"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

İstiğfar

Mukatil bin Süleyman , Nuhun kavminde kırk yıl devam eden kıtlık ve bu müddet içinde kadınlarının kısır olduğunu, Nuha müracaat ettiklerini, onun verdiği cevabı bildirdikten sonra buyurdu ki: “Yağmur duasında istiğfar okumak, bundan dolayı meşru ve meşhur olmuştur.”

Şabinin rivayetine göre, bir defasında Ömer yağmur duasına çıktı. Hep istiğfar etti. Başka bir dua okumadı. Sebebi sual edilince de bu ayet-i kerimeyi okudu.

Bekr bin Abdullah buyurdu ki; “Günahı çok olanların istiğfarları, istiğfarları çok olanların da günahları az olur.”

Ramuzda Abdullah ibni Abbasın rivayet ettiği bir hadiste mealen buyruldu ki: “Bir kimse çok istiğfar ederse, aziz ve celil olan, Allah onu her gamdan kurtarır. Her darlık ve sıkıntıdan ona çıkış yolu nasib eder ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır.”

Ramuz şerhi olan Levamiul-ukulde bu hadis-i şerifin şerhinde buyruluyor ki: “Şartlarını gözeterek istiğfara devam eden kimseye Allah, her türlü gam, endişe ve hüzünden kurtuluş verir. Allah yine onu, geçim darlığından, başkasıyla olan muamelelerinde ve insanlarla geçiminde olan her sıkıntıdan halas eder, kurtarır. Bütün bu sıkıntılardan, selamet ve kurtulmak için çıkış kapısı ihsan eder. Kolaylık gösterir. Ayrıca çok istiğfar edenin rızkı hiç ummadığı, hesap etmediği yerlerden gelir. Nitekim; Hakka suresinin 2. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki: “Kim Allahtan korkarsa, Allah ona bir kurtuluş, çıkış yeri ihsan eder. Onu dünya ve ahiret sıkıntılarından selamete çıkarır. Ve ona hatırına, hayaline gelmeyen, hiç ummadığı yerden rızık gönderir.”

hadiste; “Bir kimse çok istiğfar ederse…” buyrulması ile; insanoğlu an be an herhangi bir ayıb ve günahtan boş kalmaz; bu sebeple, ayıb ve günahlardan çok istiğfar etmek suretiyle kurtulacağına işaret olundu.

İnsanın işlediği ve istiğfar etmediği günahlar için olan azab iki kısımdır.

1- En aşağı derecede olan azab: Bir kul, nefsi hakkında uyanık olursa, işlemiş olduğu bir günahın peşinden hemen istiğfar ederse yani bu kabahatlerine pişman olup, Allahtan af ve mağfiretini dilerse, Allah o kimseyi af eder. O kabahatin vebalinden ve azabından kurtulur. Fakat istiğfar yapmazsa günahları birikir. Bütün sıkıntılar, darlıklar, zorluklar ve meşakkatler o kimseyi kaplar. İşte, bütün bunlar istiğfar edilmeyen ve affolunmayan ayıb ve günahların en aşağı derecedeki azabıdır.

2- İstiğfar edilmeyen, af da edilmeyen günahlar için esas ve pek şiddetli derecede olan azab, ahirette Cehennem ateşi ile yapılacak olan azabdır ki, diğer azab bunun yanında pek hafif ve hiç kalır.

Bir kimse Hasen-i Basri hazretlerine gelerek, kıtlıktan şikayette bulunmuştu. O da gelen kimseye, istiğfar etmesini, Allahtan mağfiretini istemesini tavsiye etti. O sırada başka bir kimse gelerek o da, fakirlikten şikayette bulundu. Hasen-i Basri ona da istiğfarı tavsiye etti. Çoluk-çocuğunun azlığından, tarlalarından verimli mahsul alamadığından şikayetçi olanlara da hep istiğfar etmelerini söyledi.

Orada bulunup, bunları dinleyen Rubeyy bin Sabih ismindeki bir zat, Hasen-i Basriye ; “Hepsine de istiğfarı tavsiye ettiniz. Halbuki hepsinin şikayeti başka başka idi” deyince, Hasen-i Basri yukarıda zikrolunan ayet-i kerimeleri okudu. Yani şikayet konusu olan bütün sıkıntıların, günahlar sebebiyle meydana geldiğini, kurtulmak çaresinin de istiğfar olduğunu bildirmek istedi.

Büyüklerden Ebu Mücahid hazretleri de buyurdu ki: “İstiğfar en kilitli kapıları açar. Çünkü bütün kapıları kapatan günahlardır.”

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, taatla meşgul olmak, hayır kapılarının açılmasına, küfür ise kişilerin, hatta kişilerle birlikte alemin harab olmasına sebep olmaktadır.

Nitekim, Tevrat ve İncili değiştirenlerin; “Allah çocuk edindi” ve “Melekler Allahın kızlarıdır” gibi sözler söylemelerine, Allah, Meryem suresinin 90. ayet-i kerimesinde mealen; “Onların bu sözlerinden dolayı neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çökecekti (yıkılıp yerlere geçecekti)” buyurmuştur.

Küfür, alemin harab olmasına sebep olunca, iman da alemin mamur olmasına sebeptir. ayet-i kerimeler, taatla meşgul olunduğunda, rızık ve hayır kapılarının açılacağına delalet etmektedir. Allah buyuruyor ki:

“Şayet o memleketlerin halkı iman edip de küfür ve isyandan sakınmış olsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bereket hazinelerini açardık. (Gökten yağmur, yerden nebatat verirdik. Her taraftan kendilerine hayrı geniş olarak ve rahatça kavuşabilecekleri şekilde ihsan ederdik)” (Araf suresi: 96)

“Bir de onlar, şayet Tevratı, İncili ve Rablerinden kendilerine nazil olan (Kuran-ı kerimi ve diğer ilahi kitap) ları dosdoğru tutsalardı, (inanıp, tatbik etselerdi) muhakkak ki, hem üstlerinden, hem ayakları altından yiyeceklerdi. (Her taraftan Allahın nimetlerine garkolacaklar, ağaç meyvelerinden ve hububattan bol bol rızıklanacaklardı.)” (Maide suresi: 66)

“Eğer onlar iman ve hak yol üzere dosdoğru olsalardı, biz, onlara bol bol rızık verirdik.” (Cin suresi: 16)

“Her kim ki, Allahtan korkarsa, (yasak edilenlerden sakınırsa) Allah onu dünya ve ahiret sıkıntılarından selamete çıkarır ve ona (hatırına, hayaline dahi gelmeyen) ummadığı yerden rızık verir.” (Talak suresi: 2, 3)

Bu ve benzeri ayet-i kerimeler, taatla meşgul olunduğunda hayır ve bereket kapılarının açılacağına, rızkın genişleyip, bollaşacağına, yaşamanın (geçimin) rahatlayacağına delalet etmektedir. Allah, Zariyat suresinin 56. ayet-i kerimesinde mealen; “İnsanları ve cinnileri, ancak beni bilip itaat, ibadet etmeleri için yarattım.” buyurdu. Asıl maksat ve gaye olan Allaha kulluk hasıl olunca, dünyevi ihtiyaçlar da ona bağlı olarak hasıl olmaktadır.

Nuh kavmine, önce ibadet, takva ve taati emrettikten sonra istiğfarı emretti. Bunun sebebi şudur: Nuh, kavmine ibadeti emrettiğinde, onlar dediler ki: “Eğer bizim içinde bulunduğumuz eski dinimiz hak ise, sen niçin onu terketmemizi istiyorsun? Şayet batıl ise, biz Allaha asi olmuş iken, O bizim ibadetimizi nasıl kabul eder?” O zaman Nuh ; “Siz çok günahkar olsanız da, Allaha istiğfar ediniz. Bağışlamasını isteyiniz. Çünkü Allah çok mağfiret edici, bağışlayıcıdır” buyurdu.

İnsanlar, yaptıkları bir işin mükafatını peşinen almaya meyilli olarak yaratılmışlardır. Bu sebeple, Allah, “… İstiğfar ediniz” ayet-i kerimesinde, iman ve istiğfar ederlerse, bunun neticesinde, ihtiyaçları kadar yağmur, çok mal ve evlad, bostanlar, bağlar, bahçeler ve bostanlarda gürül gürül akan nehirler, ahirette de çok hayırlar vermeyi vadetmiştir.

Yukarıda meali verilen, Nuh suresinin 14 ve 15. ayet-i kerimelerinin tefsirinde, Fahrüddin-i Razi hazretleri buyuruyor ki: ayet-i kerimede; “Size ne oluyor ki, Allahın azametine, büyüklüğüne inanmıyor, ihsanlarını ümid etmiyorsunuz. Halbuki O sizi tavır tavır yarattı” buyruldu. Tavır tavır, muhtelif hallerde demektir. Yani önce nutfe idiniz. Sonra kan pıhtısı, et ve kemik parçası, daha sonra da şu görülen surette insan oldunuz. Hal böyle iken, size ne oluyor, ne gibi bir sebep var ki, Allahın azametini, büyüklüğünü, yaratılışınızdaki merhalelerin ve gördüğünüz her şeyin, Onun bir olduğuna ve kudretinin sonsuzluğuna delalet ettiğini düşünmüyorsunuz? Halbuki O, sizi çeşitli nevilerde, kavim ve kabileler halinde yarattı. Her kavim ve kabile birbirine benzemediği gibi her kavim ve kabiledeki bir şahıs da diğer şahsa benzemez. Bunlar, gören ve bilen her kimsenin, başka bir şeye ihtiyaç duymadan, derhal iman etmesini icabettiren deliller olduğu halde, size ne oluyor da iman etmiyorsunuz?

Allah, vahdaniyetine işaret olan delilleri, insanlara bildirirken önce, insanların kendi yaratılışlarını bildirdi. Çünkü insanın şahsı kendine en yakın olan şeydir. Allah bundan sonra insanın dışındaki delillerden semavat, güneş, ay gibi bazılarını da bildirdi.

Yunus suresinin 71 ve 72. ayet-i kerimelerinde mealen buyruldu ki: “(Ya Muhammed ! Mekke ehline) Nuhun kavmi ile olan haberini, oku, haber ver! O, kavmine demişti ki: “Ey kavmim! Eğer benim, sizin aranızda, bulunmam ve Allahın ayetlerini hatırlatarak sizi Hakka davet edip nasihat vermem, size ağır geliyorsa, biliniz ki ben sizin hilenizden Allaha tevekkül ettim. Ona güvendim. Artık siz ve ortaklarınız toplanıp ne yapacağınızı kararlaştırın. Sonra benim helakime kasdetmeniz gizli olmasın. Yapacağınızı aşikare olarak yapın. İçinizdekileri gizlemeyin. Sizin bana yapacağınız şeylere aldırış etmem. Daha sonra da bana herhangi bir mühlet de vermeden istediğiniz kötülüğü yapın.

Eğer benim davetimden yüz çevirirseniz, ben sizden zaten hiç bir mükafat istemedim ki. Benim mükafatım, sevabım, Allahtan başkasına ait değildir ve ben (Onun hükmüne boyun eğen, emrine muhalefet etmeyen, Ondan başkasından bir şey beklemeyen, iman, amel ve insanları Ona davet etmekte emrine itaat eden) müslümanlardan olmamla (veya Allahın emrine itaat ve sizi Onun dinine davet etmem sebebiyle, bana sizin tarafınızdan gelecek eziyet ve sıkıntılara boyun eğmekle, sabretmekle) emrolundum.”

Hazret-i Nuh, Allahın muhafaza ve himayesinde olduğunu bildiğinden, düşmanlarına hiç ehemmiyet vermediğini göstermek ve onların acizliğini, bir şey yapamayacaklarını meydana çıkarmak için şöyle bir teklifte bulundu. “Siz, tedbir sahiplerinizi, tedbirlerinizi, ortaklarınızı, yani bu hususta her neyiniz varsa hepsini bir araya getirin ve bütün imkanlarınızı beni öldürmekte kullanın. Hem hiç bir tedbirinizi de noksan bırakmayın ki sonunda, bu işi başaramadığınızda da şu tedbiri de alsaydık demeyesiniz” buyurdu.

Sonra Nuh, onların daveti kabul etmeyip, yüz çevirmelerinin kendisine bir zarar veremeyeceğini bildirerek buyurdu ki: “Eğer davetimden yüz çevirirseniz, bunun bana bir zararı yoktur. Zira insan iki şeyden korkar. Birincisi, başkalarının zararından, ikincisi de, menfaatinin kesilmesi endişesinden. Ben sizin şerrinizden, zarar vermenizden korkmadığımı, Allaha tevekkül ettiğimi önceki sözümde de söyledim. Şimdi de, şunu söylüyorum; Sözümü dinlememenizden dolayı bana bir zarar gelmez. Çünkü sizden korkum yok. Bir ücret istemiyorum ki, onu da elden kaçırma endişem olsun. Bunda benim bir telaşım yoktur. Benim ücretim Allaha aittir. Siz kabul etseniz de etmeseniz de, vazifemi yapmış oluyorum ve Allah bana bunu verecek. Şu halde siz iman ederseniz, faydasını görür, iman etmezseniz, zarara uğrarsınız. Yani iman edip etmemeniz halinde bana bir fayda ve zarar yoktur. Hakikat apaçık meydanda iken, Allahın emirlerini hatırlatmamdan, sözlerimi ve nasihatlerimi kabulden yüz çevirmeye devam ederseniz, muhakkak helak olursunuz. Kabulüne mani olacak hiç bir sebep yokken, haktan yüz çevirirseniz, Allah size azab eder. Çünkü yüz çevirmenizde haklı olduğunuzu iddia edebilmeniz için; sizden, buna sebep olacak, hakkı kabulünüzü gerektirecek ve size ağır gelecek herhangi bir ücret istemedim.

Allah, Yunus suresinde Kureyş müşriklerinin hallerini, küfürdeki inadlarını veya hakkın hak, batılın batıl olduğunun delillerini beyan buyurduktan sonra, bu ayet-i kerimeleri gönderdi. Peygamberlerin aleyhimüsselam kıssalarını ve kavimleri ile aralarında cereyan eden hadiseleri bildirdi. Fahrüddin-i Razi hazretlerinin bildirdiğine göre bunda bir kaç fayda vardır.

1- Herhangi bir mevzu uzun olarak anlatılınca okuyan ve dinleyende bazan, bir nevi usanma meydana gelebilmektedir. Başka bir mevzuya geçince, insanda bir rahatlama bir zindelik hasıl olmaktadır. Burada da, Nuhun kıssası zikrolunmakla bu fayda hasıl olmaktadır.

2- Resulallah efendimizin ve Eshabının kavimlerinden gördükleri eziyet ve sıkıntıları hafifletmek, onların mübarek kalblerini teselli etmek için, geçmiş peygamberlerin kavimlerinden gördükleri sıkıntılar misal olarak getirilmektedir. Resulallah efendimiz, Nuhun kavminden gördüğü kötü muameleleri duyunca eziyet gören peygamberlerin, sadece kendisi olmadığını anlayıp biraz olsun teselli buldu, sıkıntısı hafifledi. Nitekim; “Musibet umumi olunca, sıkıntısı ve acısı da hafif olur” sözü meşhurdur.

3- Kafirler, bu kıssaları duyup, inkarcı ve cahil kavimlerin, peygamberlere eziyet ve sıkıntıda çok ileri gitseler bile, neticede, Allahın, peygamberlerine ve onlara tabi olanlara mutlaka yardım ettiğini, düşmanları ise kahreylediğini öğrenince moralleri bozuldu. Kalblerine korku düştü. Bu hal, onların, peygamber efendimize ve müminlere yaptıkları eziyet ve sıkıntıları ve bayağı hareketlerini azaltmalarına sebep oldu.

4- Hiç bir hocadan ders almamış ve asla kitap okumamış iken, Muhammed ın, fazla ve noksan olmadan, olduğu gibi, bu kıssaları haber vermesi, Onun, bütün bu anlattıklarını, Allahtan aldığı vahiy ile bildirdiğine, apaçık bir şekilde, şüphesiz olarak delalet etmektedir.

Burada zikri geçen Yunus suresinin 71. ayet-i kerimesinde bildirildiğine göre; “Nuh , kavmine; Ey kavmim, Eğer benim, sizin aranızda bulunmam ve Allahın ayetlerini hatırlatarak sizi Hakka davet edip, nasihat vermem size ağır geliyorsa…” dedi.” Bu davetin onlara ağır gelmesinin birkaç sebebi vardır:

1- Nuh çok uzun müddet onların aralarında kalmıştı. Onlar, Nuhun davetini kabul etmemişler, karşı gelmişler onun vazifesine ısrarla devam etmesinden sıkılmışlar ve bu hallerin bitmezcesine çok uzun bir zaman içinde olmasından iyice bezmişlerdi. Böylece karşılaştıkları durumlar bu kavme ağır gelmişti.

2- O inkarcı kavim, bir takım batıl ve bozuk yollar ortaya çıkarmıştı. Batıl bir yol tutup, başkalarının da o yolda olmalarına gayret eden kimseleri doğruya davet etmek, onlara, başkalarından daha ağır gelir. Ayrıca, o kimseye, üzerinde bulunduğu yolun, bozuk ve yanlış olduğu, açık ve kati deliller ile ispat edilince, onun karşı çıkması ve nefreti daha da artar. İşte bu yüzden Nuhun aralarında bulunması onlara ağır geliyordu.

3- Tabiatları, dünya lezzetlerini elde etmek, bunlara kavuşmak hırsı ile dolu olan kimseler, kendilerine, taatların emredilmesini, günahlardan kötülüklerden nehyedilmelerini, ölümün hatırlatılmasını, ahirete faydası olmayan dünya nimetlerinin çirkin gösterilmesini asla istemezler. Bunları dinlemekten hiç hoşlanmazlar. Böyle şeylerden ve bunları söyleyenlerden nefret ederler. Bunları hatırlatarak emr-i maruf ve nehy-i münker yapanları kendilerine düşman bilirler.

İşte, o müşrik kavme, Nuhun davet ve nasihati ağır geldiği için, ona akıl almaz hakaretler ve işkenceler yapmışlardı. Nuh onlara; “Bana olan buğzunuz, sizi, eziyet etmeye sevketti. Halbuki, ben size, sizin bana yaptığınız kötülükle değil, Allaha tevekkül etmekle, yalnız Ona itimad edip güvenmekle mukabele ederim. Sakın ola ki, eziyet vermenizin ve ölümle tehdit etmenizin, beni, insanları Hakka, Allaha imana davetten alıkoyacağını zannetmeyiniz” buyurmuştur.

Hazret-i Nuh, onların kötü niyetlerinin bulunduğunu haber verip, meydan okudu ve şöyle dedi:

1- Maksadınızın meydana gelmesini temin edecek, ne kadar çare, yol varsa hepsini toplayın.

2- Kendilerine yakın olmakla, durumunuzun kuvvetli olacağını zannettiğiniz ortaklarınızı kendinize katın.

3- Bu işiniz size tasa olmasın, faaliyetinizi gizli olarak devam ettirip sıkılmayın. Ne yapacaksanız, aşikare olarak yapın.

4- Bütün bu hazırlıklardan sonra, yapacağınız kötülüğü bana yöneltin.

5- Bu kötülüğünüzü icra edeceğinizde bana mühlet vermeyin ve bütün gücünüzle acele edin. Nuhun bu sözleri, onun, Allaha ne derece tevekkül sahibi olduğunu, kavminin hile ve kötü planlarının kendisine asla zarar veremeyeceğine kati olarak inandığını açık bir şekilde göstermektedir.

Nuh , zaman zaman kavminin dikkatlerini çeker, Allahın mahluklarını muhtelif safhalarda yarattığını, ana karnındaki yavrunun değişik durumlarını; bunları yoktan var ettiği gibi tekrar dirilteceğini söylerdi. Yerlerin ve göklerin nasıl yaratıldığını anlatırdı. Fakat bu sözler onların hoşuna gitmezdi. Bundan dolayı ona ellerinden gelen eza ve cefayı yaparlardı. Ona eziyet vermek hususunda, kavmin bazı azgın ileri gelenlerinin sözlerine uyuyorlardı. Bu azgınların sözlerini dinlemeleri, onların hüsran ve zararını arttırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Nuh onların ıslahı için, elinden geleni yaptığı halde, onlar putlara tapmaktan vazgeçmemişlerdi.

Rivayet edilir ki, bir gün, kavmin ileri gelen reislerinden birisi, yanında oğlu ile birlikte giderken Nuha rastladılar. O şahıs oğluna; “Oğlum! Bu adama dikkat et! Sözlerine inanma! Bu bir yalancıdır” dedi. Bunun üzerine oğlu yerden bir avuç toprak alıp, Hazret-i, Nuhun yüzüne attı. Nuhun mübarek yüzü toprak olduğu gibi, mübarek gözleri de toprak ile doldu. Bu hale çok mahzun oldu.

Yine rivayet edilir ki, bir gün Nuhun yanına kavminden bir ihtiyar müşrik geldi. Asasına dayanarak zorlukla yürüyordu ve yanında oğlu da vardı. İhtiyar, oğluna Nuhu göstererek; ona asla kapılmamasını tembih ederek, mecnun olduğunu söyledi. İhtiyarın oğlu; “Baba! Asanı bana verir misin?” diyerek asayı aldı ve Nuhun başına şiddetle vurdu. Nuhun başından kanlar çıkıp mübarek yüzüne aktı. Nuh çok üzülüp Allaha şöyle yalvardı: “Ya Rabbi! Kullarının bana yaptığını görüyorsun. Kulların hakkında hayr dilemişsen onları hidayete erdir. Yoksa sen onlar hakkında hükmedinceye kadar bana sabır ver. Çünkü sen, hükmedenlerin en hayırlısısın.”

Bunun üzerine, Hud suresinin 36. ayet-i kerimesinde bildirildiğine göre; “Nuha vahyolundu ki, kavminden daha evvel iman etmiş olanların dışında hiç kimse iman etmeyecek. O halde sen, kavmin seni yalanladıkları için ve sana eza verdikleri için mahzun olma, kederlenme ki, onlardan intikam alma vakti gelmiştir.”

Allahtan gelen vahy ile de sabit olmuş, iyice anlaşılmıştı ki, bu kavim ıslah olmayacak ve başka iman eden bulunmayacaktı. Artık ümid de kalmamıştı.