Bu bölümü görüşlerime karşı ileri sürülmüş çeşitli itirazların incelenmesine ayıracağım; çünkü daha önceki tartışmaların bazıları böylelikle açıklık kazanabilir; ama bu itirazların hepsini tartışmak yararsızdır; çünkü bunların çoğunu konuyu anlama güçlüğünü göze almamış yazarlar ileri sürmüştür. Ünlü bir Alman doğa bilgininin teorimin en zayıf yanının bütün organik yaratıkları yetkin saymamam olduğunu söylemesi böyledir: Gerçekte benim dediğim şudur: Bütün yaratıklar yaşadıkları koşullara göre olabilecekleri kadar yetkin değildir; ve bu, yeryüzünün türlü kesimlerindeki yerli pek çok biçimin oralara getirilmiş yabancı biçimlere yerlerini kaptırması olgusu ile doğrulanmaktadır. Herhangi bir zamanda yaşadıkları koşullara yetkinlikle uyarlanmış organik varlıklar bulunsa bile, onlar koşullar değişince kendileri de uygun bir değişme göstermedikçe, öyle kalamaz; ve herhangi bir ülkedeki canlıların sayıları ve türleri gibi, o ülkenin fiziksel koşullarının da birçok değişikliğe uğradığını hiç kimse tartışmayacaktır.
Bir eleştirmen, bu yakınlarda, matematiksel kesinlik çalımlarıyla şunun üzerinde durdu: Uzun ömürlülük bütün türler için büyük bir üstünlükmüş, onun için doğal seçmeye inanan kimse “kendi soyağacını” bütün kuşakların atalarından daha çok yaşadığını gösterir biçimde “düzenlemek zorunluğunda” imiş! Eleştirmenimiz, iki yıllık bir bitkinin ya da aşağı bir hayvan türünün soğuk bir bölgeye yayılabilmesini ve orada her kış yok olmasını; ve bununla birlikte doğal seçmeyle kazanılmış üstünlüklerinden ötürü, tohumlarının ya da yumurtalarının aracılığıyla yaşamını yıldan yıla sürdürmesini kavrayamıyor mu? Bay E. Ray Lankester geçenlerde bu konuyu tartışmış, ve konunun aşırı karmaşıklığının doğru bir yargıya varmasına elverdiği ölçüde, uzun ömürlülüğün, genellikle, üreme ve yaşama eylemlerindeki harcamaların toplamı ile olduğu gibi, her türün organlanma aşamasının durumu ile de ilişkili olduğu sonucuna varmıştır. Ve bu koşullar doğal seçmeyle büyük ölçüde belirlenebiliyor olabilir.
Şöyle deniyor: Mısır’daki bilinen hayvanlardan ve bitkilerden hiçbiri, son üç ya da dört bin yıl içinde değişmediğine göre, dünyanın hiçbir yerinde hiçbir canlı değişmemiş olabilir. Ama Bay G.H. Lewes’in belirttiği gibi, bu tartışma doğrultusu gereğinden çok ince eleyip sık dokumaktadır, çünkü Mısır anıtlarında resimleri ya da mumyaları bulunan eski evcil ırklar bugün yaşayanlara pek benzer, hatta onların tıpkısıdır; bununla birlikte bütün doğa bilginleri böyle ırkların kendi eski doğal tiplerinin değişiklik geçirmesiyle türediğini kabul etmektedirler. Buzul Çağının başlangıcından beri değişmeden kalmış birçok hayvan, teorime karşı ileri sürülebilecek çok daha güçlü birer örnektir; çünkü o hayvanlar büyük iklim değişmelerinin etkisinde kalmış ve çok uzaklara göç etmiştir; oysa, bildiğimiz kadarı ile, son birkaç bin yıl içinde Mısır’daki yaşam koşulları kesinlikle aynı kalmıştır. Buzul Çağından beri pek az değişiklik olması ya da hiç değişiklik olmaması olgusu, zorunlu ve yaradılışa bağlı bir gelişim yasasına inananlara karşı biraz işe yarayabilir, ama yararlı nitelikte değişimler ya da bireysel farklar ortaya çıkınca onların saklanacağını; ama bunun yalnız belirli uygun koşullarda olacağını söyleyen doğal seçme ya da en uygunların kalımı öğretisi karşısında güçsüzdür.
Ünlü eski varlık bilimci (palaeontologist) Bronn, bu yapıtın Almancaya yaptığı çevirisine yazdığı son sözde, doğal seçme ilkesine göre bir çeşidin ata-türle nasıl yan yana yaşayabileceğini soruyor. İkisi de az farklı yaşama alışkanlıklarına ya da koşullarına uymuşsa, birlikte yaşayabilirler; ve değişkenliğin özel bir nitelik gösterdiği çok biçimli (polymorphic) türleri, ve irilik, akşınlık (albinism) vb. gibi yalnızca geçici olan bütün değişimleri bir yana bırakırsak, benim ortaya çıkarabildiğim kadarı ile, kalıcı çeşitler, genellikle, yayla ya da ova, kurak ya da nemli bölgeler gibi farklı yerlerde barınmaktadır. Bundan başka, çok yer değiştiren ve özgürce çaprazlanan hayvanların çeşitleri, genellikle, belirli alanlara kapanıp kalmış görünmektedir.
Bronn, farklı türlerin tek tek ıralar bakımından değil, tersine, birçok parça bakımından birbirinden farklı olması üzerinde de durmakta, ve oluşumun birçok parçasının değişimle ve doğal seçmeyle nasıl hep aynı zamanda değişiklik geçirmek zorunda olduğunu sormaktadır. Oysa bir yaratığın bütün parçalarının aynı zamanda değişiklik geçirdiğini düşünmek için hiçbir zorunluk yoktur. Belirli bir amaca çok güzel uyarlanmış en şaşırtıcı değişiklikler, daha önce belirtildiği gibi, parçaların önce birinde ve sonra başka birinde ardışık değişimlerle yavaş yavaş kazanılır; ve soya çekimle hepsi birlikte iletildiği için, bize hepsi de aynı zamanda gelişmiş gibi gelir. Bununla birlikte, yukardaki itirazın en güzel yanıtı, belirli amaçlar için özellikle insanoğlunun seçme yetisiyle değişikliğe uğratılmış evcil ırklardadır. Yarış atına ve koşum atına, ya da tazıya ve samsun’a [eskiden savaşta kullanılan köpeklere verilen ad] bakınız. Tüm yapıları ve hatta zihinsel nitelikleri değişikliğe uğramıştır; ama dönüşümlerinin (transformation) geçmişini adım adım izleyebilseydik, –sonraki aşamalar izlenebilir– büyük ve zamandaş değişikliklerle değil, tersine, önce biraz değişiklik geçirip gelişmiş bir ve sonra başka bir parçayla karşılaşırdık. İnsanın yaptığı seçmede bir tek ıra üzerinde durulunca bile –tarım bitkilerimiz bunun en güzel örnekleridir–, ele alınan parça ister çiçek, ister yaprak ya da meyve olsun, o parçanın hep büyük ölçüde değiştiği, ve hemen hemen bütün öbür parçaların hafif değişiklik geçirdiği görülecektir. Bu, kısmen karşılıklı gelişim ilkesine, ve kısmen de kendiliğinden değişime yorulabilir.
Bronn, ve bu yakınlarda Broca, çok daha önemli olan şu itirazda bulundular: Yaratıkların birçoğundaki ıraların onlara hiç yararı yoktur, öyleyse o ıralar doğal seçmeyle etkilenemez. Bronn, farklı tavşan ve fare türlerindeki kulak ve kuyruk uzunluklarını, birçok hayvanın diş minelerindeki bileşik katları, ve bunlara benzer durumları kanıt göstermektedir. Bitkilere gelince, Naegeli bu konuyu büyük bir başarıyla tartışmıştır. Doğal seçmenin çok etkili olduğunu kabul etmekte, ama bitki familyalarının türlerin esenliği için tümüyle önemsiz görünen biçim bilimsel (morphological) ıralarda birbirlerinden özellikle farklı olması üzerinde durmaktadır. Bundan ötürü, ilerleyen ve daha yetkin bir gelişime karşı doğuştan bir eğilim bulunduğuna inanmaktadır. Dokularda gözelerin, ve eksende yaprakların sıralanışını, doğal seçmenin etkileyemeyeceği durumlar olarak nitelemektedir. Çiçeğin parçalarındaki ilişkiler, yumurtacıkların konumu, ve tohumların yayılmasına yararlı değilse tohumun biçimi vb. de bunlara eklenebilir.
Bu, zorlu bir itirazdır. Bununla birlikte, hangi yapıların bir türe bugün yararlı olduğuna, ya da eskiden yararlı olmuş olduğuna, karar vermeye kalkarken, her şeyden önce pek dikkatli olmalı, ve şunu hiç unutmamalıyız: Parçalardan biri değişince, besinin bir parçaya artmış ya da azalmış akımı, karşılıklı sıkıştırma, önceden gelişmiş bir parçanın sonradan gelişmiş bir parçayı etkilemesi gibi şöyle böyle bilinen belirli nedenler, ve bu arada, karşılıklı-ilişkinin çapraşık durumlarına yol açan o hiç bilmediğimiz başka nedenler dolayısıyla, öbür parçalar da değişikliğe uğrayacaktır. Bütün bu etkenler kısaca “gelişim yasaları” adı altında toplanabilir. Üçüncü olarak, değişmiş yaşam koşullarının doğrudan ve belirli etkisini, ve koşulların etkisinin görünüşte tümüyle ikinci derecede bir rol oynadığı kendiliğinden değişimleri hesaba katmalıyız. Bayağı gülde bir yosun-gülünün (moss-rose), ya da bir şeftali ağacında tüysüz bir şeftalinin ortaya çıkması gibi göz-değişimleri, kendiliğinden değişimlere güzel birer örnektir; ama bu durumlarda bile, bir damlacık ağının bitkilerde karmaşık urlar oluşturma gücünü göz önünde bulundurursak, anılan değişimlerin, öz suyunun doğasında koşullardaki herhangi bir değişmeye bağlı yerel bir değişmeden ileri gelmediğine pek de inanmamalıyız. Küçük her bireysel fark için, göze çok çarpan ve ara sıra ortaya çıkan değişimler için olduğu gibi, etkin bir neden olmak gerekir; ve bilinmeyen nedenin etkisi sürekliyse, türün bütün bireylerinin benzer tarzda değişiklik geçirmesi aşağı yukarı kesindir.
Bu kitabın eski baskılarında, kendiliğinden değişkenliğin sonucu olan değişikliklerin oluş sıklığını ve önemini belki küçümsedim. Ama bu nedeni her türün yaşama alışkanlıklarına çok iyi uyarlanmış sayısız yapılara yormak olanaksızdır. Buna, insanın uyguladığı seçme ilkesi iyice anlaşılmadan önce bir yarış atının, ya da bir tazının eski doğa bilginlerinin kafalarını karıştıran o iyi uyarlanmış biçiminin bu yoldan açıklanabileceğine inanabileceğimden daha çok inanamam.
Yukarda söylenenlerin bazılarını açıklamak, yorgunluğuna değer. Türlü parçaların ve organların varsayılmış yararsızlığı konusunda, yukarı ve iyi bilinen hayvanlarda bile önemli olduklarından kimsenin kuşkulanmayacağı kadar çok gelişmiş, bununla birlikte yararı ortaya çıkarılmamış yapıların varlığını göstermek pek de gerekli değildir. Bronn farklı fare türlerinde kulak ve kuyruk uzunluğunu hiçbir özel yararı olmayan yapı farklarına örnek gösterdiği için, bunlar önemsiz durumlar olmakla birlikte, Dr. Schöbl’e göre, bayağı farenin dış kulaklarının olağanüstü sık sinirlerle donanmış olduğunu, öyle ki, dokunma organı gibi işe yaradıklarının söz götürmediğini anmak isterim; bundan ötürü kulakların uzunluğu tümüyle önemsiz olamaz. Biraz sonra göreceğimiz gibi, kuyruk da bazı türlerde çok yararlı bir tutunma organıdır; ve kuyruğun uzunluğu onu çok daha kullanışlı kılmaktadır.
Bitkilere gelince, Naegeli’nin denemesi için şunları belirtmekle yetineceğim: Salepgil çiçeklerinin birkaç yıl öncesine dek yalnızca hiçbir özel görevi olmayan biçim bilimsel fark sayılmış bir sürü garip yapı gösterdiği kabul edilecektir; oysa onların böceklerin yardımıyla türlerin döllenmesinde büyük önemi olduğu artık bilinmektedir; ve onlar belki doğal seçmeyle kazanılmıştır. Yakın zamana dek hiç kimse iki biçimli (dimorphic) ve üç biçimli (trimorphic) bitkilerde erkek ve dişi organların farklı uzunluklarının, ve sıralanışlarının herhangi bir işe yarayabileceğini düşünmezdi; oysa artık bunun böyle olduğunu biliyoruz.
Belirli bazı bitki gruplarının hepsinde yumurtacıklar dik, ve bazılarında asılı durmaktadır; ve bazı bitkilerde aynı yumurtalıktaki yumurtacıklardan biri birinci ve ikincisi ise ikinci konumdadır. Yumurtacıkların konumu ilk bakışta tümüyle biçim bilimseldir, ya da fizyolojik bakımdan hiç önemsiz görünmektedir; ama Dr. Hooker’ın bana bildirdiğine göre, bazı durumlarda aynı yumurtalıktaki yumurtacıklardan yalnız üsttekiler, ve başka durumlarda ise yalnız alttakiler döllenmektedir; ve Dr. Hooker, bunun belki çiçek tozu borusunun yumurtalığa giriş yönüne bağlı olduğunu söylemektedir. Böyle ise, yumurtacıkların konumu, yumurtacıklar aynı yumurtalıkta biri dik ve öbürü asılı olsa bile, döllenmelerini ve tohum vermelerini kolaylaştıran hafif konum sapmalarının seçilmesinin sonucudur.
Farklı takımlardan olan birçok bitkinin, biri açık ve alışılagelmiş yapıda ve öbürü kapalı ve eksik iki türlü çiçek verdiği bilinmektedir. Bazen bu iki türlü çiçeğin yapıları olağanüstü farklıdır, bununla birlikte aynı bitkide birbirlerine doğru aşamalı değiştikleri görülebilir. Bayağı ve açık çiçekler çaprazlanabilir; ve kesinlikle bu işlemden türemiş çıkarlar böylelikle korunur. Oysa kapalı ve eksik çiçeklerin çok önemli olduğu besbellidir; çünkü onlar olağanüstü az çiçek tozu harcayarak ve güvenlik içinde pek çok tohum verebilir. Bu iki çiçek türü, yukarda belirtildiği gibi, yapıca pek farklıdır. Eksik çiçeklerdeki taç yaprakları hemen hemen hep güdük kalmıştır, ve çiçek tozlarının çapları küçülmüştür. Ononis Columnae’nın almaşık erkek organlarından beşi güdüktür; ve bazı menekşe (Viola) türlerinde erkek organların üçü bu durumdadır, ikisi görevini yapmaktadır, ama çok küçülmüştür. Bir Hint menekşesinde (adını bilmiyorum, çünkü elimdeki bitkiler hiç yetkin çiçek vermedi), otuz kapalı çiçeğin altısındaki çanak yapraklarının sayısı, normali beşken, üçe inmişti. A. de Jussieu’ye göre, Malpighiacae’nin [tropik bir bitki familyası, İtalyan bilgin M. Malpighi’nin adından] bir bölümündeki kapalı çiçekler hâlâ değişiklik geçire durmaktadır, çünkü çanak yaprakları ile karşılıklı duran beş organın hepsi dökülmüştür, taç yaprakların birinin karşısında gelişmiş bir tek, altıncı, erkek organ vardır; ve bu erkek organ, bu türlerin bayağı çiçeklerinde yoktur; boyuncuk (style) kurumuştur; yumurtacıkların sayısı üçten ikiye inmiştir. Çiçeklerden bazılarının açmasını engellemeye ve çiçek tozları çiçekte aşırı çoğalınca onları azaltmaya doğal seçmenin gücü yetebilir idiyse de, yukardaki özel değişikliklerin hiçbiri böyle belirlenmiş olamaz; bunlar, daha çok, çiçek tozlarının azaltılması ve çiçeklerin kapsamının küçültülmesi ilerlerken, parçaların işlemezliğini de içeren gelişim yasalarının sonucu olmalıdır.
Gelişim yasalarının önemli etkilerini ayırt etmek öylesine gereklidir ki, başka örnekler, yani aynı parçada ya da organda, aynı bitki üzerinde farklı ilişkin (relative) konumda bulunmanın sonucu olan farklara da örnek vermek istiyorum. Schacht’a göre, İspanyol kestanesinde, nerdeyse yatay konumda olan dallarla düşey dallardaki yaprakların ıraksama açıları farklıdır. Bayağı sedef otunda ve başka bazı bitkilerde, önce bir çiçek, genellikle ortadaki ya da uçtaki, açar ve onun çanak ve taç yaprakları beşer tanedir, ve yumurtalığı beş bölmelidir; oysa bitkideki öbür çiçeklerin hepsi dörtlüdür. Britanya Adoxa’sında en yukardaki çiçeğin çanağı iki çıkıntılıdır ve öbür organları dörtlüdür, oysa yanlardaki çiçeklerin genellikle iki çıkıntılı bir çanağı vardır ve öbür organları beşlidir. Bileşikgillerin (Compositae) ve maydanozgillerin (Umbelliferae) birçoğunda (ve başka bazı bitkilerde) çevredeki çiçeklerin taçları ortada olanlarınkilerden daha çok gelişmiştir; ve bu, çoğu zaman, üreme organlarının kuruması ile bağlantılı görünmektedir. Çevredeki ve ortadaki kapçık yemişlerin ya da tohumların biçim, renk ve başka ıralar bakımından bazen büyük ölçüde farklı olması daha da dikkate değer bir olgudur. Carthamus’ta ve başka bazı bileşikgillerde yalnız ortadaki kapçık yemişler ince tüylerle donatılmıştır; ve Hyoseris’te aynı tabla üç farklı biçimde tohum vermektedir. Tausch’a göre, bazı maydanozgillerde dıştaki tohumlar orthosperm, ve ortadakiler coelospermdir, ve bu, De Candolle’un öbür türlerde büyük sistematik önemi olduğunu kabul ettiği bir ıradır. Prof. Braun, başağının alt kesimindeki çiçekleri yumurtamsı, damarlı, tek-tohumlu fındığımsı meyveler; ve başağının üst kesimindeki çiçekleri mızraksı, ikiçenekli, ve iki-tohumlu hardalsı meyveler veren bir Şahteregil (Fumariaceae) cinsinden söz etmektedir. Bu örneklerde, çiçekleri böcekler için çekicileştirmeye yarayan iyi gelişmiş çevre-tacı olanlar ayrı tutulursa, bilebildiğimiz kadarı ile, doğal seçme etkisini göstermiş olamaz, ya da ancak pek az etkili olmuş olabilir. Bütün bu değişiklikler parçaların ilişkin (relative) konumlarının ve karşılıklı etkilerinin sonucudur; ve şundan kuşkulanmak güçtür: Mademki yaprakları ve çiçekler belirli konumlardadır, aynı bitkideki bütün yapraklar ve çiçekler aynı dış ve iç koşulların etkisinde kalmış olsaydı, hepsi de aynı tarzda değişiklik geçirmek gerekirdi.
bitki bilimcilerin genellikle çok önemli bir nitelik olduğunu kabul ettikleri ve aynı bitkideki çiçeklerin ancak bazılarını etkileyen, ya da aynı koşullarda birbirine pek yakın büyüyen bitkilerde ortaya çıkan yapı değişikliklerini başka birçok durumda da görmekteyiz. Bu değişimlerin bitkiye özel bir yararı görülmediği için, bunlar doğal seçmeden etkilenmiş de olamaz. Bunların nedeni konusunda tümüyle bilgisiziz; bunları, son örneklerde olduğu gibi, yaklaşık bir etkene, örneğin ilişkin (relative) konumlarına bile yoramayız. Yalnızca birkaç örnek vermek istiyorum. Aynı bitkide dörtlü, beşli vb. çiçekler gözlemek öylesine olağandır ki, örnekler vermeyi bile gereksiz buluyorum; ama parçaların sayısı az olunca sayısal değişimler de onlara oranla seyrek olduğu için, şunu anmak isterim: De Candolle’a göre, Papaver bracteatum’un [gelincikgillerden bir bitki] çiçeklerinde ya iki çanak ve dört taçyaprağı (gelincikgillerde yaygın tip budur), ya da üç çanak ve altı taç yaprağı vardır. Taç yaprakların tomurcuktaki katlanma tarzı, grupların büyük çoğunluğunda pek değişmez bir biçim bilimsel ıradır; ama Prof. Asa Gray, bazı Mimulus türlerinde, bu cinsin bağlı olduğu Antirrhinideae’ın aestivation’u [tomurcukta çanak ve taç yapraklarının dizilişi] gibi, aestivation’un hemen hemen çoğu kez Rhinanthideae’ınki gibi olduğunu bildirmektedir. Aug. St. Hilaire aşağıdaki örnekleri vermektedir: Zanthoxylon cinsi, bir tek yumurtalığı olan turunçgillerin (Rutaceae) bir bölümündendir, ama bazı türlerinde aynı bitkide ve hatta aynı salkımda bir ya da iki yumurtalıklı çiçekler bulunabilir. Helianthemum’da kapsülün gözsüz ya da üç gözlü olduğu bildirilmektedir; ve H. mutabile’de “yemiş kabuğu ile eten arasında, epey geniş bir lam uzanmaktadır”. Dr. Masters, Saponadria officinalis’in çiçeklerinde hem kenar hem de özgür eten düzeni örnekleri gözlemiştir. Son olarak, St. Hilaire, Gomphia oleaformis’in yayılma alanının güney sınırında farklı türler olduğundan önce kuşkulanmadığı iki biçim buldu, ama daha sonra onların aynı ağaççıkta yetiştiğini gördü; ve ondan sonra şöyle dedi: “İşte burada, aynı bireyde bazen düşey bir eksene ve bazen da yumurtalık tabanına bağlanan bölmeler ve bir boyuncuk (style) görmekteyiz.”
Böylece bitkilerdeki biçim bilimsel birçok değişmenin, doğal seçmeden bağımsız olarak, gelişim yasalarına ve parçaların karşılıklı etkisine yorulabileceğini görüyoruz. Ama Naegeli’nin yetkinleşmeye ya da ilerleyen gelişime karşı doğuştan eğilim öğretisine göre, önemle belirtilen bu değişimlerin, bitkilerin daha yukarı bir gelişim aşamasına doğru ilerlemeleri sırasında ortaya çıktığı söylenebilir mi? Tersine, yalnızca söz konusu parçaların aynı bitkide farklılaşması ve değişmesi olgusundan, bu türlü değişiklikler sınıflamalarımız için ne denli önemli olursa olsun, onların bitkilerin kendileri için ancak pek az önemi olduğu sonucunu çıkarırdım. Yararsız parçalar edinmenin bir organizmayı doğadaki aşamalarda yükselttiğini söyleyebilmek güçtür; ve yukarda anılan eksik ve kapalı çiçekler örneğinde, yeni hiçbir ilkeye başvurulmazsa, bir ilerlemeden çok bir gerileme olmak gerekir; ve asalak ve yozlaşmış birçok hayvanda da böyledir. Yukarda anılan değişikliklerin nedenini bilmiyoruz; ama bu bilinmeyen neden uzun bir zaman aşağı yukarı aynı etkiyi yaptıysa, şu sonucu çıkarabiliriz: O zaman sonuç da hemen hemen aynı olur; ve bu durumda türün bireyleri aynı tarzda değişikliğe uğrar.
Yukarda söz konusu edilen ıralar türün esenliği için önemsiz olduğundan, onlarda ortaya çıkacak hafif değişimler doğal seçmeyle artırılmaz ve biriktirilmezdi. Uzun sürmüş bir seçmeyle gelişmiş bir yapı, bir türe yararlı olmaktan çıkarsa, güdük organlarda gördüğümüz gibi, genellikle değişkenleşir; çünkü artık aynı seçmenin etkisiyle düzenlenmeyecektir. Ama organizmanın ve koşulların niteliğinden ötürü, türün esenliği için önemsiz değişiklikler ortaya çıkınca bunlar, başka tarzda değişiklik geçirmiş çok sayıda döle hemen hemen aynı durumda iletilebilir, ve besbelli, çoğu zaman iletilmektedir. Memelilerin, kuşların, sürüngenlerin pek çoğu için kıllarla, tüylerle, ya da pullarla kaplı olmak pek önemli olamaz; bununla birlikte aşağı yukarı bütün memelilerin kılları, bütün kuşların tüyleri, ve bütün gerçek sürüngenlerin pulları vardır. Hısım birçok türde ortak olan bir yapıya, –bu her ne olursa olsun– büyük sistematik önem veririz, ve bundan dolayı çoğu zaman onun tür için yaşamsal önemi olduğunu varsayarız. Bu yüzden, önemli saydığımız biçim bilimsel farklar, –örneğin yaprakların düzeni, çiçeğin ya da yumurtalığın parçaları, yumurtacıkların konumu vb.– birçok durumda önce kararsız değişimler gibi görünür ve organizmanın ve çevre koşullarının doğasının, ve aynı zamanda farklı bireylerin çaprazlanmasının etkisiyle, ama doğal seçmenin etkisiyle değil, er geç durağanlaşır; çünkü bu biçim bilimsel ıralar türün esenliğini etkilemediği için, onların hafif sapmaları doğal seçmeyle yönetilemez ya da biriktirilemez. Böylece vardığımız sonuç, yani türlerin kalımı için pek az önemli biçim bilimsel ıraların sistematikçiler için pek önemli olması, gariptir; ama daha sonra, sınıflamanın genetik ilkelerini incelerken, bunun hiç de ilk bakışta göründüğü kadar aykırı düşüncel (paradoxical) olmadığını göreceğiz.
Organik yaratıklarda ilerleyen gelişime doğuştan bir eğilim olduğu konusunda güçlü bir kanıtımız bulunmamakla birlikte, dördüncü bölümde göstermeye çabaladığım gibi, doğal seçmenin sürekli eyleminden zorunlu olarak doğan sonuç budur. Çünkü bugüne dek yapılmış en iyi tanımına göre organlanmanın en yüksek ölçüsü, parçaların özelleştiği ya da farklılaştığı derecedir; ve doğal seçme bu amaca varmaya çalışır, çünkü parçalar, böylelikle, görevlerini daha iyi yapabilecek duruma gelir.
Seçkin bir hayvan bilimci, Bay St. George Mivart, Bay Wallace ile benim ortaya koyduğumuz durumuyla doğal seçme teorisine yöneltilmiş bütün itirazları (başkalarınınkileri ve benim kendiminkileri) bu yakında derledi, ve büyük bir ustalıkla ve çabayla yorumladı. İtirazlar, böyle sıralanınca, korkunç bir engel olup çıkıyor; ve Bay Mivart’ın planında kendisinin çıkardığı sonuçlarla çatışan olgulara ve düşüncelere yer verilmediği için, her iki yanın kanıtlarını sınamak isteyen okurdan en küçük bir düşünme ve anımsama çabası beklenmiyor. Bay Mivart, özel durumları tartışırken, benim çok önemli olduğunu her zaman savunduğum ve Variation under Domestication adlı yapıtımda başka herhangi bir yazardan daha ayrıntılı incelediğime inandığım parçaların artmış kullanılmasının ya da kullanılmamasının etkilerini susarak geçiyor. Çoğu zaman da, değişime doğal seçmeden bağımsız olarak hiçbir şey yormadığımı kabul ediyor, oysa adı geçen yapıtımda bildiğim herhangi bir yapıtta bulunabileceğinden daha çok sayıda iyi saptanmış örnek derlemiştim. Yargım güvenilir olmayabilir, ama Bay Mivart’ın kitabını dikkatle okuduktan, ve her bölümünü aynı konuda söylediklerimle karşılaştırdıktan sonra, vardığım sonuçların genel doğruluğuna her zamankinden daha çok inandım; böylesine çapraşık bir konuda elbette küçük birçok yanlış da yapılır.
Bay Mivart’ın bütün itirazları elinizdeki kitapta dikkate alınmıştır. Birçok okuru şaşırttığı görülen yeni biricik nokta şudur: “Doğal seçme, yararlı yapıların başlangıçtaki aşamalarını açıklamada yetersizdir.” Bu konu, ıraların çoğu zaman bir görev değişmesi ile birlikte görülen aşamalı gelişimiyle –örneğin yüzme keselerinin akciğere dönüşmesi– sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bununla birlikte yer darlığı bütün örnekleri sunmamı engellediği için, en aydınlatıcı olanları seçerek Bay Mivart’ın ileri sürdüğü bazı durumlar üzerinde burada da biraz ayrıntılı olarak durmak istiyorum.
Zürafa uzun boyu, çok uzamış boynu, ön bacakları, başı ve diliyle, yapısının tümüyle, ağaçların yüksek, körpe dallarını yemek için çok güzel uyarlanmıştır. Böylelikle, aynı ülkede yaşayan öbür toynaklı hayvanların yetişemeyeceği yüksekliklerden besinini sağlayabilir; ve bu, kıtlık zamanlarında zürafa için büyük bir üstünlük olmak gerekir. Güney Amerika’daki Niata sığırı, yapıdaki küçük bir farkın, böyle dönemlerde hayvanın yaşamını kurtarmada büyük payı olduğunu göstermektedir. Bu sığır öbür sığırlar gibi otlayabilir, ama alt çenesinin ileri doğru çıkıntılı olması yüzünden, sık sık yinelenen kuraklıklar sırasında ağaçların, kamışların vb. sürgünlerini yiyemez, oysa bayağı sığırlar ve atlar böyle dönemlerde bu besinlerle geçinir; sonunda, sahipleri yem vermezse, Niata sığırları kırılır. Bay Mivart’ın itirazını ele almadan önce doğal seçmenin bütün bayağı durumlarda nasıl işleyeceğini bir daha açıklamak yararlı olabilir. İnsan, bazı hayvanlarını, yapının özel ayrıntılarını ille de dikkate alması gerekmeden, yalnızca en çevik bireyleri saklayıp iyileştirerek (yarış atı ve tazı gibi), ya da dövüşte kazanan kuşları üreterek (dövüş horozu gibi), değişikliğe uğratmıştır. Doğanın etkisinde zürafanın doğumu da böyledir: kıtlık dönemlerinde en yüksek sürgünleri yiyebilen bireyler, yetişip yedikleri sürgünler öbürlerinin yetişebildiklerinden yalnızca üç-beş santimetre yüksekte olsa bile, çoğu zaman korunacaktır; çünkü onlar besin ararken bütün ülkeyi dolaşacaktır. Aynı türün bireylerinin bütün parçalarının çoğu zaman biraz farklı ilişkin (relative) uzunluklarda olduğu, dikkatle yapılmış ölçümlerin de verildiği doğal tarihsel yapıtların birçoğunda görülebilir. Gelişim yasalarının ve değişim sonucu olan bu küçük oransal farklar, türlerin pek çoğu için biraz olsun yararlı ya da önemli değildir. Ama bu, zürafanın türeyişinde (zürafanın olası yaşama alışkanlıklarından ötürü) başka türlü olacaktı, çünkü vücutlarının bir ya da birkaç parçası alışılmıştan biraz uzun olan bireyler genellikle sağ kalırdı; onlar çaprazlanır ve aynı vücut özelliklerini ya da aynı tarzda değişme eğilimini soya çekimle kazanmış döller bırakır, ve o sırada aynı bakımlardan daha az kayırılmış bireyler en önce yok olabilirdi.
Burada, görüyoruz ki, insanın bir ırkı yöntemli olarak geliştirirken yaptığı gibi tek tek çiftler ayırmanın gereği yoktur: Doğal seçme bütün üstün bireyleri saklayarak ayıracak ve özgürce çaprazlanmaya bırakacaktır, ve elverişsiz bütün bireyleri yok edecektir, insanın bilinçsiz seçmesi dediğim seçmeye tümüyle uygun düşen bu işlemin, hiç kuşkusuz, parçaların artmış kullanılmasının soya çekilmiş etkileriyle en anlamlı tarzda birleşerek uzun zaman sürmesiyle, bayağı toynaklı bir dört-ayaklının bir zürafaya dönüşmesi, bana aşağı yukarı kesin görünüyor.
Bay Mivart’ın bu çıkarsamaya iki itirazı var. Birisi, artmış vücut iriliğinin gerekli besin tutarını da besbelli artırmasıdır; ve Bay Mivart şöyle demektedir: “Bu yüzden ortaya çıkacak engellerin sağlanan yararlara ağır basmayacağı çok kuşkuludur.” Ama gerçekte Güney Afrika’da çok sayıda zürafa bulunduğuna, ve gene orada dünyanın en iri, sığırdan daha boylu antilopları sürü sürü yaşadığına göre, irilik söz konusu olduğu sürece, orada eskiden bugün olduğu gibi zorlu kıtlıklara katlanmış geçişsel biçimlerin yaşamışlığından niçin kuşkulanmamız gereksin? Artmış iriliğin her aşamasında, ülkedeki öbür canlıların hiç dokunmadan bıraktığı bir besin kaynağına yetişebilmek, zürafaların doğuşunda elbette yararlı olmuştur, irileşmiş gövdenin, aslan ayrı tutulursa, aşağı yukarı bütün yırtıcılara karşı bir türlü savunma olduğu gerçeğini de görmezlikten gelmemeliyiz; ve zürafanın uzun boynu aslana karşı da, Bay Chauncey Wright’ın belirttiği gibi, bir gözetleme kulesi gibi iş görür, ve ne denli uzun olursa o denli iyi olur. Sir S. Baker’in dediği gibi, işte bundan ötürü, hiçbir hayvana sezdirmeden yaklaşmak zürafaya yaklaşmaktan daha güç değildir. Bu hayvan, uzun boynunu, çomağa benzer iki boynuzla donatılmış başını hızla sallayarak, bir saldırı ve savunu aracı olarak da kullanır. Bir türün korunması seyrek olarak bir tek üstünlükle belirlenir, korunmayı belirleyen, büyük ve küçük üstünlüklerin birleşimidir.
Bay Mivart daha sonra şunu soruyor (bu onun ikinci itirazıdır): Doğal seçme böylesine etkiliyse, ve yüksek dallardaki sürgünleri yiyebilmek böylesine büyük bir üstünlükse, öbür toynaklı hayvanlardan hiçbiri, zürafadan başka deve, guanako [devegillerden bir tür, Güney Amerika’da yaşar], ve Macrauchenia, neden çok uzun boyunlu ve yüksek yapılı olmadı? Ya da bu grubun hiçbir üyesi neden uzun bir hortum edinmedi? Eskiden pek çok zürafa sürüsünün barındığı Güney Afrika bakımından bu sorunun yanıtı güç değildir, ve şöyle bir örnekle çok iyi verilebilir. İngiltere’de, ağaç da yetişen her otlakta, atların ve sığırların yediği alt dallar belirli bir yükseklikten kırkılıp düzeltilmiştir; ve örneğin, oralarda yayılan koyunlara biraz daha uzun boyunlu olmak ne üstünlük sağlar? Her çevrede bir hayvan türünün öbürlerinin uzanıp yiyemediği sürgünleri yiyebileceği besbellidir; üstelik, doğal seçme ve artmış kullanmayla yalnız o hayvanın boynunun bu amaçla uzatılabileceği de aynı ölçüde bellidir. Güney Afrika’da, akasyaların ve öbür ağaçların yüksek dallarındaki sürgünleri yeme yarışı zürafa ile öbür toynaklı hayvanlar arasında değil, zürafa ile zürafa arasında olmak gerekir.
Bu takımdaki hayvanların dünyanın başka kesimlerinde neden uzun boyunlu ya da uzun hortumlu olmadığı sorusu açıkça yanıtlanamaz; böyle bir soruya açık bir yanıt beklemek, tarihsel bir olayın neden bir ülkede yaşanırken başka bir ülkede de yaşanmadığı sorusuna yanıt beklemek kadar mantıksızdır. Türlerin sayısını ve yayılma alanını belirleyen koşulları bilmiyoruz; ve bir türün yeni bir ülkede çoğalmasına elverişli yapı değişmelerinin neler olduğunu da kestiremiyoruz. Bununla birlikte, uzun bir boynun ya da hortumun gelişiminde türlü nedenlerin payı olduğunu genellikle biliyoruz. Epeyce yüksekteki ağaç yapraklarına uzanmak (ağaca tırmanmadan uzanmak, ki toynaklı hayvanların yapısı tırmanmaya elvermez) için hayvanın epey iri ve boylu olması zorunludur; ve bazı alanlarda, örneğin pek zengin bir bitki örtüsü olmakla birlikte Güney Amerika’da, iri pek az dört-ayaklının barındığını biliyoruz; oysa böyle hayvanlar Güney Afrika’da pek boldur. Bunun neden böyle olduğunu bilmiyoruz; Üçüncü Zamanın sonlarının bu hayvanların yaşaması için neden zamanımızdan çok daha elverişli olduğunu da bilmiyoruz. Hangi nedenlerle olursa olsun, zürafa gibi pek iri bir dört-ayaklının gelişimi için belirli yerlerin ve çağların başkalarından daha uygun olduğunu görebiliyoruz.
Bir hayvanın özellikle ve büyük ölçüde gelişmiş bir parçası olmak gerekmesi için, öbür parçaların da değişiklik geçirmesi ve ona uyması aşağı yukarı zorunludur. Vücudun her parçası yavaş yavaş değişse bile, bunun sonucu gerekli parçaların da hep doğru yönde ve yeter ölçüde değişmesi değildir. Evcil hayvanlarımızın farklı türlerinde parçaların farklı tarzda ve ölçüde değiştiğini; ve bazı türlerin öbürlerinden çok daha değişken olduğunu biliyoruz. Uygun değişimler ortaya çıksa bile, bu, doğal seçme onları işleyecek, ve türe yararlığı besbelli bir yapı türetecek demek değildir. Örneğin, bir ülkede varolan bireylerin sayısını özellikle yırtıcı hayvanlar, iç ya da dış asalaklar vb. yüzünden kırılmaları belirliyorsa –durum çoğu zaman böyle görünüyor–, o zaman doğal seçme az şey yapabilecek, ya da besin sağlamak için belirli bir parçada değişiklik yaparken büyük ölçüde geciktirilecektir. Son olarak, doğal seçme yavaş bir süreçtir, ve bu sürecin önemli sonuçlar vermesi için aynı uygun koşulların uzun zaman sürmesi gerekir. Dünyanın birçok kesiminde toynaklı dört-ayaklıların neden uzun boyunlu olmadığını ya da ağaçların yüksek dallarındaki sürgünleri yemek için başka araçlar edinmediklerini, böyle genel ve belirsiz gerekçelerden vazgeçerek açıklayamayız.
Başka yazarların da aynı nitelikte itirazları oldu. Her durumda, belirli türlere yararlı olduğu sanılan yapıların doğal seçimiyle sağlanan edinimlere demin anılanların dışında belki başka birçok neden de engel olmaktadır. Bir yazar, devekuşunun neden uçma yetisini edinmediğini soruyor. Oysa bu çöl kuşuna o dev vücudunu havada taşıma gücünü vermek için ne denli çok besin gerektiği, şöyle bir düşünüvermekle anlaşılacaktır. Okyanus adalarında yarasalar ve foklar bulunmaktadır, ama karasal hiçbir memeli hayvan yoktur; bununla birlikte, bu yarasaların bazıları oralara özgü oldukları için, bugünkü yurtlarında uzun zamandır yaşıyor olmalıdırlar. İşte bundan ötürü, Sir C. Lyell, yarasaların ve fokların böyle adalarda neden karada yaşamaya uymuş biçimler türetmediğini soruyor, ve yanıt olarak belirli gerekçeler sıralıyor. Oysa foklar, önce ve zorunlu olarak, epey iri karasal etçil hayvanlara, yarasalar da karasal böcekçil hayvanlara dönüşürdü; ve foklar için oralarda av bulunmazdı; yarasalar ise yerde yaşayan böceklerle beslenirdi, ama onlar da okyanus adalarına daha önce gelip çoğalmış sürüngenlere ve kuşlara büyük ölçüde yem olurdu. Yapının değişen bir türe her basamağı yararlı olan aşamalı değişmesi ancak belirli özel koşulların yardımıyla olacaktır. Gerçekten karasal bir hayvan ara sıra sığ sularda, sonra derelerde ve göllerde avlanarak sonunda okyanusa kafa tutacak kadar yetkin bir susal hayvana dönüşür. Ama foklar aşamalı olarak karasal bir biçime dönmelerine elverişli koşulları okyanus adalarında bulamaz. Yarasalar, daha önce belirtildiği üzere, uçar-sincaplar gibi, düşmanlarından kaçmak ya da düşmeyi önlemek için ağaçtan ağaca havada kayarak kanatlarını kazanmış olabilir; ama gerçek uçma yetisi bir kez kazanılınca, hiç değilse yukarda anılan amaçlar için, geriye, daha az elverişli olan havada kaymak yetisine, asla dönüşmez. Gerçekten, başka kuşlarda olduğu gibi yarasalarda da kullanılmama yüzünden kanatlar küçülebilir ya da tümüyle yitirilebilirdi; ama bunun için önce yarasaların art bacaklarının kuşlarla ve yerde yaşayan öbür hayvanlarla yarışabileceği kadar gelişmesi ve hızlı koşma yetisinin kazanılması gerekirdi; ve yarasa böyle bir değişmeye uygun görünmemektedir. Bu varsayımsal düşünceleri, her aşaması yararlı bir yapı dönüşümünün çok karmaşık bir iş olduğunu, ve özel bir durumda böyle bir geçiş olmamasında yadırganacak hiçbir şey olmadığını göstermek için söyledim.
Son olarak, birkaç yazar, bazı hayvanların zihinsel yetilerinin niçin öbürlerinden daha gelişmiş olduğunu sormaktadır; böyle bir gelişme bütün hayvanlar için yararlı olmaz mıydı? Maymunlar neden insanın zihinsel yetilerini edinmediler? Bunun için türlü nedenler ileri sürülebilir; ama hepsi de oranlamaya dayandığı için, ve ilişkin (relative) olabilirlikleri sınanamayacağı için, bunları söylemekte yarar yoktur, iki yabanıl ırktan birinin uygarlıkta neden öbüründen ileri gittiği gibi kolay bir soruyu hiç kimsenin yanıtlayamadığına bakılırsa, son soruya kesin bir yanıt beklenemez; bu, besbelli, artmış bir beyin gücünü göstermektedir.
Bay Mivart’ın öbür itirazlarına dönelim. Böcekler korunabilmek için çoğu zaman türlü nesnelere, örneğin yeşil ya da dökülmüş yapraklara, kuru dalcıklara, liken parçalarına, çiçeklere, dikenlere, kuşlara ve başka böceklerin pisliklerine benzemektedir; ama bu son noktaya ilerde döneceğim. Benzerlik çoğu zaman olağanüstü yakındır, ve yalnız renkle sınırlı değildir; biçimi, ve hatta böceklerin davranışlarını da kapsar. Beslendikleri çalılara ölü dalcıklar gibi dikine ve hiç kımıldamadan tutunan tırtıllar, bu türlü benzerliğin yetkin bir örneğidir. Kuş pisliği gibi nesnelere benzenme (imitation) durumları seyrektir ve ayraldır (istisnaîdir). Bay Mivart bu konuda şöyle diyor: “Bay Darwin’in teorisine göre, belirsiz değişime doğru sürekli bir eğilimi olduğu için, ve çok küçük ve başlangıç durumundaki değişimler her yönde olacağı için, bunlar birbirlerini etkisiz kılmaya, ve pek kararsız değişiklikler oluşturmaya eğilimli olmak zorundadır; ve sonsuz küçük başlangıçların böylesine belirsiz salınımlarını (oscillation) Doğal Seçmenin yakalaması ve sürekli kılması için bir yaprakla, bambuyla, ya da başka bir nesneyle yeterince göze çarpan bir benzerlik yaratması, olanaksız değilse, çok güçtür.”
Ama yukardaki örneklerin hepsinde kökensel (original) durumlarındaki böceklerin, yaşadıkları çevrede yaygın olan bir nesneyle kaba ve rastgele bir benzerliği bulunduğu da kuşkusuzdur. Bugün yaşayan böceklerin konaklarındaki biçim ve renk çeşitliliği ve oralardaki nesnelerin hemen hemen sonsuz sayıda olduğu düşünülürse, bu hiç de olmayası değildir. Başlangıç için kaba bir benzerlik gerektiğinden, daha iri ve daha yukarı hayvanların (bildiğim kadarı ile bir balık türü ayrı tutulursa) korunmak için neden belirli nesnelere değil de, çoğu zaman yaşadıkları yüzeye benzediklerini anlayabiliriz. Ve bu benzerlik özellikle renktedir. Varsayalım ki bir böcek kurumuş bir dalcığa ya da dökülmüş bir yaprağa kökeninden biraz benzer olsun, ve yavaş yavaş türlü yönlerde değişsin, o zaman, böceği böyle nesnelere genellikle benzer kılan ve onun korunmasına yardımcı olan bütün değişimler saklanırken, başka değişimler saklanmaz ve sonunda yiter; ya da, böceği benzenilen nesneye benzemez kılan değişimler ayıklanır. Yukardaki benzerlikleri doğal seçmeden bağımsız olarak yalnızca kararsız değişimlerle açıklamaya kalksaydık, Bay Mivart’ın itirazı gerçekten haklı olurdu; oysa durum hiç de böyle değildir.
“Sürünen bir yosunun ya da Jungermannia’nın üzerinde yetişmiş bir bastona” benzeyen baston böceği (Ceroxylus laceratus) üzerine Bay Wallace’ın verdiği örnekte olduğu gibi, “benzerlikteki son düzeltmeler” konusunda Bay Mivart’ın ileri sürdüğü güçlüğü de geçerli bulmuyorum. Bu, öylesine yakın bir benzerliktir ki, bir Borneo yerlisi bu yapraksı uzantıların gerçekten yosun olduğunu savunmuştur. Böcekleri avlayan kuşların ve öbür düşmanların gözleri belki bizimkilerden daha keskindir; ve bir böceğin görülmesini ve bulunmasını engelleyen her benzerlik, onun korunmasını sağlar, benzerlik ne denli yetkin olursa böcek için o denli iyi olur. Yukarda anılan Ceroxylus’u da içeren grubun türleri arasındaki farklar düşünülürse, bu böceğin sırtındaki düzensizliklerin değişmesi, ve epey yeşilleşmesi hiç de olmayası (improbable) değildir; çünkü her grubun ayrı ayrı üyelerinde farklı olan ıralar değişmeye pek eğilimliyken, cinsel ıralar, ya da bütün türlerde ortak olan ıralar, pek durağandır.
Greenland balinası dünyanın en garip hayvanlarından biridir; ve bu hayvanın en büyük özelliklerinden biri balina dişleri ya da balina-çubuklarıdır. balina dişleri, üst çenenin her iki yanında, ağzın uzun eksenine çapraz ve sık konumda duran aşağı yukarı 300 yapraktan bir sıradır. Ana sırada birkaç yardımcı sıra vardır. Bütün yaprakların uçları ve iç kenarları, hayvanın o dev damağını kaplayan ve suyu süzmeye ve böylece bu koca hayvanın besini olan küçük canlıları tutmaya yarayan sert kılların içinde son bulur. Greenland balinasının orta ve en uzun diş yaprağı on, oniki, hatta on beş ayak [3-4,5 m.] uzunluktadır; ama uzunluklar balinaların farklı türlerinde değişir; Scoresby’ye göre orta boy bir yaprak, bir türde dört, başka bir türde üç ayak, ve bir başkasında onsekiz parmak, ve Balaenoptera rostrata’da ancak dokuz parmak [22,86 cm.] kadardır. Balina dişlerinin niteliği de farklı türlerde farklı olmaktadır.
Bay Mivart balina dişleri konusunda şöyle demektedir: “Bunlar bir kez yararlı bir büyüklüğe ve gelişime ulaşırsa, o zaman bunların yararlı sınırlar içinde saklanması ve büyütülmesi yalnızca doğal seçmeyle desteklenir. Ama böyle yararlı bir gelişimin başlangıcı nasıl belirlenir?” Yanıt olarak şöyle sorulabilir: Bu balinaların eski atalarının ağızları neden bir ördeğin süzgeç gagasına benzer yapıda olmasın? Ördekler, balinalar gibi, çamuru ve suyu süzerek besinlerini sağlar; ve bu familyaya bir süre Criblatores, ya da süzücüler denmiştir. Bu sözlerimden, balinaların atalarının gerçekten ördek gagası gibi bir ağızları olduğu anlamının çıkarılmayacağını umarım. Söylemek istediğim yalnızca şudur: Bu, inanılmaz bir şey değildir, ve Greenland balinasının o dev dişyaprakları, böyle küçük yapraklardan, her biri hayvana yararlı aşamacıklardan geçerek gelişmiş olabilir.
Kaşık-gaga ördeğin (Spatula cylpeata) gagası bir balinanın ağzından çok daha güzel ve karmaşık bir yapıdadır. Üst gaganın her iki yanı, sivrilmiş ve ağzın eksenine çapraz konumda duran 188 (benim incelediğim örneklerde) ince ve esnek yapracıktan bir sıra ya da tarakla donanmıştır. Bunlar damaktan çıkar, ve esnek bir zarla gaganın yanlarına tutturulmuştur. En uzunları ortadakilerdir, uzunlukları aşağı yukarı bir parmağın [2,54 cm.] üçte biri kadardır, ve bunlar gaga kenarından 0,14 parmaklık bir çıkıntı yapmaktadır. Tabanlarında çapraz yapracıklardan kısa bir yardımcı sıra vardır. Birçok bakımdan balinanın ağzındaki diş yapraklarına benzemektedirler. Ama gaganın ucuna doğru çok farklıdırlar, çünkü aşağıya doğru değil içeriye doğru çıkıntı yapmaktadırlar. Kaşık-gaga ördeğin başının tümü, diş yaprakları yalnızca dokuz inch olan orta boy bir Balaenoptera rostrata’nın başıyla karşılaştırılamayacak kadar küçüktür, ama uzunluğu onunkinin yaklaşık sekizde biri kadardır; öyleyse, kaşık-gaga ördeğin başını Balaenoptera’nınki kadar uzatırsak, gagasındaki yapracıkların uzunluğu altı parmak, demek ki bu balina türündekilerin üçte ikisi kadar olur. Kaşık gaga ördeğin alt gagası da aynı uzunlukta yapracıklarla donatılmıştır, ama onlar daha incedir, ve alt gaga, bundan ötürü, balinanın dişsiz alt çenesinden apaçık farklıdır. Öte yandan, bu alt yapracıklar ince kıl uçları gibi son bulur, bu bakımdan balina çubuklarıyla aralarında garip bir benzerlik vardır. Fırtına kuşları familyasından olan Prion cinsinde yalnız alt gaga yapracıklarla donanmıştır. Bunlar çok iyi gelişmiştir ve gaganın kenarından çıkmaktadır; bundan dolayı, bu kuşun gagası, bu bakımdan balinanın ağzına benzemektedir.
Kaşık-gaga ördeğin çok gelişmiş bir yapısı olan gagasından başlayarak (Bay Salvin’in bana gönderdiği bilgiden ve örneklerden çıkardığım sonuca göre), süzmeye uygunluk söz konusu olduğu sürece, önemli bir atlama olmadan Merganetta armata’nın ve Aix sponsa’nın gagalarından geçip, bayağı ördeğin gagasına varabiliriz. Bu son türde yapracıklar kaşık-gaganınkilerden çok daha kabadır, ve gaganın iki yanına sıkıca tutturulmuştur; sayıları her bir yanda ancak 50 kadardır, ve gaga kenarlarından aşağı hiç çıkıntıları yoktur. Bunlar kare-uçludur, ve görünüşte besinleri ezmek için yarı saydam sert bir dokuyla kaplanmıştır. Alt gaganın kenarları çok az çıkıntı yapan ince perdelerle kesilmiştir. Bu gaga bir süzgeç olarak kaşık-gaganınkinden çok geri ise de, bilindiği gibi, aynı amaç için kullanılmaktadır. Bay Salvin’den işittiğime göre, yapracıkları bayağı ördeğinkilerden daha da gelişmiş başka türler de vardır; ama onların gagalarını suyu süzmek için kullanıp kullanmadıklarını bilmiyorum.
Aynı familyanın başka bir grubunu ele alalım. Mısır kazının (Chenalopex) gagası bayağı ördeğinkine pek benzemektedir; ama yapracıkların sayısı daha azdır; birbirlerinden pek farkları yoktur, ve içeri doğru daha az çıkıntı yapmaktadırlar; bununla birlikte, Bay E. Bartlett’in bana bildirdiğine göre, bu kaz “gagasını, bir ördek gibi, suyu köşelerden dışarı atarak, kullanmaktadır”. Bununla birlikte, bu kazın başlıca besini, bayağı kaz gibi koparıp yediği çimlerdir. Bayağı kazın üst çenesindeki yapracıklar bayağı ördeğinkilerden çok daha kabadır, nerdeyse birbirine kaynamıştır, sayıları her bir yanda 27’dir, ve yukarı doğru dişe benzer tepeciklerle son bulmaktadır. Damak da, yuvarlak ve sert tepeciklerle kaplıdır. Alt gaganın kenarlarında ördeğinkinden daha çıkıntılı, daha kaba ve keskin dişler sıralanmıştır. Bayağı kaz suyu süzmez, tersine, gagasını özellikle otları koparmak ya da kesmek için kullanır. Gagası bu amaç için çok iyi uyarlanmıştır: başka hayvanların otlayamayacağı kadar kısa çimleri koparabilir. Bay Bartlett’ten işittiğime göre, yapracıkları bayağı kazınkilerden daha az gelişmiş başka kaz türleri de vardır.
Görüyoruz ki ördek familyasının üyelerinden birinin gagası bayağı kazınki gibidir ve özellikle otlamaya uyarlanmıştır, ve hatta üyelerden birinin gagası daha az iyi gelişmiş olup bu tür, küçük değişmelerle Mısır kazına benzer bir türe, –ve o da bayağı ördek gibi birine–, ve sonunda, gagası hemen hemen yalnız suyu süzmeye yarayan kaşık-gaga ördek gibi bir türe dönüşebilir; çünkü bu kuş som besinleri koparmak ya da tutmak için yalnız gagasının ucunu kullanabilmektedir. Bu kazın gagasının küçük değişikliklerle testere gagalı-büyük ördeğin (Margus merganser, aynı familyanın bir üyesi) canlı balıkları yakalamak gibi çok farklı bir işe yarayan gagasına benzer, sivrilmiş ve geriye doğru kıvrılmış dişlerle donanmış bir gagaya dönüşebileceğini de eklemek isterim.
Balinalara dönelim. Hyperooden bidens’in gerçek dişleri yoktur, ama, Lacepéde’e göre, damağı küçük, birbirine eşit olmayan, sert, boynuz maddesinden sivriliklerle pürüzlendirilmiştir. Bundan ötürü, eski balinaların damaklarında bunlara benzer, ama daha düzgün sıralanmış, ve kazın gagasındaki pütürler gibi besini koparmaya ya da tutmaya yaramış, boynuz maddesinden sivrilikler bulunmuş olması hiç de olmayası değildir. Böyle idiyse, o sivriliklerin değişimle ve doğal seçmeyle Mısır kazınınkiler gibi gelişmiş yapraklara dönüşmüş olabileceğini reddetmek kolay olmayacaktır; bunlar o durumdayken hem nesneleri tutmak hem de suyu süzmek için kullanılırdı; sonra evcil ördeğinkilere benzer yapraklara dönüşür, ve giderek kaşık-gaganınkiler kadar yetkin bir yapıya ulaşır, ve bu durumda yalnızca suyu süzmeye yararlardı. Yaprakların Balaenoptera rostrata’nın balina dişlerinin üçte iki uzunluğuna eriştiği bir aşamadan sonra, bugün yaşayan balinalarda gördüğümüz aşamalardan geçerek Greenland balinasının o dev diş yapraklarına doğru ilerleriz. Ördek familyasının bugünkü farklı üyelerinin gagalarında olduğu gibi, bu yöndeki her aşamanın gelişimin ilerlemesi sırasında yavaş yavaş değişen parçaların görevleriyle bazı eski balinalara yararlı olmuşluğundan kuşkulanmak için en küçük bir gerekçe yoktur. Her ördek türünün zorlu bir varolma savaşı verdiğini, ve vücudundaki her parçanın yapısının yaşam koşullarına çok iyi uyarlanması gerektiğini de unutmamalıyız.
Yan-Yüzergiller (Pleuronectidae), ya da dil balıkları, bakışımsız vücutlarıyla dikkati çeker. Bunlar yan üstü yatarak dinlenir, –türlerin pek çoğu sol yanlarına, ve bazıları da sağ yanlarına yatar; ve ara sıra tersine yatmış ergin bireyler de olur. Alt, ya da üzerine yattıkları yanları, ilk bakışta bayağı bir balığın karın yüzeyine benzer: Aktır, bazı bakımlardan üst yanlarından daha az gelişmiştir, yan yüzgeçler çoğu zaman daha küçüktür. Ama en garip özellikleri gözleridir; çünkü gözler başın yukarı bakan yüzündedir. Bununla birlikte, yavruları küçükken gözler başın iki yanındadır, bütün vücut henüz bakışımlıdır, ve vücudun iki yanı da aynı renktedir. Ve alt yandaki göz, hemen başın üzerinden kayarak yavaş yavaş başın üst yanına geçer; ama göz, eskiden sanıldığı gibi, doğrudan doğruya kafatasının içinden geçerek yer değiştirmez. Alt göz konumunu değiştirmeseydi, alışılageldiği üzere yan üstü yatan balığın besbelli hiç işine yaramazdı. Üstelik bu göz dipteki kumların sürtmesiyle kolayca aşınırdı. Yan-yüzergillerin, yassı ve bakışımsız yapılarıyla yaşama alışkanlıklarına çok güzel uyarlanmış olduğunu, pek yaygın olan dil balığı, köpek dili vb. gibi birçok tür açıkça göstermektedir. Böylelikle kazanılan başlıca üstünlük, düşmanlarından korunma ve dipte beslenme kolaylığıdır. Bununla birlikte, Schiödte’nin belirttiği gibi, bu familyanın farklı üyeleri, “yumurtadan çıktığı zamanki biçimini önemli ölçüde değiştirmeye Hippoglossus pinguis’ten tümüyle yan üstü dönmüş dil balıklarına dek, aşamalı geçiş gösteren biçimlerden uzun bir seri” oluşturmaktadır.
Bay Mivart bu durumu ele almakta ve gözlerin konumunda ani ve kendiliğinden bir dönüşümün düşünülemeyeceğini söylemektedir. Bu konuda ben de tümüyle onun gibi düşünüyorum. Sonra şöyle demektedir: “Geçme aşama aşama olduysa, bu geçme sırasında bir gözün başın öbür yanına doğru yaptığı küçük bir ilerlemenin bireye nasıl yararlı olabildiği belli değildir. Öyle görünüyor ki, böyle başlangıç durumundaki bir dönüşüm daha çok zararlı olmak gerekirdi.” Oysa Malm’ın 1867’de yayımladığı değerli gözlemlerinde bu itirazın yanıtını bulabilirdi. Yan yüzergiller, küçük yavruyken ve henüz bakışımlıyken, ve gözleri başın iki yanındayken, vücutlarının derinlemesine gelişmişliği, yan yüzgeçlerinin küçüklüğü, ve yüzme keselerinden yoksunlukları yüzünden uzun süre düşey konumda duramaz, ve çabuk yoruldukları için dibe, yan üstü düşerler. Malm’ın gözlemlerine göre, böyle dinlenirken altta kalan gözü yukarıya bakmak için sık sık çevirmektedirler; ve bunu öylesine zorlayarak yapmaktadırlar ki, o göz göz çukurunun yukarı kenarına doğru kuvvetle itilmektedir. Bundan dolayı, başın gözler arasında kalan kesimi, apaçık görüldüğü gibi, zamanla daralmaktadır. Malm, birinde, bir yavru balığın gözünü aşağı yukarı yetmiş derece kaldırıp indirdiğini görmüştür.
Yavruluk çağında kafatasının kıkırdaklı ve esnek olduğunu ve bundan ötürü kasların zorlamasına dayandığını anımsamalıyız. Yukarı hayvanlarda da, ilk gençlik çağından sonra bile, deri ya da kaslar hastalık ya da bir kaza yüzünden sürekli olarak büzülür ve kasılırsa, kafa buna dayanamayıp biçimini değiştirir. Uzun kulaklı tavşanlarda kulağın biri öne ve aşağı sarkarsa, kulağın ağırlığı kafatasının aynı yandaki bütün kemiklerini öne doğru çekmektedir. Başka bir yerde bunun bir resmini vermiştim. Malm, yumurtadan yeni çıkmış levreklerin, alabalıkların ve bakışımlı başka birçok balığın, ara sıra dibe yan üstü yatıp dinlenme huyu olduğunu saptamış; ve o konumdayken altta kalan gözlerini yukarıya bakmak için zorladıklarını, ve bu yüzden kafataslarının kolayca çarpıldığını gözlemiştir. Ama bu balıklar düşey durma gücünü çabucak kazanmakta, ve bunun kalıcı bir etkisi olmamaktadır. Öte yandan, yan-yüzergiller, yaşlandıkça, vücutlarının artmış yassılığından ötürü, daha çok yanüstü yatıp dinlenmekte ve bunun, başın biçiminde ve gözlerin konumunda kalıcı bir etkisi olmaktadır. Örnekseme (analogy) ile, çarpılmaya olan eğilimin soya çekim ilkesiyle elbette artacağı sonucuna varılır. Schiödte, kimi doğa bilginlerinin tersine, yan-yüzergillerin embriyon durumundayken bile tümüyle bakışımlı olmadığına inanmaktadır; böyle ise, bazı türlerin yavruyken neden sağ ve bazılarının da sol yanlarına devrilip dinlendiklerini anlayabiliriz. Malm, yukardaki görüşü doğrulamak için, yan-yüzergillerin üyesi olmayan ergin Trachypterus arcticus’un [bir kâğıtbalığı türü] dibe, sağ yanına yatarak dinlendiğini ve suda yarı-yatık yüzdüğünü; ve bu balıkta başın iki yanının biraz farklı olduğunu eklemektedir. Balıklar konusunda gerçek bir bilirkişi olan Dr. Günther, Malm’ın yazısından çıkardığı özeti şöyle bitirmektedir: “Yazar, yanyüzergillerin sapkın durumunu çok yalın açıklamaktadır.”
Görüyoruz ki Bay Mivart’ın gözün başın bir yanından öbür yanına geçmesinde zararlı saydığı ilk aşamalar, alışkanlığa yorulabilir, ve kuşkusuz, dipte yanüstü yatıp dinlenirken iki gözüyle birden yukarıya bakmaya çalışan bireye ya da türlere yararlıdır. Bazı yan-yüzergil türlerinde, Dr. Traquair’in düşündüğü gibi, dipte kolay beslenmeyi sağlamak için ağzın çene kemiklerinin öbür yüzdekilerden daha etkin olduğu gözsüz alt yüze doğru çarpılmış olmasını kullanılmanın soya çekilmiş etkilerine yorabiliriz. Öte yandan, vücudun alt yarısının, yan yüzgeçlerle birlikte, tümüyle daha az gelişmiş durumda olması, kullanılmamayla açıklanır; bununla birlikte Yarrell, o yüzgeçlerin küçülmesinin balık için bir üstünlük olduğunu düşünmekte ve “çünkü onların hareket edebilecekleri yer, üstteki büyük yüzgeçlerinkinden pek dardır”, demektedir. Yaldızlı pisi balığında diş sayısının her iki çenenin üst yanlarında 4’ün 7’ye, alt yanlarında 25’in 30’a oranında daha az olması da, belki, kullanılmamayla açıklanabilir. Pek çok balığın karın yüzeyi renksiz olduğu için, bir yan-yüzergilin alta gelen yanının, ister sağ ister sol yanı olsun, renksizliğinin ışık görmeme sonucu olduğunu düşünmemiz yerindedir. Ama dil balığının kumlu deniz dibine pek benzemeyen üst yanının o özgün benekli görünüşünün, ya da, Pouchet’nin yakınlarda gösterdiği gibi, bazı türlerin renklerini bulundukları yüzeye göre değiştirme yetisinin, ya da kalkan-balığının üst yanındaki kemikli urların, ışık etkisinin sonucu olduğu düşünülemez. Burada, o balıkların vücutlarının genel biçiminin ve başka birçok özelliğinin onların yaşama alışkanlıklarına uyarlanmasında doğal seçme işe karışmış olabilir. Daha önce üstelediğim gibi, parçaların artmış kullanılmasının, ve belki de kullanılmamasının soya çekilmiş etkilerinin doğal seçmeyle kuvvetlendirileceğini unutmamalıyız. Çünkü uygun yöndeki bütün kendiliğinden değişimler ve bir parçanın gelişmiş ve yararlı kullanımını büyük ölçüde kazanmış bireyler böylelikle korunacaktır. Her özel durumun hangi ölçüde kullanılmanın etkilerine, ve hangi ölçüde doğal seçmeye yorulacağını belirlemek olanaksız görünmektedir.
Türemesini yalnız kullanılmaya ya da alışkanlığa açıkça borçlu olan başka bir özellik örneği daha vermek istiyorum. Bazı Amerikalı maymunlarda kuyruğun ucu çok yetkin bir tutma organına dönüşmüştür, ve beşinci bir el gibi kullanılmaktadır. Bütün ayrıntılarda Bay Mivart’la uyuşan bir eleştirmen bunun üzerinde durup şöyle diyor: “Herhangi bir çağda tutmaya karşı ilk önemsiz eğilimin, bu eğilimin görüldüğü bireyin yaşamını koruyabildiğine, ya da onun döl verme ve döl bırakma şansını artırabildiğine inanmak olanaksızdır.” Oysa buna inanmak için hiçbir zorunluk yoktur. Alışkanlık, her şeyden önce küçük ya da büyük bir üstünlüğün böylelikle sağlanması demek olan alışkanlık, bu durumu açıklamaya yeter. Brehm, yavru bir Afrika maymununun (Cercopithecus) elleriyle anasının karnına tutunduğunu, ve aynı zamanda küçük kuyruğunu anasınınkine doladığını görmüştür. Prof. Henslow, kuyrukları tutmaya elverişsiz birkaç ekin sıçanı (Musmessorius) beslemiş ve bu hayvanların, kafese koyduğu bir kütükteki dallara kuyruklarını dolayarak tırmanmalarını kolaylaştırdıklarını sık sık görmüştür. Buna benzer bir olguyu da Dr. Günther’den öğrendim: O da, kuyruğu ile böyle tutunup boşlukta sallanan bir sıçan görmüştür. Ekin sıçanı tam anlamıyla ağaçsal (arboreal) bir hayvan olsaydı, aynı takımın bazı üyelerinde olduğu gibi, belki onun da tutmaya elverişli bir kuyruğu olurdu. Gençliğindeki alışkanlıkları göz önünde tutulursa, Cercopithecus’un neden böyle bir kuyruğu olmadığını söylemek güçtür. Bununla birlikte, bu maymunun uzun kuyruğu, hayvan o şaşırtıcı sıçramalarını yaparken, bir denge organı olarak, bir tutma organından daha çok işe yarayabilir.
Süt bezleri memeli hayvanların hepsinin ortak bir özelliğidir, ve onların varlığı için zorunludur; bundan ötürü pek eski bir dönemde gelişmiş olmalıdırlar, ama gelişme tarzları konusunda kesin bilgimiz yoktur. Bay Mivart şöyle soruyor: “Bir hayvan yavrusunun, anasında nasılsa aşırı irileşmiş derisel bezden pek de besleyici olmayan bir damla sıvıyı nasılsa emerek yok olmaktan kurtulduğu düşünülebilir mi? Böyle olsaydı bile, böyle bir değişimin sürekli kılınma şansı ne olurdu?” Ama burada durum gerektiği gibi ele alınmıyor. Evrimcilerin büyük çoğunluğu, memelilerin keseli bir hayvan biçiminden türediğini kabul etmektedir; bu böyle ise, süt bezleri önce kesenin içinde gelişmiş olacaktır. Deniz aygırında (Hippocampus) yavrular yumurtadan çıkar, ve bir süre buna benzer nitelikte bir kesenin içinde beslenip büyütülür; ve Amerikalı bir doğa bilgini, Bay Lockwood, yavruların gelişimi konusunda edindiği bilgi ve görgüye dayanarak, yavruların kese derisindeki bezlerin çıkardığı bir salgıyla beslendiğine inanmaktadır. Buna göre, memelilerin eski ataları memeli denecek durumda değilken, yavruların buna benzer bir tarzda beslenebildikleri hiç mi düşünülemez? Ve bu durumda, sütün niteliğine çok yakın en besleyici sıvıyı salgılayan bireyler, zamanla, besin değeri az bir sıvı salgılayanlardan daha çok sayıda ve iyi beslenmiş döller yetiştirirdi; ve süt bezlerinin kökendeşi (homologous) olan bu salgı bezleri böylelikle geliştirilir ya da daha verimli kılınırdı. Kese yüzeyinin belirli bir yerindeki bezlerin artakalanlardan daha çok gelişmesi, pek geniş kapsamlı olan özelleşme (specialisation) ilkesine uygundur; ve onlar, önce, memeliler serisinin en aşağısındaki gagalı memelide (Ornithorhyncus) gördüğümüz gibi, başsız bir meme oluştururdu. Belirli bir yerdeki bezlerin hangi etkenden ötürü öbürlerinden daha çok özelleştiğini belirlemeye kalkışmayacağım; bu, büyümenin dengelenmesinin, kullanılmanın etkilerinin, ya da doğal seçmenin bir sonucu olabilir.
Süt bezlerinin gelişimi, yavrular onların salgısını aynı zamanda değerlendiremeseydi, hiçbir işe yaramaz ve doğal seçmeden etkilenemezdi. Memeli yavruların meme emmeyi içgüdüyle nasıl öğrendiğini anlamak, yumurtadaki civcivlerin yumurtanın kabuğunu özellikle bu işe uyarlanmış gagalarıyla kırmayı, ya da yumurtadan çıktıktan birkaç saat sonra yem yemeyi nasıl öğrendiğini anlamaktan daha güç değildir. Alışkanlığın ileri bir yaşta önce uygulamayla edinilmiş, ve ondan sonra genç yaştaki döllere iletilmiş olması, böyle durumlarda en olası açıklama gibi görünmektedir. Ama yavru kangurunun emmediği, yalnızca anasının meme başına yapıştığı, ve ana kangurunun bu yarı oluşmuş acınası yavrusunun ağzına sütünü içirtme (injection) yetisi olduğu söylenmektedir. Bay Mivart bu konuda şöyle diyor: “Özel hiçbir düzen olmasaydı, sütün soluk borusuna gitmesi yüzünden yavrunun boğulması kaçınılmaz olurdu. Ama özel bir düzen vardır. Gırtlak (larynx) pek gelişmiştir, öyle ki burun boşluğunun art ucuna sokulur, ve süt bu uzamış gırtlağın iki yanından zararsızca geçer ve güvenlik içinde yutağa ulaşırken, akciğerlere gerekli havanın da kolayca geçmesi sağlanır.” Bay Mivart, daha sonra, doğal seçmenin “bu hiç suçu ve zararı olmayan yapıyı” ergin kanguruda ve memeli hayvanların pek çoğunda (onların keseli bir biçimden türediği varsayılmaktadır) nasıl ortadan kaldırdığını sormaktadır. Yanıt olarak, birçok hayvan için pek önemli olduğu bilinen sesin, gırtlak burun boşluğuna sokulu oldukça, tam anlamıyla kullanılamayacağı ileri sürülebilir. Ve Prof. Flower’ın bana bildirdiğine göre, böyle bir yapı, bir hayvanın katı besinleri yutmasını büyük ölçüde engellerdi.
Şimdi biraz da hayvanlar âleminin aşağı bölümlerini ele alalım. Derisi dikenliler (Echinodermata; denizyıldızları, deniz kestaneleri vb.), pedicellariae (dikencikler) denen garip organlarla donatılmıştır. Bunlar, iyice gelişince, üç kollu bir kıskaçtan, kaslarla hareket ettirilen esnek bir sapın ucuna yerleşmiş ve birbirine tümüyle uyan testere gibi dişli üç koldan oluşmaktadır. Bu kıskaçlar nesneleri sıkıca tutabilir; ve Alexander Agassiz, bir denizkestanesinin (Echinus), kavkısı pislenmesin diye, çıkartı (excrement) parçacıklarını kıskaçtan kıskaca hızla ve vücudunun yanı sıra geçirerek aşağı kaydırdığını görmüştür. Ama bu kıskaçlar, her türlü pisliği uzaklaştırmanın dışında, elbette başka işlere de yaramaktadır; ve bunlardan birinin savunma olduğu besbellidir.
Bay Mivart, daha önceki uygun durumlarda yaptığı gibi, bu organlar konusunda şöyle soruyor: “Böyle yapıların o ilk gelişmemiş başlangıçlarının yararı neydi, ve açılmakta olan tomurcuğu andıran bu nesneler bir tek denizkestanesinin yaşamını olsun nasıl koruyabildi?” Sonra şunu ekliyor: “Yakalama eyleminin birdenbire gelişmesi bile, özgürce hareket edebilen saplar olmadan yararlı olamazdı; yakalayıcı kıskaçlar olmadan saplar da bir işe yaramazdı; durum böyleyken, küçük ve üstelik belirsiz değişimler bu karmaşık organları aynı zamanda geliştiremezdi; bunu reddetmek şaşırtıcı bir aykırı-düşünceyi (paradox) onaylamak demektir.” Bunun gibi, bazı denizyıldızlarında gerçekten bulunan, tabana sıkıca tutturulmuş olmakla birlikte tutma işini yapabilen üç kollu kıskaçlar da Bay Mivart’a paradoks gibi görünebilir; ve bunlar, hiç değilse kısmen, bir savunma aracı gibi iş görüyorsa, durum anlaşılır. Bu konudaki bilgilerin birçoğunu iyiliğine borçlu olduğum Bay Agassiz, bu üç kıskaç kolundan birinin öbür ikisini desteklemek için küçüldüğünü, ve bazı cinslerde bu üçüncü kolun tümüyle yittiğini bildiriyor. M. Perrier’e göre Echinoneus’un kavkısında iki türlü dikencik bulunmakta, bunlardan biri Echinus’unkilere, ve öbürü Spatangus’unkilere benzemektedir; ve böyle durumlar her zaman ilgi çekicidir, çünkü bir organın iki durumundan birinin körelmesiyle görünüşte birdenbire olan değişimlerin açıklanmasını sağlamaktadır.
Bu organların gelişim aşamalarına geline, Bay Agassiz kendi araştırmalarından ve Müller’inkilerden yararlanarak, hem denizyıldızlarındaki hem de denizkestanelerindeki dikenciklere, hiç kuşkulanmadan, değişiklik geçirmiş diken gözüyle bakılmak gerektiği sonucuna varıyor. Bu sonuç, onların bireydeki gelişim tarzından olduğu gibi, farklı türlerdeki ve cinslerdeki basit kabarcıklardan bayağı dikenlere ve üç kollu yetkin dikenciklere geçişlerin eksiksiz ve uzun serisinden de çıkarılabilir. Aşamalanma, bayağı dikenlerin ve dikenciklerin kireçli çubuklarının kavkıyla bitişme tarzında bile görülmektedir. Bazı denizyıldızı cinslerinde “dikenciklerin yalnızca değişiklik geçirmiş ve dallanmış dikenler olduğunu göstermeye gerekli birleşmeler bile” bulunabilir: Tabanlarının yakınına, bitişik, hareketli, testere gibi dişli, birbirinden eşit uzaklıkta üç dalı, ve uçlarına doğru gene hareketli üç başka dalı olan dikenler vardır. Bir dikenin ucundan sonuncu dallar çıkınca, bunlar, gerçekten, kaba ve üç kollu bir dikencik oluşturmakta, ve bu durum aynı dikendeki alt dallarda da görülebilmektedir. Bu durumda, dikenciklerin kolları ve dikenlerin hareketli dalları arasındaki nitelik özdeşliği apaçıktır. Bayağı dikenlerin birer savunma aracı olduğu genellikle kabul edilmektedir; bu doğruysa, testere gibi dişli ve hareketli dalların da aynı işe yaradığından kuşkulanılamaz; ve bunlar, birbirine kavuşunca bir tutma ya da yapışma aygıtı gibi çalışarak, savunmada daha etkili olur. Böylece, bayağı durağan bir dikenden bayağı durağan bir dikenciğe dek her aşama yararlı olur.
Bazı denizyıldızı cinslerinde bu organlar durağan ya da hareketsiz bir destek üzerinde olacak yerde, kısa da olsa esnek ve kaslı bir sapın ucuna yerleşmiştir ve bu durumda, savunma dışında ek bir görevleri olabilir. Denizkestanelerindeki aşamalar, durağan bir dikenin kavkıya bitiştiği noktanın eklemlileşmesi, ve böylelikle hareketli kılınması olarak görünür. Burada, Bay Agassiz’in dikenciklerin gelişimi konusundaki ilginç gözlemlerinin tam bir özetini verebilecek yerim olsun isterdim. Olanaklı bütün aşamalar, denizyıldızlarının dikencikleriyle derisi dikenlilerin başka bir grubu olan yılan yıldızlarının kancaları arasında; ve deniz kestanelerinin dikencikleriyle aynı büyük sınıftan olan denizhıyarlarının çapaları (anchors) arasında da görülebilir.
Bazı bileşik hayvanların ya da bitkimsi-hayvanların (zoophytes), yani Polyzoa’nın avicularium [çoğulu avicularia, küçük kuşa benzer nesne anlamında] adı verilen garip organları vardır. Bunlar farklı türlerde farklı yapıdadır. En yetkin durumlarında bir boyun üzerine oturtulmuş ve alt çene gibi hareket edebilen minyatür bir akbabanın başına ve gagasına benzerlikleri insanı şaşırtır. Benim incelediğim bir türde, aynı daldaki bütün aviculariumlar, sık sık, alt çeneleri iyice açılmış olarak, aşağı yukarı 90 derecelik bir açı içinde, beş dakikada bir, ileri geri ve aynı zamanda hareket ediyor; ve hareketleri bütün polyzoary’nin titremesine yol açıyordu. Çenelere bir iğneyle dokunulunca iğneyi öylesine sıkı tutuyorlardı ki, iğneyle bütün dalı sallayabiliyordum.
Bay Mivart, bu hali, “aslında benzer” saydığı polyzoa’nın aviculariumları ve derisi dikenlilerin dikencikleri gibi organların, hayvanlar âleminin çok farklı bölümlerinde doğal seçmeyle gelişmiş olmasının sözde güçlüğüne başlıca kanıt diye göstermektedir. Ama, yapı söz konusu olduğu sürece, üç kollu dikenciklerle aviculariumlar arasında hiçbir benzerlik göremiyorum. Sonuncular, kabukluların (Crustacea) kıskaçlarına biraz daha çok benzemektedir; ve Bay Mivart bu benzerliği, ya da aviculariumların bir kuş başına ya da gagasına benzerliğini özel bir güçlük olarak gösterebilirdi. Bu grubu titizlikle incelemiş doğa bilginleri, Bay Busk, Dr. Smitt, ve Dr. Nitsche, aviculariumların bitkimsi-hayvanları (zoophyte) birleştiren hayvansılarla (zooid) ve onların gözeleriyle kökendeş (homologous) olduğuna inanmaktadırlar; onlara göre, gözenin dudağı ya da kapağı aviculariumun alt ve hareketli çenesine uygun gelmektedir. Bununla birlikte, Bay Busk, bir zooid ile bir avicularium arasında bugün varolan hiçbir geçiş bilmiyor. Bu yüzden, birinin hangi yararlı aşamalardan geçerek öbürüne dönüşebildiğini kestirmek olanaksızdır: ama bundan asla böyle aşamalanmalar olmadığı sonucu çıkmaz.
Kabukluların kıskaçları polyzoanın aviculariumlarına belirli bir ölçüde benzediği için (ikisi de kıskaç işini görür), birincilerin yararlı aşamalarının hâlâ varolduğunu göstermeye değer. İlk ve en basit aşamada, bir üyenin son bölütü (segment), ya sondan bir önceki geniş bölütün kare biçimindeki tepesine, ya da bütün bir yanına doğru kapanır; ve böylelikle bir nesneyi tutabilir; ama üye henüz hareket etmeye yaramaktadır. Bundan sonra sondan bir önceki geniş bölütün bir köşesinin hafif çıkıntılı olduğunu, ve bazen düzensiz dişlerle donatıldığını, ve son bölütün ona doğru kapandığını görüyoruz. Çıkıntının büyümesiyle, ve biçimin, son bölütünki gibi, hafifçe değişiklik geçirip gelişmesiyle kıskaçlar gittikçe yetkinleşir, ve sonunda bir deniz ıstakozunun kıskaçları gibi kullanışlı bir araç olur; ve bütün bu aşamalanmalar gerçekten izlenebilir.
Polyzoanın aviculariumlardan başka vibraculum denen garip organları da vardır. Bunlar, genellikle, uzun ve hareket edebilen çok duygan kıllardan oluşmuştur, incelediğim bir türde vibraculumlar hafifçe kıvrıktı ve dış kenarları testere gibi dişliydi; ve aynı polyzoa dalındaki bütün vibraculumlar, sık sık ve aynı zamanda hareket ediyordu; öyle ki kayıkçı kürekleri gibi çalışarak, mikroskobumun nesne-koyacağından bir dalı çabucak süpürüp attılar. Üzerlerine bir dal konan vibraculumlar karmakarışık oluyor, ve kurtulmak için büyük çaba gösteriyorlardı. Bunların savunmaya yaradıkları sanılmakta, ve Bay Busk’ın dediği gibi, “bileşik hayvanın yüzeyine ağır ağır ve özenle sürtünerek, gözelerdeki o kolayca incinen canlıların dokunaçları (tentaculum, tentacula) dışarı fırlamış olanlarına zararlı ne varsa uzaklaştırdıkları” görülebilmektedir. Aviculariumlar da vibraculumlar gibi savunmaya yarıyor olabilir, ama onlar, zooid dokunaçlarının uzanabildiği alana akıntıyla sürüklendikleri sanılan küçük canlıları da yakalayıp öldürmektedirler. Bazı türler aviculariumlarla ve vibraculumlarla, bazıları yalnız aviculariumlarla, bazıları da yalnız vibraculumlarla donatılmıştır.
Görünüşte kılı andıran bir vibraculumla kuş başına benzeyen bir avicularium kadar birbirinden farklı iki nesne hayal etmek kolay değildir; bununla birlikte, onlar kesinlikle kökendeştir (homologous) ve aynı ortak kaynaktan, yani gözeli bir zooid’den gelişmiştir. Bundan ötürü, Bay Busk’ın bana bildirdiği gibi, bu organların bazı durumlarda nasıl olup da birbirlerine doğru aşamalı bir değişme gösterdiğini anlayabiliriz. Bunu bazı Lepralia türlerinde görmekteyiz: Hareketli çene öylesine uzamıştır ve bir kılı öylesine andırmaktadır ki, aviculariuma özgü nitelik yalnızca üst ya da durağan gaganın varlığı ile belirlenebilir. Vibraculumlar aviculariumlara özgü aşamalardan geçmeden, doğrudan doğruya göze dudaklarından gelişmiş olabilir; ama bu basamaklardan dönüşümlerinin ilk aşamalarında geçmiş olmaları daha olası görünmektedir, çünkü gözenin öbür parçaları, zooidle birlikte kolayca birdenbire yitemezdi. Birçok durumda, vibraculumların tabanında durağan gagayı temsil ediyor gibi görünen oluklu bir dayanak vardır; ama bu dayanak bazı türlerde hiç yoktur. Vibraculumların gelişimini açıklayan bu görüş, doğruysa, ilginçtir; çünkü aviculariumlarla donatılmış bütün türler tükenmiş olsaydı, hayal gücü pek geniş bir kimse bile, vibraculumların başlangıçta bir kuş başına ya da düzgün olmayan bir kutuya ya da başlığa benzer bir organın parçası olarak varolmuş olduğunu düşünemezdi. Böylesine farklı iki organın ortak bir kökenden gelişmişliğini görmek ilginçtir; ve gözenin hareketli kenarı zooid için bir savunma aracı işini gördüğü için, bu kenarın önce bir aviculariumun alt çenesine ve ondan sonra uzamış bir kıla dönüşmesindeki bütün aşamaların da farklı koşullarda ve farklı tarzlarda savunmaya yaradığına inanmak hiç de güç değildir.
Bay Mivart bitkiler âleminden yalnız iki örnek anıyor: Salepgil çiçeklerinin yapısı ve tırmanıcı bitkilerin hareketleri. Birincisi için şöyle diyor: “Bunların kökeni konusundaki açıklama tümüyle yetersizdir, ve ancak göze çarpar ölçüde gelişince yararlı olan yapıların ilk ve sonsuz küçük başlangıçlarını açıklamaya hiç elvermez.” Bu konuyu başka bir çalışmamda tümüyle ele aldığım için burada salepgil çiçeklerinin en şaşırtıcı özelliklerinden yalnız birini, çiçek tozu kümelerini (pollinium, pollinia), biraz ayrıntılı olarak söz konusu etmek istiyorum. Bir çiçek tozu kümesi, çok gelişmiş durumuyla, esnek bir sapa ya da kuyrukçuğa (caudicle) tutturulmuş bir çiçek tozu öbeğinden oluşmuştur; ve sap son derece yapışkan bir madde yığıncığına tutturulmuştur. çiçek tozu kümeleri, bunların aracılığıyla, böceklerle bir çiçekten başka bir çiçeğin tepeceğine taşınır. Bazı salepgillerde çiçek tozu kümelerinde kuyrukçuk yoktur, ve çiçek tozları yalnız ince ipliklerle birbirine bağlanmıştır; ama bunlar salepgillere özgü olmadıkları için burada dikkate alınmalarının gereği yoktur; bununla birlikte, salepgiller serisinin en alt basamağında, Venüs çarığında (Cypripedium), bu ipliklerin ilkin nasıl geliştiğini görebildiğimizi anmak isterim. Öbür salepgillerde, iplikler çiçek tozu öbeklerinin bir ucuna yapışıktır; ve bu durum, bir kuyrukçuğun türeyişinin başlangıcıdır. Çok uzun ve gelişmiş olsa bile, bir kuyrukçuğun kökeninin bu olduğunu, bazen ortadaki katı parçalara gömülü olarak bulunabilen körelmiş çiçek tozu taneleri açıkça göstermektedir.
İkinci önemli özelliğe, kuyrukçuğun tutunduğu yapışkan madde yığıncığına gelince, her biri bitkiye apaçık yararlı uzun bir aşamalar dizisi belirlenebilir. Tepecik, başka takımlardan olan pek çok bitkide de biraz yapışkan madde salgılar. Belirli salepgillerde de buna benzer yapışkan bir madde salgılanır, ama salgının çoğunu üç tepecikten yalnız biri çıkarmaktadır; ve o tepecik, belki salgının çok bol olması yüzünden, kısırlaşmıştır. Bu türlü bir çiçeğe gelen bir böcek, yapışkan maddeye ve aynı zamanda çiçek tozlarına sürtünür, ve çiçek tozlarını alıp gider. Bayağı birçok çiçekte görülegelenden biraz farklı olan bu basit durumdan çiçek tozu kümeleri çok kısa ve özgür bir kuyrukçukla son bulan türlere, ve kuyrukçuğun yapışkan maddeye sıkıca tutunduğu, kısır tepeciğin de çok değişiklik geçirdiği öbür türlere dek pek çok aşama vardır. Bu son örnekte gördüğümüz çiçek tozu kümesi, gelişiminin en yüksek ve en yetkin durumundadır. Salepgillerin çiçeklerini titizlikle incelemiş herkes şunları yadsımayacaktır: Çiçek tozlarının yalnız ipliklerle birbirine bağlı olduğu kümelerden ve bayağı bir çiçeğinkinden biraz farklı tepecikten, çok karmaşık ve böceklerle taşınmaya olağanüstü uyarlanmış bir çiçek tozu kümesine dek yukarda anılan aşamalardan geçilmektedir; ve birçok türde, bütün bu aşamalar her çiçeğin farklı böceklerle döllenmesine uygun olan genel yapısına olağanüstü uyarlanmıştır. Bunda, ve hemen hemen bütün durumlarda, araştırma daha gerilere götürülebilir; ve bayağı bir çiçeğin tepeciğinin nasıl olup da yapışkanlaştığı sorulabilir. Ama hiçbir canlı grubunun geçmişini tümüyle bilmediğimiz için böyle sorular sormak yararsız, ve böyle soruları yanıtlamaya kalkmak da boşunadır.
Şimdi tırmanıcı bitkilere dönelim. Bu bitkilerden, bir desteğe düpedüz sarılanlardan başlayarak, benim yapraklarıyla tırmananlar dediklerime, ve sülüklerle donatılmış olanlara dek uzun bir seri yapılabilir. Bu son iki sınıfta sap, sarılma yetisini her zaman değilse de genellikle yitirmiştir, ama sülüklerdeki sarılma yetisi korunmuştur. Yapraklarıyla tırmananlardan sülüklülere doğru olan aşamalar birbirlerine öylesine yakındır ki, bazı bitkiler bu iki sınıftan birine hiç kaygısız konabilir. Ama düpedüz sarılarak tırmananlardan yapraklarıyla tırmananlara doğru çıkıldıkça önemli bir nitelik ortaya çıkar: Dokunmaya karşı duyarlık. Bundan ötürü değişiklik geçirmiş ve sülüğe dönüşmüş yaprak ya da çiçek sapları, ya da hepsi, dokunulan nesneye sarılmaya ya da tutunmaya uyarlıdır. Anılarımda bu bitkiler üzerine yazdıklarımı okuyarak, herkes, düpedüz sarılan bitkilerle sülüklüler arasındaki pek çok yapı ve görev aşamalarının hepsinin söz konusu türlere büyük ölçüde yararlı olduğunu kabul edecektir. Örneğin, sarılıcı bir bitki için yapraklarıyla tırmanır duruma gelmek besbelli ve büyük bir üstünlüktür; ve uzun yaprak sapları bulunan her tırmanıcının, yaprak saplarında dokunmaya karşı az da olsa gerekli duyarlık varsa, yapraklarıyla tırmanan bir bitkiye gelişmesi olasıdır.
Sarılmak bir desteğe tutunarak yükselmenin en kolay yolu olduğu için, ve elimizdeki serinin başında bulunduğu için, bitkilerin, daha sonra doğal seçmeyle artırılmak ve yetkinleştirilmek üzere, bu yetinin başlangıç durumunu nasıl edindikleri elbette sorulabilir. Sarılma yetisi, önce, körpe bitkilerin eğilip bükülebilmesinin (ama bu tırmanıcı olmayan birçok bitkinin ortak bir ırasıdır); ve ikinci olarak, bunların yel gülünün gösterdiği her yöne, aynı sırayı izleyerek art arda ve sürekli olarak eğilmelerinin sonucudur. Saplar bu hareketle her yana eğilir, ve çemberler çizerek dönmeye zorlanır. Sapın alt kesimi bir nesneye çarpar çarpmaz durur, sapın üst kesimi ise eğilmesini ve dönmesini sürdürür, ve böylelikle zorunlu olarak aynı desteğin yukarısına dolanır. Dönme hareketi her sürgünün ilk körpelik dönemi sona erince durur. Çok farklı bitki familyalarında sarılma yetisi olan ve tırmanıcılaşmış tek tük türler ve cinsler bulunduğu için, bu özellik bağımsız olarak kazanılmış olmak gerekir, ve ortak bir atadan soya çekimle edinilmiş olamaz. Bundan dolayı, böyle hareket edebilmeye olan hafif bir eğilime tırmanıcı olmayan bitkilerde de pek seyrek rastlanmadığını ve bunun doğal seçmenin geliştirici etkisini göstermesine dayanak olduğunu öngördüm. Bunu öngördüğüm zaman, yalnızca eksik bir durumu biliyordum: Bir Maurandia’nın tırmanıcı bitkilerin sapları gibi hafif ve düzensiz kıvrılan ama bu alışkanlıktan yararlanmayan körpe çiçek saplarının durumu. Bunun hemen ardından, Fritz Müller, bir susinirotunun (Alisma) ve bir ketenin (Linum), (tırmanıcı olmayan ve doğal sistemde birbirinden pek uzakta bulunan iki bitki), düzgün olmamakla birlikte açıkça kıvrıldığını buldu; ve bunun başka bazı bitkilerde de olduğunu sanmak için gerekçesi bulunduğunu bildirdi. Bu hafif hareketlerin söz konusu bitkilere hiçbir yararı görülmemektedir; ama bunlar tırmanmaya hiç yaramaz da değildir, ve burada bizi ilgilendiren nokta budur. Hiç değilse şunu anlayabiliyoruz: Bu bitkilerin sapları esnek olsaydı, ve yaşadıkları koşullarda yükseğe tırmanmak onların yararına olsaydı, o zaman hafifçe ve düzensiz dönme alışkanlıkları doğal seçmeyle pekiştirilebilir ve bitkiler iyi gelişmiş tırmanıcı türlere dönüşünceye dek bu alışkanlıktan yararlanılabilirdi.
Yaprak ve çiçek saplarının ve sülüklerin duyarlığına gelince, tırmanıcı bitkilerin dönme hareketleri üzerine söylenenler aşağı yukarı burada da geçerlidir. Duyarlığın bu türlüsü pek farklı gruplardan olan birçok bitki türünde görüldüğü için, tırmanıcılaşmamış bitkilerin çoğunda doğum durumunda bulunmak gerekir. Durum şudur: Maurandia’nın körpe çiçek saplarının, kendilerine dokunulan yana doğru biraz kıvnldıklarını gözledim. Moren, birçok ekşiyonca (Oxalis) türlerinde, yaprakların ve yaprak saplarının, özellikle kızgın güneş altında kaldıktan sonra, art arda hafifçe dokunulunca, ya da bitki sallanınca, kımıldadıklarını buldu. Aynı incelemeleri başka ekşiyonca türlerinde yaptım: Sonuç aynıydı; kımıldama bazılarında pek belliydi, ama körpe yapraklarda en güzel görünüyordu; bazı türlerde ise pek hafifti. Hofmeister’e göre, sarsılan bütün bitkilerde, sarsılmadan sonra körpe sürgünlerin ve yaprakların kımıldaması daha önemli bir olgudur; ve bilindiği gibi, tırmanıcı bitkilerin yaprak ve çiçek sapları ile sülükleri yalnız gelişimlerinin ilk döneminde duyarlıdır.
Dokunmadan ya da sarsmadan sonra bitkilerin körpe ve gelişen organlarında görülen bu hareketlerin bitkiler için herhangi bir görevsel önemi olduğuna inanmak güçtür. Ama bitkilerin türlü uyartıların etkisinde hareket etme yetisi olmasının bitkiler için önemi açıktır; örneğin, ışığa yönelmeleri ya da seyrek olarak ışıktan kaçmaları, yerçekimine ters yönde ve seyrek olarak yerçekimi doğrultusunda hareket etmeleri. Bir hayvanın sinirleri ve kasları galvanizm [kimyasal yoldan üretilmiş elektrik] ile ya da striknin emdirilerek uyarılınca, bunu izleyen hareketlerin rastgele bir sonuç olduğu söylenebilir, çünkü sinirler ve kaslar bu uyartılara karşı özellikle duyarlı kılınmış değildir. Bunun bitkilerde de böyle olduğu görülüyor. Bitkiler, belirli uyartıların etkisinde hareket etme yetileri olduğu için, dokunmayla ya da sarsmayla ancak rastgele uyarılmaktadır. Bundan ötürü, yaprakları ve sülükleri ile tırmanan bitkilerde, yararlanılan ve doğal seçmeyle artırılan eğilimin bu olduğunu kabul etmekte önemli hiçbir güçlük yoktur. Ama bu, anılarımda belirlediğim gerekçelerden dolayı, ancak dönme yetisini önceden kazanarak tırmanıcılaşmış bitkilerde olabilir.
Bitkilerin başlangıçta kendilerine yararsız olan hafif ve düzensiz dönme hareketleri yapmaya karşı bir eğilimin artırılmasıyla nasıl tırmanıcılaştığını daha önce açıklamaya çalışmıştım; bu hareketler ve dokunmanın ya da sarsmanın sonucu olanlar, yararlı başka amaçlar için kazanılmış hareket yetisinin rastgele sonuçlarıdır. Tırmanıcı bitkilerin aşamalı gelişimi sırasında kullanmanın kalıtsal etkilerinin doğal seçmeyi destekleyip desteklemediğini belirlemeye kalkışmayacağım; ama belirli aralıklarla görülen hareketlerin, örneğin bitkilerin uyuması denen hareketin, alışkanlıkla belirlendiğini biliyoruz.
Yararlı yapıların başlangıç aşamalarının doğal seçmeyle açıklanamayacağını anlatmak için usta bir doğa bilgininin özenle seçtiği örnekler üzerinde yeterince, belki yeterinden çok durdum; bu konuda önemli hiçbir güçlük olmadığını gösterdiğimi umarım. Böylece, değişmiş görevlere çoğu zaman bağlı olan aşamalı yapı değişmeleri konusunu, bu kitabın eski baskılarında yeterince ayrıntılı işlenmemiş bir konuyu, biraz genişletmek için iyi bir fırsat çıkmış oldu. Şimdi söz konusu edilmiş durumları kısaca özetlemek istiyorum.
Yüksek dallara yetişebilen, geviş getiren, soyu tükenmiş bir hayvanın en uzun boyunlu, en uzun bacaklı, vb., ve ortalamadan daha yüksekteki dalların sürgünlerini yiyebilen bireylerinin sürekli korunması, ve bu kadar yükseğe yetişemeyenlerinin sürekli kırılması, zürafanın türemesine yeterdi; ama bütün parçaların sürekli kullanılması, soya çekimle birlikte, bunun gerçekleşmesine büyük ölçüde yardım ederdi. Türlü nesnelere benzenen böceklere gelince, yaygın bir nesneye olan rastgele bir benzerliğin her durumda doğal seçmenin çalışmasına temel olduğu, ve bu benzerliği artıran hafif değişimlerin fırsat düştükçe saklandığı inancında hiçbir olmayasılık (improbability) yoktur; ve bu benzerlik, böcek değişedurdukça, ve giderek yetkinleşen bir benzerlik böceği düşmanlarının keskin gözlerinden sakladıkça korunacaktır. Bazı balina türlerinde, damakta boynuz maddesinden küçük ve düzensiz sivrilikler oluşturmaya eğilim vardır; ve bu tümüyle doğal seçmenin etki alanında olduğu için, bu sivrilikler, önce bir kazın gagasındaki gibi yapraksı çıkıntılara ya da dişlere –sonra evcil ördeğinkileri andıran kısa ve ince yapraklara –ve sonra kaşık-gaga ördeğinkiler kadar yetkin yapraklara –ve sonunda, Greenland balinasının ağzında görüldüğü gibi, dev balinadişi yapraklarına dönüşünceye değin, elverişli bütün değişimler saklanacaktır. Ördek familyasında, gagadaki yapracıklar önce diş, sonra kısmen diş ve kısmen süzme aracı olarak, ve sonunda özellikle süzme işi için kullanılmaktadır.
Bugünkü bilgilerimize göre, yukarda anılan boynuz maddesinden yaprakların ya da balina dişlerinin gelişiminde alışkanlığın ya da kullanmanın biraz etkisi olabilir, ya da hiç etkisi olmaz. Öte yandan, dilbalığında altta kalan gözün, başın üst yanına geçmesi, maymunlarda tutmaya yarayan bir kuyruğun oluşumu, sürekli kullanmaya ve onunla birlikte soya çekime, aşağı yukarı tümüyle yorulabilir. Yukarı hayvanların memeleri konusunda en olası varsayım, başlangıçta, cebe benzer bir kesenin bütün yüzeyindeki derisel bezlerin besleyici bir sıvı salgılaması; ve sonra doğal seçmeyle görevlerini daha iyi yapabilecek tarzda geliştirilmesi, ve sınırlı bir yerde toplanması, ve orada bir meme oluşturmasıdır. Bazı eski derisidikenlilerde savunmaya yaramış dallı dikenlerin doğal seçmeyle üç kollu dikenciklere (pedicellariae) nasıl dönüştüğünü anlamak, kabukluların kıskaçlarının önce yalnız hareket etmeye yaramış bir üyenin son ve sondan bir önceki bölütlerinin yavaş ve yararlı değişiklikleriyle gelişmiş olduğunu anlamaktan daha güç değildir. Polyzoanın aviculariumları ile vibraculumları aynı kaynaktan gelişmiş ve görünüşleri çok farklı organlardır; ve vibraculumların geçirdiği ardışık aşamaların nasıl yararlı olabildiğini anlayabiliyoruz. Salepgillerin çiçek tozu kümelerinde, başlangıçta çiçek tozlarını birbirine bağlamaya yaramış ipliklerin birleşerek kuyrukçukları oluşturduğu gösterilebilir; ve bayağı çiçeklerin de salgıladığı, ve tümüyle değilse bile, hemen hemen aynı işe hâlâ yarayan, kuyrukçukların özgür uçlarına iliştirilmiş yapışkan maddenin geçirdiği aşamalar da izlenebilir –bütün bu aşamaların söz konusu bitkilere yararlı olduğu besbellidir. Tırmanıcı bitkilere gelince, bu konuda daha demin söylenenleri yinelemeyi gerekli görmüyorum.
Şu soru sık sık sorulmaktadır: Doğal Seçme böylesine güçlüyse, bazı türler kendileri için yararlılığı besbelli olan şu ya da bu özelliği neden kazanmadı? Ama türlerin geçmişi, ve bugün türlerin sayısını ve yayılmasını belirleyen koşullar konusundaki bilgisizliğimiz düşünülürse, böyle sorulara kesin bir yanıt beklemek mantıksızlıktır. Pek çok durumda yalnız genel, ancak birkaç durumda özel gerekçeler gösterilebilir. Bir türü yeni yaşama alışkanlıklarına uyarlamak için, düzendeşlenmiş (co-ordinated) birçok değişiklik olması hemen hemen zorunludur, ve çoğu zaman, gerekli parçalar doğru yönde ve yeter ölçüde değişmeyebilir. Birçok türün çoğalması, bir türe yararlı olduğunu sandığımız için doğal seçmeyle edinildiğini düşündüğümüz bazı yapılarla hiç ilişkisi bulunmayan yok edici etkenlerle engellenmiş olmalıdır. Bu durumda, yaşama savaşı böyle yapılara bağlı olmadığı için, onlar doğal seçmeyle kazanılmış olamaz. Birçok durumda, bir yapının gelişimi için karmaşık, uzun süren, ve çoğu zaman özel bir niteliği olan koşullar gerekir; ve gerekli koşullar seyrek olarak bir araya gelmiş olabilir. Bir türe yararlı olduğunu (çoğu zaman yanlışlıkla) düşündüğümüz belirli bir yapının, bütün koşullarda doğal seçmeyle kazanıldığı inancı, o parçanın çalışma tarzından anlayabildiğimiz şeyle çatışmaktadır. Bay Mivart doğal seçmenin biraz etkisi olduğunu reddetmiyor; ama doğal seçmenin benim doğal seçme aracılığıyla açıkladığım görüngüleri (phenomenon) açıklamak için “kanıtlanabilir yetersizlikte” olduğunu düşünüyor. Bay Mivart’ın başlıca kanıtları üzerinde durdum, bundan sonra öbür kanıtları ele alacağım. Bana öyle geliyor ki, bunların kanıtlama gücü azdır, ve sık sık belirtilmiş olan öbür etkenlerle desteklenen doğal seçmenin kanıtlama gücüne oranla önemsizdir. Burada başvurduğum olguların ve kanıtların bu yakınlarda Medico Chirurgical Review’da yayımlanmış bir yazıda aynı amaçla kullanıldığını da söylemeliyim.
Bugün, aşağı yukarı bütün doğa bilginleri herhangi bir biçimde evrimi kabul etmektedirler. Bay Mivart, türlerin “bir iç güç ya da eğilim” ile değiştiğine inanmakta, ve bu eğilim üzerine bilinen herhangi bir şey öne sürmemektedir. Türlerin değişme yetisi olduğunu bütün evrimciler kabul etmektedirler; ama bana öyle geliyor ki, insanın seçmeyle iyi uyarlanmış birçok evcil ırk yetiştirmesine, ve doğal seçmenin yavaş yavaş değişen aşamalarla doğal ırkları ya da türleri türetmesine yardım eden bayağı değişkenliğin ötesinde bir iç güce başvurmanın gereği yoktur. Önceden açıklandığı gibi, kesin sonuç, organlanmada bir ilerleme, ama bazı durumlarda da bir gerileme olacaktır.
Bay Mivart, ve onun gibi düşünen kimi doğa bilginleri, yeni türlerin “ansızın ortaya çıkan değişikliklerle ve birdenbire” türediği kanısındalar. Örneğin, Bay Mivart tükenmiş üç-parmaklı Hipparion ile at arasındaki farkların birdenbire ortaya çıktığını sanmaktadır. Ve kuş kanadının, “belirgin ve önemli bir türün birdenbire ve uygun biçimde değişiklik geçirmesinden başka bir yolla geliştiğine” inanmanın güç olduğunu düşünmektedir; ve besbelli, onun görüşü yarasaların ve pterodactyl’lerin [yalnız taşılları bulunan bir uçar-sürüngen] kanatlarını da kapsamaktadır. Serilerde büyük atlamalar ya da süreksizlik öngören bu sonuç, bana pek olanaksız görünüyor.
Yavaş ve aşamalı evrime inanan herkes, türsel (specific) değişimlerin doğada, hatta evcilleşmenin etkisinde rastladığımız özel bir değişim kadar birdenbire ve büyük olabileceğini elbette kabul eder. Ama türler evcilleşince ya da tarıma alınınca, doğal koşullarda yaşayanlardan daha değişken oldukları için, evcilleşmenin etkisiyle ara sıra ortaya çıktığı bilinen büyük ve ani değişimlerin doğal koşullarda sık sık görünmesi olası değildir. Evcilleşmenin etkisiyle olan değişimlerin çoğu ataya dönüşe yorulabilir; ve böylece yeniden ortaya çıkan ıralar, başlangıçta aşama aşama kazanılmış olabilir. Bunların çoğuna yaradılış aykırılığı demek gerekir, örneğin altı parmaklı adam, kirpi adam, Ancon koyunu, Niata sığırı vb.; ve bunlar ıraca doğal türlerden çok farklı oldukları için konumuza pek az aydınlık getirmektedir. Ani değişimlerin böyle örnekleri ayrı tutulursa, geri kalan birkaçını (doğal bir durumda ortaya çıkmışlarsa) kendi ata tipleriyle yakın hısım olan kuşkulu türler saymak çok yerinde olur.
Doğal türlerin evcil ırklarda ara sıra görüldüğü gibi birdenbire değiştiğinden kuşkulanmak ve onların Bay Mivart’ın gösterdiği o eşi görülmemiş tarzda değiştiğine inanmamak için öne sürdüğüm gerekçeler şunlardır: Yaşantımıza göre, ani ve çok belirgin değişimler, evcil ürünlerimizde, tek tek ve uzun zaman aralıklarıyla olmaktadır. Doğal durumda da böyle olsaydı, bunlar, daha önce açıklandığı gibi, gelip geçici kırımlar ve daha sonraki çaprazlanmalar yüzünden kolayca yiterdi; bu türlü ani değişimlerin, insanın gözetiminde özellikle ayrılıp saklanmadıkça, evcilliğin etkisinde de yittiği bilinmektedir. Bundan ötürü, yeni bir türün Bay Mivart’ın düşündüğü gibi birdenbire ortaya çıktığına inanmak için, olağanüstü değişmiş birçok bireyin aynı bölgede aynı zamanda göründüğüne, bütün örneksemeye (analogy) aykırı olarak inanmak nerdeyse zorunludur. Bu güçlük, insanın yaptığı bilinçsiz seçme durumunda olduğu gibi, aşamalı evrim teorisiyle, yani elverişli bir yönde epeyce değişmiş birçok bireyin saklanmasının, ve ters yönde değişmiş birçoğunun da yok olmasının kabulüyle giderilmektedir.
Türlerin birçoğunun pek aşamalı bir tarzda evrim geçirdiğinden kuşkulanılamaz. Büyük doğal familyaların birçoğunun türleri ve hatta cinsleri birbirleriyle pek yakın hısımdır, öyle ki onların bazılarını ayırdetmek güçtür. Her kıtada, kuzeyden güneye ve alçak ovalardan yüksek yaylalara vb. gidildikçe, yakın hısım ya da temsilci bir yığın türle karşılaşırız; eskiden birleşik olduklarına inanmak için gerekçemiz bulunan farklı kıtalarda da böyledir. Ama bunları ve aşağıdakileri söylerken, ilerde tartışılması gereken konulara değinmek zorundayım. Bir kıtayı fırdolayı kuşatan adaları inceleyince, oralardaki canlıların birçoğunun ancak kuşkulu tür aşamasına konabileceğini görüyoruz. Geçmiş zamanları inceler, ve aynı alanda yaşamakta olan türlerle yeni tükenmiş olanları karşılaştırırsak, ya da aynı yer bilimsel oluşumun farklı katlarındaki taşıl türleri karşılaştırırsak, durum gene böyledir. Birçok türün bugün hâlâ yaşayan, ya da yakın zamanlara dek yaşamış öbür türlerle yakın hısımlığı gerçektir; ve böyle türlerin birdenbire geliştiğini öne sürmek güçtür. Farklı türleri inceleyecek yerde, hısım türlerin özel parçalarını inceleyince, pek farklı yapıları birbirine bağlayan çok sayıda ve olağanüstü ince aşamalarla karşılaştığımız da unutulmamalıdır.
Büyük olgu gruplarının birçoğu ancak türlerin çok küçük basamaklarla gelişmesi ilkesiyle anlaşılır. Örneğin, büyük cinslerden olan türlerin birbirleriyle daha yakın hısım olması, ve küçük cinslerdeki türlerden daha çok sayıda çeşit göstermesi olgusu. Birinciler, türlerin çevresinde toplanmış çeşitler gibi, küçük kümelerde toplanmıştır; ve ikinci bölümde gösterildiği gibi, çeşitlerle daha başka benzerlikler de göstermektedir. Aynı ilkenin ışığında, türsel ıraların cinsel ıralardan, ve olağanüstü gelişmiş parçaların aynı türdeki öbür parçalardan niçin daha değişken olduğunu anlayabiliriz. Hepsi de aynı yönü gösteren benzer birçok olgu sayılabilir.
Türlerin pek çoğunun, arı çeşitleri ayırt edenlerden daha büyük olmayan basamaklarla geliştiği aşağı yukarı kesinse de, bazılarının farklı ve birdenbire geliştiği öne sürülebilir. Bununla birlikte, güçlü kanıtlar belirlenmeden böyle davranılmamalıdır. Bay Chauncey Wright’ın gösterdiği gibi, bu görüşü savunmak için öne sürülen belirsiz ve bazı bakımlardan yanlış benzerlikler, örneğin inorganik maddelerin birdenbire kristalleşmesi, ya da çok yüzlü bir yuvarlaksının (spheroid) bir yüzünden öbürüne yıkılması, anılmaya değmez. Bununla birlikte, bir grup olgu, yani yer bilimsel oluşumlarda yeni ve farklı biçimlerin birdenbire ortaya çıkması, ilk bakışta ani gelişim görüşünü destekler. Ama bu kanıtın değeri, tümüyle, yer bilimsel belgelerin yer tarihinin eski dönemlerine göre tamlığına bağlıdır. Belgeler yerbilimcilerin büyük çabalarla doğruladıkları gibi, parça parçaysa, yeni biçimlerin birdenbire gelişmiş gibi görünmesinde şaşılacak hiçbir şey yoktur.
Bay Mivart’ın öne sürdüğü, kuşların ya da yarasaların kanatlarının birdenbire gelişmesi, ya da Hipparion’un ansızın bir ata dönüşmesi gibi büyük değişmeler kabul edilmedikçe, ani değişikliklere inanmak, yer bilimsel oluşumlarda ara halkaların bulunmamasını aydınlatmaz. Ama böyle ani değişmeler her şeyden önce embriyoloji ile uyuşmamaktadır. Kuşların ve yarasaların kanatlarının, atların ve öbür dört-ayaklıların bacaklarının, erken bir embriyolojik dönemde birbirlerinden ayırt edilemediğini, ve sezilmeyen aşamacıklarla farklılaştığını bilmeyen yoktur. Bütün embriyolojik benzerlikler, ilerde göreceğimiz gibi, bugünkü türlerin atalarının ilk gençliklerinden sonra değişmiş, ve yeni edindikleri ıraları kendi döllerine buna uygun bir yaşta iletmiş olmasıyla açıklanabilir. Böylece, embriyon hemen hemen hiç değişmeden kalmakta, ve türün geçmişteki durumunun bir belgesi olmaktadır. Bugünkü türlerin, ilk gelişim dönemlerinde, aynı sınıftan olan eski ve tükenmiş biçimlere çoğu zaman benzemesi bundan ötürüdür. Embriyolojik benzerliklerin bu anlama geldiği görüşüne göre, gerçekte herhangi bir görüşe göre, bir hayvanın yukarda anıldığı kadar büyük ve ani bir dönüşüme uğramasına, ve bununla birlikte, yapısının her ayrıntısı sezilmez aşamacıklarla gelişen embriyonun da böyle bir değişmeden bir iz bile kalmamasına inanılamaz.
Bazı eski biçimlerin, bir iç güç ya da eğilimle, birdenbire değiştiğine, örneğin kanatsızken kanatlanıverdiğine inanan kimse, örneksemenin tümüne aykırı olarak, birçok bireyin aynı zamanda değiştiğini nerdeyse varsaymak zorunda kalacaktır. Böyle ani ve büyük yapı değişmelerinin pek çok türün besbelli uğradığı değişmelerden pek farklı olduğu yadsınamaz. O kimse, daha sonra, aynı yaratığın öbür parçalarına ve çevre koşullarına pek güzel uyarlanmış birçok parçanın da birdenbire türediğine inanmak zorunda kalacaktır; ve böylesine olağanüstü uyarlanmaları açıklamaya güç yetiremeyecektir. Bu büyük ve ani dönüşümlerin embriyonda hiçbir iz bırakmadığını kabul etmeye zorlanacaktır. Bütün bunları kabul etmek, bana öyle geliyor ki, bilim alanını bırakıp mucizeler alanına girmektir.