Ama gene asıl konumuza dönmeliyiz. Forbes’un görüşünün büyük ölçüde genişletilebileceği kanısındayım. Avrupa’da Britanya’nın batı kıyılarından Ural Dağlarına, ve güneye doğru Pireneler’e dek, Buzul Çağının en açık kanıtıyla karşılaşıyoruz. Donarak buzlar içinde kalmış memeli hayvanlardan ve dağlardaki bitki örtüsünün niteliğinden Sibirya’nın da benzer koşulların etkisinde kaldığı sonucuna varıyoruz. Dr. Hooker’a göre, eskiden Lübnan’ın orta kesimi, kuzeyden güneye, toktağan karlarla kaplıydı; ve bu karlar, koyaklardan (vadilerden) 4.000 ayak aşağılara inen buzulları besliyordu. Bu yakınlarda, aynı gözlemci, Kuzey Afrika’daki Atlas Sıradağlarının alçak kesimlerinde büyük buzultaşlar bulmuştur. Himalayalar boyunca, birbirinden 900 mil uzaktaki noktalarda, buzulların alt uçlarının izleri kalmıştır; Dr. Hooker eskiden yığılmış dev buzultaşlar üzerinde mısır yetiştirildiğini görmüştür. Dr. J. Haast ve Dr. Hector, Asya Kıtasının güneyine doğru, ekvatorun öbür yanında, Yeni Zelanda’nın eski büyük buzullarının epey aşağılara dek indiğini göstermişlerdir; ve Dr. Hooker’ın bu adanın birbirinden uzak dağlarında bulduğu bitkiler, eski soğuk bir dönemin tanıklığını yapmaktadır. W. B. Clarke’ın bana bildirdiği olgulardan Avustralya’nın güneydoğu köşesinde de eski buzul etkilerinin izleri olduğu anlaşılmaktadır.
Amerika’ya gelince, kıtanın kuzey yarısının doğusunda 36° ve 37° ve bugün iklimin bambaşka olduğu Pasifik kıyılarında 46° enleme dek, buzulların taşımış olduğu büyük kaya parçalarına rastlanmaktadır. Taşınmış kayalar Kayalık Dağlarda da görülmektedir. Güney Afrika’nın ekvatora yakın dağlarındaki buzullar, bir zamanlar bugünkünden daha aşağılara uzanmaktaydı. Orta Şili’de, eskiden dev bir buzultaşın oluştuğu hemen hiç tartışma götürmeyen Portillo Koyağını enine kesen ve içinde büyük kaya parçaları da bulunan koca bir moloz yığınını inceledim; ve Bay Forbes, Cordillera’nın çeşitli kesimlerinde, güneyde 13° enlemden 30° enleme dek, aşağı yukarı 12.000 ayak yükseklikteki kayalarda, Norveç’te gördüklerimize benzeyen derin oluklar, ve içlerinde çizilmiş çakıl taşları görülen büyük moloz yığınları bulduğunu bildirmektedir. Cordillera’nın bütün o kesiminde, bugün, çok daha yükseklerde bile gerçek buzul yoktur. Kıtanın her iki yanında ve daha güneyde, 41° enlemden en güney ucuna dek, rastladığımız çok büyük ve asıl kaynaklarından taşınmış kaya parçalarında eski buzul etkilerinin en açık kanıtlarını görmekteyiz.
Bu çeşitli olgulardan, yani buzul etkisinin kuzey ve güney yarıkürelerin her yerinde görülmesinden –her iki yarıkürede de, yer bilimsel anlamda yakın bir dönemde olmuş olmasından –sonuçlarının büyüklüğünden de anlaşılacağı gibi, çok uzun sürmüş olmasından –ve son olarak, bütün Cordillera [Sıradağlar, İspanyolca] boyunca, buzulların yakın zamanlara dek daha aşağılara inmiş olmasından, Buzul Çağında sıcaklığın bütün dünyada aynı zamanda düştüğü sonucunu çıkarmaktan kaçınamayız sanmıştım. Ama Bay Croll, kısa bir süre önce yayımladığı güzel bir yazı dizisinde, buzul ikliminin, dünyanın yörüngesinin merkezden uzaklığının artmasıyla ortaya çıkmış çeşitli fiziksel etkenlerin sonucu olduğunu göstermeyi denedi. Bütün bu nedenler aynı sonucu verir; ama dünya yörüngesinin merkezden uzaklığının okyanus akıntılarına dolaylı etkisi bunların en güçlüsü görünmektedir. Bay Croll’a göre, soğuk dönemler, düzenli olarak, her on ya da on beş bin yılda bir gelmektedir; ve bu dönemler, en önemlisi karaların ve denizlerin birbirine göre konumu olan belirli olabilirlikler yüzünden, uzun zaman aralıklarıyla, pek sert olmaktadır. Bay Croll son Buzul Çağının yaklaşık 240.000 yıl önce olduğu ve hafif iklim değişmeleriyle aşağı yukarı 160.000 yıl sürdüğü kanısındadır. Yerbilimcilerin birçoğu, açık kanıtlara dayanarak, Miyosen ve Eosen dönemlerinde de böyle olduğuna, daha eski dönemleri anmadan, inanmaktadır. Ama Bay Croll’un vardığı sonuçlardan bizim için en önemlisi, Kuzey Yarıküre soğuk bir dönem geçirirken, özellikle okyanus akıntılarının yön değiştirmesi dolayısıyla Güney Yarıkürede sıcaklığın gerçekten yükselmesi ve kışların daha yumuşak geçmesidir. Güney Yarıküre bir buzul çağı geçirirken de Kuzey Yarıküre ısınmaktadır. Canlıların coğrafi dağılımına büyük bir açıklık getiren bu vargının doğruluğuna güvenmeye gerçekten eğilimliyim; ama önce açıklanması gereken olgular vermek istiyorum.
Dr. Hooker, Güney Amerika’da, yakın hısım birçok türden başka, Ateş Ülkesindeki yoksul floranın önemli bir bölümünü oluşturan 40-50 kadar çeşitli bitkinin, Avrupa ve Kuzey Amerika gibi, karşıt yarıkürenin birbirinden pek uzak alanları için de ortak olduğunu göstermiştir. Ekvatoral Amerika’nın yüce dağlarında Avrupalı cinslerden olan bir sürü özel tür yaşamaktadır. Gardner, Brezilya’nın Organ Dağlarında, arada kalan alçak ve sıcak ülkelerde hiç rastlanmayan, ılıman Avrupa’ya, An-tarktik’e, ve Antlar’a özgü bazı cinsler bulmuştur. Ünlü Humboldt, Caracas Sillasında Cordillera’ya özgü cinslerden olan türleri uzun bir süre önce bulmuştu.
Avrupa’ya özgü bazı biçimler Afrika’da ve Ümit Burnu florasının birkaç temsilcisi Habeşistan Dağlarında yaşamaktadır. Ümit Burnu’nda oraya insanların götürmediğine inanılan birkaç Avrupalı tür, ve dağlarda, Afrika’nın dönenceler arasında kalan kesimlerinde henüz rastlanmamış Avrupalı temsilci biçimler bulunmuştur. Dr. Hooker, dağlık Fernando Po Adasının yüksek kesimlerinde ve komşu Cameroon Dağlarında yaşayan çeşitli bitkilerin, Habeşistan Dağlarında ve ılıman Avrupa’da yaşayanlarla yakın hısım olduğunu göstermiştir. Dr. Hooker’dan işittiğime göre, R. T. Lowe’ın aynı ılıman kuşak bitkilerini Cape de Verde Adalarındaki dağlarda da bulduğu anlaşılmaktadır. Aynı ılıman bitkilerin, ekvatorun hemen altında, bütün Afrika’yı enine geçerek Cape de Verde Takımadalarındaki dağlara kadar yayılması, bitkilerin dağılımı konusunda bilinen en şaşırtıcı olgulardan biridir.
Himalayalar’da, Hindistan Yarımadası’nın ayrıklanmış sıradağlarında, Seylan’ın en yüksek yerlerinde, Cava’nın yanardağ konilerinde, arada kalan alçak ve sıcak alanlarda bulunmayan, ya tümüyle özdeş ya da birbirlerini ve aynı zamanda Avrupa’nın bitkilerini temsil eden birçok bitki vardır. Cava’nın yüksek tepelerinden toplanmış bitki cinslerinin listesi, sanki Avrupa dağlarında düzenlenmiş gibidir. Avustralya’ya özgü biçimlerin Borneo dağlarının yüceltilerinde yetişen bazı temsilcileri olması daha da şaşırtıcıdır. Dr. Hooker’dan işittiğime göre, bu Avustralyalı bitki biçimlerinden bazıları Malacca Yarımadasının en yüksek yerleri boyunca yayılmakta, ve bir yandan Hindistan’da öbür yandan da Japonya’ya dek kuzeyde tek tük görülmektedir.
Dr. F. Müller Avustralya’nın güneyindeki dağlarda Avrupalı çeşitli türler bulmuştur; Avustralya’ya insan eliyle sokulmadığı bilinen başka türler de alçak kesimlerde yaşamaktadır; ve Dr. Hooker’ın bana bildirdiğine göre, Avustralya’da bulunan, ama arada kalan çok sıcak alanlarda bulunmayan Avrupalı cinslerin uzun bir listesi çıkarılabilir. Dr. Hooker’ın Introduction to the Flora of New Zealand adlı değerli yapıtında, o büyük adanın bitkileriyle ilgili bunlara benzer şaşırtıcı olgular verilmektedir. Bundan ötürü, görüyoruz ki, dünyanın her yerinde dönencelere rastlayan yüksek dağlarda, ve kuzeyin ve güneyin ılıman ovalarında yaşayan belirli bitkiler, ya aynı türdür ya da aynı türün çeşitleridir. Bununla birlikte, söz konusu bitkilerin tam anlamıyla arktik biçimler olmadığı dikkate alınmalıdır; çünkü, Bay H. C. Watson’ın belirttiği gibi, “kutuptan ekvatoral enlemlere doğru uzaklaştıkça, dağsal floralar gittikçe gerçekten daha az arktik özellikler gösterirler”. Bu özdeş ve yakın hısım biçimlerden başka, birbirinden çok uzak alanlarda yaşayan birçok tür de arada kalan tropikal alçak yereylerde bugün bulunmayan cinslerdendir.
Bu kısa sözler yalnız bitkiler üzerinedir; ama karasal hayvanlarla ilgili ve bunlara benzer birkaç olgu verilebilir. Denizel canlılarda da benzer durumlarla karşılaşılır; örneğin, gerçek bir yetkili olan Prof. Dana şöyle demektedir: “Yeni Zelanda’nın, kabuklu hayvanları bakımından, taban karşıtı (antipode) olan Büyük Britanya’ya dünyanın herhangi bir yerinden daha çok benzemesi şaşılacak bir olgudur.” Sir J. Richardson kuzeyli balık biçimlerinin Yeni Zelanda, Tasmanya vb. kıyılarında da bulunduğunu söylemekte; ve Dr. Hooker, Yeni Zelanda’da ve Avrupa’da ortak yirmi beş deniz yosunu türü olduğunu, ama bu türlerin aradaki tropikal denizlerde bulunmadığını bildirmektedir.
Bu olgulardan, yani, ılıman biçimlerin bütün ekvatoral Afrika ve Hindistan Yarımadası boyunca uzanan yüksek kesimlerde, Seylan’a ve Malaya Takımadalarına dek, ve çaprazlamasına, daha az belirgin bir tarzda da bütün tropikal Güney Amerika’da bulunmasından, eski bir dönemde, kuşkusuz Buzul Çağının en soğuk zamanlarında, ekvatorun altında kalan her yerde, bu büyük kıtalardaki alçak yereylerin birçok ılıman biçime barınaklık ettiği anlaşılmaktadır. O dönemde deniz düzeyindeki ekvatoral iklim, belki bugün aynı enlemlerde 5.000-6.000 ayak yükseklikte olduğu gibiydi, ya da daha serindi. Bu en soğuk zamanlarda, ekvatorun altındaki alçak yereyler, Dr. Hooker’a göre, Himalaya’nın 4.000-5.000 ayak yükseklikteki alçak yamaçlarında görüldüğü gibi, tropikal ve ılıman bitkilerin karışmasından doğmuş bir bitki örtüsüyle kaplanmış olmalıdır; ama bu bitki örtüsünde ılıman biçimler belki daha başat olmuştur. Bay Mann, Guinea Körfezindeki dağlık Fernando Po Adalarında Avrupalı ılıman biçimlerin aşağı yukarı 5.000 ayak yüksekte ortaya çıkmaya başladığını görmüştür. Dr. Seemann, Panama dağlarında, ve yalnızca iki bin ayak yükseklikte, Meksika’nınki gibi “sıcak kuşak biçimleriyle ılıman biçimlerin uyumlu olarak karıştığı” bir bitki örtüsü buldu.
Şimdi, Bay Croll’un vargısının, Kuzey Yarıkürede Buzul Çağının aşırı soğukları egemenken Güney Yarıkürenin gerçekten daha sıcak olmasının her iki yarıkürenin ılıman kesimlerinde ve dönencelerdeki dağlarda yaşayan farklı organizmaların anlaşılamaz görünen bugünkü dağılımına herhangi bir açıklık getirip getirmediğini araştıralım. Buzul Çağı, yıllara vurulursa, çok uzun sürmüş olmalıdır; ve doğallaşmış bazı bitkilerin ve hayvanların birkaç yüzyılda yayıldığı alanların genişliğini gözönünde bulundurursak, bu çağın en geniş göçlere bile yetecek uzunlukta olduğunu anlarız. Soğuk gittikçe artarken arktik biçimlerin ılıman bölgeleri kapladığını biliyoruz; ve hemen şimdi verilmiş olgulara bakarak, daha dinç, başat, ve çok yaygın ılıman biçimlerin ekvatoral alçak yereyleri kapladığından kuşkulanmak pek güçtür. Bu sıcak alçak yereylerin canlıları, o sırada, güneyin tropikal ve yarı-tropikal kesimlerine göçerdi, çünkü o dönemde, Güney Yarıküre daha sıcaktır. Buzul Çağının bitiminde, her iki yarıküre de eski sıcaklıklarına kavuştuğu için, ekvatorun alandaki alçak yereylerde yaşamakta olan kuzeyli ılıman biçimler, eski yurtlarına döner ya da yok olur, ve güneyden gene geri gelen ekvatoral biçimler onların yerini alırdı. Bununla birlikte, kuzeyli ılıman biçimlerden bazıları, kuşkusuz, bitişikteki yüksek yereylere çıkar ve orada, orası yeter yükseklikteyse, Avrupa dağlarındaki arktik biçimler gibi, uzun süre kalımlı olurdu, iklim kendileri için tümüyle uygun olmasa bile kalımlı olabilirlerdi, çünkü bitkilerin iklime uymaya belirli bir yetenekleri olduğundan kuşku yoktur, ve bu, döllerine soya çekimle soğuğa ve sıcağa karşı farklı direnme yetenekleri iletmelerinden bellidir.
Olayların düzenli akışı sırasında Kuzey Yarıküre ısınır, Güney Yarıküre zorlu bir buzul çağına girerdi; o zaman, güneyin ılıman biçimleri ekvatoral alçak yereyleri kaplardı. Eskiden dağlarda kalan kuzeyli biçimler aşağılara iner ve güneyli biçimlerle karışırdı. Sonuncular, sıcakların yeniden artmasıyla birlikte, dağlarda bazı türler bırakarak oralardaki barınaklarından inmiş olan kuzeyli ılıman biçimleri de yanlarına alarak eski yurtlarına dönerdi. Ve bunun sonucu olarak, kuzeyin ve güneyin ılıman kuşaklarında ve arada kalan tropikal bölgelerin dağlarında özdeş bazı biçimler bulmamız gerekirdi. Ama bu dağlarda ya da karşıt yarıkürede uzun zaman kalan türler, yeni birçok biçimle yarışmak ve biraz farklı fiziksel koşulların etkisinde yaşamak zorunda olurdu; bundan ötürü onlar değişiklik geçirmeye özellikle eğilim gösterir ve bugün, çeşitler ya da temsilci türler olarak bulunurlardı; ve durum böyledir. Eskiden her iki yarıkürede de buzul çağları yaşandığını göz önünde bulundurmalıyız; çünkü bu, aynı ilkeye uygun olarak, birbirinden çok uzak olan aynı alanlarda yaşayan ve bugün arada kalan sıcak kuşaklarda bulunmayan cinslerden olan tümüyle farklı türlerin durumunu açıklayacaktır.
Çok özdeş ve biraz değişiklik geçirmiş birçok türün kuzeyden güneye, ve sonra ters yönde göç etmiş olması, Hooker’ın Amerika’yla ve Alph. de Candolle’un Avustralya’yla ilgili olarak üzerinde önemle durdukları dikkate değer bir olgudur. Bununla birlikte, Borneo ve Habeşistan dağlarında güneyli birkaç biçime rastlıyoruz. Kuzeyden güneye göçün başatlığı, karaların kuzeyde daha geniş bir alan kaplaması, ve kuzeyli biçimlerin kendi anayurtlarında daha kalabalık olması, bundan dolayı doğal seçme ve yarışmayla güneyli biçimlerden daha ileri bir yetkinlik, ya da egemenlik aşamasına ulaşmış olmasındandır sanırım. Onun için, bu iki grup, buzul çağlarının almaşımı (alternation) sırasında, ekvatoral alanlarda birbiriyle karıştığı zaman, kuzeyli biçimler daha güçlü ve dağlardaki yerlerini koruyabilecek, ve sonra güneyli biçimlerle birlikte güneye doğru göç edebilecek durumdadır; oysa güneyli biçimler öyle değildir. Bugün de, Avrupalı birçok canlı, La Plata’da, Yeni Zelanda’da geniş, ve Avustralya’da biraz daha dar bir alanı aynı ilkeye uygun olarak kaplamış, ve yerli biçimleri yenilgiye uğratmıştır; oysa, son iki-üç yüzyıldır La Plata’dan, ve son kırk elli yıldır Avustralya’dan Avrupa’ya hayvan derisi, yapağı gibi bitki tohumu taşıyabilecek nesneler büyük ölçüde getirilmiş olmakla birlikte, Kuzey Yarıkürenin herhangi bir yerinde doğallaşabilmiş güneyli biçimler pek azdır. Bununla birlikte, Hindistan’daki Neigheirrie Dağları kısmen ayraldır (istisnaî); çünkü, Dr. Hooker’dan işittiğime göre, Avustralyalı biçimler, orada çabucak yayılmakta ve doğallaşmaktadır. Son büyük Buzul Çağından önce, tropikal dağların oralara özgü dağsal biçimlerle kaplı olduğu kuşkusuzdur; ama onlar, aşağı yukarı her yerde, kuzeyin daha etkin olan geniş alanlarında yetişmiş başat biçimlere yenilmişlerdir. Adaların birçoğundaki yerli canlılar, adalara gelip, doğallaşanlarla nerdeyse eşitleşmiş, hatta onlara oranla azalmıştır; bu, yerli canlıların tükenmesinin başlangıcıdır. Dağlar, karalardaki adalardır, ve dağlardaki canlılar da, tıpkı insanların getirdiği kıtasal biçimlere her yerde yenilmiş ve yenilmekte olan gerçek ada canlıları gibi, kuzeyin geniş alanlarında türemiş canlılara yenilmektedir.
Aynı ilke, kuzey ve güney ılıman kuşaktaki ve ekvatoral dağlardaki karasal hayvanların ve denizel canlıların dağılımı için de geçerlidir. Buzul Çağının en soğuk zamanlarında, okyanus akıntıları bugünkünden farklıyken, ılıman denizlerin bazı canlıları ekvatora ulaşmış olabilir; ve onların birkaçı –Forbes’a göre, öbürleri bugün kuzeydeki ılıman denizlerin epey derin yerlerinde arktik canlıların barındığı ayrıklanmış yerlerde olduğu gibi diyebileceğimiz bir tarzda, Güney Yarıkürenin (sırası geldiği zaman) buzul ikliminin etkisinde kalmalarına ve ilerlemelerine elvermesine dek, denizin daha serin olan derinliklerinde kalıp yaşamlarını sürdürürken– serin akıntılardan yararlanarak güneye göç etmiş olabilir.
Bugün, kuzeyde ve güneyde, ve bazen arada kalan sıradağlarda, birbirlerinden böylesine ayrı düşmüş olarak yaşayan özdeş ve hısım türlerin dağılımı ve hısımlıkları konusundaki bütün güçlüklerin yukarda bildirilen görüşlerle giderildiğini pek sanmıyorum. Gerçek göç yollarını belirleyemeyiz. Neden bazı türlerin göçtüğünü ve öbürlerinin göçmediğini; neden belirli türler değişiklik geçirip yeni biçimler türetirken öbürlerinin değişmeden kaldığını söyleyemeyiz. Yabancı bir ülkede insan eliyle yetiştirilen türlerden niçin şunun değil de bunun doğallaştığını; başka türler kendi yurtlarında yaşarken, neden bir türün iki üç kat uzağa ulaştığını, ve iki üç kat daha yaygın olduğunu söyleyebilinceye dek, böyle olguları açıklayacağımızı umamayız.
Giderilmeyi bekleyen çeşitli özel güçlükler de vardır; örneğin, Dr. Hooker’ın gösterdiği gibi, aynı bitkilerin Kerguelen Adaları, Yeni Zelanda ve Ateş Ülkesi gibi pek uzak noktalarda ortaya çıkması bunlardan biridir; ama, Lyell’in kabul ettiği gibi, böyle bitkilerin yayılması buzdağlarıyla sağlanmış olabilir. Güney Yarıkürenin bu noktalarında ve başka yerlerinde, farklı olmakla birlikte özellikle hep güneyde yaşayagelmiş cinslere bağlı türlerin bulunması, daha da dikkate değer bir olgudur. Bu türlerin bazıları öylesine farklıdır ki son Buzul Çağının başlangıcından beri onların göçüne ve bundan ötürü değişiklik geçirmesine zaman elvermediğini düşünemeyiz. Olgular, aynı cinsin farklı türlerinin ortak bir merkezden yayılan ışınları andıran yollar izleyerek göç etmiş olduğunu gösterir gibidir; ve ben, Kuzey Yarıküre gibi Güney Yarıkürenin de, son Buzul Çağından önce, bugün buzlarla kaplı antarktik alanlarda pek özel ve ayrıklanmış bir floranın barındığı eski ve daha sıcak bir dönem geçirdiğini kabul etmek eğilimindeyim. Son Buzul Çağı sırasında, bu flora ortadan kalkmadan önce, birkaç biçimin uygun taşınma yollarıyla ve şimdi batmış adalardan konaklamak için yararlanarak Güney Yarıkürenin farklı noktalarına sıçramış olduğu düşünülebilir. Böylece, Amerika’nın, Avustralya’nın ve Yeni Zelanda’nın güney kıyıları, aynı özel canlı biçimlerin varlığı ile hafifçe benzeşir duruma gelmiş olabilir.
Sir C. Lyell, yazdıklarının bir yerinde, aşağı yukarı benimkine özdeş bir dil kullanarak, büyük iklim değişmelerinin bütün dünyadaki canlıların coğrafi dağılımına yaptığı etkiler üzerine kurguda bulunmaktadır. Ve, Bay Croll’un vardığı sonucun, yani bir yarıküredeki ardışık buzul çağlarının karşıt yarıküredeki daha sıcak dönemlere rastlamasının, türlerin yavaş yavaş değişiklik geçirdiği de kabul edilirse, yeryüzünün her yerindeki özdeş ve hısım canlı biçimlerin dağılımındaki pek çok olguyu açıkladığını görmüş bulunuyoruz. Yaşam selleri, dönemlerin birinde kuzeyden ve öbüründe güneyden akarak, her iki durumda da, ekvatora ulaşmıştır; ama, yaşam selinin kuzeyden akışı, karşıt yöndekinden çok daha zorlu olmuş, ve bundan ötürü, güney daha büyük bir baskına uğramıştır. Gelgit’in taşıdığı nesneleri kıyıda ve yatay çizgi konumunda bırakması, ve böyle çizgilerin kabarmanın en yüksek olduğu kıyılarda en yüksek düzeyde olması gibi, yaşam suları da, taşıdıkları canlı tortuyu arktik alçak yereylerden yavaş yavaş yükselerek ekvatorun altında doruğuna ulaşan bir çizgi konumunda bırakmıştır. Böylelikle karaya vurmuş çeşitli varlıklar, hemen hemen her yerden kovulup dağlara sığınmış, ve o yöredeki alçak yereylerin eski halkından kalmış ilginç belgeler olarak oralarda yaşayan yabanıl insan ırklarıyla karşılaştırılabilir.