَارِئٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلٰۤى اٰخِرِ الزَّمَانِ وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا يَۤا اِلٰهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا اٰمِينَ.

Şuaat-ı Marifetün-Nebi namındaki Türkçe bir risalede ve On Dokuzuncu Mektupta ve şu Sözde icmalen işaret ettiğimiz delail-i nübüvvet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) beyan etmişim. Hem onda Kuran-ı Hakimin vücuh-u icazı icmalen zikredilmiş. Yine Lemeat namında Türkçe bir risalede ve Yirmi Beşinci Sözde Kuranın kırk vech ile mucize olduğunu icmalen beyan ve kırk vücuh-u icazına işaret etmişim. O kırk vecihte, yalnız nazımda olan belağati, İşaratül-İcaz namındaki bir tefsir-i Arabide, kırk sahife içinde yazmışım. Eğer ihtiyacın varsa şu üç kitaba müracaat edebilirsin.

ON DÖRDÜNCÜ REŞHA
Mahzen-i mucizat ve mucize-i kübra olan Kuran-ı Hakim, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) ile vahdaniyet-i İlahiyeyi o derece kati ispat ediyor ki, başka burhana hacet bırakmıyor. Biz de onun tarifine ve medar-ı tenkit olmuş bir iki lema-i icazına işaret ederiz.

İşte, Rabbimizi bize tarif eden Kuran-ı Hakim,
· şu kitab-ı kebir-i kainatın bir tercüme-i ezeliyesi,
· şu sahaif-i arz ve semada müstetir künuz-u esma-i İlahiyenin keşşafı,
· şu sutur-u hadisatın altında muzmer hakaikın miftahı,
· şu alem-i şehadet perdesi arkasındaki alem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliyenin hazinesi,
· şu alem-i maneviye-i İslamiyenin güneşi, temeli, hendesesi,
· avalim-i uhreviyenin haritası,
· Zat ve sıfat ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şarihi, tefsir-i vazıhı, burhan-ı natıkı, tercüman-ı satıı,
· şu alem-i insaniyetin mürebbisi, hikmet-i hakikisi, mürşid ve hadisi,
· hem bir kitab-ı hikmet ve şeriat,
· hem bir kitab-ı dua ve ubudiyet,
· hem bir kitab-ı emir ve davet,
· hem bir kitab-ı zikir ve marifet gibi,

· beşerin bütün hacat-ı maneviyesine karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesalik ve meşarib olan evliya ve sıddıkinin, asfiya ve muhakkikinin herbirinin meşreplerine layık birer risale ibraz eden bir kütüphane-i mukaddesedir.

Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekraratındaki lema-i icaza bak ki: Kuran hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı davet olduğundan, içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblağdır. Ehl-i kusurun zannı gibi değil. Zira, zikrin şeni, tekrar ile tenvirdir. Duanın şeni, terdad ile takrirdir. Emir ve davetin şeni, tekrar ile tekittir.

Hem herkes her vakit bütün Kuranı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için, en mühim makàsıd-ı Kuraniye ekser uzun surelerde derc edilerek, herbir sure bir küçük Kuran hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için, tevhid ve haşirve kıssa-i Musa gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş.

Hem cismani ihtiyaç gibi, manevi hacat dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hu gibi. Bazısına her saat: بِسْمِ اللهِ gibi ve hakeza… Demek, tekrar-ı ayet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek, uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için tekrar eder.

Hem Kuran müessistir, bir din-i mübinin esasatıdır ve şu alem-i İslamiyetin temelleridir ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi değiştirip muhtelif tabakatın, mükerrer suallerine cevaptır. Müessise, tesbit etmek için tekrar lazımdır. Tekid için terdad lazımdır. Teyid için takrir, tahkik, tekrir lazımdır.

Hem öyle mesail-i azime ve hakaik-ı dakikadan bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerleştirmek için, çok defa muhtelif suretlerde tekrar lazımdır.

Bununla beraber, sureten tekrardır. Fakat, manen herbir ayetin çok manaları, çok faideleri, çok vücuh ve tabakatı vardır. Herbir makamda ayrı bir mana ve faide ve maksatlar için zikrediliyor.

Hem Kuranın, mesail-i kevniyenin bazısında ipham ve icmali ise, irşadi bir lema-i icazdır. Ehl-i ilhadın tevehhüm ettikleri gibi medar-ı tenkit olamaz ve sebeb-i kusur değildir.

Eğer desen: “Acaba neden Kuran-ı Hakim, felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesaili mücmel bırakır; bazısını, nazar-ı umumiyi okşayacak, hiss-i ammeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir suret-i basitane-i zahiranede söylüyor.”

Cevaben deriz ki: Felsefe hakikatin yolunu şaşırmış; onun için… Hem geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette anlamışsın ki, Kuran-ı Hakim şu kainattan bahsediyor, ta Zat ve sıfat ve esma-i İlahiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kainatın maanisini anlattırıp, ta Halıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mucidleri için bakıyor. Hem umuma hitap ediyor. İlm-i hikmet ise mevcudata mevcudat için bakıyor. Hem hususan ehl-i fenne hitap ediyor. Öyle ise, madem ki Kuran-ı Hakim mevcudatı delil yapıyor, burhan yapıyor; delil zahiri olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem madem ki Kuran-ı Mürşid bütün tabakat-ı beşere hitap eder. Kesretli tabaka ise tabaka-i avamdır. Elbette, irşad ister ki, lüzumsuz şeyleri ipham ile icmal etsin; ve dakik şeyleri temsil ile takrib etsin; ve muğalatalara düşürmemek için, zahiri nazarlarında bedihi olan şeyleri lüzumsuz, belki zararlı bir surette tağyir etmemektir.

Mesela güneşe der, “Döner bir siracdır, bir lambadır.” Zira, güneşten, güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zembereği ve nizamın merkezi olduğundan, intizam ve nizam ise Saniin ayine-i marifeti olduğundan bahsediyor.

Evet, der: وَالشَّمْسُ تَجْرِى””Güneş döner.” Bu “döner” tabiriyle, kış-yaz, gece-gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sanii ifham eder. İşte, bu “dönmek” hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meşhud olan intizama tesir etmez.

Hem der: وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا Şu “sirac” tabiriyle, alemi bir kasır suretinde, içinde olan eşya ise insana ve zihayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve matumat ve levazımat olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile, rahmet ve ihsan-ı Halıkı ifham eder.

Şimdi bak, şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki: “Güneş bir kütle-i azime-i mayia-i nariyedir. Ondan fırlamış olan seyyaratı etrafında döndürüp, cesameti bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir…” Muhiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka, ruha bir kemal-i ilmi vermiyor. Bahs-i Kuran gibi etmiyor.

Buna kıyasen, batınen kof, zahiren mutantan felsefi meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şaşaa-i surisine aldanıp Kuranın gayet muciznüma beyanına karşı hürmetsizlik etme.

İHTAR: Arabi Risale-i Nurda On Dördüncü Reşhanın Altı Katresi var. Bahusus Dördüncü Katrenin Altı Nüktesi var. Kuran-ı Hakimin kırk kadar enva-ı icazından on beşini beyan eder. Ona iktifaen burada ihtisar ettik. İstersen ona müracaat et; bir hazine-i mucizat bulursun.

اَللّٰهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْاٰنَ شِفَۤاءً لَنَا وَلِكَاتِبِهِ وَاَمْثَالِهِ مِنْ كُلِّ دَۤاءٍ، وَمُونِسًا لَنَا وَلَهُمْ فِى حَيَاتِنَا وَبَعْدَ مَمَاتِنَا، وَفِى الدُّنْيَا قَرِينًا، وَفِى الْقَبْرِ مُونِسًا، وَفِى الْقِيٰمَةِ شَفِيعًا، وَعَلَى الصِّرَاطِ نُورًا، وَمِنَ النَّارِ سِتْرًا وَحِجَابًا، وَفِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا، وَاِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَلِيلاً وَاِمَامًا، بِفَضْلِكَ وَجُودِكَ وَكَرَمِكَ وَرَحْمَتِكَ يَۤا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ وَيَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، اٰمِينَ اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ، اٰمِينَ
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursi

Şakk-ı Kamer Mucizesine Dairdir (a.s.m.)
On Dokuzuncu ve Otuz Birinci Sözlerin Zeyli

اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ وَاِنْ يَرَوْا اٰيَةً يُعْرِضُوا وَيَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ
KAMER GİBİ parlak bir mucize-i Ahmediye (a.s.m.) olan inşikak-ı kameri, evham-ı faside ile inhisafa uğratmak isteyen feylesoflar ve onların muhakemesiz mukallitleri diyorlar ki: “Eğer inşikak-ı kamer vuku bulsaydı, umum aleme malum olurdu; bütün tarih-i beşerin nakletmesi lazım gelirdi.

Elcevap: İnşikak-ı kamer, dava-yı nübüvvete delil olmak için, o davayı işiten ve inkar eden hazır bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette, ani olarak gösterildiğinden, hem ihtilaf-ı metali ve sis ve bulut gibi rüyete mani esbabın vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediğinden ve hususi kaldığından ve tarassudat-ı semaviye pek az olduğundan, bütün etraf-ı alemde görülmek, umum tarihlere geçmek elbette lazım değildir. Şakk-ı kamer yüzünden bu evham bulutlarını dağıtacak çok noktalardan, şimdilik Beş Noktayı dinle:

BİRİNCİ NOKTA
O zaman, o zemindeki küffarın gayet şedit derecede inatları tarihen malum ve meşhur olduğu halde, Kuran-ı Hakimin وَانْشَقَّ الْقَمَرُ  demesiyle şu vakayı umum aleme ihbar ettiği halde, Kuranı inkar eden o küffardan hiçbir kimse, şu ayetin tekzibine, yani ihbar ettiği şu vakıanın inkarına ağız açmamışlar. Eğer o zamanda o hadise o küffarca kati ve vaki bir hadise olmasaydı, şu sözü serrişte ederek gayet dehşetli bir tekzibe ve Peygamberin iptal-i davasına hücum göstereceklerdi. Halbuki, şu vakaya dair siyer ve tarih, o vaka ile münasebettar küffarın adem-i vukuuna dair hiçbir şeyini nakletmemişlerdir. Yalnız, وَيَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرّ ayetinin beyan ettiği gibi, tarihçe menkul olan şudur ki: O hadiseyi gören küffar “Sihirdir” demişler ve “Bize sihir gösterdi. Eğer sair taraflardaki kervan ve kàfileler görmüşlerse hakikattir. Yoksa bize sihir etmiş” demişler. Sonra, sabahleyin Yemen ve başka taraflardan gelen kàfileler ihbar ettiler ki, “Böyle bir hadiseyi gördük.” Sonra küffar, Fahr-i alem (a.s.m.) hakkında—haşa!—”Yetim-i Ebu Talibin sihri semaya da tesir etti” dediler.

İKİNCİ NOKTA
Sad-ı Taftazani gibi eazım-ı muhakkikinin ekseri demişler ki: “İnşikak-ı kamer, parmaklarından su akması, umum bir orduya su içirmesi, camide hutbe okurken dayandığı kuru direğin mufarakat-i Ahmediyeden (a.s.m.) ağlaması, umum cemaatin işitmesi gibi mütevatirdir. Yani, öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesire nakletmiştir ki, kizbe ittifakları muhaldir. Hale gibi meşhur bir kuyruklu yıldızın bin sene evvel çıkması gibi mütevatirdir. Görmediğimiz Serendip Adasının vücudu gibi tevatürle vücudu katidir” demişler. İşte böyle gayet kati ve şuhudi mesailde teşkikat-ı vehmiye yapmak akılsızlıktır. Yalnız muhal olmamak kafidir. Halbuki, şakk-ı kamer, bir volkanla inşikak eden bir dağ gibi mümkündür.

ÜÇÜNCÜ NOKTA
Mucize, dava-yı nübüvvetin ispatı için, münkirleri ikna etmek içindir, icbar için değildir. Öyle ise, dava-yı nübüvveti işitenler için, ikna edecek bir derecede mucize göstermek lazımdır. Sair taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedahetle izhar etmek, Hakim-i Zülcelalin hikmetine münafi olduğu gibi, sırr-ı teklife dahi muhaliftir. Çünkü, akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak, sırr-ı teklif iktiza ediyor. Eğer Fatır-ı Hakim, inşikak-ı kameri, feylesofların hevesatına göre bütün aleme göstermek için bir iki saat öyle bıraksaydı ve beşerin umum tarihlerine geçseydi, o vakit sair hadisat-ı semaviye gibi, ya dava-yı nübüvvete delil olmazdı, risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) hususiyeti kalmazdı; veyahut bedahet derecesinde öyle bir mucize olacaktı ki, aklı icbar edecek, aklın ihtiyarını elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek; Ebu Cehil gibi kömür ruhlu, Ebu Bekr-i Sıddık gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp, sırr-ı teklif zayi olacaktı. İşte bu sır içindir ki, hem ani, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem ihtilaf-ı metali, sis ve bulut gibi sair mevanii perde ederek umum aleme gösterilmedi veyahut tarihlere geçirilmedi.

DÖRDÜNCÜ NOKTA
Şu hadise, gece vakti, herkes gaflette iken, ani bir surette vuku bulduğundan, etraf-ı alemde elbette görülmeyecek. Bazı efrada görünse de, gözüne inanmayacak. İnandırsa da, elbette böyle mühim bir hadise, haber-i vahid ile tarihlere baki bir sermaye olmayacak.

Bazı kitaplarda “Kamer iki parça olduktan sonra yere inmiş” ilavesi ise, ehl-i tahkik reddetmişler. “Şu mucize-i bahireyi kıymetten düşürmek niyetiyle, belki bir münafık ilhak etmiş” demişler.

Hem mesela, o vakit cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanyada yeni gurup, Amerikada gündüz, Çinde, Japonyada sabah olduğu gibi, başka yerlerde başka esbab-ı maniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize bak: Diyor ki, “İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvamın tarihleri bundan bahsetmiyor; öyle ise vuku bulmamış.” Bin nefrin onun gibi Avrupa kaselislerinin başına!

BEŞİNCİ NOKTA
İnşikak-ı kamer, kendi kendine, bazı esbaba binaen vuku bulmuş, tesadüfi, tabii bir hadise değil ki, adi ve tabii kanunlarına tatbik edilsin. Belki, şems ve kamerin Halık-ı Hakimi, Resulünün risaletini tasdik ve davasını tenvir için, harikulade olarak o hadiseyi ika etmiştir. Sırr-ı irşad ve sırr-ı teklif ve hikmet-i risaletin iktizasıyla, hikmet-i Rububiyetin istediği insanlara, ilzam-ı hüccet için gösterilmiştir. O sırr-ı hikmetin iktiza etmedikleri, istemedikleri ve dava-yı nübüvveti henüz işitmedikleri aktar-ı zemindeki insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilaf-ı metali haysiyetiyle, bazı memleketin kameri daha çıkmaması ve bazılarının güneşleri çıkması ve bir kısmının sabahı olması ve bir kısmının güneşi yeni gurub etmesi gibi, o hadiseyi görmeye mani pek çok esbaba binaen gösterilmemiş. Eğer umum onlara dahi gösterilseydi, o halde ya işaret-i Ahmediyenin (a.s.m.) neticesi ve mucize-i nübüvvet olarak gösterilecekti; o vakit risaleti bedahet derecesine çıkacaktı, herkes tasdike mecbur olurdu, aklın ihtiyarı kalmazdı—iman ise, aklın ihtiyarıyladır—sırr-ı teklif zayi olurdu. Eğer sırf bir hadise-i semaviye olarak gösterilseydi, risalet-i Ahmediye (a.s.m.) ile münasebeti kesilirdi ve onunla hususiyeti kalmazdı.

Elhasıl: Şakk-ı kamerin imkanında şüphe kalmadı, kati ispat edildi. Şimdi, vukuuna delalet eden çok burhanlarından altısına işaret ederiz. Şöyle ki:
Ehl-i adalet olan Sahabelerin, vukuuna icmaı; ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin وَانْشَقَّ الْقَمَرُ tefsirinde onun vukuuna ittifakı; ve ehl-i rivayet-i sadıka bütün muhaddisinin, pek çok senetlerle ve muhtelif tariklerle vukuunu nakletmesi; ve ehl-i keşif ve ilham bütün evliya ve sıddıkinin şehadeti; ve ilm-i kelamın meslekçe birbirinden çok uzak olan imamlarının ve mütebahhir ulemanın tasdiki; ve nass-ı kati ile, dalalet üzerine icmaları vaki olmayan ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) o vakayı telakki-i bilkabul etmesi, güneş gibi inşikak-ı kameri ispat eder.

Elhasıl, buraya kadar tahkik namına ve hasmı ilzam hesabına idi. Bundan sonraki cümleler hakikat namına ve iman hesabınadır. Evet, tahkik öyle dedi; hakikat ise diyor ki:

Sema-yı risaletin kamer-i müniri olan Hatem-i Divan-ı Nübüvvet, nasıl ki, mahbubiyet derecesine çıkan ubudiyetindeki velayetin keramet-i uzması ve mucize-i kübrası olan Miracla, yani bir cism-i arzı semavatta gezdirmekle semavatın sekenesine ve alem-i ulvi ehline rüçhaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velayetini ispat etti. Öyle de, arza bağlı, semaya asılı olan kameri, bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine, o arzlının risaletine öyle bir mucize gösterildi ki, zat-ı Ahmediye (a.s.m.), kamerin açılmış iki nurani kanadı gibi, risalet ve velayet gibi iki nurani kanadıyla, iki ziyadar cenahla evc-i kemalata uçmuş, ta Kàb-ı Kavseyne çıkmış; hem ehl-i semavat, hem ehl-i arza medar-ı fahr olmuştur.

عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ الصَّلاَةُ وَالتَّسْلِيمَاتُ مِلْاَ اْلاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتِ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Mucizat-ı Ahmediye (a.s.m.)Zeylinin bir parçasıdır
Risalet-i Ahmediyye (a.s.m.) delaili hakkında olup, Mirac Risalesinin Üçüncü Esasının nihayetindeki üç mühim müşkilden birinci müşkile ait suale, muhtasar bir fihriste suretinde verilen cevaptır.

Sual: Şu Mirac-ı azim, niçin Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselama mahsustur?

Elcevap:
BİRİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ: Otuz üç adet Sözlerde tafsilen halledilmiştir. Yalnız şurada, zat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) kemalatına ve delail-i nübüvvetine ve o Mirac-ı azama en elyak o olduğuna icmali işaretler nevinde bir muhtasar fihriste gösteriyoruz. Şöyle ki:

Evvela: Tevrat, İncil, Zebur gibi kütüb-ü mukaddese, pek çok tahrifata maruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyin-i Cisri gibi bir muhakkik, nübüvvet-i Ahmediyeye (a.s.m.) dair o kitaplardan yüz on dört işari beşaretleri çıkarıp Risale-i Hamidiye de göstermiştir.

Saniyen: Tarihçe müsbettir ki, Şık ve Satih gibi meşhur iki kahinin, nübüvvet-i Ahmediyeden (a.s.m.) biraz evvel, nübüvvetine ve ahirzaman Peygamberi o olduğuna beyanatları gibi çok beşaretler sahih bir surette tarihen nakledilmiştir.

Salisen: Veladet-i Ahmediye (a.s.m.) gecesinde Kabedeki sanemlerin sukutuyla,Kisra-yı Farisin saray-ı meşhuresi olan Eyvanı inşikak etmesi gibi, irhasat denilen yüzer harikalar tarihçe meşhurdur.

Rabian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve camide, bir cemaat-i azime huzurunda kuru direğin, minberin naklinden dolayı mufarakat-i Ahmediyeden (a.s.m.) deve gibi enin ederek ağlaması, وَانْشَقَّ الْقَمَرُ nassıyla, şakk-ı kamer gibi, muhakkiklerin tahkikatıyla bine baliğ mucizatiyle serfiraz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor.

Hamisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlak-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede; ve bütün muamelatının şehadetiyle, secaya-yı samiye, vazifesinde ve tebliğatında en ali bir derecede; ve din-i İslamdaki mehasin-i ahlakın şehadetiyle, şeriatinde en ali hısal-i hamide en mükemmel derecede bulunduğunu ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez.

Sadisen: Onuncu Sözün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi, Uluhiyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukàbil, en azami bir derecede zat-ı Ahmediye (a.s.m.) dinindeki azami ubudiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Halık-ı alemin nihayet kemaldeki cemalini bir vasıtayla mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak göstermek istemesine mukàbil, en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedahe yine o zattır.

Hem Sani-i alemin nihayet cemalde olan kemal-i sanatı üzerine enzar-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesine mukàbil, en yüksek bir sada ile dellallık eden, yine bilmüşahede o zattır.

Hem bütün alemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdaniyetini ilan etmek istemesine mukàbil, en azami bir derecede, bütün meratib-i tevhidi ilan eden, yine bizzarure o zattır.

Hem Sahib-i alemin nihayet derecede asarındaki cemalin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zatisini ve cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini ayinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukàbil, en şaşaalı bir surette ayinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedahe o zattır.

Hem şu saray-ı alemin Sanii, gayet harika mucizeleriyle ve gayet kıymettar cevherler ile dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teşhir istemesi ve onlarla kemalatını tarif etmek ve bildirmek istemesine mukàbil, en azami bir surette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici, yine bilbedahe o zattır.

Hem şu kainatın Sanii, şu kainatı enva-ı acaip ve ziynetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zişuur mahlukatını seyir ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak onlara o asar ve sanayiin manalarını, kıymetlerini ehl-i temaşa ve tefekküre bildirmek istemesine mukàbil, en azami bir surette cin ve inse, belki ruhanilere ve melaikelere de Kuran-ı Hakim vasıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedahe o zattır.

Hem şu kainatın Hakim-i Hakimi, şu kainatın tahavvülatındaki maksat ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlakını ve mevcudatın “nereden, nereye ve ne oldukları” olan şu üç sual-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla umum zişuurlara açtırmak istemesine mukàbil, en vazıh bir surette ve en azami bir derecede, hakaik-i Kuraniye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammayı halleden, yine bilbedahe o zattır.

Hem şu alemin Sani-i Zülcelali, bütün güzel masnuatıyla kendini zişuur olanlara tanıttırması ve kıymetli nimetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure, onun mukàbilinde, zişuur olanlara marziyatı ve arzu-yu İlahiyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukàbil, en ala ve ekmel bir surette, Kuran vasıtasıyla o marziyat ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedahe o zattır.

Hem Rabbül-alemin, meyve-i alem olan insana, alemi içine alacak bir vüsat-i istidat verdiğinden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya müptela olduğundan bir rehber vasıtasıyla yüzlerini kesretten vahdete, faniden bakiye çevirmek istemesine mukàbil, en azam bir derecede, en eblağ bir surette, Kuran vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifa eden, yine bilbedahe o zattır.

İşte, mevcudatın en eşrefi olan zihayat ve zihayat içinde en eşref olan zişuur ve zişuur içinde en eşref olan hakiki insan ve hakiki insan içinde geçmiş vezaifi en azami bir derecede, en ekmel bir surette ifa eden zat, elbette bir Mirac-ı Azam ile Kàb-ı Kavseyne çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak, hazine-i rahmeti açacak, imanın hakaik-i gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.

Sabian: Bilmüşahede, şu masnuatta gayet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vardır. Ve bilbedahe, şöyle tahsinat ve tezyinat, onların Saniinde gayet şiddetli bir irade-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irade-i Tahsin ve tezyin ise, bizzarure, o Sanide sanatına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsi bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuat içinde en cami ve letaif-i sanatı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri “Maşaallah” deyip istihsan eden, bilbedahe, o sanatperver ve sanatını çok seven Saniin nazarında en ziyade mahbup o olacaktır.

İşte, masnuatı yaldızlayan mezaya ve mehasine ve mevcudatı ışıklandıran letaif ve kemalata karşı “Sübhanallah, Maşaallah, Allahu ekber” diyerek semavatı çınlattıran ve Kuranın nağamatıyla kainatı velveleye verdiren, istihsan ve takdirle, tefekkür ve teşhirle, zikir ve tevhidle berr ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşahede o zattır.

İşte, böyle bir zat ki, اَلسَّبَبُ كَا لْفَاعِل sırrınca, bütün ümmetin işlediği hasenatın bir misli, onun kefe-i mizanında bulunan ve umum ümmetinin salavatı onun manevi kemalatına imdat veren ve risaletinde gördüğü vezaifin netaicini ve manevi ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlahiyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zat, elbette Mirac merdiveniyle Cennete, Sidretül-Müntehaya, Arşa ve Kàb-ı Kavseyne kadar gitmek,ayn-ı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursi

ayetül-Kübra Risalesinin Risalet-i Ahmediyeden (a.s.m.) bahseden

On Altıncı Mertebesi

Makam münasebetiyle buraya ilhak edilmiştir.

Sonra, o dünya seyyahı kendi aklına dedi ki:

“Madem bu kainatın mevcudatıyla Malikimi ve Halıkımı arıyorum; elbette herşeyden evvel bu mevcudatın en meşhuru ve adasının tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandanı ve en namdar hakimi ve sözce en yükseği ve akılca en parlağı ve on dört asrı faziletiyle ve Kuranıyla ışıklandıran Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselamı ziyaret etmek ve aradığımı ondan sormak için Asr-ı Saadete gitmeliyiz” diyerek, aklıyla beraber o asra girdi, gördü ki:

O asır, hakikaten, o zat (a.s.m.) ile bir saadet-i beşeriye asrı olmuş. Çünkü, en bedevi ve en ümmi bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hakim eylemiş.

Hem kendi aklına dedi: “Biz en evvel, bu fevkalade zatın (a.s.m.) bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratının doğruluğunu bilmeliyiz. Sonra Halıkımızı ondan sormalıyız” diyerek taharriye başladı. Bulduğu hadsiz kati delillerden, burada, yalnız dokuz küllilerine birer kısa işaret edilecek.

Birincisi: Bu zatta (a.s.m.), hatta düşmanlarının tasdikiyle dahi, bütün güzel huyların ve hasletlerin bulunması; ve

وَانْشَقَّ الْقَمَرُ وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ رَمٰى ayetlerinin sarahatiyle, bir parmağının işaretiyle kamer iki parça olması; ve bir avucuyla adasının ordusuna attığı az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları; ve susuz kalmış kendi ordusuna, beş parmağından akan kevser gibi suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi, nass-ı kati ile ve bir kısmı tevatürle yüzer mucizatın onun elinde zahir olmasıdır. Bu mucizattan, üç yüzden ziyade bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup olan Mucizat-ı Ahmediye (a.s.m.) namındaki harika ve kerametli bir risalede kati delilleriyle beraber beyan edildiğinden, onları ona havale ederek dedi ki:

“Bu kadar ahlak-ı hasene ve kemalatla beraber bu kadar mucizat-ı bahiresi bulunan bir zat (a.s.m.) elbette en doğru sözlüdür. Ahlaksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kàbil değil.”

İkincisi: Elinde, bu kainat Sahibinin bir fermanı bulunduğu ve o fermanı her asırda üç yüz milyondan ziyade insanların kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kuran-ı Azimüşşanın, yedi vech ile harika olmasıdır. Ve bu Kuranın, kırk vech ile mucize olduğunu ve Kainat Halıkının sözü bulunduğunu, kuvvetli delilleriyle beraber Yirmi Beşinci Söz ve Mucizat-ı Kuraniye namında ve Risale-i Nurun bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden, onu, ona havale ederek dedi: “Böyle ayn-ı hak ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir zatta (a.s.m.), fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz.”

Üçüncüsü: O zat (a.s.m.) öyle bir şeriat ve bir İslamiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir imanla meydana çıkmış ki, onların ne misli var ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmi bir zatta (a.s.m.) zuhur eden o şeriat, on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu, adilane ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi, emsal kabul etmez.

Hem, ümmi bir zatın (a.s.m.) efal ve akval ve ahvalinden çıkan islamiyet, her asırda, üç yüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri ve musaffisi ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi ve ruhlarının medar-ı inkişafatı ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle, misli olamaz ve olamamış.

Hem, dininde bulunan bütün ibadatın bütün envaında en ileri olması; ve herkesten ziyade takvada bulunması ve Allahtan korkması; ve fevkalade daimi mücahedat ve dağdağalar içinde tam tamına ubudiyetin en ince esrarına kadar müraatı; ve hiç kimseyi taklit etmeyerek ve tam manasıyla ve müptediyane fakat mükemmel olarak, hem iptida ve intihayı birleştirerek yapması, elbette misli görülmez ve görünmemiş.

Hem binler dua ve münacatlarından yalnız Cevşenül-Kebir ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkarla beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münacatın başında Cevşenül-Kebirin doksan dokuz fıkrasından bir fıkranın kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, “Cevşenin dahi misli yoktur” diyecek.

Hem, tebliğ-i risalette ve nası hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hatta kavim ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adavet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telaş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslamiyeti dünyanın başına geçirmesi ispat eder ki, tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz.

Hem, imanda, öyle fevkalade bir kuvvet ve harika bir yakin ve mucizane bir inkişaf ve cihanı ışıklandıran bir ulvi itikad taşımış ki, o zamanın hükümranı olan bütün efkarı ve akideleri ve hükemanın hikmetleri ve ruhani reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve münkir oldukları halde onun ne yakinine, ne itikadına, ne itimadına, ne itminanına hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, hiçbir vesvese vermemesi ve maneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden başta Sahabeler ve bütün ehl-i velayet, her vakit, onun, mertebe-i imanından feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları, bilbedahe gösterir ki, imanı dahi emsalsizdir.

İşte, böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslamiyet ve harika bir ubudiyet ve fevkalade bir dua ve cihan-pesendane bir davet ve mucizane bir iman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı ve aklı dahi tasdik etti.

Dördüncüsü: Enbiyaların icmaı, nasıl ki vücud ve vahdaniyet-i İlahiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu zatın (a.s.m.) doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehadettir. Çünkü enbiya aleyhimüsselamın doğruluklarına ve peygamber olmalarına medar olan ne kadar kudsi sıfatlar ve mucizeler ve vazifeler varsa, o zatta (a.s.m.) en ileride olduğu tarihçe musaddaktır. Demek onlar, nasıl ki, lisan-ı kàl ile Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında bu zatın (a.s.m.) geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler—ki, kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli işaratından yirmiden fazla ve pek zahir bir kısmı, On Dokuzuncu Mektupta güzelce beyan ve ispat edilmiş—öyle de, lisan-ı halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mucizeleriyle, kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zatı tasdik edip davasını imza ediyorlar. Ve lisan-ı kàl ve icma ile vahdaniyete delalet ettikleri gibi, lisan-ı hal ile ve ittifak ile de, bu zatın sadıkıyetine şehadet ediyorlar diye anladı.

Beşincisi: Bu zatın düsturlarıyla ve terbiyesi ve tebaiyetiyle ve arkasında gitmeleriyle hakka, hakikate, kemalata, keramata, keşfiyata, müşahedata yetişen binler evliya, vahdaniyete delalet ettikleri gibi, üstadları olan bu zatın sadıkıyetine ve risaletine icma ve ittifakla şehadet ediyorlar. Ve alem-i gaybdan verdiği haberlerin bir kısmını nur-u velayetle müşahede etmeleri; ve umumunu, nur-u iman ile, ya ilmelyakin veya aynelyakin veya hakkalyakin suretinde itikad ve tasdik etmeleri, üstadları olan bu zatın derece-i hakkaniyet ve sadıkıyetini güneş gibi gösterdiğini gördü.

Altıncısı: Bu zatın, ümmiliğiyle beraber, getirdiği hakaik-i kudsiye ve ihtira ettiği ulum-u aliye ve keşfettiği marifet-i İlahiyenin dersiyle ve talimiyle mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-yı müdakkikin ve Sıddıkin-i muhakkikin ve dahi hükema-i müminin bu zatın üssülesas davası olan vahdaniyeti kuvvetli burhanlarıyla bilittifak ispat ve tasdik ettikleri gibi, bu muallim-i ekberin ve bu üstad-ı azamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadıkıyetidir. Mesela, Risale-i Nur, yüz parçasıyla, bu zatın sadakatının birtek burhanıdır.

Yedincisi: al ve Ashab namında ve nev-i beşerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemalatla en meşhur, en muhterem, en namdarı, en dindar ve en keskin nazarlı taife-i azimesi, kemal-i merakla ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle bu zatın bütün gizli ve aşikar hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftiş ve tetkik etmeleri neticesinde, bu zatın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatli olduğuna ittifakla ve icma ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları, güneşin ziyasına delalet eden gündüz gibi bir delildir diye anladı.

Sekizincisi: Bu kainat, nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temaşagah gibi tasarruf eden Saniine ve Katibine ve Nakkaşına delalet eder. Öyle de, kainatın hilkatindeki makàsıd-ı İlahiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülatındaki Rabbani hikmetlerini talim edecek ve vazifedarane harekatındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemalatını ilan edecek ve o kitab-ı kebirin manalarını ifade edecek bir yüksek dellal, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delalet ettiği cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu zatın hakkaniyetine ve bu kainat Halıkının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.

Dokuzuncusu: Madem bu sanatlı ve hikmetli masnuatıyla kendi hünerlerini ve sanatkarlığının kemalatını teşhir etmek; ve bu süslü ve ziynetli nihayetsiz mahlukatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek; ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle kendine teşekkür ve hamd ettirmek; ve bu şefkatli ve himayetli umumi terbiye ve iaşe ile, hatta ağızların en ince zevklerini ve iştihaların her nevini tatmin edecek bir surette ihzar edilen Rabbani itamlar ve ziyafetlerle kendi rububiyetine karşı minnettarane ve müteşekkirane ve perestişkarane ibadet ettirmek; ve mevsimlerin tebdili ve gece-gündüzün tahvili ve ihtilafı gibi azametli ve haşmetli tasarrufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallakıyetle kendi uluhiyetini izhar ederek, o uluhiyetine karşı iman ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek; ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale ve semavi tokatlarla zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var. Elbette ve herhalde, o gaybi Zatın yanında en sevgili mahluku ve en doğru abdi ve onun mezkur maksatlarına tam hizmet ederek, hilkat-i kainatın tılsımını ve muammasını hall ve keşfeden ve daima o Halıkının namına hareket eden ve Ondan istimdat eden ve muvaffakiyet isteyen ve Onun tarafından imdada ve tevfike mazhar olan ve Muhammed-i Kureyşi denilen bu zat (a.s.m.) olacak.

Hem aklına dedi: Madem bu mezkur dokuz hakikatler bu zatın sıdkına şehadet ederler. Elbette bu adem, beni ademin medar-ı şerefi ve bu alemin medar-ı iftiharıdır. Ve ona “Fahr-i alem” ve “Şeref-i Beni adem” denilmesi pek layıktır. Ve onun elinde bulunan ferman-ı Rahmani olan Kuran-ı Mucizül-Beyanın haşmet-i saltanat-ı maneviyesinin nısf-ı arzı istilası ve şahsi kemalatı ve yüksek hasletleri gösteriyor ki, bu alemde en mühim zat budur; Halıkımız hakkında en mühim söz onundur.

İşte gel, bak! Bu harika zatın yüzer zahir ve bahir kati mucizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler ali ve esaslı hakikatlerine istinaden, bütün davalarının esası ve bütün hayatının gayesi, Vacibül-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sıfatına ve esmasına delalet ve şehadet ve o Vacibül-Vücudu ispat ve ilan ve ilam etmektir.

Demek bu kainatın bir manevi güneşi ve Halıkımızın en parlak burhanı, bu Habibullah denilen zattır ki, onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma var.

Birincisi: “Eğer perde-i gayb açılsa yakinim ziyadeleşmeyecek”diyen İmam-ı Ali (radıyallahu anh) ve yerde iken Arş-ı azamı ve İsrafilin azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı azam (k.s.) gibi keskin nazar ve gayb-bin gözleri bulunan binler aktab ve evliya-yı azimeyi cami ve al-i Muhammed namıyla şöhretşiar-ı alem olan cemaat-i nuraniyenin icma ile tasdikleridir.

İkincisi: Bedevi bir kavim ve ümmi bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkar-ı siyasiyeden hali ve kitapsız ve fetret asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medeni ve malumatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükümetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hakim-i adil olarak, şarktan garba kadar cihanpesendane idare eden ve Sahabe namıyla dünyada namdar olan cemaat-ı meşhurenin, ittifakla, can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir.

Üçüncüsü: Her asırda binlerle efradı bulunan ve her fende dahiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan, ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemasının cemaat-ı uzmasının, tevafukla ve ilmelyakin derecesinde tasdikleridir. Demek bu zatın vahdaniyete şehadeti, şahsi ve cüzi değil; belki, umumi ve külli ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiç bir cihetle çıkamaz bir şehadettir diye hükmetti.

İşte, Asr-ı Saadette aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun o medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Altıncı Mertebesinde,

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: فَخْرُ عَالَمٍ وَشَرَفُ نَوْعِ بَنِى اٰدَمَ، بِعَظَمَةِ سَلْطَنَةِ قُرْاٰنِهِ، وَحَشْمَةِ وُسْعَةِ دِينِهِ، وَكَثْرَةِ كَمَالاَتِهِ، وَعُلْوِيَّةِ اَخْلاَقِهِ، حَتّٰى بِتَصْدِيقِ أَعْدَۤائِهِ. وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِقُوَّةِ مِئَۤاتِ الْمُعْجِزَاتِ الظَّاهِرَاتِ الْبَاهِرَاتِ الْمُصَدَّقَةِ الْمُصَدِّقَةِ، وَبِقُوَّةِ اٰلاَفِ حَقَۤائِقِ دِينِهِ السَّاطِعَةِ الْقَاطِعَةِ، بِاِجْمَاعِ اٰلِهِ ذَوِى اْلاَنْوَارِ، وَبِاِتِّفَاقِ اَصْحَابِهِ ذَوِي اْلاَبْصَارِ، وَبِتَوَافُقِ مُحَقِّقِى أُمَّتِهِ ذَوِي الْبَرَاهِينِ وَالْبَصَۤائِرِ النَّوَّارَةِ denilmiştir.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursi