"Enter"a basıp içeriğe geçin

Türlerin kökeni konusundaki görüşlerin bu kitabin ilk baskısına kadarki kısa tarihi

Önce türlerin kökeni konusundaki görüşlerin gelişimini kısaca vermek isterim. Yakın zamana dek, doğa bilginlerinin büyük çoğunluğu türleri değişmez olarak görüyor ve onların ayrı ayrı yaratılmış olduklarına inanıyordu. Birçok yazar bu görüşü ustalıkla savunmuştur. Öte yandan, türlerin değişikliğe uğradığına, bugünkü canlı biçimlerin eskiden yaşamış biçimlerin gerçek dölleri olduğuna ancak pek az doğa bilgini inanıyordu. Klasik yazarların bu konudaki anıştırmalarını[ 1] (imalarını) bir yana bırakırsak, konuyu bilimsel anlamda ilk ele alan Buffon’dır. Ama Buffon’ın düşünceleri sık sık değiştiği için ve kendisi türlerin dönüşüm nedenlerine ve yollarına değinmediği için burada ayrıntılara girmeyi gerekli görmüyorum.

Bu konudaki vargıları büyük ilgi uyandırmış ilk insan Lamarck’tır. Haklı bir ünü olan bu doğa bilgini, bu konudaki görüşlerini ilkin 1801’de açıkladı; ve 1809’da Philosophi Zoologique adlı yapıtında, ve daha sonra, 1815’te, Hist. Nat. Des Animaux sans Vertébres’in “Giriş”inde, büyük ölçüde genişletti. Bu yapıtlarında bütün türlerin, insanın da, başka türlerden türemiş olduğu öğretisini öne sürer. İnorganik âlemde olduğu gibi, organik âlemdeki bütün değişmenin de doğal yasaların sonucu olabileceğine, mucizeyle ilişkisi olmayabileceğine dikkatleri ilk çeken odur. Türler (species) ile çeşitleri (variety) birbirinden ayırt etmenin güçlüğü, belirli gruplardaki canlı biçimlerin hemen hemen hiç kesiksiz aşamalanması ve evcil ürünlerimizin benzerliği, Lamarck’ın türlerin yavaş yavaş değiştiği sonucuna varmasına özellikle yol açmış görünmektedir. Değişiklik geçirme yollarını kısmen fiziksel yaşam koşullarının doğrudan etkisinde ve kısmen bugün varolan biçimlerin çaprazlanmasında ve büyük ölçüde de, parçaların ve organların kullanılmasında ve kullanılmamasında, yani, alışkanlığın etkilerinde aramaktadır. Doğadaki bütün güzel uyarlanmaları (adaptation) –zürafanın yüksek ağaçların sürgünlerini yemek için uyarlanmış o uzun boynu gibi– bu son etkene yorar görünmektedir. Ama Lamarck bir ilerleyen gelişim (evrim) yasası olduğuna da inanıyordu; ve bu yasaya göre, bütün canlı biçimler gelişme eğiliminde olduğundan, bugünkü basit canlıların varlığını açıklamak için, böyle biçimlerin bugün de kendiliğinden türemekte olduğunu öne sürüyordu.

Geoffroy St. Hilaire, oğlunun yazdığı yaşamöyküsünde belirtildiği gibi, 1795’e doğru, bizim tür dediğimiz şeylerin aynı tipin yalnızca yozlaşmış dölleri olduğunu sanıyordu. Aynı biçimlerin her şeyin başlangıcından beri değişmediği kanısında olduğunu ancak 1828’de açıkça söylemiştir. Geoffroy, yaşam koşullarını, ya da monde ambiant’ı, değişmenin nedeni olarak özellikle kabul eder görünmektedir. Sonuçlar çıkarırken sakıngandı ve yaşayan türlerin bugün değişikliğe uğramakta olduğuna inanmıyordu; ve oğlunun dediği gibi, “Demek ki bu tümüyle geleceğe bırakılması gereken bir sorundur; o geleceğin çalışmalarımızı durdurma olanağı bulunduğunu varsaysak bile.”

Dr. W. C. Wells, 1813’te Royal Society’de, “derisi kısmen bir zencininkine benzeyen ak ırktan bir kadın” üzerine bir bildiri okudu; ama bu bildirisi, 1818’de Two Essays upon Dew and Single Vision adlı ünlü yapıtı yayımlanıncaya dek açıklanmadı. Dr. Wells, bu bildirisinde doğal seçme (natural selection) ilkesini kesinlikle tanımaktadır ve bu, ilk açık tanımadır; ama Dr. Wells, bu ilkeyi yalnız insan ırklarına ve yalnız belirli ıralara (character) uygulamaktadır. Zencilerin ve zenci-beyaz melezlerinin belirli tropikal hastalıklara bağışıklıkları olduğunu belirttikten sonra, ilk olarak, bütün hayvanların belirli bir ölçüde değişmeye eğilimli olduğunu ve, ikinci olarak da, çiftçilerin seçme yoluyla evcil hayvanlarını iyileştirdiklerini saptamakta; ve sonra şunu eklemektedir: “ama ikinci durumda insanın yaptığı şeyi, doğa, yaşadıkları ülkeye uymuş insan soyu çeşitleri (variety) oluşturmak için, daha yavaş olmakla birlikte, aynı etkinlikle yapar görünüyor. Afrika’nın iç bölgelerinde, az sayıda ve dağınık olarak yaşayan ilk insanlar arasında, rastgele ortaya çıkan insan çeşitlerinden biri, ülkenin hastalıklarına dayanma bakımından, öbür çeşitlerden daha uygun bir durumda olacaktı. Öbür ırklar, yalnız hastalıklara karşı dirençlerinin azlığı yüzünden değil, daha sağlıklı komşuları ile yarışacak yetenekte olmamaları yüzünden de azalırken, o ırk çoğalacaktı. Bu dinç ırkın rengi, demin söylenenlere göre, esmer olacaktı. Ama çeşitler türetme eğilimi var kalacak ve zamanla daha esmer ve sonra daha esmer bir ırk ortaya çıkacaktı: ve en esmer (kara) ırk iklime en iyi uymuş olacak ve bu ırk, türemiş olduğu ülkenin biricik ırkı olmasa bile, en başat ırkı olacaktı.” Dr. Wells, daha sonra, aynı görüşü soğuk iklimlerde yaşayan insanlara uygulayarak genişletmektedir. Bay Brace’in aracılığıyla Dr. Wells’in yapıtındaki yukarıya aldığım parçaya dikkatimi çeken ABD’den Bay Rowley’e gönül borcum var.

W. Herbert, daha sonra Manchester dekanı, Horticultural Transactions’ın dördüncü cildinde, 1822, ve Amaryllidaceae konusundaki kitabında (1837, s. 19 ve s. 339), açıkça şöyle diyor: “Bahçe tarımındaki denemeler, her türlü kuşkunun ötesinde, bitki türlerinin yalnızca daha yukarı ve kararlı bir grup çeşit olduğu temeline dayandırılmaktadır.” Hayvanları da aynı görüşün kapsamına sokmaktadır. W. Herbert, her cinsteki (genus) tek tek türlerin kökenleri bakımından pek biçimlendirilebilir (plastic) özellikte yaratılmış olduğuna ve bunların özellikle çaprazlanmayla ve aynı zamanda değişiklik geçirerek, bugünkü bütün türlerimizi türetmiş olduğuna inanmaktadır.

1826’da, Prof. Grant, Spongilla konusundaki ünlü yazısının sonuç paragrafında (Edinburgh Philosophical Journal, vol. xiv, s. 283) türlerin başka türlerden türemiş olduğuna ve sürekli değişiklik geçirerek yetkinleştiğine inandığını açıkça söyler. Aynı görüş, 1834’te, Lancet’te yayımlanmış 55. dersinde de yer almıştır.

Bay Patrick Matthew, 1831’de yayımladığı Naval Timber and Arboriculture adlı yapıtında, türlerin kökeni konusunda Bay Wallace ile benim Linnean Journal’da ortaya koyduğumuz ve elinizdeki kitapta genişletilmiş görüşün aynısını savunur. Ne yazık ki, Bay Matthew’ün bambaşka bir konudaki bir kitaba yaptığı katkının dağınık paragraflarında sunduğu bu görüş, Bay Matthew’ün kendisi, 7 Nisan 1860 günlü Gardenners’ Chronicle’da dikkatleri üzerine çekinceye dek göze çarpmadan kaldı. Benim görüşümle Bay Matthew’ünki arasındaki farklar pek de önemli değildir. O dünyanın birçok kez hemen hemen ıssız (canlısız) kaldığını ve sonra yeniden canlılarla dolduğunu düşünür görünüyor; ve yeni biçimlerin “eski toplulukların herhangi bir örneği (modeli) ya da tohumu varolmaksızın” türeyebileceğini de, bir seçenek olarak, varsayıyor. Bazı parçaları doğru anlayıp anlayamadığımı bilmiyorum; ama bana öyle geliyor ki, Bay Matthew yaşam koşullarının doğrudan etkisini çok erkli sayıyor. Bununla birlikte doğal seçme ilkesinin olanca etkisini açıkça görüyor. Ünlü yerbilimci (geologist) ve doğa bilgini Von Bucl, Description Physique des Isles Canaries’de, (1836, s. 147), çeşitlerin artık çaprazlanma yeteneği olmayan sürekli türlere yavaş yavaş değiştiği kanısında olduğunu açıkça söylüyor.

Rafenisque, 1836’da yayımlanmış New Flora of North America adlı yapıtında, (s. 6), şöyle diyor: “Bütün türler bir zamanlar belki de çeşitti, ve birçok çeşit değişmez ve özel ıralar üstlenerek yavaş yavaş türleşiyor.” Ama daha sonra (s. 18) şunu ekliyor: “cinsin (genus) özgün tiplerinden ya da atalarından başka.”

1843-4’te, Prof. Haldeman (Boston Journal of Nat. Hist. U. States, vol. iv, s. 468) türlerin değişiklik geçirmesi ve gelişmesi varsayımına karşı ve ondan yana olan kanıtları ustalıkla sunmuştur. Kendisi değişmeyi savunanlardan yana görünüyor.

Vestiges of Creation 1844’te çıktı. 1853’teki onuncu ve düzeltilmiş baskısında adsız yazarı şöyle diyor (s. 155): “Epey düşünmekle varılan sonuç odur ki, en basit ve en eskisinden, en organlanmış ve en yenisine dek, canlı kılınmış bütün varlıkların farklı serileri, Tanrının inayetiyle, birincisi, canlı biçimlere bağışlanmış ve onları belirli zamanlarda üremeyle, ikiçeneklilerde ve omurgalılarda biten, genellikle ilgileri (affinity) araştırma işinde bize güçlük çıkaran organik ıra boşluklarıyla birbirinden ayrılan organlanma aşamaları boyunca ilerleten içtepinin (impuls); ikincisi, yaşamsal güçlerle ilişkili, ve organik yapıları kuşakların geçişi sırasında besin, yaşama yerinin (habitatın) doğası ve hava etkenleri gibi dış koşullara uygun olarak değişikliğe uğratma eğiliminde olan başka bir içtepinin sonuçlarıdır; doğal tanrıbilimcinin (natural theologian) ‘uyarlanmaları’ bunlardır.” Yazar, besbelli, organlanmanın ani sıçramalarla ilerlediğine, ama yaşam koşullarından ileri gelen sonuçların yavaş yavaş, ağır ağır ortaya çıktığına inanıyor. Genel ilkelerde, türlerin değişmez olmadığını önemle belirtiyor. Ama varsayılan iki “içtepi” doğada gördüğümüz o sayısız ve güzel uyarlanmaları bilimsel bir anlamda nasıl açıklar, anlayamıyorum; böylelikle, örneğin bir ağaçkakanın kendine özgü yaşama alışkanlıklarına nasıl uyarlanmış olduğu konusunda herhangi bir bilgi edindiğimizi kabul edemiyorum. İlk baskılarında pek sağlam olmayan bilgiler ve büyük bir bilimsel özen eksikliği görülmekle birlikte, etkili ve parlak üslubundan ötürü, bu yapıtın sürümü çabuk ve çok olmuştur. Ve bence, İngiltere’de dikkatleri konuya çekerek ve önyargıları sarsarak, benzer görüşlerin benimsenmesine ortam hazırlamış ve çok yararlı olmuştur.

1846’da eski yerbilimcilerinden M. J. d’Halloy, kısa ve seçkin bir yazıyla (Bulletins de L’Acad. Roy. Bnocelles, tom. xiii, s. 581), türlerin değişiklik geçirerek türemesini, başlıbaşlarına yaratılmış olmalarından daha olası gördüğünü bildirdi. Yazar bu kanısını ilkin 1831’de duyurmuştu.

Prof. Owen, 1849’da (Nature of Limbs, s. 86) şunları yazdı: “İlk-örnek (archetype) düşüncesi, bu düşüncenin doğru olduğunu gerçekten kanıtlayan hayvan türleri bulunmadan çok önce, gezegenimizin hayvanlar âleminde ortaya çıkmış çeşitli değişikliklerin sonucu olarak doğmuştur. Bu türlü organik olayların düzenli olarak birbirini izlemesini ve gelişmesini hangi doğa yasalarına ya da ikincil nedenlere yorabileceğimizi şimdilik bilmiyoruz.” 1858’de, British Association’daki konuşmasında, “yaratıcı gücün sürekli eyleminin” ya da “canlı şeylerin sıralı olmasının” beliti (axiom) üzerinde durur (s. li). Daha sonra (s. xc), coğrafi dağılımı söz konusu eder ve şunları ekler: “Bu olaylar, Yeni Zelanda’nın Apteryx’i [tavuk iriliğinde, esmer, küt kanatlı bir kuş türü -ç.] ile İngiltere’nin kızıl-ormantavuğunun, söz konusu adalarda ve oraları için ayrı ayrı yaratılmış olduğu inancımızı sarsmaktadır. Hayvanbilimcinin (zoologist) ‘yaratma’ sözcüğüyle ‘ne olduğunu bilmediği bir işlemi’ anlatmak istediğini de hiç unutmamalıyız.” Ve bu düşünceyi genişleterek şöyle der: “Hayvanbilimci, kızıl-ormantavuğununki gibi örnekleri o kuşun böyle adalarda ve oraları için ayrıca yaratılmış olmasına kanıt sayarken, kızılormantavuğunun oraya ve yalnız oraya, nasıl ulaşmış olduğunu bilmediğini özellikle dile getirmektedir; ve bilgisizliğini böylece dile getirmekle, kuşun ve adanın, ikisinin de, kökenlerini bir ilk Yaratıcı Neden’e borçlu oldukları inancını da açıkça dile getirmektedir.” Aynı konuşmada söylenmiş olan bu tümceleri birbirine bağlı olarak yorumlarsak, bu seçkin filozofun, 1858’de, Apteryx’in ve kızıl-ormantavuğunun kendi yurtlarında ilkin “nasıl olduğunu bilmediği” ya da “ne olduğunu bilmediği” bir süreçle ortaya çıktığı konusundaki inancının sarsıldığını sezdiği anlaşılır.

Bu konuşma, Bay Wallace ile benim türlerin kökeni konusundaki bildirilerimizi Linnean Society’de okumamızdan sonra yapılmıştı. Elinizdeki yapıtın ilk baskısı yayımlandığı zaman, birçokları gibi ben de “yaratıcı gücün sürekli eylemi” gibi deyimlerle öylesine aldatılmıştım ki, Prof. Owen’ın da, türlerin değişmezliğine kesinlikle inanan eskivarlıkbilimcilerden (paleontologist) olduğunu düşünmüştüm; ama kötü bir biçimde yanıldığım ortaya çıktı (Anat. of Vertebrates, vol. iii, s. 796). Bu kitabın son baskısında “kuşkusuz tipik biçim” sözleriyle başlayan bir paragraftan (aynı yapıt, vol. i, s. xxxv), Owen’ın, yeni türlerin oluşumunda doğal seçmenin bir şeyler yapmış olabileceğini kabul ettiği sonucunu çıkardım. Bu çıkarsama (inference) bana hâlâ doğru görünüyor; ama bu, eksik ve kanıtsızdır (aynı yapıt, vol. iii, s. 798). London Review’ün başyazarıyla Prof. Owen arasındaki bir mektuplaşmadan başyazara ve bana Prof. Owen’ın doğal seçme teorisini benden önce ortaya attığını öne sürdüğünü gösterir gibi gelen bazı alıntılar da verdim; buna şaştığımı ve sevindiğimi bildirdim; ama yakınlarda yayımlanmış olan belirli paragraflardan (aynı yapıt, vol. iii, s. 798) anlayabildiğim kadarı ile, ya kısmen ya da tümüyle ve bir daha yanıldığımı anladım. Prof. Owen’ın tartışmalı yazılarını bencileyin başkalarının da güç anlaşılır ve birbirleriyle güç uzlaştırılır bulmalarına bakarak avunuyorum. Doğal seçme ilkesinin yalnızca sözünü etmiş olmaya gelince, Owen’ın bunu benden önce yapmış olup olmamasının önemi yoktur, çünkü, bu kısa tarihte de gösterildiği gibi, Dr. Wells ile Bay Matthews, bunu ikimizden de çok önce yapmışlardı.

Isidore Geoffroy Saint Hilaire, 1850’de verdiği konferanslarda (bunların bir özeti, Ocak 1851’de, Revue vet Mag. de Zoolog’da yayımlandı) türsel ıraların “türler aynı koşullarda üredikleri sürece değişmez olduğuna; ama koşullar değişince onların da değiştiğine” neden inandığını kısaca açıklamaktadır. Ve şöyle demektedir: “Sözün kısası, yabanıl hayvanların gözlenmesi, türlerin sınırlı değişkenliğini göstermektedir. Evcilleştirilmiş yabanıl hayvanlarla ve yabanıllaşmış evcil hayvanlarla yapılmış denemeler, bunu daha da açık olarak göstermektedir. Denemeler, ortaya çıkmış farkların, cinsel (generic) fark değerini kazanabildiğini de kanıtlamaktadır.” Hist. Nat. Generale adlı yapıtında (tom. ii, s. 430, 1859), buna benzer sonuçları daha ayrıntılı olarak sunmaktadır.

Kısa bir süre önce yayımlanmış bir yazıdan Dr. Freke’nin 1851’de (Dublin Medical Press, s. 322) bütün organik varlıkların bir ilk-biçimden türemiş olduğu öğretisini ortaya koyduğu anlaşılmaktadır. Onun öğretisinin temelleri ve konuyu ele alışı benimkilerden tümüyle farklıdır; ve Dr. Freke, artık (1861) The Origin of Species by means of Organic Affinity başlıklı denemesini yayımladığı için, onun görüşleri üzerine bir bilgi vermeye kalkmam gereksiz olur.

Bay Herbert Spencer, bir denemesinde (önce Mart 1852’de Leader’da, ve sonra Essays adlı yapıtında yayımlanmıştır), organik varlıkların yaratılması ve gelişmesi ile ilgili teorileri dikkate değer bir ustalıkla karşılaştırmıştır. Evcil ürünlerin benzerliğinden, birçok türün embriyonunun geçirdiği değişmelerden, türlerle çeşitleri ayırt etmenin güçlüğünden ve doğadaki o genel aşamalanma ilkesinden, türlerin değiştiği sonucunu çıkarıyor; ve değişikliğe uğramayı koşulların değişmesine yoruyor. Yazar (1855) ruhbilimi de, zihinsel her yetinin ve sığanın (capacity) aşamalı kazanılmış olması zorunluğu ilkesine göre ele almıştır.

Seçkin bir bitkibilimci (botanist) olan M. Naudin, 1852’de, türlerin kökeni konusundaki bir yazısında (Revue Horticole, s. 102; daha sonra Nouvelles Archives du Museum, tom. i, s. 171’de kısmen yeniden yayımlanmıştır), türlerin, çeşitlerin tarımsal koşullarda ortaya çıkmasına benzer bir tarzda oluştuğuna inandığını kesinlikle söylemiştir ve söz konusu edilen ikinci süreci insanın seçme yetisine yormaktadır. Ama seçmenin doğada nasıl olduğunu göstermemektedir. O da, Herbert gibi, türlerin doğumları sırasında bugünkünden daha biçimlenebilir (plastic) olduğuna inanmaktadır: ve ereksellik (finality) ilkesi dediği şeye özellikle önem vererek şöyle demektedir: “Kimine göre alınyazısı, kimine göre de tanrı buyruğu olan gizemli ve belirlenemeyen bir güç, her çağda, yaşayan varlıkları sürekli etkileyerek, her yaratığın biçimini, uzamını ve sürerliğini, onun bağlı olduğu nesneler düzenindeki alınyazısına göre belirler. Bu güç, her üyeyi, doğanın genel düzeninde her üye için varlığın ereği olan görev uygunluğunun tümüyle bağdaştırır.”

Ünlü yerbilimci Count Keyserling, 1853’te, (Bulletin de la soc. Géolog., 2nd Ser., tom. x, s. 357), tıpkı herhangi bir miasma’nın yol açtığı varsayılan yeni hastalıkların ortaya çıkması ve bütün dünyaya yayılması gibi, varolan türlerin tohumlarının da, belirli dönemlerde, yaşadıkları çevrenin özel nitelikteki moleküllerinin kimyasal etkisinde kalabileceğini, ve yeni canlı biçimlerin böylelikle ortaya çıkabileceğini ileri sürdü.

Aynı yıl, 1853, Dr. Schaaffhausen, çok değerli bir kitapçık yayımladı (Verhand, des Naturhist. Vereins der Preuss. Rheinlands, vb.) ve yeryüzündeki organik varlıkların ilerleyen gelişimini savundu. Türlerin birçoğunun uzun zaman aynı kalmış olduğu, ve ancak pek azının değişiklik geçirmiş olduğu sonucunu çıkarıyordu. Türlerin farklılığını, yavaş yavaş değişmiş biçimlerin, ortada bir özellik gösterenlerinin yok olmasıyla açıklıyordu. “Öyleyse, yaşayan bitkiler ve hayvanlar tükenmiş olanlardan yeni yaratma eylemleriyle ayrılmış değildir, tersine, hepsi de onların kesiksiz üremesinin sonucu olan döller sayılmalıdır.”

Tanınmış bir Fransız bitkibilimci olan M. Lecoq, 1854’te şöyle yazıyordu (Etudes sur Geograph. Bot, tom. i, s. 250): “Görülüyor ki, türlerin değişmezliği ya da değişirliği konusundaki araştırmalarımız, bizi, doğrudan doğruya, haklı ünleri olan iki adamın, Geoffroy Saint-Hilaire ile Goethe’nin, düşüncelerine götürmektedir.” M. Lecoq’un o büyük yapıtında dağınık olarak bulunan bazı düşünceler, onun türlerin değişiklik geçirmesi konusundaki görüşlerini nereye dek genişlettiğini biraz kuşkulu kılmaktadır.

Baden Powell, 1855’te, Essays on the Unity of Worlds adlı yapıtında “Yaratma Felsefesi”ni ustaca ele aldı. Yeni türlerin ortaya çıkmasının “rastgele değil, tersine, kurallı bir olay”, ya da, Sir John Herschel’in dediği gibi, “hiç de mucize olmayan doğal bir süreç” olduğunu ortaya koyuşu gerçekten inandırıcıdır.

Journal of the Linnean Society’nin üçüncü cildinde, bu kitabın Giriş’inde de belirtildiği gibi, Bay Wallace’ın hayranlık uyandıran bir güç ve açıklıkla ortaya koyduğu Doğal Seçme teorisini içeren, ve Bay Wallace ile benim 1 Temmuz 1858’de okuduğumuz bildiriler bulunmaktadır.

Bütün hayvanbilimcilerin kendisine çok derin saygı duyduğu Von Baer, 1859’da, bugün tümüyle farklı olan canlı biçimlerin bir tek atabiçimden türemiş olduğu inancını, özellikle coğrafi dağılım yasalarına dayanarak savundu.
(Bkz: Prof. Rudolph Wagner, Zoologisch-Anthropologische Untersuchengen, s. 51,1861.)

Haziran 1859’da, Prof. Huxley, Royal Institution’da, “Hayvan Yaşamının Sürüp Giden Tipleri” konulu bir konferans verdi. Bu türlü örneklere dayanarak şöyle dedi: “Her hayvan ve bitki türünün, ya da önemli her organlanma tipinin, yaratıcı gücün ayrı bir eylemiyle oluşturulup yeryüzüne bırakılmış olduğunu varsayarsak, bunlara benzer olguların anlamını kavramak güçtür; böyle bir varsayımı geleneğin ve vahyin desteklemediği ve bunun doğanın genel örneksemesine (analogy) de karşıt olduğu unutulmamalıdır. Öte yandan ‘Sürüp Giden Tipler’ herhangi bir zamanda yaşayan türleri daha önceki türlerin yavaş yavaş değişiklik geçirmelerinin sonucu sayan varsayıma göre –savunucularından kimilerinin başına iş açmış olan bu varsayım, kanıtlanmamış olmakla birlikte, güvenilir bir dayanak sağlamaktadır– ele alınırsa, bu tiplerin varlığı, canlı nesnelerin yerbilimsel (geological) zaman boyunca geçirdikleri değişiklik tutarının, katlandıkları değişme serisinin tümüne oranla çok az olduğunu kanıtlar görünüyor.”

Dr. Hooker, Aralık 1859’da Introduction to the Australian Flora adlı yapıtını yayımladı. Bu büyük çalışmanın birinci bölümünde, türlerin türemesi ve değişikliğe uğraması gerçeğini benimseyip bu öğretiyi özgün gözlemlerle desteklemektedir.

Elinizdeki kitabın ilk baskısı 1859’da ve ikinci baskısı 7 Ocak 1860’ta yapıldı, [Darwin’in sağlığında yapılmış öbür baskıların tarihleri şöyledir: Üçüncü baskı, Nisan 1861; dördüncü baskı, Haziran 1866; beşinci baskı, Temmuz 1869 ve altıncı baskı, Ocak 1872. Kitap, Darwin’in 1872’ye dek yaptığı düzeltme ve eklemelerle sürekli gelişmiştir.