Her peygamber gibi Yusuf ın da kendisine mahsus bazı hususiyetleri vardı. Bu hususiyetler birçok şekillerde imtihan edilmesinden sonra onda teberruz etti. İmtihanların hepsinde Allahın izniyle muvaffak oldu. Allah, ona kullarının idaresini verdi. İnsanların ihtiyaçlarını güzel bir şekilde karşıladı. Mısır kadınları tarafından çirkin işler yapması teklif edildi. Fakat o, zindanı tercih etti. Kendisine iyilikte bulunan Mısır Azizinin hakkını gözeterek, küfran-ı nimetten kaçındı. Züleyhanın tekliflerini reddedip, iyilik gördüğü kimseye ihanet etmedi. Hiçbir menfeat ve zarar, onun doğruyu söylemesine mani olamadı. Allah onu yüce kitabı Kuran-ı kerimde “Sıddık=çok doğru sözlü” olmakla övdü. Kendisine zulüm ve hıyanet edenleri af edip, onların bağışlanması için Allaha dua etti. İnsanların rüyalarını doğru olarak tabir etti. Allah, Yusuf ı; insanlara hizmet etmek ve onların ihtiyaçlarını tedarik etmekle, vazifelendirdi. O, insanları sıkıntıdan kurtarmak için, hükumet reisi batıl bir dinde olduğu halde ona giderek vazife istedi. İnsanlara güzel bir şekilde hizmet edip, onların ihtiyaçlarını gördü.
İnsanlara hizmet ederek servet sahibi olmak, yemek, içmek helaldir. Allahın Peygamberleri bile böyle çalışmışlardır.
Allahın, bir kuluna, faydalı ve güzel işler yapmağı, çok kimsenin ihtiyaçlarını sağlamasını nasib etmesi, insanların ona sığınması, bu kul için büyük bir nimettir. Allah; kullarına iyalim demiş, çok merhametli olduğundan herkesin rızkını, nafakasını üzerine almıştır. Onun iyalinden bazısının rızıklarını ve nafakalarını vermek, bunların yetişip rahat yaşamaları için birisini görevlendirirse, bu kuluna büyük ihsan da bulunmuş demektir. Bu nimete kavuşarak şükür etmesini bilen kimse, çok talihli ve pek bahtiyardır.
İmam-ı Ali Naki hazretleri, bir gün Samarra civarında bir köye gitmişti. Bir köylü kendisini aradı. Falan köye gitti dediler. Köylü de o köye gitti ve huzuruna vardı. Naki hazretleri köylüye; “Bir isteğin mi var?” diye sordu. O da; “Seyyidlerin sevenlerindenim. Çok borcum var. Bir hayli zaman geçmesine rağmen ödeyemedim. Bu borcun ağır yükünü kaldıracak sizden başka kimse de bilmiyorum” diyerek, arama sebebini anlattı. İmam-ı Naki üzülmemesini söyleyip, köylüyü misafir etti. Sabahleyin buyurdu ki; “Sana bir söz söyleyeceğim, o sözü aynen yerine getireceksin.” Köylü; “Baş üstüne efendim” dedi. İmam-ı Ali Naki, bir kağıda; “Bu köylünün borcu benim borcumdur” diye yazıp eline verdikten sonra buyurdu ki: “Ben yakında Samarraya döneceğim, bir cemaat içinde otururken bu kağıdı getir. Borcunu benden yavaşça iste!” Bunun üzerine köylü oradan ayrıldı. Bir müddet sonra İmam-ı Naki, Samarraya döndü.
Bir gün halife ve yakınları ile otururken, köylü geldi. Kağıdı çıkarıp borcunu istedi. İmam-ı Naki hazretleri çok yumuşak konuşup özürler beyan etti ve ilerideki bir günde ödeyeceğini söyledi. Bunu halife Mütevekkil duydu. Otuzbin akçeyi hemen İmama gönderdi. Vadedilen gün gelince, köylü, imamın yanına geldi. İmam hazretleri de otuzbin akçeyi köylüye vererek, sıkıntıdan kurtardı.
Ebu Abdullah Kadi, babasından şöyle nakleder: Bağdatta çok zengin olan bir tüccar arkadaşım vardı. Bir gün baktım, bütün malını mülkünü fakirlere dağıtmış. Bunun sebebini sorduğumda şöyle anlattı: “Bir gün Bağdatın bir camisinde Cuma namazı kılmaya gittim. Namazı kıldıktan sonra Bişr-i Hafinin camiden çıktığını gördüm. Acele acele bir yere gidiyordu. Ben kendi kendime zühd ve takva sahibi bir zat böyle acele acele nereye gidiyor diye merakla takib ettim. Bir fırından ekmek, bir kebapçıdan da kebap aldığını gördüm. Daha sonra da helvacıdan helva aldı. Ben kendi kendime, böyle bir zatın bunları alıp yemesini düşünerek, kızdım. Fakat nasıl yiyeceğini merak ederek takibe devam ettim. Bir süre sonra bir köye vardı. Köyün camisine girdi. Camideki yatalak bir hastaya, aldıklarını lokma lokma yedirdi. Ben bu arada köyü merak edip, neresidir diye biraz dolaştım. Sonra hastanın yanına gittim. Ona, Bişr-i Hafiyi sorunca; “Üç saat evvel Bağdata gitti” dedi. Bu köyün Bağdata uzaklığını sorduğumda, bana; 240 km. dir dedi. Ben bunu duyunca; “Benim bu yolu gidecek param yok. Burada kimseyi tanımam ve bu kadar uzun yolu da yürüyemem” dedim. Hasta şahıs; “Bekle, haftaya Bişr-i Hafi yine gelir” deyince, bir hafta orada kaldım. Cuma günü Bişr-i Hafi yine geldi. Aynı şekilde hastayı doyurdu. Giderken o hasta şahıs, Bişr-i Hafiye; “Bu adam Bağdattan senin arkadaşın, geçen hafta seninle beraber gelmiş. Bir hafta burada kaldı. Onu tekrar götür” dedi, Bişr-i Hafi bana; “Sen benimle niye buraya geldin?” diye sordu. Ben özür dileyerek hatamı söyledim ve af diledim. “Haydi kalk ve yürü” dedi. Akşama kadar yürüdük. Akşam olmak üzere iken bana; “Sen Bağdatın hangi mahallesinde oturursun?” dedi. Oturduğum mahalleyi söyleyince, o mahallenin yolu burasıdır. Git ve arkana bakma dedi. Buyurdukları gibi arkama bakmadan evime gittim. Bunun üzerine bütün malımı fakirlere ve ihtiyaç sahiblerine dağıttım. Ömrümün kalan kısmını insanlara hizmetle geçireceğime dair söz verdim.”
Ebu Abdullah buyurdu ki: “İnsanlara hizmet ederken aralarında fark gözetmekten sakının! Çünkü, kendisine hizmet etmek için fark gözetilecek olanlar, geçip gitmişlerdir. Şimdi öyle birisini bulmak çok zordur. Muradına kavuşmak ve maksadının da elinden kaçıp gitmemesini istiyorsan, herkese hizmet et!”
Birgün Ebu Osman, sınır boylarındaki müslümanların ihtiyaçlarını görmek için halktan yardım istedi. Kimse bir şey veremeyince, Ebu Osman çok üzüldü ve ağladı. Yatsı namazından sonra İbn-i Nüceyd, içinde ikibin dirhem olan bir kese getirip Ebu Osmana verdi ve; “Bu paraları istediğiniz yere harcayınız” dedi. Ebu Osman buna çok sevinip hayır duada bulundu. Sabahleyin sohbetinde bulunanlara; “Dün gece İbn-i Nüceyd bizi çok sevindirdi. Sınır boyundaki müslümanların ihtiyacı için ikibin dirhem getirdi” deyince, İbn-i Nüceyd ayağa kalkarak; “O dirhem annemin idi. Onun rızasını almadan onları size getirmiştim. Onları geri verin de iade edeyim” dedi. Ebu Osman dirhemleri geri verdi. Akşam olduğu zaman, İbn-i Nüceyd dirhemleri tekrar geri getirerek, Ebu Osmana; “Bu malı öyle bir şekilde sarf ediniz, ki, bizden başka hiç kimse bilmesin” dedi.
Peygamber efendimiz, hadis-i şeriflerde buyurdular ki: “Zalim de olsa, mazlum da olsa müslüman kardeşine yardım et.”
“Allah, malının fazlasını Allah yolunda harcayan; sözünün fazlasını tutan kimseye rahmet eylesin.”
“Ümmetimin salihlerinin Cennete girmeleri, yalnız namaz ve oruçları sebebiyle değil; cömertlik, gönüllerinde kimseye karşı kin duymamaları ve müslümanlara nasihatleri sayesindedir.”
“Allah bir takım insanları iyilik için yarattı, iyiliği onlara sevdirdi ve iyilik ile uğraşmayı da onlara sevdirdi. Yardım ve iyilik isteyenleri de onlara sevk etti. Kıtlık olan kurak yerlere yağmuru gönderip, kurumuş toprakları ve oralarda yaşayanları hayata kavuşturduğu gibi, vermek sebeplerini de onlara kolaylaştırdı.”
“İnsanların en hayırlısı, iyisi, insanlara faidesi dokunandır.”
Yusuf ın hususiyetlerinden biri de, kendisine zulmedenleri affetmesidir. Mesela kendisine zulmedip sıkıntı veren kardeşlerini ve Azizin hanımı Züleyhayı af edip onlara iyilik yaptı. Hiç bir zaman onların günahlarını yüzüne vurmadı. Onların Allah tarafından da bağışlanmaları için dua etti. Dinimizde de zalimi af etmek efdaldir. Uhud Gazasında Resulallah in mübarek yüzü yaralanp, mübarek dişi kırılınca, Eshab-ı kiram (radıyAllah anhüm ecmain) çok üzüldüler; “Dua et, Allah, cezalarını versin” dediler. Peygamber efendimiz “Lanet etmek için gönderilmedim. Hayır dua etmek için, her mahluka merhamet etmek için, gönderildim” ve “Ya Rabbi! Bunlara hidayet et, tanımıyorlar, bilmiyorlar” buyurdu. Düşmanlarını affetti. Lanet etmedi.
hadiste; “Sadaka vermekle mal azalmaz. Allah, af edenleri aziz eder. Allah rızası için af edeni, Allah yükseltir” buyruldu. Gülabadi diyor ki: “Bu hadiste bildirilen sadaka, farz olan sadaka demektir. Yani zekat demektir.” Tevazu edenin taatlarına, ibadetlerine, daha çok sevab verilir. Günahları, daha çabuk af olunur. İnsanın yaratılışında, hayvani ruhun arzuları bulunmaktadır. Malı, parayı sever. Gadab, intikam, kibir sıfatları görünmeye başlar. Bu hadis-i şerif, bu kötü huyların ilacını bildiriyor. Sadakayı, zekatı emrediyor. Af ederek, gadabı, intikamı temizliyor. hadiste, affetmek, mutlak olarak, şartsız olarak bildiriliyor. Mutlak olan emir, mukayyedi göstermez. Yani, bir şarta bağlamaz. Mutlak olan emir, umumidir. Birkaç şeye mahsus değildir. Hakkını almak mümkün değilse de, affetmek iyidir. Mümkün ise, daha iyidir. Çünkü hakkını geri almaya kudreti var iken affetmek, nefse daha güç gelir. Zulüm edeni affetmek, hilmin, merhametin ve şecaatin en üstün derecesidir. Kendisine iyilik etmeyene hediye vermek de, ihsanın en üstün derecesidir. Kötülük edene ihsanda bulunmak, insanlığın en yüksek derecesidir. Bu sıfatlar, düşmanı dost yapar. Şeyh İbn-ül Arabi diyor ki: “Kötülük edene iyilik yapan kimse, nimetlerin şükrünü yapmış olur. İyilik edene kötülük yapan kimse küfran-ı nimet etmiş olur.” Hakkını alandan, yalnız hakkını geri almak fazlasını almamak, “İntisar” olur. Affetmek, adaletin yüksek derecesi, intisar ise aşağı derecesidir. Adalet, salihlerin en yüksek derecesidir. Affetmek, bazan zalimlere karşı aczi gösterebilir. Zulmün artmasına sebep olabilir. İntisar, her zaman zulmün azalmasına, hatta yok olmasına sebep olur. Böyle zamanlarda intisar etmek, affetmekten daha efdal, daha sevab olur. Hakkından fazlasını geri almak “Cevr”, zulüm olur. Cevr edenlere azab yapılacağı bildirilmiştir. Zalimi affeden, Allahın sevgisine kavuşur. Zalimden hakkı kadar geri almak, adalet olur. Kafirlere karşı adalet yapılır. Fakat gücü yettiği halde affetmek, güzel ahlaktır. Resulallah, bir kimsenin zalime beddua ettiğini görünce; “intisar eyledin” buyurdu. Af eyleseydi, daha iyi olurdu. hadiste; “Üç şey kendisinde bulunan kimse, Cennete dilediği kapıdan girecektir: Kul hakkını ödeyen, her namazdan sonra onbir defa ihlas suresini okuyan, katilini af ederek ölen” buyruldu. “Zülkarneyn, peygamber değildi” diyen alimler; “Fakat ona peygamberlerde bulunan sıfatlardan dördü verilmişti. Bunlar; gücü var iken affederdi. Vadettiğini yapardı. Hep doğru söylerdi. Rızkını bir gün evvelden hazırlamazdı” buyurmuşlardır. Zulmün çokluğu kadar affın sevabı da çok olur.
Hazret-i Ömer devrinde müslümanlar, İran içlerine kadar İslamiyeti yaydılar. O sırada Tüster şehri, Müslüman mücahidlere teslim olmamak için çok direndi. Fakat sonunda meşhur kumandanları Hürmüzan, her şeyin bitmek üzere olduğunu farketti. İslam başkumandanına bir teklifte bulundu. “Eğer beni sağ olarak Halifenizin huzuruna götürürseniz, şehri teslim ederim” dedi. Teklifi kabul edildi. Tüster şehri teslim alındı. Hürmüzan da ganimetlerle (savaş kazançlarıyla) birlikte; Halifeye gönderildi. Onu ve ganimetleri götüren, Enes bin Malik ve bir arkadaşıydı. Medineye giderken, Hürmüzana en süslü ve yaldızlı elbiseleri giydirdiler. Sokaklardan geçirilirken müslümanlar hem şükrediyor, hem de ibret alıyorlardı. Nihayet Ömerin huzuruna vardılar. Enes bin Malik hazretleri, kısaca vaziyeti arzetti. Ganimetleri takdim etti.
Halife, komutana; “Konuş bakalım. Bize ne söyleyeceksin?” dedi. Hürmüzan; “Ölecek miyim, kalacak mıyım?” diye mırıldandı. Oradakiler hayretle “Ne demek istiyorsun?” gibilerden yüzüne bakınca; “Çünkü öleceksem başka, kalacaksam başka türlü konuşacağım” dedi. O zaman Ömer; “Konuş, sana zarar gelmez” buyurdu. Tüster şehrinin mağrur kumandanı ferahladı ve şunları söyledi: “Ey büyük halife! Cenab-ı Hak, siz Araplar ile biz İranlıları, serbest bıraktığı günlerde, bizler bazılarını (köle) olarak kullanıyorduk. Sizleri öldürüyor ve mallarınızı zorla elinizden alıyorduk. Ne zaman ki yüce Allah size, “Peygamber Muhammed ı” yolladı. Sizinle beraber oldu, işte o zaman bizim üstünlüğümüz sona erdi.”
Bu sözleri duyan halife, biraz düşündü. Sonra arkadaşına danıştı. “Onu ne yapalım? Ne tavsiye edersin?” Enes cevap verdi; “Ey Müminlerin emiri! Onu öldürmenizi tavsiye etmem. Çünkü arkasında, büyük bir düşman kalabalığı bıraktı. Belki galeyana gelirler de, tekrar müslümanlara saldırırlar.”
Hazret-i Ömer kızdı; “Fakat onlar Resulallahın en kıymetli arkadaşlarını (Eshabını) şehid ettiler. Ben de onu sağ bırakmaktan utanıyorum” diye söylendi. O zaman Enes şunları ilave etti: “Fakat ya Ömer! Onu öldürmemen gerekir. Çünkü: “Konuş! Sana zarar gelmez” demiştin.” Halife daha da hiddetlendi. “Sana herhalde birşeyler verdi ki, böyle konuşuyorsun” diye çıkıştı. Sonra da: “O adamın sana bir şey vermediğine dair şahid isterim. Yoksa ondan önce, gerekeni sana yapacağım” dedi.
Hazret-i Ömerin şakası olmadığını bilen hazet-i Enes, çıkıp şahid aradı. Yolda rastladığı Zübeyr bin Avvam hazretleri kendisini dinledi. Sonra da halifeye gelip, şahitlik etti. Zübeyr, sevgili Peygamberimizin halasının oğlu ve “Cennetle müjdelenmiş on büyük müslümandan biri” idi. Onun şahidliği sayesinde Hürmüzanın hayatı kurtuldu. Bir müddet sonra da müslüman oldu.
Yusuf ın hususiyetlerinden biri de, iffet sahibi olup, iffetini korumakta çok gayretli olmasıdır. Mısır kadınları ile arasında geçen hadise malumdur.
İnsani ruha ait hareket gücünün şehvani tarafı iyi olursa, o huya iffet denir. İffet, insanlarda bulunan ve bütün iyi huyların kaynağı olan dört ana huydan biridir. Diğerleri ise hikmet, adalet ve şecaattir. Herkes bu dört huy ile öğünür.
İffetten oniki iyi huy meydana gelir. Bunlar: Haya, rıfk, hidayet, müsalemet, nefse hakimiyet, sabır, kanaat, vakar, vera, intizam, hürriyet ve sehavettir. Haya, kötü iş yapınca utanmak; rıfk, İslamiyete uymaktır. Kelime manası ile acımak, iyilik etmek demektir. Hidayet, iyi huylu olmaya çalışmak; müsalemet ise, fikirler ayrıldığı, sözler çoğaldığı zaman, münakaşa etmemek, sertliği, bölücülüğü, ayırıcılığı istemeyip, uyuşmak, barışmak istemektir. Nefse hakim olmak, şehvet zamanında nefse uymayıp, iradesine hakim olmaktır. Sabır; kişinin haramdan sakınıp, nefsin kötü isteklerini yapmamasıdır. Kısacası, sonu pişmanlık olan lezzetlerden yüz çevirmektir. Sabır, ikiye ayrılır. Biri, günah işlememek için sabretmektir. Şeytan ve insanın kendi nefsi ve kötü arkadaşlar, insana günah işletmek isterler. Bunları dinlemeyip sabretmek çok sevabdır. Burada bildirilen sabır, işte bu sabırdır. İkincisi, dertlerin, belaların acılarına sabredip, bağırıp çağırmamaktır. Çok kimse sabır deyince yalnız bu sabrı anlar. Bu sabır da sevaptır. Yani sabrın ikisi de farzdır. Kanaat; nafakada, yani, yeme, giyinme ve barınacak yerde zaruret miktarına razı olup daha çok istememektir. Yoksa mal ve para biriktirmek için, bir şey almamak demek değildir. Bu kötü huya taktir denir. Aklın ve İslamiyetin beğenmediği bir şeydir. Kanaat ise, iyi huydur ve çok sevaptır. Vakar; ihtiyaçları ve kıymetli şeyleri elde ederken sürat ve acele etmeyip, yavaş hareket etmektir. Yani ağır başlı olmaktır. Yoksa, fırsatı kaçıracak, menfaatini kaptıracak şekilde uyuşuk olmak değildir. Vera; İslamiyetin haram ettiği şeylerden sakınarak, emrettiği, herkese yarar işleri yapmaktır. Kusurlu ve gevşek olmaktan uzak durmaktır. İntizam; işleri bir sıraya düzene koyarak yapmaktır. Hürriyet; malı, parayı helalden kazanmak ve iyi yerlere vermek, herkesin hakkını gözetmektir. Hürriyet; başı boş olup, her istediğini yapmak demek değildir. Sehavet; parayı, malı hayırlı, iyi yerlere dağıtmaktan lezzet almaktır. İslamiyetin emrettiği yerlere seve seve vermektir ve iyi huyların en yükseklerindendir. Kısaca, cömerd olmak demektir. Cömerd olana da saki denir. Cömerd olanlar ayet-i kerimelerle ve hadis-i şeriflerle övülmüştür.
Üstünlükleri, İslam alimlerinin eserlerinde bahsedilen iffete dair haberler de nakledilmiştir.
Süleyman bin Yesar , bir arkadaşı ile Medineden Ebvaya gitmişti. Bir ara arkadaşı onu çadırda bırakıp, bir iş için yanından ayrıldı. Yakınlarındaki çadırdan bir kadın onu görüp, güzel suretine hayran kalarak çadıra geldi. Bir şeyler istiyor zannederek yiyecek, öteberi vermek üzere iken, kadın kötü düşüncesini söyledi. Süleyman bin Yesar, kadına; “Seni şeytan saptırmış” deyip, başını ellerinin arasına alarak ağlamaya başladı. Kadın onun ağladığını görünce şaşırdı. Geldiğine pişman olup, hemen geri döndü. Arkadaşı gelip, onun ağladığını görünce; “Hayrola çocuklarını mı hatırladın” dedi. Durumu öğrenince o da ağlamaya başladı. Bunun üzerine Süleyman bin Yesar; “Peki sen niçin ağlıyorsun” deyince, arkadaşı; “Sen böyle bir tehlikeden kurtuldun. Acaba böyle bir şeyde, ben kurtulabilir miydim diye ağlıyorum” dedi. Bundan sonra Kabeyi ziyaret için Mekkeye gittiler. Mekkeye varıp, tavaf ettiler. Süleyman bin Yesar, tavaftan sonra bir köşeye çekilip, biraz uyudu. Rüyasında Yusuf ı gördü. Yusuf, Ebvadaki kadından sakınması sebebiyle onu medhetti ve o halini çok beğendiğini söyledi.
Mensur bin Ammar, Münkedir bin Muhammedden, o da babasından, o da Cabirden şöyle rivayet eder: “Ensardan Salebe bin Abdurrahman adlı bir genç vardı. Bu genç sevgisinden dolayı, Resulallah efendimizin yanından bir an bile ayrılmaz ve daima hizmet ederdi. Bir gün Ensardan birisinin kapısının önüne geldi. İçeriye baktı. Bu sırada içerde bir hanım yıkanıyordu. Salebe birkaç defa içeriye baktı. Sonra bu hareketine pişman oldu. Yaptığı bu kötü hareketten dolayı, Resulallaha vahy gelmesinden korktu. Peygamberimize karşı utancından Medineden kaçtı. Mekke ile Medine arasında bir dağa gitti ve orada yaşamaya başladı. Resulallah efendimiz kırk gün Salebeyi sordu. Nihayet Cebrail gelerek peygamber efendimize dedi ki: “Rabbin sana selam ediyor ve sana haber veriyor ki; Ümmetinden firar eden (Salebe) dağlardadır. O kaçan kişi, azabımdan bana (Allaha) sığınıyor.”
Peygamber efendimiz bunun üzerine Ömer ve Selman-ı Farisiye; “Gidin Salebe bin Abdurrahmanı getirin” buyurdu. Ömer ve Selman Medinenin kenar evlerinin sonunda, koyun çobanlığı yapan Züfafe ile karşılaştılar. Ömer çobana; “Buralarda dağda yaşayan bir genç biliyor musun?” diye sordu. Züfafe; “Herhalde sen Cehennemden kaçanı soruyorsun” dedi. Ömer; “Cehennemden kaçtığını nereden biliyorsun?” deyince, Züfafe; “Gece yarısı olunca, şu taraftan elini başına koyarak ve ağlayarak gelir ve şöyle söyler; “Keşke ruhum alem-i ervahda, cesedim alem-i ecsadda kabzolsaydı ve ruhum bu iki alemden ayrılmasaydı.” derdi.
Hazret-i Ömer; “Biz onu bulmak istiyoruz” deyince, Züfafe; “Benimle beraber gelin. Sizi ona götüreyim” dedi. Gece yarısına doğru, genç aynı şeyleri söyleyerek geldi. Ömer gence yaklaştı. Genç onu hissedince; “El-Eman, ateşten (azabtan) kurtuluş ne zaman” dedi. Ömer ona; “Ben Hattab oğlu Ömerim” dedi. Salebe bunun üzerine; “Resulallah benim günahımı biliyor mu?” diye sorduğunda, Ömer; “Bilmiyorum. Ancak dün akşam seni bulmak üzere bizi gönderdi.” Salebe; “Ya Ömer! Beni, Resulallahın huzuruna, O namaz kılarken veya Bilal kamet getirdiği zaman götürün” dedi. Ömer, Salebenin söylediklerini kabul ederek onu Medineye getirdi ve Resulallah namaz kılarken mescide girdiler. Salebe, Resulallahın mescidde kıraatini (Kuran-ı kerim okumasını) işitince, bayılıp düştü. O baygın halde iken Ömer ve Selman-ı Farisi de namaza durdular. Resulallah selam verince, Ömer ve Selmana; “Salebeyi ne yaptınız?” buyurdu. Onlar da; “Ey Allahın Resulü! Salebe buradadır” dediler. Salebeyi ayıltarak Resulallahın yanına getirdiler. Resulallah efendimiz ona; “Ya Salebe! Seni benden uzaklaştıran nedir?” diye sorduklarında, Salebe: “Günahımdır” diye cevap verdi. Peygamber efendimiz ona; “Sana öğretmedim mi? Allah hata ve günahları bağışlıyor” buyurunca, o da; “Evet ya Resulallah!” dedi; Resulallah ona; “Ey Rabbimiz, bize dünyada iyi hal ver, ahirette merhamet ihsan et ve Cehennem azabından koru” (Bakara suresi: 201) ayet-i kerimesini oku” buyurdu. Salebe; “Ya Resulallah! Günahım bundan büyüktür” deyince, Resulallah efendimiz; “Bilakis Allahın kelamı en büyüktür” buyurdular. Bundan sonra Resulallah ona evine gitmesini emretti. Salebe evine gitti ve hastalandı. Üç gün hasta yattı. Selman-ı Farisi, Resulallaha gelerek; “Ya Resulallah! Salebe yapmış olduğu şeyin üzüntüsünden hastalandı” dedi. Resulallah efendimiz “Kalkınız Salebeye gidelim” buyurdu. Resulallah onun yanına geldi. Başını kucağına alınca, Salebe başını mübarek kucağından çekti. Resulallah; “Niçin başını kucağımdan çektin?” diye sual ettiklerinde, Salebe; “Ya Resulallah! O baş günahla doludur. Onu sizin mübarek kucağınıza layık görmedim” dedi. Resulallah; “Ne hissediyorsun?” buyurdu. Salebe; “Derimin ve kemiklerimin arasında karıncanın sessiz yürüyüşünü hissediyorum” dedi. Resulallah; “Ne arzu ediyorsun?” diye buyurduklarında, Salebe; “Rabbimin mağfiretini” dedi. Bunun üzerine Resulallah; “Cebrail şimdi geldi ve; “Ey kardeşim, Rabbin sana selam ediyor ve; Şayet kulum yer (dünya) dolusu hata ile bana kavuşursa ben de onu yer dolusu mağfiret ile karşılarım” buyuruyor dedi” buyurdu. Resulallah bunu Salebeye söyler söylemez, Salebe bir bağırış bağırdı ve vefat etti. Resulallah kalktı, onu gasl etti, teçhiz ve tekfini yaptı. Namazını kıldı. Sonra kabrine taşıdı. Kabir dönüşü Peygamber efendimizi parmaklarının ucuna basarak yürüdüğünü gören Eshab-ı kiram; “Ya Resulallah! Siz niçin ayak parmaklarınızın ucuna basarak yürüyorsunuz?” diye sorduklarında, Peygamber efendimiz; “Salebeyi karşılayan melekler o kadar çok ki, onların kanadına basmayayım diye bu şekilde yürüyorum” buyurdu.
Yusuf ın hususiyetlerinden biri de doğruluktur. Allah, onu, Kuran-ı kerimde “Sıddık” diye zikretmektedir.
Yalan, günahların en çirkini, ayıpların en fenası, kalbleri karartan bütün kötülüklerin başıdır. Hadis-i şeriflerde buyruldu ki:
“Yalan, rızkı azaltır.”
“Muhakkak ki yalan, nifak kapılarından biridir.”
“Îman sahibi her hataya düşebilir. Fakat hainlik yapamaz ve yalan söyleyemez.”
“Doğru olun! Doğruluk iyiliğe, iyilik ise, Cennete çeker. Yalandan sakının! Yalan fücura, fücur ise Cehenneme götürür.”
“Üç şey vardır ki bunlardan biri kimde bulunursa, namaz kılsa da, oruç tutsa da münafıktır. Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, kendisine verilen emanete hıyanet eder.”
“İnsanları güldürmek için yalan söyleyenlere yazıklar olsun!”
“Yalan yere yemin ederek, birinin malını alan kimse, kıyamet günü Allahı gadablı görür.”
Abdullah bin amir hazretleri anlatır:
“Ben küçüktüm. Resulallah evimize gelmişti. Ben oynamaya gidiyordum. Annem bana; “Abdullah gel sana bir şey vereceğim” dedi. O zaman Resulallah; “Ona ne verecektin?” buyurunca, o da; “Hurma vereceğim” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Dikkat et, eğer bir şey vermeyip aldatmak için söyleseydin, sana bir yalan günahı yazılırdı.”
Dil, iyi kullanıldığı zaman saadete, kötü kullanıldığı zaman felakete götürür. Lokman a; “Sen bu makama nasıl yükseldin?” diye sorduklarında; “Doğru konuşup, emanete riayet etmekle ve faydasız sözü terk etmekle” buyurdu.
Adamın biri Peygamber efendimize dedi ki: “Üç günaha tutuldum. Onları yapmadan duramıyorum. Bunlar, zina, yalan ve içki.” Peygamber efendimiz de buyurdu ki: “Yalanı benim için terket!”
Adam gitti. Bir günahı işleyeceği zaman, kendi kendine; “Eğer bu günahı yaparsam, Resulallah sorduğunda, evet dersem suçum meydana çıkar. Hayır yapmadım dersem, yalan söyleyerek verdiğim sözü tutmamış olurum” diye düşündü. Diğer günahları işleyeceği zaman da aynı şekilde düşünerek kötü huylarını terk etti.
Hazret-i Lokman Hakim oğluna buyurdu ki: “Oğlum, yalandan sakın, zira o serçe eti kadar tatlıdır. Ondan az kimseler kurtulabilir.”
Hazret-i Ali buyurdu ki: “Allah indinde en büyük hata, yalan konuşmaktır.”
Şabi hazretleri buyurdu ki: “Yalancı ile cimri Cehenneme gidecektir. Fakat, hangisinin daha derine atılacağını bilmiyorum.”
Malik bin Dinar hazretleri buyurdu ki: “Doğru ile yalan, biri diğerini çıkarıncaya kadar kalbde boğuşurlar.”
Hasen-i Basri hazretleri buyurdu ki: “İçi dışına, sözü işine uymamak nifaktandır. Nifakın temeli ise yalandır.”
Görüldüğü gibi bütün kötülüklerin esası yalandır. Peygamber efendimizin en sevmediği huydur. Ayşe validemiz; “Eshab-ı kiram indinde yalandan daha kötü bir şey yoktu. Çünkü, yalanla imanın bir arada bulunmadığını bilirlerdi” buyurdu.
Yalan söylemek haramdır. Ancak üç yerde caizdir: Harbde, iki Müslümanı barıştırmak için, hanımı ile iyi geçinmek için. Zalimden, bir müslümanın bulunduğu yeri, malını, günahını saklamak caizdir. İki müslümanın, karı-kocanın arasının açılmasını önlemek için, malını korumak için, müslümanın aybının meydana çıkmaması için ve bunlar gibi haramları önlemek için, yalan caiz olur. Ölmemek için leş yemeye benzer.
İyiliğe vesile olan yalan, fitneye sebep olan doğrudan makbul olduğundan, insanlığın faydası için bazı yerlerde yalan söylemekle, insan yalancı olmaz.
Bir kimse, hükümdarın şahsına karşı büyük bir suç işler. Îdama mahkum olur. Bu kimse, nasıl olsa öldürüleceğim diye, hükümdar şöyledir, hükümdar böyledir diye ağzına gelen kötü sözleri haykırmağa başlar. Biraz sonra hükümdar gelir. Oradaki iki vezirden birine sorar. “Bu adam deminden beri ne söylüyordu?” Birinci vezir der ki: “Hükümdarım, bu adam; “Affedenlerin yeri Cennettir” diyerek sizden af talebinde bulunuyordu.” Bunun üzerine hükümdar suçluyu affeder. Fakat ikinci vezir, ortaya atılıp der ki: “Hükümdarım, bu vezir yalan söylüyor. Bu adam size kötü sözler söylüyordu.” Hükümdar, doğru söyleyen vezire der ki: “Ey vezir! öteki vezir yalan söylemekle bu mahkumu kurtarmıştı. Sen ise yersiz doğru söylemekle hem mahkumun, hem de vezirin ölümüne sebep olmak istiyorsun.” Hükümdar, yersiz doğru söyleyen veziri azleder. Yalan söyleyerek bir suçluyu kurtaran veziri de kendisine sadrazam yapar.
Büyükler, yalan söylemek icabettiği yerde, sözün manasını değiştirerek, doğru söylemeyi tercih etmişlerdir. Muaz ibni Cebel hazretleri, vazifesinden dönünce, hanımı; “Bu kadar çalıştın, zekat topladın, bize ne getirdin?” dedi. O da; “Beni gözeten vardı, bir şey getiremedim” dedi. O, bu sözle Allahı kastetti. Hanımı ise, Ömerin onu kontrol eden birisini gönderdiğini sandı ve üzülerek Ömerin evine gidip, “Muaz, Resulallahın ve Ebu Bekr-i Sıddıkın yanında emin idi. Siz niçin onun peşine adam takıyorsunuz?” dedi. Ömer, Muazdan işin aslını öğrenince güldü ve hanımına vermesi için ona bir miktar hediye verdi.
İhtiyar bir kadına Resulallah efendimiz, “İhtiyar kadın Cennete girmez” buyurdu. Kadın ağlamaya başladı. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Sen o gün ihtiyar olmazsın” buyurdu. Yani herkesin genç olarak Cennete gireceğini bildirdi.
Böyle şakalar ve kinayeli sözleri söylemek arada bir olursa caizdir. Ama devamlı olmamalıdır. Bunlara devam etmek, alay etmeye ve fazla gülmeğe sebep olur. Fazla gülmek ise kalbi öldürür.
Yalancılık ne kadar kötüyse, doğruluk da o kadar iyi, güzel ve faziletlidir. Peygamber efendimize olgunluğun alameti sorulduğunda, “Doğru konuşmak ve doğrulukla iş yapmaktır” buyurdu.
Sadakat (doğruluk) hakkında İslam alimleri buyuruyorlar ki:
“Amelin en güzeli doğruluk, en çirkini de yalancılıktır.”
“Dünyada doğru insan görmedim diyen kimsenin, kendisi doğru olsaydı, doğru olanları bulurdu.”
“Bir insanda üç şey bulunduğu vakit, onun salih bir insan olduğu anlaşılır. Bunlar; nefsani arzulardan uzak olmak, Allah rızası için doğruluk, helal ve temiz yemektir.”
“Günahların içinde bocalayan kimsenin, doğruluğu bulması çok zordur.”
Her şeyin başı doğruluktur. Her işin nizam ve intizamı doğruluk iledir. Hadis-i şeriflerde buyruldu ki:
“Şüphelendiğin bir şeyden uzaklaş! Şüphe vermeyene sarıl! Doğruluk, sükun ve huzurdur.”
“Tehlikenin doğruluk içinde olduğunu görseniz dahi, doğruyu arayınız! Çünkü doğrulukta kurtuluş ve selamet vardır.”
“Doğru olunuz, doğruluk gerçeği, gerçek de Cennet yolunu gösterir. Bir kimse doğruluktan ayrılmaz, doğruluğu düstur edinirse, Allah indinde o kimse Sıddıklardan olur.”
“Doğru olan, iyi davranır, iyi davranan emin olur. Emin olan da Cennete girer.”
Tam sadık, tam doğru, yani Sıddık olabilmek için;
1- Doğru sözlü olmalıdır. Zaruret olmadıkça tarizli ve imalı konuşmamalıdır.
Hasen-i Basri hazretleri, zalimlerden kaçıp, Habib-i Acemi hazretlerinin bir odasına girip saklandı. Zalimin zulmünden kurtulmak için yalan söylemek caiz olduğundan; “Soran olursa yok dersin” dedi. Biraz sonra zalimler gelip sordular; “İçerde” diye cevap verdi. İçeriyi iyice aradılar. Bulamayınca, Habib-i Acemi hazretlerine; “Seni yalancı” diyerek oradan uzaklaştılar. Hasen-i Basri hazretleri; “Senin yaptığın uygun muydu?” diye sordu. Habib-i Acemi hazretleri; “Yalan söyleseydim, ikimiz de helak olmuştuk. Doğru söylemenin bereketiyle ikimiz de kurtulduk” diye cevap verdi.
2- Doğruluk için niyette ihlas şarttır. Şayet davranışlara nefsin arzuları karışırsa, bu niyetten ihlas kalkar. Böyle kimse yalancı olur.
3- Azminde doğru olmalıdır. Mesela, “Allah bana şu malı verirse veya şu makama geçersem, şu hizmeti yaparım” diyen kimse, o mala veya o makama sahip olunca, zaruretsiz sözünde durmazsa, azminde doğru değildir.
4- Verdiği sözde durmalıdır.
Hazret-i Enes bin Malik anlatır:
“Amcam Nadrın oğlu Enes, Bedir savaşında Resulallahın yanında savaşa katılamadığına çok üzüldü. Kendi kendine; “Eğer Allah, beni bir savaşa kavuşturursa, bütün gücümle savaşacağım” diye karar verdi. Ertesi yıl Uhud savaşına katıldı. Sad bin Muaz kendisini gördü ve; “Ne o, nereye gidiyorsun?” diye sorduğunda; “Uhud dağının ardında Cennetin kokusunu aldım. Cennete gidiyorum” dedi. Öyle savaştı ki, şehid olduğunda vücudunda seksen küsur yara görüldü. Hemşiresi, “Kendisinde tanınacak bir nişan kalmamıştı, elbisesinden tanıyabildim” dedi.
5- Doğru iş yapmalıdır. İç ile dışın bir olması adalettir. İçinin dışından iyi olması fazilettir. İçi dışına uymayan insana doğru denmez.
6- Bütün işlerde doğru olmalıdır. Nitekim hadiste buyruldu ki:
“Bir müminin kalbi doğru olmayınca, imanı doğru olmaz. Dili doğru olmayınca da kalbi doğru olmaz.”
Ebu Abdullah Mağribiye annesinden bir ev miras kalmıştı. Evi elli altına sattı. Altınları bir keseye koyup beline bağladı ve hacca gitmek üzere yola çıktı. Yolda bir eşkıya yolunu kesip; “Neyin var?” dedi. “Elli altınım var” buyurdu. Eşkıya; “Altınları ver!” dedi. Ebu Abdullah çıkarıp altınları verdi. Eşkıya altınları eline alıp bir müddet düşünceye daldı. Sonra altınları geri verip, devesini çöktürdü ve; “Buyurunuz efendim, deveme bininiz” dedi. Ebu Abdullah hayret edip; “Sana ne oldu?” buyurdu. O kimse; “Siz, bu altınların bulunduğunu inkar etmeyip doğruyu söylediğiniz için kalbimde size karşı muhabbet hasıl oldu. Ben şimdiye kadar yaptıklarıma pişman olup, tevbe ettim. Sizinle beraber gelmek istiyorum” cevabını verdi. Beraberce hacca gittiler.