Hicretin onbirinci senesi idi, Cebrail , bu sene geldiğinde, sevgili Peygamberimize, Kuran-ı kerimi iki defa baştan sona okudu. Halbuki, daha önceki yıllarda, Kuran-ı kerimi bir defa okumuştu. Server-i alem efendimiz, Cebrail ın, en son tebliğ ettiği; “Allahın yardımı ve zafer günü gelip, insanların, Allahın dinine (İslamiyete) akın akın girdiklerini görünce, Rabbini hamd ile tesbih et! Ondan af dile! Çünkü O, tevbeleri daima kabul eder” mealindeki Nasr suresini dinledikten sonra; “Ya Cebrail! İçimden, ölümümün yaklaştığını duyuyorum” buyurdu. Bunun üzerine Cebrail , şu ayet-i kerimeleri okudu, mealen: “ahiret, senin için dünyadan daha hayırlıdır, Rabbin sana razı oldum deyinceye kadar her istediğini verecek.” (Duha suresi: 4, 5)
Sevgili Peygamberimiz, o gün, Medinede bulunan bütün Eshab-ı kiramının, öğle namazında mescide toplanmaları için haber gönderdi. Server-i alem efendimiz, namazı kıldırdıktan sonra, bir hutbe irad ettiler. Bu öyle bir hutbe idi ki, dinleyen bütün kalbler ürpermiş, gözlerden yaşlar boşanmıştı. Daha sonra; “Ey insanlar! Sizin peygamberiniz olarak beni nasıl buldunuz” buyurunca, Eshab-ı kiram; “Ya Resulallah! Allah, sana bizim tarafımızdan bol bol hayırlar ihsan buyursun. Sen, bizim için çok şefkatli bir baba, nasihatte bulunan şefkatli bir kardeş gibiydin. Allahın sana lutfettiği peygamberlik vazifesini yerine getirdin. Vahyedilenleri bize ulaştırdın. Rabbinin yoluna, İslama, hikmet ile, güzel nasihat ile davet ettin, çağırdın. Allah sana, en güzel ve en yüksek karşılıkları versin” dediler.
Peygamber efendimiz; “Ey müminler! Allahaşkına, kimin bende hakkı varsa, kalksın gelsin, kıyametten önce burada alsın” buyurdular. Fakat, hakkını almak için kalkıp gelen olmadı. Resulallah efendimiz, ikinci ve üçüncü defalar da Allahın adını anarak; “Hakkı olan gelsin alsın” buyurdu. Bunun üzerine Eshab-ı kiramdan pir-i fani olan Ukaşe kalktı. Resulallahın huzuruna vardı. Sonra; “Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah! Tebük gazasında, seninle beraberdim. Tebükten ayrıldığımız sırada benim devemle, sizinki yanyana gelmişlerdi. Ben devemden indim. Sana yaklaştım. Maksadım, senin mübarek vücudundan öpmekti, o zaman kamçı ile sırtıma vurmuştun. Niçin vurduğunu bilmiyorum” dedi.
Peygamber efendimiz; “Ya Ukaşe! Allah seni, Resulünün kasten vurmasından muhafaza eylesin. Ya Bilal! Kızım Fatımanın evine git. O kamçıyı bana getir” diye emretti. Bilal, mescidden çıktı. Elini başına koymuş, “Resulallah kendisine kısas yaptıracak!” diye hayretler içerisinde kalmıştı. Eve varınca kapıyı çalıp; “Ey Resulallahın kerimesi! Bana Resulallahın kamçısını ver!” deyince, Fatıma validemiz; “Ya Bilal! Şimdi ne hac zamanı, ne de gaza! Babam kamçıyı ne yapacak?” diye sordu. Bilal ; “Ey Fatıma! Haberin yok mu? Resulallaha onunla kısas yapılacak!” dedi. Fatıma validemiz; “Ya Bilal! Resulallahtan kısas ile hakkını almaya kimin gönlü razı olur? Madem ki, istedi vereyim. Fakat, Hasen ve Hüseyine söyle, hakkını kim alacaksa, kısası kendilerine yaptırsınlar. O zat, hakkını onlardan alsın. Sakın Resulallaha kısas yaptırmasınlar” diye Bilale sıkıca tembih etti. Bilal mescide geldi ve kamçıyı Resulallah efendimize, O da Ukaşeye verdi. Ebu Bekir ve Ömer bu durumu görünce; “Ey Ukaşe! İşte biz yanında hazırız, hakkını bizden al. Ne olur, Resulallahtan alma!” diye yalvardılar. Bunun üzerine Peygamber efendimiz Ebu Bekre; “Ey Ebu Bekr! Sen bırak, çekil aradan. Ey Ömer! Haydi sen de çekil. Allah, sizin yüksek derecenizi bilmektedir” buyurdu. Sonra Ali kalktı; “Ey Ukaşe! Resulallaha vurmana, gönlüm razı olmuyor. İşte sırtım ve karnım, Gel hakkını benden al, istersen yüz kere vur. Fakat Resulallaha dokunma!” deyince, Peygamber efendimiz; “Ey Ali! Sen de otur. Allah, senin de yüksek mertebeni, durumunu bilmektedir” buyurdu. Bu defa Hasen ile Hüseyin kalktılar; “Ey Ukaşe! Sen de biliyorsun ki, biz Resulallahın torunlarıyız. Onun için bize kısas, Resulallaha kısas demektir. Hakkını bizden al, ne olur Resulallaha vurma!” deyince, Peygamber efendimiz, onlara; “Siz de oturunuz, ey iki gözümün neşeleri” buyurdular. Sonra; “Ey Ukaşe! Gel vur!” buyurdular. Ukaşe; “Ya Resulallah! Sen bana vurduğun zaman benim vücudum açıktı” deyince, sevgili Peygamberimiz mübarek sırtını açtı. Bu sırada Eshab-ı kiramdan hıçkırıklar duyuldu; “Ya Ukaşe! Resulallahın mübarek sırtına vuracak mısın?” dediler.
Herkes üzüntü içerisinde bekleşiyordu. Ukaşe, Resulallah efendimizin mübarek sırtındaki Peygamberlik mührünü görünce, birden bire; “Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah! Hakkını almak için, senin o mübarek sırtına vurmaya, sana kısas yapmaya kimin gücü yeter, buna kim cesaret edebilir?” diyerek, Kainatın sultanının mübarek mühr-i nübüvvetini öpüverdi. Bunun üzerine Resulallah efendimiz ona; “Hayır, ya vuracaksın, Yahut affedeceksin” buyurunca, Ukaşe hazretleri; “Canım sana feda olsun ya Resulallah! Affettim. Acaba Allah da beni kıyamet gününde affeder mi?” dedi. Peygamber efendimiz; “Kim, benim Cennetteki arkadaşımı görmek isterse, bu pir-i faniye (ihtiyara) baksın” buyurdular. Resulallah efendimizin bu mübarek sözünü duyan Eshab-ı kiram, onun iki gözü arasından öpmeye başladı. Hepsi; “Ne mutlu sana, ne mutlu sana! Ey Ukaşe! Resulallah ile beraber olmanın hürmetine, Cennette yüksek derecelere kavuştun” diyorlardı.
Safer ayının son günleriydi. alemlerin efendisi , kuzeydeki Bizans imparatorluğunun, müslümanlar için büyük bir tehlike olmadan önce, onları tekrar İslama davet etmek, kabul etmezlerse harbetmek ve İslam Devletinin emrine sokmak istiyordu. Bu sebeple Rumlarla muharebe etmek üzere kahraman Eshabının hazırlanmasını emir buyurdular. Eshab-ı kiram hazırlık yapmak için dağıldı. Resulallah efendimiz, Üsame bin Zeydi çağırdılar; “Ey Üsame! Şama, Belka sınırına, Filistindeki Daruma, babanın şehid edildiği yere kadar, Allahın ismiyle ve bereketiyle git. Onları atlara çiğnet. Seni, bu orduya başkumandan tayin ettim. Übnalıların üzerine ansızın varıp, üzerlerine şimşek gibi saldır. Varacağın yere haber ulaşmayacak şekilde hızlı git. Yanına kılavuzları alıp, casus ve gözcüleri önünden ilerlet, Allah zafer ihsan ederse, onların arasında az kal” buyurdular. Cürfte karargah kurmalarını emir buyurup, mübarek elleriyle sancağı bağlayarak teslim ettiler. Mescidde minbere çıktılar; “Ey Eshabım! Üsamenin babası Zeyd, kumandanlığa nasıl layık ve benim katımda nasıl en sevgiliyse, ondan sonra, oğlu Üsame de kumandanlığa öyle layıktır. Üsame, benim katımda insanların en sevgililerindendir” buyurdu.
Hazret-i Üsamenin kumandası altında, savaşa gideceklerin arasında; Ebu Bekr, Ömer, Ebu Ubeyde bin Cerrah, Sad bin Ebi Vakkas gibi Eshabın ileri gelenleri de vardı. Fakat ertesi gün, Kainatın sultanı aniden hastalandığı için, ordunun gitmesi Peygamber efendimizin ahirete irtihalinden sonraya kalmıştı. Sevgili Peygamberimiz, şiddetli sıtmaya yakalanmışlardı. Gittikçe ateşi artıyor, hastalık şiddetleniyordu. Ağrılarının azaldığı bir gece yarısı, yatağından kalktılar. Giyinerek gitmeye hazırlandılar. Bunu gören Ayşe validemiz; “Anam-babam, canım sana feda olsun ya Resulallah! Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu; Server-i alem efendimiz; “Baki kabristanlığında medfun bulunanlar için istiğfar etmek üzere emir aldım. Oraya gidiyorum” buyurdu. Yanına Ebu Müveyhib ile Ebu Rafiyi alarak gittiler. Mezarlıkta uzun uzun dua edip, onların af ve mağfireti için Allaha yalvardılar. Peygamber efendimizin bu ısrarlı yalvarması karşısında, yanında bulunan sahabiler; “Biz de, şimdi burada medfun bulunsaydık da, Resulallah efendimizin bu duasına mazhar olmakla şereflenseydik!” dediler. Sevgili Peygamberimiz, Ebu Müveyhibe dönerek; “Ey Ebu Müveyhib! Ben, dünya hazineleri ile ahiret nimetlerini seçmede serbest bırakıldım, istersen dünyada baki ol, sonra Cennete git, istersen Likaullah (Allaha kavuşmak) hasıl olup Cennete gir dediler. Ben, Likaullahı ve sonra Cenneti seçtim” buyurdu.
Bir gün de, Uhudda bulunan şehidler için mağfiret dilemek üzere yola çıktılar. Onlar için, Allaha uzun uzun yalvararak dua eylediler. Sonra mescide gelip Eshab-ı kirama; “Ben, sizin Kevser havuzuna en önce kavuşanınız, karşılayanınız olacağım. Sizinle buluşma yerimiz orasıdır… Ben, sizin için, benden sonra müşrikliğe dönersiniz diye korkmam. Ancak dünyaya kapılır, onun için birbirinizi kıskanır, birbirinizi öldürürsünüz. Neticede sizden öncekilerin yok olup gittikleri gibi, siz de, yok olur gidersiniz diye korkarım!…” buyurdular. Sonra saadethanelerini teşrif ettiler.
Hastalıkları ağırlaşmıştı. Mübarek hanımefendileri, sevgili Peygamberimizin, Ayşe validemizin evinde kalmalarını, kendi haklarını ona tercih ettiklerini bildirdiler. Zevce-i mutahharalarının bu fedakarlıklarına memnun olup, hepsine dua ettiler ve ondan sonraki günlerini Ayşe validemizin evinde geçirmeye başladılar.
Resulallah sallallah aleyhi ve sellem efendimizin, ateşi çok artmıştı. Ateşin şiddetinden yatağında, bir taraftan diğer tarafa dönmek mecburiyetinde kalıyordu. O halde iken, Eshab-ı kiram, ziyarete gidiyor, Efendimizin çektiği şiddetli sıkıntıya ziyadesiyle üzülüyorlardı. Ebu Said-i Hudri anlattı ki: “Resulallahın mübarek huzuruna gitmiştim. Üzerinde kadife bir örtü bulunuyordu. Sıtmanın sıcaklığı örtüden dışarı çıkıyor, hararetten elimizi örtüye dokunduramıyorduk. Hayretimizi ve üzüntümüzü gören Resulallah efendimiz; “En şiddetli bela, peygamberlere olur. Buna rağmen peygamberin belalara sevinmesi, sizin, verilen ihsanlara sevinmenizden daha fazladır” buyurdu.”
Ümmü Bişr bin Bera anlattı: “Resulallahın ziyaretine gitmiştim. Mübarek vücudu ateş gibi yanıyordu. “Canım sana feda olsun ya Resulallah! Ben, hiç bir zaman böyle şiddetli bir hastalık görmedim!…” dedim. Buyurdular ki; “Ey Ümmü Bişr! Sıtmanın şiddetli olması, sevabımın çok olması içindir. Bu hastalık, Hayberde tatmış olduğum zehirli etin eseridir. O etin acısını her zaman duyardım. O gün yediğim zehir, şimdi ebherimi yani avort damarımı koparmaktadır” buyurdu.
Sevgili Peygamberimiz, Abdullah bin Mesud hazretlerine de buyurdu ki: “Hastalığa tutulan hiç bir müslüman yoktur ki, Allah, onun hata ve günahlarını, ağacın yaprakları döküldüğü gibi dökmesin!”
Hastalık günden güne şiddetleniyordu. Eshab-ı kiram bu duruma çok üzülüyor, evlerinde rahat edemiyorlardı. Mescide toplandılar. Peygamber efendimizin durumunu sormak üzere Aliyi huzura gönderdiler. alemlerin efendisi, işaretle; “Eshabım ne diyorlar?” diye sordular. O da; “Resulallah aramızdan giderse!… diye çok üzülüp telaş ediyorlar” dedi. Eshabına olan merhametleri çok daha fazla olan sevgili Peygamberimiz, hastalığının şiddetine katlanarak kalktılar, Ali ve Fadl bin Abbasa dayanarak mescide geldiler. Minbere çıkarak Allaha hamd ve sena ettikten sonra, Eshab-ı kirama; “Ey Eshabım! Benim ölümümü düşünüp telaş ediyormuşsunuz. Hiç bir peygamber ümmeti arasında sonsuz kaldı mı ki, ben de sizin aranızda sonsuz kalayım? Biliniz ki, ben Rabbime kavuşacağım. Size nasihatim olsun ki, Muhacirlerin büyüklerine saygı gösteriniz! Ey Muhacirler! Size de vasiyetim şudur ki, Ensara iyilik ediniz! Onlar size iyilik etti. Evlerinde barındırdı. Geçinmeleri sıkıntılı olduğu halde, sizi kendilerinden üstün tuttular. Mallarına sizi ortak ettiler. Her kim Ensar üzerine hakim olur ise, onları gözetsin, kusur edenleri olursa affetsin” buyurdu. Sonra çok güzel tesirli nasihatlar edip; “Allah, bir kulunu dünyada kalmak ile, Rabbine kavuşmak arasında serbest bıraktı. O kul, Rabbine kavuşmak istedi” buyurdu. Ebu Bekr, Resulallah efendimizin sözleriyle vefatına işaret buyurduğunu anlayıp; “Canımız sana feda olsun ya Resulallah!” diyerek ağlamaya başladı. Merhamet deryası, sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi vesellem; “Ağlama ya Eba Bekr!” buyurarak ona, sabr ve katlanmak lazım geldiğini emretti. Mübarek gözlerinden yaş akıyordu. “Ey Eshabım! Din-i İslam yolunda sıdk ve ihlas ile malını feda eden Ebu Bekrden çok razıyım. ahiret yolunda arkadaş edinmek elde olsaydı, onu seçerdim” buyurdu ve; “Mescide açılan kapılardan Ebu Bekrin ki hariç hepsini kapatınız” diye emrettiler. Sonra, minberden inerek Ayşe validemizin odasına döndüler. Eshab-ı kiram ağlamaya başladılar. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, Alinin ve Fadl bin Abbasın kollarına girerek tekrar mescidi teşrif ettiler. Minberin alt basamağında durup, Eshab-ı kirama şöyle buyurdular: “Ey Muhacirler ve ey Ensar! Vakti belli olan bir şeye kavuşmak için acele etmenin faydası yoktur. Allah, hiç bir kulu için acele etmez. Bir kimse Allahın kaza ve kaderini değiştirmeye, iradesinden üstün olmaya kalkışırsa, onu kahr ve perişan eder. Allaha hile etmek, Onu aldatmak isteyenin işleri bozulup, kendi aldanır. Biliniz ki, ben sizlere karşı rauf ve rahimim. Siz de bana kavuşacaksınız. Kavuşacağınız yer, Kevser havuzunun başıdır. Cennete girmek, bana kavuşmak isteyen, boş yere konuşmasın. Ey müslümanlar! Kafir olmak, günah işlemek; nimetin değişmesine, rızkın azalmasına sebeb olur. İnsanlar, Allahın emirlerine itaat ederse, hükümet başkanları, amirleri, valileri onlara merhamet ve şefkat eder. Fısk, fücur, taşkınlık yapar, günah işlerlerse, merhametli başkanlara kavuşamazlar. Benim hayatım, sizin için hayırlı olduğu gibi, ölümüm de hayırdır ve rahmettir. Eğer bir kimseyi haksız yere döğmüş veya fena bir söz söylemiş isem, bana aynı şeyi yaparak hakkını almasına, birinizden haksız bir şey almış isem, geri istemesine razıyım ve helallaşmağa hazırım. Çünkü, dünya cezası, ahiret cezasından pek hafiftir. Buna katlanmak daha kolaydır.” Daha önce Ebu Bekrden memnuniyetini ifade ettikleri gibi, bu hutbede de Ömerden memnuniyetlerini bildirip; “Ömer benimledir, ben de onunlayım. Benden sonra hak Ömerle beraberdir” buyurdular. Resulallah efendimiz bu hutbeden sonra minberden indi. Namazdan sonra tekrar minbere çıkıp, vasiyyet ve nasihatten sonra; “Sizi Allaha ısmarladım” buyurdular ve Eshabdan ayrılıp odasını teşrif ettiler.
alemlerin efendisi , şiddetli ağrılarının olduğu bir gün, Eshab-ı kiram ile helallaşmak, ahirete kul haklarıyla gitmemek için Bilal-i Habeşi hazretlerini çağırttı. Ona; “Halka seslen! Mescide toplansınlar. Onlara son vasiyetimi yapmak istiyorum!…” buyurdular. Bilal, Eshabı mescide topladı. Sevgili Peygamberimiz, Ali ve Fadla dayanarak mescidi teşrif ettiler. Minbere oturup, Allaha hamd ve senadan sonra; “Ey Eshabım! Bilmiş olunuz ki, aranızdan ayrılmam yaklaştı. Kimin bende hakkı varsa, benden istesin. Benim yanımda sevgili olan, benden hakkını istesin veya helal etsin ki, Rabbime ve rahmetine bunları ödemiş olarak kavuşayım” buyurdular. Sonra minberden inip, öğle namazını kıldırdılar. Namazdan sonra, tekrar minbere çıkıp, namazdan önce buyurduğunu tekrar ettiler.
Sevgili Peygamberimizin, vefatına üç gün kala, hastalığı ağırlaştı. Mescide çıkıp cemaate namaz kıldıramadılar. Cemaatla kılamadığı ilk namaz, yatsı namazı idi. Bilal her zamanki gibi, o vakitte kapıya gelip; “Es-salat, ya Resulallah!” dedi. Sevgili Peygamberimizin dermansızlıktan mescide gitmeye mecali yoktu. “Ebu Bekre söyleyiniz! Eshabıma namazı kıldırsın” buyurdu. Ayşe validemiz; “Canım sana feda olsun ya Resulallah! Babam yumuşak kalbli ve çok üzüntülüdür. Zat-ı alinizin makamına durup, orada sizi göremezse ağlamaktan okuyamaz. İmamete Ömerin geçmesini emreder misiniz?” diyerek sual eyledi. Peygamber efendimiz tekrar; “Ebu Bekre söyleyiniz! Eshabıma imam olup namazı kıldırsın ” buyurdular. Bilal, Ebu Bekr-i Sıddıka durumu bildirdi. Ebu Bekr, mihrabda Resulallah efendimizi göremeyince, kalbinden vurulmuşa döndü, aklı gideyazdı. Ağladı!… ağladı!… Eshab-ı kiram da ağlaşmaya başladılar. Habibullah efendimiz, mescidden gelen bu feryadın ne olduğunu sorunca, Fatıma validemiz; “Canım sana feda olsun ya Resulallah! Eshabın, ayrılığınıza dayanamadığı için ağlıyorlar!…” diye durumu arzetti. Merhamet deryası sevgili Peygamberimiz çok müteessir olmuşlardı. Eshabını teselli eylemek için hastalığının bu kadar şiddetine rağmen, güçlükle kalktılar. Ali ve Abbasa dayanarak mescide geldiler. Namazdan sonra; “Ey Eshabım! Siz, Allahın hıfzındasınız ve sizi Allaha emanet ettim! Takva üzere olun. Allahtan korkun. Allahın emrini tutun ve itaat edin. Ben, artık bu dünyadan ayrılıyorum” buyurdular.
Hazret-i Ebu Bekr, Eshab-ı kirama onyedi vakit namaz kıldırdı. Bir defasında öğle namazı kıldırıyordu. O sırada Kainatın sultanı, mübarek vücudlarında bir hafiflik hissetmişler, Ali ve Abbasa dayanarak mescide gelmişlerdi. Ebu Bekr-i Sıddık , sevgili Peygamberimizin teşrif ettiğini anlayıp, geriye çekilmek istedi. Efendimiz ona; “Yerinde dur!” anlamında işaret buyurdu. Peygamber efendimiz, Ebu Bekrin solunda, Eshabına son defa namaz kıldırdılar.
Sevgili Peygamberimizin vefatından üç gün evveldi. Cebrail , Resulallah efendimizi ziyarete gelip; “Ya Resulallah! Allahın sana selamı var. Durumunuzu bildiği halde, nasıl olduğunuzu, kendinizi nasıl hissettiğinizi soruyor” dedi. alemlerin efendisi ise; “Mahzunum!” buyurdular. Cebrail , Pazar günü de geldi ve aynı şeyleri söyledi. Peygamber efendimiz yine evvelki cevabı verdiler. Cebrail ayrıca; Yemende peygamber olduğunu söyleyen Esed-i Ansinin öldürüldüğünü haber verdi. Resulallah de, Eshabına bildirdi. Hastalıktan önce, kendilerine gelmiş olan birkaç altını fakirlere, bir kaçını da Ayşeye vermişlerdi. Pazar günü, Resulallahın hastalığı ağırlaştı. Huzuruna gelen ordu kumandanı Üsameye bir şey söylemediler. Fakat mübarek kollarını kaldırıp onun üzerine sürdüler. Ona dua ettikleri anlaşıldı.
Sevgili Peygamberimizin dünyayı şereflendirdiği ve ahirete irtihal buyurduğu gün Pazartesi idi. Hastalıklarının onüçüncü ve son günü… alemlerin efendisi, Eshab-ı kiram Mescid-i şerifte saf saf olup Ebu Bekr-i Sıddık hazretlerinin arkasında sabah namazını kılarlar iken, Mescid-i şerife geldiler. Ümmetinin saf saf olup ibadet ettiklerini gördüler. Sevinerek tebessüm buyurdular. Kendileri de Ebu Bekre uyup, arkasında namaz kıldılar. Eshab-ı kiram, Resulallahı mescidde görünce, hastalık geçti sanarak sevindiler. Resulallah ise Ayşenin odasını teşrif buyurup yattılar. “Allahın huzuruna, dünya malı bırakmadan gitmek isterim, yanında kalan altınları da, fakirlere dağıt” buyurdular. Sonra ateşi arttı. Bir müddet sonra, tekrar gözlerini açıp, Ayşeye altınları dağıtıp dağıtmadığını sordular. Dağıtacağını söyledi. Bunların hemen dağıtılmasını tekrar tekrar emir buyurdular. Hemen dağıtılıp bildirilince; “Şimdi rahat ettim” buyurdular.
Yataklarında bir müddet istirahat buyurduktan sonra, huzur-i şeriflerine Aliyi çağırdılar. Mübarek başını onun kucağına koydular. Mübarek alnı terlemiş, mübarek rengi değişmişti. Fatıma validemiz, mübarek babasının o halini görünce, bakmaya dayanamadı ve oğulları Hasen ile Hüseynin yanına gitti. Ellerinden tutup ağlamaya başladı. “Ey benim babam! Kızını kim gözetir! Hasen ve Hüseyini kime emanet edersin? Vay babam! Canım sana feda olsun! Senden sonra benim halim nice olur! Gözüm, mübarek yüzünden sonra kime bakar!” Resulallah efendimiz, kızının gönülleri yakan bu sözlerini işitince, mübarek gözlerini açtı ve onu yanına çağırdı. “Ya Rabbi! Buna sabır ihsan eyle” diye dua ettikten sonra; “Ey Fatıma! Ey gözümün nuru! Baban can çekişme halindedir!” buyurunca, içli iniltilerle ağlaması daha da arttı. Ali; “Ey Fatıma! Ne olur sus, Resulallahı daha fazla üzme!” deyince, sevgili Peygamberimiz; “İncitme ya Ali! Bırak babası için gözleri yaş döksün!…” buyurduktan sonra, mübarek gözlerini yumarak kendinden geçer gibi oldu.
Sonra Hasen, mübarek dedesinin huzur-i şerifine gelip; “Ey benim mübarek dedem! Senin ayrılığına kim dayanabilir! Gönül perişanlığımızı kime arz ederiz! Senden sonra anneme, babama ve kardeşime kim şefkat eder? Ezvacın ve Eshabın, o güzel ahlakınızı nerede bulurlar!…” diyerek ağlayınca, Peygamber efendimizin mübarek hanımefendilerinde dayanacak hal kalmadı. Hep birlikte ağlamaya başladılar.
Dışarda pek müteessir bir halde bekleyen Eshab-ı kiram, Peygamber efendimizin rahatsızlıklarının çok arttığını işitince, gönülleri dağlandı. Ağlamaya başladılar. Son bir defacık olsun, sevgili Peygamberlerinin mübarek cemalini görmek için; “Ne olur, kapıyı açın! Resul ın mübarek yüzünü bir defa daha görelim!…” diyerek kapıda yalvarıyorlardı. alemlere rahmet olarak gönderilen Allahın habibi, sevgilisi, Esbabının bu yakarışlarını işitince, merhamet eyleyip; “Kapıyı açınız!” buyurdular. Eshabın ileri gelenleri içeri girdiler. Sevgili Peygamberimiz, onlara sabır tavsiye ettikten sonra; “Ey Eshabım! Siz, insanların en üstünleri, en şereflilerisiniz. Sizden sonra kim gelirse gelsin, siz hepsinden önce Cennete girersiniz. Dini ayakta tutmakta metin olun ve Kuran-ı azimi imam (rehber) edinin. Dinin hükümlerinden gafil olmayın” buyurdu. Sonra; “Ya Rabbi! Tebliğ ettim mi?” deyip mübarek gözlerini kapadı. Mübarek yüzü terledi. Ali, Eshaba işaretle çıkmalarını söyledi.
Onlar gittikten sonra, huzura Ayşe validemiz gelip, nasihat istedi. Peygamber efendimiz; “Ey Ayşe! Evinin köşesine oturarak kendini muhafaza eyle!” buyurduktan sonra, mübarek gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Kainatın sultanı ağlıyordu… Oradakilerin gönülleri yaralandı, ciğerleri parçalandı. Ümmü Seleme validemiz; “Canım sana feda olsun ya Resulallah! Niçin ağlıyorsunuz?” diyerek sual eylediğinde; “Ümmetime merhamet olunması için ağlıyorum” buyurdu.
Güneş tepeye doğru yükseliyordu. Vakit yaklaşmıştı… Sevgili Peygamberimizin mübarek başı, Ayşe validemizin göğsüne yaslı bulunuyordu. alemlerin efendisi, artık son anlarını yaşıyor, mübarek dudaklarından “Aman! Aman! Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız! Onların üzerlerine elbise giydiriniz, karınlarını doyurunuz. Onlara yumuşak konuşunuz. Namaza, namaza devam ediniz. Kadınlarınız ve köleleriniz hakkında Allahtan korkunuz!… Ey Allahım! Beni yarlığa! Bana rahmetini ihsan eyle!… Beni Refik-i ala zümresine kavuştur!…” cümleleri dökülüyordu. Fatıma validemizin gözyaşları sel gibi akıyor, iniltisi ciğerleri dağlıyordu. Sevgili Peygamberimiz onu yanına oturtup; “Kızım, bir miktar sabreyle, ağlama. Zira Hamele-i Arş (melekler) senin ağlaman üzerine ağlaşırlar” buyurdu. Fatıma validemizin gözyaşını sildi. Teselli verip, Allahtan sabır diledi ve; “Ey kızım, benim ruhum kabz olacak. “İnnalillahi ve inna ileyhi raciun” diyesin. Ey Fatıma! Gelen her musibete bir karşılık verilir” buyurdu. Bir müddet mübarek gözlerini kapayıp, sonra; “Bundan sonra babana üzüntü ve gussa (keder, tasa) olmaz. Zira fani alemden ve mihnet yerinden kurtuluyor” buyurdu. Sonra Aliye; “Ya Ali! Zimmetimde filan yahudinin şu kadar malı vardır. Asker hazırlamak için almıştım. Sakın onu ödemeyi unutma. Elbette zimmetimi kurtarırsın ve Kevser havzı başında benimle görüşeceklerin birincisi sensin. Benden sonra sana çok zarar gelir, sabır edesin. İnsanlar dünyayı istedikleri vakit sen ahireti seçesin” buyurdu.
Üsame tekrar geldi. Resulallah efendimiz; “Allah yardımcın olsun! Haydi cenge git!” buyurdu. O da çıkıp ordusuna gitti. Hemen hareket emrini verdi.
alemlerin efendisi, artık son nefeslerini veriyordu… Vakit iyice yaklaşmıştı… Allah, Azrail a; “Habibime en güzel surette git! Eğer izin verirse ruhunu çok yumuşak ve hafif olarak al. İzin vermezse geri dön!” diye vahyetti. Azrail , en güzel surette, insan kıyafetinde, sevgili Peygamberimizin saadethanelerinin kapısına geldi ve; “Esselamü aleyküm ey nübüvvet evinin sahibi! İçeri girmeğe izin verir misiniz? Allah size rahmet eylesin?” dedi. Ayşe validemiz, sevgili Peygamberimizin yanıbaşında oturan Fatımaya; “Bu gelene sen cevap ver” dedi. O da, kapıya varıp, çok üzüntülü bir ses ile; “Ey Allahın kulu! Resulallah şu anda, kendi haliyle meşguldur” dedi. Azrail , tekrar izin istedi. Aynı cevap verildi. Üçüncü defa selamını tekrarlayıp, mutlaka girmesi gerektiğini yüksek sesle söyleyince, Peygamber efendimiz haberdar oldular ve “Ya Fatıma! Kapıda kim var!” buyurdular. Fatıma; “Ya Resulallah! Kapıda birisi girmek için izin ister. Bir kaç defa cevap verdim. Fakat üçüncü seslenişinde vücudum ürperdi” dedi. Bunun üzerine Resulallah efendimiz; “Ey Fatıma! Kapıdaki kimdir, biliyor musun? O; lezzetleri yıkan, toplulukları darmadağınık eden, kadınları dul, çocukları yetim bırakan, evleri harab, kabirleri mamur eden, ölüm meleği Azraildir. Ey Azrail gir” buyurdu. O zaman Fatıma validemiz, tarif edilmez bir ızdıraba düştü ve mübarek ağızlarından şu cümleler döküldü; “Vah Medine harab oldun?” Peygamberimiz, Fatımanın elini tutup mübarek göğsüne koydular ve mübarek gözlerini kapadılar. Hazır olanlar, mübarek ruhunun kabzolduğunu sandılar. Fatıma validemiz dayanamayıp, babasının mübarek kulağına doğru eğildi ve gönülleri yaralayan bir sesle; “Ey benim babacığım!…” diye seslendi. Hiç cevap gelmeyince bu sefer; “Canım sana feda olsun ya Resulallah! Ne olur mübarek gözlerini bir aç da bana bir şey söyle…” dedi. alemlerin efendisi, mübarek gözlerini açıp, kızının gözyaşlarını sildi ve onun kulağına vefat edeceğini bildirdi. Bunun üzerine Fatıma ağlamaya başladı. Bu defa kulağına; “Ehl-i beytimden, ilkönce, benim yanıma gelecek sensin!” buyurdular. O da bu müjdeye sevinip teselli buldular.
Hazret-i Fatıma validemiz; “Ey babacığım! Bugün ayrılık günü! Bir daha sana ne zaman kavuşurum?” diye sordu. Resulallah efendimiz; “Ey kızım! Beni kıyamet günü havzın kenarında bulursun. Ümmetimden, havza gelenlere su veririm” buyurdu. Fatıma; “Eğer seni orada bulamazsam, ne yaparım?” diye sorunca, Peygamber efendimiz; “Mizanın yanında bulursun. Orada, ben ümmetime şefaat ederim” buyurdu. Fatıma validemiz; “Orada da bulamazsam ya Resulallah!” deyince, Peygamber efendimiz; “Sıratın yanında bulursun. Ben orada Rabbime; “Ya Rabbi! Benim ümmetimi ateşten muhafaza eyle” diye yalvarırım” buyurdu.
Bundan sonra Ali hüzünlü bir sesle; “Ya Resulallah! Siz ruhunuzu teslim ettikten sonra, sizin gaslinizi kim yapacak, neye kefenleyeceğiz. Namazınızı kim kıldıracak, kabre kim koyacak?” diye sordu. Peygamber efendimiz; “Ey Ali, beni sen yıka, Fadl bin Abbas sana su döksün. Cebrail sizin üçüncünüz olur. Gasl (yıkama) işimi bitirince, kefenimi yaparsınız. Cebrail, Cennetten güzel koku getirir. Sonra beni mescide götürünüz ve çıkınız. Çünkü ilk önce Cebrail, sonra Mikail, sonra İsrafil, sonra melekler grup grup namazımı kılacaklar. Daha sonra siz giriniz, saf saf olunuz. Hiç kimse benden öne geçmesin” buyurdu.
Sonra, beklemekte olan Azrail a; “Ey Azrail! Ziyaret için mi geldin, yoksa ruhumu kabzetmek için mi?” diye sorunca, Azrail ; “Hem misafir, hem de vazifeli olarak geldim. Allah bana, senin huzuruna izinle girmemi emretti. Mübarek ruhunu ancak izninle alırım. Ya Resulallah! İzin buyurursan, emrinize uyar, ruhunuzu kabz ederim. Yoksa döner, Rabbime giderim” dedi. Peygamber efendimiz; “Ey Azrail! Cebraili nerede bıraktın?” buyurdu. Cebraili dünya semasında bıraktım. Melekler, onu senin vefatın sebebiyle taziye ediyorlar” dedi. Böyle konuşurlarken Cebrail geldi. Resulallah efendimiz; “Ey kardeşim Cebrail! Artık dünyadan göç vakti geldi. Allahın katında benim için ne var? Bana onu müjdele de gönül rahatlığı ile emaneti sahibine teslim edeyim” buyurdu. Cebrail ; “Ey Allahın sevgilisi! Ben semanın kapısını açık bıraktım. Melekler saf saf olmuşlar, senin ruhunu sevgiyle beklerler” dedi. Peygamber efendimiz; “Hamd, Allaha mahsustur. Sen bana müjde ver! Rabbimin nezdinde benim için ne var?” buyurdu. Cebrail ; “Ya Resulallah! Senin teşrifinden dolayı, Cennet kapıları açılmış, Cennetin nehirleri akmış, Cennetin ağaçları sarkmış, huriler süslenmiştir” dedi.
Peygamber efendimiz yine; “Hamd, Allaha mahsustur. Sen bana başka müjde ver ya Cebrail!” buyurdu. Cebrail ; “Ya Resulallah! Sen kıyamet günü ilk şefaat eden ve ilk şefaati kabul olunansın” dedi. Sevgili Peygamberimiz tekrar; “Hamd Allaha mahsustur. Ya Cebrail! Bana başka müjde ver” buyurunca, Cebrail ; “Ya Resulallah! Sen neyi soruyorsun?” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Benim bütün endişem, üzüntüm ve kederim, benden sonra geride bıraktığım ümmetimdir” buyurdu. Cebrail; “Ey Allahın Habibi! Allah kıyamet günü, sen razı oluncaya kadar ümmetini bağışlar. Bütün peygamberlerden önce seni, bütün ümmetlerden önce senin ümmetini Cennete koyacaktır” dedi. Sevgili Peygamberimiz, Cebrail a; “Allah katında üç muradım vardır: Biri, ümmetimin günahkarlarına beni şefaatçi etmesi, ikincisi, dünyada yaptıkları günahlardan dolayı onlara azab etmemesi, üçüncüsü, Perşembe ve Pazartesi günleri ümmetimin amellerinin bana arzedilmesidir. (Eğer amelleri iyi ise dua ederim, Allah kabul eder. Kötü ise şefaat edip, amel defterinden silinmesini isterim)” buyurdu. Cebrail , Allahtan, bu üç arzusunun da kabul edildiği haberini verdi. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz rahatladılar.
Allah vahy etti ki: “Ey Habibim! Ümmetine bu kadar muhabbet ve şefkat göstermeni, mübarek kalbine kim getirdi?” Peygamber efendimiz; “Beni yaratıp, terbiye eden Rabbim teala” diye cevap verdi. Cenab-ı Hak da; “Senin ümmetine, benim rahmetim, merhametim seninkinden bin kat fazladır. Onları bana bırak” buyurdu. Sonra sevgili Peygamberimiz; “Şimdi rahatladım. Ey Azrail! Emrolunduğun vazifeyi yerine getir!” buyurdu.
Azrail , vazifesini yapmak üzere hürmetine yaratıldığı Kainatın sultanının huzuruna yaklaştı. Sevgili Peygamberimiz, yanındaki su kabına mübarek iki elini batırıp, ıslak ellerini mübarek yüzüne sürdü ve; “La ilahe illallah! Ey Allahım! Refik-i ala!…” buyurdu. Azrail , alemlerin efendisinin mübarek ruhunu almaya başladı. Resulallah efendimizin mübarek benzi bazan kırmızı oluyor, bazan sararıyordu. Azrail a; “Ümmetimin canını da böyle şiddet ve zorla mı alırsın!” buyurunca, o; “Ya Resulallah! Hiç kimsenin canını böyle kolay almadım” cevabını verdi. Son anında bile ümmetini unutmayan sevgili Peygamberimiz; “Ey Azrail! Ümmetime edeceğin şiddeti bana eyle! Zira onlar zayıftır, dayanamazlar…” buyurdu. Sonra; “La ilahe illallah! Refik-i ala!” buyurdular ve mübarek ruhları alındı ve ala-yı illiyyine ulaştırıldı…
Essalatü veselamü aleyke ya Resulallah!
Essalatü vesselamü aleyke ya Habiballah!
Essalatü vesselamü aleyke ya Seyyidel evveline vel-ahirin!
Şefaat ya Resulallah! Dahıylek ya Resulallah!
Cebrail , Peygamber efendimize; “Esselamü aleyküm ey Allahın Resulü! Benim maksudum, matlubum sen idin. Artık, bir daha yeryüzüne gelmem!” diyerek veda eyledi.
Resulallah efendimizin mübarek ruhu, yüksek aleme gidince, Fatıma validemiz ve ezvac-ı tahirat (ünne) sesli sesli ağlamaya başladılar.
Bu sırada sahibi görünmeyen bir ses;
“Esselamü aleyküm ya Ehl-i beyt! Ve Rahmetullahi ve berekatühü” diye selam verdi ve; “Biliniz ki, her canlı ölümü tadacaktır. Ve kıyamet günü, size ecirleriniz tamamiyle verilecektir” mealindeki al-i İmran suresinin 185. ayet-i kerimesini okudu. Sonra, onlara teselli verip: “Allahın ihsanlarına, ikramlarına güveniniz. Ona sarılıp, Ondan umunuz. Feryad etmeyiniz! Asıl musibete uğrayan, sevabdan mahrum kalandır!” diyerek taziyede bulundu.
Bu sözleri oradakilerin hepsi işitip selamına cevap verdiler. Bunları söyleyen Hızır idi.
Resulallahta mevt (ölüm) alametleri görülünce, Ümm-i Eymen , oğlu Üsameye haber gönderdi. Üsame, Ömer ve Ebu Ubeyde bu acı haberi alınca, ordudan ayrılıp, Mescid-i Nebeviye geldiler.Ayşeve diğer hatunlar ağlayınca, Mescid-i şerifteki Eshab-ı kiram şaşırdı. Ne olduklarını anlayamadılar. Beyinlerinden vurulmuşa döndüler. Ali ölü gibi, hareketsiz kaldı. Osmanın dili tutuldu. Ebu Bekr, o anda evinde idi. Koşarak geldi. Hemen hücre-i seadete girdi. Fahr-i alemin yüzünü açtı. Vefat etmiş olduğunu gördü. Mübarek yüzü ve her yeri latif, nazif olarak, nur gibi parlıyordu. “Mematın da, hayatın gibi ne güzel ya Resulallah!” diyerek, öptü. Çok ağladı. Mübarek yüzünü örttü. Evdekilere teselli verdi. Mescid-i şerife geldi. Minbere çıkarak Eshab-ı kirama bir hutbe okudu. Allaha hamd ve sena etti ve Resulallah efendimize salat okuduktan sonra: “Her kim Muhammed a iman etmişse bilsin ki, Muhammed vefat etti. Her kim Allaha tapıyorsa, O, hayy (diri) ve bakidir (ölmez, ebedidir)” buyurdu ve sonra; “Muhammed resuldür. Ondan önce de resuller gelmiştir. O da ölecektir. Vefat ederse veya öldürülürse, dininizden, döner misiniz? Dininden çıkan olursa, Allaha zarar vermez. Kendine zarar verir. Dininden dönmeyenlere, Allah sevablar verir” mealindeki al-i İmran suresinin 144. ayet-i kerimesini okudu. Eshab-ı kirama nasihat edip, ortalığı düzene koydu. Böylece; hepsi Resulallahın vefat etmiş olduğuna inandı. Hüzün ve keder, Eshab-ı kiramın yüreğine bir zehirli hançer gibi saplandı. Gözler ağlar, gözyaşları çağlar, hasret ateşi herkesin ciğerini dağlar idi.
Eshab-ı kiram (aleyhimürrıdvan) ilk iş olarak, bütün işleri idare etmesi için Ebu Bekri, halife seçtiler. Ona biat edip, tabi oldular ve emrine göre, işleri görmeye başladılar. Resulallah efendimiz, hicretin onbirinci yılında (miladi 632) Rebi-ül-evvel ayının 12sinde Pazartesi günü öğleden evvel ahirete irtihal eyledi. O anda Kameri seneye göre 63, şemsi seneye göre de 61 yaşında bulunuyordu.
Peygamber efendimizi, Ali, Abbas, Fadl bin Abbas, Kusem bin Abbas, Üsame bin Zeyd, Salih yıkadılar. Yıkama esnasında mübarek vücudundan öyle bir misk kokusu yayıldı ki, şimdiye kadar hiç kimse öyle bir koku koklamamıştı. Sonra kefenlediler. Bir sedir üzerinde taşınıp, mescide getirildi. Daha önce sevgili Peygamberimizin haber verdiği şekilde, herkes mescidden dışarı çıktı. Melekler, bölük bölük gelip namazını kıldılar. Meleklerin kılması bitince, sahibi görünmeyen bir ses; “Giriniz! Peygamberinizin namazını kılınız!” diyordu. Bunun üzerine Eshab-ı kiram içeri girdi. İmamsız olarak sevgili Peygamberimizin namazını kıldılar. Çarşamba günü akşamına kadar ancak bitirebildiler.
Eshab-ı kiram, sevgili Peygamberimizin mübarek kabrinin kazılması hususunda Ebu Bekrin hatırlattığı şu hadis-i şerife uydular: “Peygamberler, ruhlarını teslim ettikleri yerde defnolunurlar.” Ebu Talha-ı Ensari hazretlerinin, Lahd şeklinde kazdığı kabr-i şerife, Çarşamba günü gece yarısına doğru defnedildi. Abbasın oğlu Kusem , kabirdeki hizmeti bitirip en son çıkan idi. Dedi ki: “Resulallahın mübarek yüzünü en son gören benim. Mübarek dudakları kıpırdıyordu. Üzerine eğilip kulak verdim; “Ya Rabbi! Ümmetim!… Ya Rabbi! Ümmetim!…” diye yalvarıyordu.
Sevgili Peygamberimiz, ahirete irtihal ettiği gün, Abdullah bin Zeyd hazretleri; “Ya Rabbi! Ben bu gözü, Habibinin mübarek nurlu yüzüne bakmak için isterdim. O görünmez olunca, artık ne yapayım! Ya Rabbi! Gözümü al!” diye dua etti ve göremez oldu.