Sir C. Lyell ve başkaları, bu konuyu ustalıkla işlemişlerdir. Burada, daha önemli olguların yalnız kısa bir özetini vereceğim, iklim değişmesi göçü büyük ölçüde etkilemiş olmak gerekir. Bugün iklimi dolayısıyla bazı organizmalar için geçilmez olan bir alan, iklim farklıyken göç için bir anayol olmuş olabilir. Ama konunun bu yanını biraz sonra ayrıntılı olarak tartışmam gerekecek. Karaların alçalıp yükselmesi de çok etkili olmuş olmalıdır: Bugün iki denizel faunayı ayıran dar bir kıstağı denize batırınız, ya da kıstağın eskiden denize gömüldüğünü varsayınız, o zaman iki fauna birbirine karışacaktır. Bugün denizlerin uzandığı yerler, eski bir dönemde adaların ve hatta kıtaların birleştiği alanlar olabilir, öyle ki, karasal canlılar onların birinden öbürüne geçme olanağı bulur. Bugün varolan organizmaların zamanında önemli düzey alçalmaları ve yükselmeleri olduğunu hiçbir yerbilimci tartışmamaktadır. Edward Forbes, Atlantik’teki adaların yakın zamana dek Avrupa ya da Afrika ile, ve Avrupa’nın Amerika ile birleşik olduğunu öne sürmektedir. Başka yazarlar, her okyanusa varsayılı köprüler kurmakta, ve hemen hemen her adayı anakaralardan birine birleştirmektedirler. Forbes’un kanıtlarına gerçekten güvenilirse, yakın zamanlara dek kıtalardan biriyle birleşik olmayan hemen hiçbir ada olmadığı kabul edilmek gerekir. Bu görüş Gordiyon düğümünü çözmekte ve aynı türün en uzak noktalara dağılması konusundaki güçlüklerin birçoğunu ortadan kaldırmaktadır; ama bence, bugünkü türlerin zamanında, böylesine başdöndürücü coğrafi değişmeler olduğunu kabul etmeye yetkimiz yoktur. Bana öyle geliyor ki, kara ve deniz düzeylerinde büyük salınımlar olduğu konusunda pek çok kanıt vardır; ama kıtaların konumunda ve uzanımında (extension), yakın zamanda kıtaları birbirleriyle ve aralarındaki tek tek okyanus adaları ile birleştirecek kadar büyük değişmeler olduğunu gösteren kanıt yoktur. Eskiden, şimdi denize gömülmüş, göçleri sırasında birçok bitkiye ve hayvana konaklık etmiş adalar bulunduğunu seve seve kabul ediyorum. Bugün mercanlı denizlerdeki halka biçimli mercanadaları, böyle batmış adaların yerlerini göstermektedir. Her türün bir tek doğum yerinden çıktığı çoğunlukla kabul edilince (günün birinde kabul edilecektir), ve zamanla, dağılma konusunda kesin bilgiler edindiğimiz gün, karaların eski uzanımları konusunda güvenle konuşabileceğiz. Ama bugün ayrı olan kıtaların birbirleriyle, ve şimdiki okyanus adalarının birçoğu ile, yakın zamanlarda kesiksiz ya da aşağı yukarı kesiksiz bir birleşiklik gösterdiğinin kanıtlanacağına inanmıyorum. Farklı yayılma olguları, örneğin hemen hemen her kıtanın karşıt yanlarındaki denizel faunalarda görülen büyük fark; farklı karaların ve hatta denizlerin Üçüncü Zamandaki canlılarının bugünkülerle yakın hısımlığı; adalarda yaşayan memelilerin en yakın kıtadakilerle hısımlıklarının (ilerde göreceğimiz gibi) aradaki denizin derinliğiyle kısmen belirlenen derecesi; bunlar ve bunlara benzer başka olgular, Forbes’un öne sürdüğü ve yandaşlarının desteklediği görüşe göre zorunlu olan o yakın zamanlardaki başdöndürücü coğrafi değişmelerin kabul edilmesini engellemektedir. Okyanus adalarındaki canlıların doğası ve ilişkin (relative) oranları da, o adaların eskiden kıtalarla birleşik olduğu inancına aykırı düşmektedir. Böyle adaların aşağı yukarı genellikle yanardağsal olan bileşimi de, onlarırı batmış kıtaların kalıntıları olduğu görüşünü desteklememektedir; o adalar eski kıtasal sıradağların yüceltileri olsaydı, hiç değilse bazıları, öbür dağların dorukları gibi, yalnız yanardağsal nesnelerden oluşacakları yerde, başkalaşmış şistten, ve taşılca zengin eski tabakalardan oluşurlardı.
Şimdi, “rastgele” denen, ama “uygun düşen” denmesi daha yerinde olan yayılma yolları üzerine birkaç söz söylemeliyim. Burada yalnız bitkilerle yetineceğim. Bitkibilim kitaplarında, şu ya da bu bitkinin tohumlarını uzaklara saçmada yetersiz olduğu sık sık söylenir; ama onların denizleri aşmasının çok mu, yoksa az mı kolay olduğu konusunda söylenebilen tek şey, bunun hemen hemen hiç bilinmediğidir. Ben, Bay Berkeley’in yardımı ile birkaç deneme yapıncaya dek, deniz suyunun zararlı etkilerine tohumların ne kadar dayanabildiği bile bilinmiyordu. Deniz suyunda 28 gün kaldıktan sonra 87 çeşit tohumdan 64’ünün çimlendiğini, ve birkaçının 137 gün sonra bile çimlenme gücü gösterdiğini şaşarak gördüm. Bazı takımların öbürlerinden daha çok zarar gördüğünü belirtmeliyim; dokuz baklagili (Leguminosae) denedim; biri dışında, hepsinin de tuzlu suya karşı direnci kötüydü; iki hısım takımın, Hydrophyllaceae ile Polemoniaceae’nin, yedi türü, deniz suyunda bir ay kaldıktan sonra öldü. Kolay olsun diye özellikle kapsülsüz ya da meyvesiz küçük tohumları kullandım; bunların hepsi birkaç gün içinde dibe çöktü. Demek ki deniz suyundan zarar görseler de görmeseler de, denizde yüzerek uzaklara gidemezlerdi. Sonra bazı iri meyveleri, kapsülleri vb. denedim, bunların bazıları uzun süre su yüzünde kaldı. Yaş ve kuru ağacın yüzebilirlikleri arasındaki farkı herkes bilir; üzerinde tohum kapsülleri bulunan kurumuş bitkileri ya da dalları sellerin sık sık denize sürüklediği aklıma geldi. Ve 94 bitkinin üzerinde olgun meyveleri bulunan saplarını ve dallarını kurutup deniz suyuna bıraktım. Çoğu çabucak battı, ama yaşken çok kısa bir süre yüzen bazıları, kurutulunca daha uzun bir süre yüzdü; örneğin, olgun fındıklar çabucak battı, ama kurutulunca 90 gün yüzdü, ve ekilince çimlendi; bir kuşkonmaz bitkisi, olgun yemişleriyle 23 gün, ve kurutulunca 85 gün yüzdü, ve tohumları çimlenebildi; olgun Helosciadium tohumları iki gün içinde battı, kurutulunca 90 günden çok yüzdü, ve ardından çimlendi. Toplam olarak, kurutulmuş 94 bitkiden 18’i 28 günden çok, ve bu 18 bitkiden bazıları çok daha uzun bir süre yüzdü. Ve 87 çeşit tohumdan 64’ü deniz suyunda 28 günden çok kalıp çimlendiği, ve, 94 farklı tür (bunlar ilk denemedeki türler değildi) olgun meyveleri ile birlikte, kurutulunca, 28 günden çok yüzdüğü için, şu sonuca (bu denli az olgudan çıkarılabildiği kadarıyla) varabiliriz: herhangi bir ülkedeki bitki türlerinin %14’ünün tohumlan 28 gün deniz akıntılarıyla sürüklenebilir, ve çimlenme güçlerini koruyabilir. Jonston’ın Fiziksel Atlas’ında, farklı Atlantik akıntılarının ortalama hızı günde 33 mildir (bazı akıntılarınki günde 60 mildir); bu ortalama hızla bir ülkedeki bitkilerin %14’ünün tohumları, yüzerek, 924 deniz mili uzaktaki başka bir ülkeye götürülebilir, ve karaya vurunca, denizden esen sert yellerle elverişli bir yere sürüklenirse, çimlenebilir. Benden sonra M. Martens de benimkilere benzer ama daha yetkin denemeler yaptı: Tohumları bir kutuya koyup denize bıraktı, öyle ki, tohumlar, tıpkı gerçekten yüzen bitkiler gibi, sırayla bir havanın, bir suyun etkisinde kalıyordu. Pek çoğu benimkilerden farklı 98 çeşit tohum kullandı; ama o, denize yakın yerlerde yaşayan bitkilerin iri meyvelerini ve tohumlarını seçti; kullandığı bitkilerin ortalama yüzme süresinin daha uzun ve tuzlu suya karşı dirençlerinin daha yüksek olmasını buna yorabiliriz. Öte yandan, M. Martens meyveli bitkileri ve dalları önceden kurutmadı; kurutma, bildiğimiz gibi, bazılarının daha uzun bir süre yüzmesini sağlardı. Sonuç şuydu: 98 çeşit tohumdan 10’u 42 gün yüzdü, ve sonra çimlenebildi. Ama dalgaların etkisinde kalan bitkilerin bizim denemelerimizde sert hareketlerden korunmuş olan bitkilerden daha kısa bir süre yüzeceğinden kuşkulanmıyorum. Bundan ötürü, bir floradaki bitkilerin yaklaşık %10’unun, kuruduktan sonra 900 deniz mili uzağa yüzebileceğini, ve sonra çimlenebileceğini varsaymak belki daha doğru olur. İri meyvelerin ufaklardan daha uzun süre yüzmesi ilginçtir; çünkü Alph. de Candolle’un gösterdiği gibi, yayılma alanları genellikle sınırlı olan iri tohumlu ya da iri meyveli bitkiler, başka bir yolla ancak güçlükle taşınabilir.
Tohumlar bazen başka bir yolla da taşınabilir. Çeşitli etkilerle sökülen ağaçlar, adaların pek çoğuna, okyanusların ortasındakilere bile taşınır; Pasifik’teki mercanadalanrının yerlileri, araçları için gerekli taşları ancak böyle ağaçların köklerinden sağlarlar, ve bu taşlar oralarda çok değerli başlıca nesnelerden sayılır. Belirli bir biçimi olmayan taşların böyle ağaçların kökleri arasına sıkışıp kalmış olduğunu, ve taşların yarıklarında ve arkalarında, uzun bir taşınma sırasında bile yıkanıp götürülemeyecek küçük toprak parçaları bulunduğunu gördüm: Aşağı yukarı 50 yıllık bir meşenin kökleriyle her yandan sarılıp kapatılmış bir parça topraktan üç tane iki çenekli bitkinin çimlenip sürdüğünü gördüm: Bu gözlemimin doğruluğundan hiç kuşkulanmıyorum. Kuş ölülerinin de denizde uzun zaman yüzdüğünü, ve kursaklarındaki çeşitli tohumların çimlenme güçlerini koruduğunu kanıtlayabilirim: Örneğin bezelye ve burçak tohumları deniz suyunda birkaç gün kalınca bile ölmekte, oysa yapma denizsuyunda 30 gün yüzmüş bir güvercin ölüsünün kursağından çıkanların aşağı yukarı hepsi çimlenmektedir. Tohumların taşınmasında canlı kuşların da önemli etkileri olmaktadır. Çeşitli kuşların sert yellere kapılıp okyanusların açıklarına sürüklendiğini gösteren bir sürü örnek verebilirim. Kuşların böyle koşullardaki hızlarının çoğu zaman saatte 35 mil olduğunu güvenle kabul edebiliriz; kimi yazarlar bu hızı daha yüksek hesaplamaktadırlar. Besince zengin bir tohumun bir kuşun bağırsaklarından geçtiğini hiç görmedim; ama meyvelerin sert çekirdekleri bir hindinin sindirim organlarından bile hiç zarar görmeden geçmektedir. Bahçemde, iki ay içinde, küçük kuşların dışkılarından 12 çeşit tohum çıkardım, hepsi de kusursuz görünüyordu, ve bazıları, yaptığım deneme sonunda çimlendi. Ama aşağıdaki olgular daha önemlidir: Kuşların kursakları mide suyu (gastric juice) salgılamaz ve deneyerek öğrendiğime göre, tohumların çimlenme gücüne hiç zarar vermez; bol yem bulup yemiş bir kuşun yuttuğu tanelerin 12 ve hatta 18 saatten önce katıya (mideye) geçmediği kesinlikle söylenmektedir. Bir kuş, bu süre içinde 500 mil uzağa kolayca sürüklenebilir; doğanların yorgun kuşları gözetlediği de bilinmektedir; demek ki kursaktaki tohumlar böylelikle çabucak yayılabilir. Bazı gündüz yırtıcı kuşları ve baykuşgiller, avlarını bütün olarak yutar, ve, hayvanat bahçesinde yapılmış denemelerden öğrendiğime göre, 12-20 saatte, içinde çimlenebilir durumda tohumlar bulunan küçük topaklar kusarlar. Bazı yulaf, buğday, akdarı, kuşyemi, kendir, üçgül ve pazı tohumları, türlü yırtıcı kuşların midelerinde 12-20 saat kaldıktan sonra çimlendi; iki pazı tohumu iki gün on dört saat böylece alıkonduktan sonra bile çimlendi. Tatlı-su balıklarının çeşitli kara ve su bitkilerinin tohumlarını yediğini gözledim; kuşlar çoğu zaman balıkları da yutar, ve tohumlar, böylelikle, bir yerden başka bir yere taşınabilir. Ölü balıkları, midelerine çeşitli tohumlar doldurduktan sonra, balıkçıl-kartallara (fishing-eagles), leyleklere ve kaşıkçı kuşlarına yedirdim; tohumlar birkaç saat sonra ya topaklar içinde kusuldu, ya da dışkıyla atıldı; ve bu tohumların bazıları çimlenme gücü gösterdi. Ama bazı tohumlar bu işlem sırasında çimlenme güçlerini her zaman yitirdi.
Ekin çekirgeleri bazen yellerle karalardan çok uzaklara sürüklenir; ben kendim, Afrika kıyısından 370 mil açıkta bir ekin çekirgesi yakaladım ve başkalarının çok daha uzakta yakalandıklarını işittim. R. T. Lowe, Sir C. Lyell’e, 1844 Kasımında Madeira Adalarına ekin çekirgesi sürülerinin geldiğini bildirmiştir. Çekirgeler en zorlu tipideki kar taneleri kadar sıktı ve sürüler, göğe doğru teleskopla görülebilen uzaklığa dek uzanıyordu. İki üç gün, en az beş altı mil çapında dev bir elips çizerek ağır ağır dönüp durdular; geceleri kondukları yüksek ağaçları baştan aşağı kapladılar. Sonra geldikleri gibi birdenbire gittiler, ve o zamandan beri adalara uğramadılar. Bugün, Natal’ın bazı kesimlerindeki çiftçiler, ülkelerine sık sık uğrayan büyük ekin çekirgesi sürülerinin pislikleriyle otlaklarına zararlı tohumlar geldiğine, elde yeter kanıt olmamakla birlikte, inanmaktadırlar. Bay Weale, bu inanç üzerine, bana, kurumuş pislik topakçıkları gönderdi. Mikroskopla yaptığım araştırmada çeşitli tohumlar buldum; onlardan yetiştirdiğim yedi ot, iki ayrı cinsin iki türündendi. Bundan ötürü, Madeira’ya uğramış olan kadar büyük bir ekin çekirgesi sürüsü, anakaradan uzakta bulunan bir adaya çeşitli bitkileri kolayca sokabilir.
Kuşların genellikle temiz olan gagalarına ve ayaklarına bazen toprak bulaşır. Bir kekliğin ayağından, birinde altmış bir ve ikincisinde yirmi iki grain [1 grain = 0,065 gram] kurumuş killi toprak çıkardım; ve toprak parçacıklarından biri bakla tanesi iriliğindeydi. İşte daha iyi bir örnek: Bir arkadaşın gönderdiği bir çulluk ayağındaki kuru toprak parçacığı ancak 9 grain ağırlığındaydı, ve içinde bulduğum bir bataklık bitkisinin (Juncus bufonius) tohumu çimlendi ve çiçek açtı. Ömrünün son kırk yılını göçmen kuşlarımızı yakından gözlemekle geçirmiş olan Brightonlu Bay Swaysland, kuyruksallayanları (Motacillae), kuyrukkakanları, ve vınlayan kuyrukkakanları (Soxicolae) kıyılarımıza ilk geldikleri zaman ve daha yere konmadan birkaç kez vurduğunu, ve bu kuşların ayaklarındaki kurumuş çamur parçacıklarının sık sık dikkatini çektiğini bildirdi. Toprağın genellikle tohumlarla dolu olduğunu gösteren birçok örnek verilebilir. Örneğin, Prof. Newton, yaralı olduğu için uçamayan bir kızılayaklı kekliğin (Caccabis rufa) ayağını gönderdi; bu kuş ayağına altı buçuk ounce [1 ounce = 28,3 gram] ağırlığında katı bir toprak topağı yapışmıştı. Bu toprak üç yıl saklanmıştı, ama kırılıp ıslanarak bir saksıya konunca, içinden 82’yi aşkın bitki sürdü: Bunların 12’si birçenekliydi ve aralarında bayağı yulaf da vardı; 70’i iki-çenekliydi, ve en az üç farklı türden oldukları körpe yapraklarına bakılarak anlaşılıyordu. Elimizde böyle olgular varken, her yıl fırtınalarla okyanus açıklarına, uzaklara sürüklenen, ve her yıl göç eden birçok kuşun –örneğin milyonlarca bıldırcın Akdenizi aşarak göç eder– ayaklarına ya da gagalarına çamurla rastgele yapışmış birkaç tohumu taşıdığından kuşkulanabilir miyiz? Ama bu konuya yeniden dönmem gerekecek.
Bilindiği gibi, buzdağları (iceberg) bazen taş ve toprak yüklüdür, çalı çırpı, kemikler, ve hatta kuş yuvası taşımaktadır; bundan ötürü, Lyell’in belirttiği gibi, uygun durumlarda, arktik ve antartik bölgelerin bir yerinden başka yerine, ve Buzul Çağı sırasında bugünkü ılıman bölgelerin bir yerinden öbürüne, tohum taşıdıklarından hemen hemen hiç kuşkulanılamaz. Atlantik’in anakaraya daha yakın adalarındaki türlere oranla Azor Adalarındaki bitkilerin pek çoğunun Avrupa için de ortak olmasından, ve (Bay H. C. Watson’ın belirttiği gibi) bu bitkilerin bulundukları enlemlere göre biraz kuzeyli özellik taşımasından, bu adaların Buzul Çağı sırasında kısmen buzdağlarının getirdiği tohumlara yataklık etmiş olduğu kanısına vardım. Sir C. Lyell, dileğim üzerine, M. Hartung’a yazarak, bu adalarda oraya başka yerlerden taşınmış kayalara rastlayıp rastlamadığını sordu. M. Hartung, bu takımadalarda olmayan granitin ve başka kayaların büyük parçalarını bulduğu yanıtını verdi. Öyleyse, buzdağlarının taşlı yüklerini eskiden Atlantik’in ortasındaki bu adaların kıyılarına boşalttığı, ve oraya bazı kuzeyli bitkilerin tohumlarını da getirdiği sonucunu güvenle çıkarabiliriz.
Anılan bu taşınma yollarını ve hiç kuşkusuz daha bilmediğimiz başka taşınma yollarını göz önünde bulundurursak, on binlerce yıl içinde birçok bitkinin böyle taşınmaması pek garip bir olgu olurdu sanırım. Bu taşınma yollarına, bazen, rastgele denmektedir, ama bu tümüyle doğru değildir: Ne deniz akıntıları rastgeledir ne de başat yellerin yönleri. Tohumların bu taşınma yollarında herhangi biriyle pek uzaklara götürülemeyeceği de unutulmamalıdır; çünkü tohumlar deniz suyunun etkisinde çok uzun süre kalınca canlılıklarını koruyamaz; kuşların kursaklarında ve bağırsaklarında da uzun süre taşınamaz. Bununla birlikte, iki uzak kıta arasında bu yollarla taşınma olmazsa da, yüzlerce mil denizaşırı, ya da adadan adaya, ya da bir kıtadan komşu bir adaya taşınma olabilir. Uzak kıtaların floraları böylelikle karışmaz, tersine, bugün oldukları kadar farklı kalır. Akıntılar, izledikleri yönden ötürü, Kuzey Amerika’dan Britanya’ya tohum getiremez; akıntılar Batı Hindistan’dan bizim batı kıyılarımıza tohum getirebilirse de, bunlar tuzlu suyun çok uzun süren etkisine dayansa bile, bizim iklimimize dayanamaz. Aşağı yukarı her yıl birkaç kara-kuşu yellerle Atlantik ötesine sürüklenerek Kuzey Amerika’dan İrlanda’nın ya da İngiltere’nin batı kıyılarına gelmektedir; ama bu birkaç yolcu, tohumları yalnız kendisi de seyrek bir rastlantı olan bir yolla, yani gagalarına ve ayaklarına sıvanmış çamurla taşıyabilir. Bu durumda bile, bir tohumun elverişli bir yere düşme ve gelişip tohum verme şansı pek azdır. Ama, eldeki bilgilere göre, Büyük Britanya gibi canlıların çok sık olduğu bir adaya Avrupa’dan ya da başka bir kıtadan, son birkaç yüzyıl içinde bu türlü yollarla göçmen gelmediği için (bunun doğruluğunu saptamak çok güçtür), canlıların seyrek olduğu bir adanın, anakaradan çok uzak olsa bile, benzer yollarla göçmen sağlayamayacağını öne sürmek büyük bir yanılgı olur. Canlıları Britanya’ya oranla pek seyrek olan bir adaya taşınan yüz türlü bitki tohumundan, ya da hayvandan belki ancak biri, yeni yurduna orada doğallaşacak kadar iyi uyar. Ama bu, yer bilimsel zamanlar boyunca, adalar yükselirken, ve canlılarla kaplanmadan önce, böyle taşınmaların etkili olmadığını gösteren sağlam bir kanıt değildir. Zararlı böceklerin ya da kuşların pek az bulunduğu ya da hiç bulunmadığı çıplak denebilecek bir yere nasılsa ulaşan tohumlardan oranın iklimine uygun olanların hemen hemen hepsi çimlenir ve kalımlı olur.