"Enter"a basıp içeriğe geçin

Buhari 4797

“Onu işittiğiniz vakit erkek mü’minlerle kadın mü’minlerin, kendi vicdanları önünde iyi bir zanda bulunup da ‘Bu apaçık bir iftiradır’ demeleri lâzım değil miydi? Buna karşı dört şâhid getirmeli değil miydiler? Mademki, onlar bu şâhidleri getirmediler, o hâlde onlar Allah indinde yalancıların tâ kendileridirler” (Âyet: 11-12).

4797- Bize Yahya ibnu Bukeyr tahdîs etti. Bize el-Leys, Yûnus’tan tahdîs etti ki, İbnu Şihâb şöyle demiştir: Bana Urvetu’bnu’z-Zubeyr, Saîd ibnu’l-Müseyyeb, Alkame ibnu Vakkaas, Ubeydullah ibnu Abdillah ibn Utbe ibn Mes’ûd; beş kişi, Peygamber’in zevcesi Âişe’nin hadîsini, yânı iftira sahiplerinin, kendisi için söylediklerini söyledikleri zaman, Allah’ın Âişe’yi onların dedikodularından temize beri kılması hadîsini haber verdiler. Bu râvîlerin herbiri bana Âişe hadîsinden bir taifeyi tahdîs etti. Bunlardan bâzılarının hadîsi, diğer bâzısının hadîsini tasdîk etmektedir. Maamâfîh bunların bâzısı, Âişe hadîsini diğer bâzısından daha iyi muhafaza edici idi. Urve’nin bana Âişe’den tahdîs ettiği hadîs şudur:

Peygamber’in zevcesi Âişe (r.anha) şöyle demiştir: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sefere çıkmak istediği zaman kadınları arasında kur’a çekmek âdetinde idi. Onlardan hangisinin kur’ası çıkarsa, Rasûlüllah onu beraberinde sefere çıkarırdı.

Âişe dedi ki: Yapmak istediği bir gazvede aramızda kur’a çekti ve bu kur’ada benim adım çıktı. Ben Rasûlüllah’ın beraberinde sefere çıktım. Bu sefer Hicâb Âyeti indikten sonra idi. Ben hevdecimin içinde taşınır ve onun içinde olarak indirilirdim. Bütün yolculuğu bu şekilde yürüdük. Nihayet Rasûlüllah bu gazvesinden ayrılıp da döndüğü ve Medine’ye yaklaştığımızda (bir yerde konakladı, gecenin bir kısmını orada geçirdi, sonra) geceleyin hareket edilmesini bildirdi. Hareket emrini verdikleri zaman ben kalkıp (hacetimi yerine getirmek için yalnız başıma) ordunun konakladığı bölgeyi geçtim. Hacetimi yerine getirdiğim zaman dönüp yerime geldim. Baktım ki, Yemen boncuğundan dizilmiş gerdanlığım kopup düşmüş. Hemen dönüp gerdanlığımı aradım. Fakat onu aramak beni yoldan alıkoymuştu.

Benim yol nakliyâtımı yapmakta olan kimseler gelip benim hevdecimi yüklemişler ve hevdecimi, binmekte olduğum deve üzerinde götürmüşler. Onlar beni hevdecin içinde sanıyorlarmış. O zaman kadınlar hafif hafif idiler, şişmanlamazlardı; et ve yağ onları ağırlaştırmazdı. Çünkü az yemek yerlerdi. Bu sebeble bana hizmet edenler, hevdeci yüklemek üzere kaldırdıklarında, hevdecin ağırlık derecesinin farkına varmayarak yüklemişler. Ben de küçük yaşta taze bir kadın idim. Bu yüzden deveyi kaldırmışlar ve çekerek yürümüşler. Ordu gittikten sonra ben gerdanlığımı buldum. Akabinde ben ordu birliklerinin konakladıkları yerlere geldim, fakat oralarda ne bir çağıran, ne de bir cevâb veren kalmıştı. Bunun üzerine ben orada evvelce bulunduğum konak yerime geldim. Ve onlar beni hevdecde bulamazlar da beni aramak üzere dönüp yanıma gelirler, diye düşündüm. Ben bu düşünce ile yerimde otururken gözlerim bana galebe etmiş de uyumuşum.

Safvân ibnu’l-Muattal es-Sulemî sonra ez-Zekvânî arkadan gelmekle, (askerin kalmış olan eşyalarını toplamak ve diğer konak yerine götürerek sahihlerine vermekle) görevli idi. Bu zât, askerin arkasından sabaha yakın yürümüş, benim bulunduğum yere gelmiş, uyuyan bir insan karaltısı görünce benim yanıma gelmiş ve beni görünce tanımış. Bu zât beni perdelenme emrinden önce görür idi. Ben onun beni tanıdığı sırada onun: “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn=Biz muhakkak Allah’ın mülküyüz ve biz ancak O’na dönücüleriz” (el-Bakara: 156) istircâ’ sözlerini söylemesiyle uyandım. Uyanınca hemen ferâceme bürünüp yüzümü örttüm. Allah’a yemîn ederim ki, o bana bir tek kelime söylemedi, ben de ondan “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn ” istircâ’ sözünden başka hiçbir kelime işitmedim. Devesini ıhtırıp çöktürdü. Benim binmem için devenin ön ayağına bastı, ben de deveye bindim. Safvân, bindiğim deveyi önünden çekerek yürüdü. Nihayet kaafile konak yerine indikten sonra, öğle sıcağında orduya yetiştik. Bu sırada hakkımda (iftira ederek) helak olan helak olmuştur. İftiranın büyüğüne ve çoğuna girişen Selûl kadının oğlu Abdullah ibnu Ubeyy olmuş. Müteakiben Medine’ye geldik.

Medine’ye geldiğimizde ben bir ay hasta oldum. Meğer bu sırada insanlar, iftira sâhiblerinin sözlerine dalmışlar. Ben ise bunlardan hiçbir şeyin farkında olmuyor, bilmiyordum. Yalnız hastalığımda beni işkillendiren birşey vardı: Rasûlüllah’tan, hastalandığım başka zamanlarda görmekte olduğum lütuf ve şefkati bu hastalığımda görmüyordum. Ancak Rasûlüllah yanıma giriyor, Selâm veriyor, sonra da (adımı anmadan): “Hastanız nasıl?” diyor, sonra da ayrılıp gidiyordu. İşte bu hâl beni işkillendirip üzüyordu. Fakat ben şerri hissetmiyordum. Nihayet hastalığım yeni sıhhat bulup henüz nekaahat devresine girdikten sonra, dışarıya çıktım. Benimle beraber Mıstah’ın annesi de Medine dışındaki sahalara doğru çıktı. Oraları bizim hacetimizi def ettiğimiz yerlerdi. Oraya biz ancak geceden geceye çıkardık. Bu âdet evlerimizin yakınında helâlar edinmemizden önce idi. O zamanlar bizim hâlimiz ibtidâî Arablar’ın sahrada helâya çıkma hususundaki nezâhetine benziyordu. Biz evlerimizin yanında helâlar edinmekten eziyetlenip incinirdik.

İşte ben Mıstah’ın anası ile dışarı çıkıp gittim. Bu kadın, Ebû Ruhm ibnu Abdi Menâfin kızıdır. Annesi de Sahr ibnu Âmir’in kızıdır ki, bu kadın da Ebû Bekr es-Sıddîk’ın teyzesidir. Bu Ebû Ruhm kızının oğlu da Mıstah ibnu Usâse’dir. Orada işimizi bitirdikten sonra ben ve Mıstah’ın annesi, evimden tarafa dönüp gelirken Mıstah’ın annesinin ayağı yün yahut keten çarşafı içinde sürçtü. (Arablar arasında bir felâket zamanında söylenmesi âdet olan “Düşmanın helak olsun” duası yerine) Bu kadın:

— Mıstah helak olsun! Diye, oğluna beddua etti.

Ben de ona:

— Ne kadar fena söyledin! Bedir’de hazır bulunan bir kimseye mi sövüyorsun? Dedim

Kadın bana:

— Âh şu saf taze! Sen onun söylediği sözü duymadın mı? dedi.

Ben:

— O ne dedi ki? Diye sordum.

Bunun üzerine o bana iftira sâhiblerinin sözünü söyleyip haber verdi. Artık hastalığımın üstüne bir hastalık daha arttı. Evime dönünce yanıma Rasûlüllah geldi, Selâm verdikten sonra:

— ”Hastanız nasıl?” diye sordu. Ben de:

— Ebeveynimin yanına gitmem için bana izin verir misin? dedim.

-Âişe: Ben o sırada bu haberi ebeveynim tarafından tahkik etmek istiyordum, demiştir.- Rasûlüllah bana izin verdi. Ben de ebeveynimin yanına geldim ve anam (Ümmü Rûmân)a:

— Ey anacığım! İnsanlar ne konuşuyorlar? Dedim. Annem:

— Ey kızcağızım! Kendini üzme, sen kendi nefsini ve sağlığını düşün. Vallahi bir erkeğin yanında sevgili, parlak, güzel bir kadın olsun ve onun birçok ortakları bulunsun da, onun aleyhinde çok lâf etmesinler; bu pek nâdirdir, dedi.

Âişe dedi ki: Ben de:

— Subhânallah! İnsanlar bunu mu konuşmaktalarmış? Dedim.

Âişe dedi ki: Bunun üzerine bu gecenin tamâmında ağladım. Sabaha kadar gözümün yaşı dinmiyor, gözüme de hiç uyku girdiremiyordum. Sonra ağlayarak sabaha ulaştım. Rasûlüllah da o sabah Alî ibn Ebî Tâlib’i ve Usâme ibn Zeyd’i yanına çağırmış. Vahiy gecikince ailesi ile ayrılması hususunda onlarla istişare etmek istemiş.

Âişe dedi ki: Usâme’ye gelince, o, Peygamber’in ailesinden bilip durduğu berâeti ve Ehlu Beyt için gönlünde besleyip durduğu sevgiyi Rasûlüllah’a tavsiye ve işaret etti de:

— Yâ Rasûlallah! Onlar Sen’in ehlindir. Biz onun hakkında hayırdan başka birşey bilmeyiz, dedi.

Amma Alî ibn Ebî Tâlib’e gelince, o da:

— Allah Sana dünyâyı dar etmemiştir. Âişe’den başka kadınlar çoktur. Maamâffh Âişe’nin cariyesi Berîre’ye de sorsan, o da Sana doğruyu söyler, demişti.

Âişe dedi ki: Bunun üzerine Rasûlüllah, Berîre’yi çağırıp:

— “Ey Berîre! Sen (Âişe’de) sana şübhe veren birşey gördün mü?” diye sordu.

Berîre de:

— Hayır! Sen’i hakk peygamber olarak gönderen Allah’a yemîn ederim ki, ben Âişe’den kendisini ayıplayabileceğim bir kusur olmak üzere kesin olarak şundan fazla birşey görmüş değilim: Âişe yaşı küçük, taze bir kadındı. Ailesinin hamurunu yoğururken uyur kalırdı da, evin besi koyunu gelir hamuru yerdi, demiş Bunun akabinde Rasûlüllah ayağa kalktı da iftirayı en evvel ortaya atan Abdullah ibn Ubeyy ibn Selû’den dolayı o gün söz söylemekte ma’ziretli tutulmasını istedi.

Âişe dedi ki: Kendisi minber üzerinde olduğu hâlde hitâb edip:

— “Ey müslümânlar topluluğu! Ev halkım hususunda bana ezası ulaşan bir şahıstan dolayı bana kim yardım eder? Vallahi ben ehlim hakkında hayırdan başka birşey bilmiş değilim. Bu iftiracılar bir adamın da ismini ortaya koydular ki, bu zât hakkında da ben hayırdan başka birşey bilmiyorum. Bu ismi zikredilen (faziletli) kimse şimdiye kadar benimle beraber olmak müstesna, ailemin yanına girer değildi” demiştir.

Bunun üzerine Ensâr’ın Evs kabîlesinden Sa’d ibnu Muâz ayağa kalkarak

— Yâ Rasûlallah! O kimseye karşı Sana ben yardım edeceğim. Eğer bu iftirayı çıkaran Evs’ten ise, ben onun boynunu vururum. Eğer Hazrec kardeşlerimizden ise yapılacak işi Sen bize emredersin, biz de emrini yerine getiririz, demiş.

Âişe dedi ki: Bu defa Sa’d ibnu Ubâde ayağa kalkmış Bu da Hazrec kabîlesinin büyüğü idi. Ve bu vak’adan evvel iyi bir kimse idi. Fakat bu defa kabile hamiyyeti onu cahilliğe sürükledi de Sa’d ibn Muâz’a karşı:

— Sen yalan söyledin. Allah’ın ebedîliğine yemîn ediyorum ki, sen onu (yani Abdullah ibn Ubeyy’i) öldüremezsin ve onu öldürmeye muktedir olamazsın, demiş.

Bu defa da Sa’d ibnu Muâz’ın amcasının oğlu olan Useyd ibnu Hudayr ayağa kalkarak, Sa’d ibnu Ubâde’ye karşı:

— Allah’ın ebediyetine yemîn ediyorum ki, sen yalan söyledin. Vallahi biz onu elbette öldürürüz. Sen muhakkak bir münafıksın ki, münafıklar hesabına bizimle mücâdele ediyorsun, diye mukaabele etmiş.

Bu suretle Evs ve Hazrec kabileleri ayaklanmışlar. Hattâ birbirleriyle vuruşmaya kasdetmişler. Rasûlüllah ise henüz minber üzerinde dikiliyormuş. Hemen minberden inip onlar sükûta varıncaya kadar onlara yumuşak sözler söylemiş, kendisi de (başka konuşmadan) susmuş.

Âişe dedi ki: Ben o günümü de gözümün yaşı dinmeden ve uyumadan geçirdim.

Âişe dedi ki: Ben iki gece ile bir günü hiç uyumadan ve gözümün yaşı da kesilmeden devamlı ağladığım hâlde, Bâbam ve annem benim yanımda bulundular. Onlar, ağlamak benim ciğerimi parçalayacak sanıyorlardı.

Âişe dedi ki: Bu şekilde ebeveynim yanımda oturdukları, ben de ağlamakta bulunduğum sırada Ensâr’dan bir kadın benim yanıma girmeye izin istedi. Ben de ona izin verdim. O da oturup benimle ağlıyordu.

Âişe dedi ki: Biz bu hâl Üzere iken Rasûlüllah yanımıza girdi, Selâm verdikten sonra oturdu.

Âişe dedi ki: Halbuki Rasûlüllah, bundan evvel hakkımda dedikodu başladığı günden beri yanımda oturmamıştı. Ve Rasûlüllah, bir ay beklediği hâlde kendisine hakkımda birşey vâhyolunmamıştı.

Âişe dedi ki: Rasûlüllah oturduğu zaman Şehâdet Kelimeleri’ni söyledikten sonra:

— “Amma ba’du: Yâ Âişe! Hakkında bana şöyle şöyle sözler erişti. Eğer sen bu isnâdlardan bert isen, yakında Allah seni muhakkak berî kılıp temizliğini i’lân edecektir. Yok, eğer sen böyle bir günâha yaklaştınsa Allah’tan mağfiret iste ve Allah’a tevbe et! Çünkü kul, günâhını i’tirâf ve sonra Allah’a tevbe ederse, Allah da onun tevbesini kabul eder” dedi.

Âişe dedi ki: Rasûlüllah bu konuşmasını bitirince (musibetin şiddetli hararetinden) gözümün yaşı kesildi. Hattâ gözyaşından bir damla bulamıyordum. Hemen babama:

— Rasûlüllah’a, söylediği söz hususunda benim tarafımdan cevâb ver! Dedim.

Bâbam:

— Vallahi ben Rasûlüllah’a ne diyeceğimi bilmiyorum, dedi. Sonra anneme:

— Rasûlüllah’a cevâb ver! Dedim. O da:

— Vallahi Rasûlüllah’a ne diyeceğimi bilmiyorum, dedi.

Âişe dedi ki: Bunun üzerine ben Kur’ân’dan çok delîl okuyamayan küçük yaşta bir taze olduğum hâlde şöyle dedim:

— Vallahi ben kesin anladım ki, siz bu dedikoduyu işitmişsiniz. Hattâ bu söz sizin gönüllerinizde yer etmiş ve ona inanmışsınız. Şimdi ben size beriyim desem, benim muhakkak berîe olduğumu Allah bilip dururken, sizler benim bu sözümü tasdik etmeyeceksiniz. Ve eğer benim muhakkak beri olduğumu Allah bilip dururken ben size fena bir i’tirâfta bulunsam, sizler beni hemen tasdik edeceksiniz. Vallahi ben bu vaziyette sizin için başka hiçbir mesel bulamıyorum, ancak Yûsuf’un babası Ya’kûb’un dediği sözü buluyorum: “Fe sabrun cemîlun. Vallâhul-mustaânu alâ mâ tasıfûn = Artık bana (düşen) güzel bir sabırdır. Sizin şu söylemekte olduklarınıza karşı yardımına sığınılacak, ancak Allah’tır” (Yûsuf: 18).

Âişe dedi ki: Bundan sonra dönüp yatağıma yattım.

Âişe dedi ki: Ben o zaman kendimin muhakkak beri olduğumu biliyor, Allah’ın da beni muhakkak temize çıkaracağını biliyordum. Lâkin vallahi Allah’ın benim hakkımda okunacak bir vahiy indireceğini hiç zannetmiyordum. Ve şânım da, nefsim de bana âid bir me’sele için Allah’ın tilâvet olunacak bir kelâmla konuşmasından çok hakîr idi. Lâkin Rasûlüllah’ın uykuda bir ru’yâ görmesini ve Allah’ın da o ru’yâ ile beni temize çıkarmasını umuyordum.

Âişe dedi ki: Vallahi Rasûlüllah, oturduğu yerden kalkmamıştı, ev halkından bir kimse de dışarı çıkmamıştı. Rasûlüllah üzerine vahiy indirildi. O’na vahiy inerken olagelen hâl hemen gelip O’nu yakaladı ki, kış gününde bile üzerine indirilen sözün ağırlığından dolayı inci dânesi gibi ter dökülürdü.

Âişe dedi ki: Rasûlüllah’tan vahiy hâli sıyrılıp açılınca kendisi sevincinden gülüyordu. Tekellüm ettiği ilk söz şu oldu:

— “Yâ Âişe! Azız ve Celîl olan Allah ‘a gelince, O seni muhakkak temize çıkardı.”

Bunun üzerine annem bana:

— Kızım, Rasûlüllah’a doğru kalk da teşekkür et, dedi. Âişe dedi ki: Ben:

— Vallahi ben O’na doğru da kalkmam, Azîz ve Celîl olan Allah’tan başkasına da hamd etmem, dedim.

Allah, şu on âyetin hepsini indirdi:

“O uydurma haberi getirenler içinizden bir zümredir. Onu sizin için bir şerr sanmayın. Bil ‘akis o sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese kazandığı günâhı vardır. Onlardan günâhın büyüğünü üzerine alan o adama da büyük bir azâb vardır. Ne vardı onu işittiğiniz vakit erkek mü’minlerle kadın mü’minler kendilerine güzel zannda bulunsalardı da ‘Bu açık bir iftiradır’ deselerdi ya! Ona dört şâhid getirselerdi ya! Mademki onlar şâhidleri getiremediler, o hâlde onlar Allah indinde yalancılardan ibarettirler. Eğer dünyâda ve âhirette Allah ‘ın fadlı ve rahmeti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu yaygaralardan dolayı sizi herhalde büyük bir azâb çarpardı. O zaman siz o iftirayı dillerinizle birbirinize yetiştiriyordunuz ve bunu kolay sanıyordunuz. Halbuki bu, Allah yanında büyük bir günâhtır. Onu işittiğiniz vakit: ‘Bunu söylemek bize yakışmaz, hâşâ, bu büyük bir bühtandır’ deseydiniz ya! Eğer siz îmân eden kimseler iseniz, böyle birşeye hayâtta bulunduğunuz müddetçe bir daha dönmeyesiniz diye Allah size öğüt veriyor. Ve sizin için âyetlerini açık açık bildiriyor. Allah hakkıyle bilen, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. Kötü sözlerin îmân edenlerin içinde yayılıp duyulmasını arzu edenler; dünyâda da, âhirette de onlar için pek elem verici bir azâb vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Ya üzerinizde Allah ‘ın fadlı ve rahmeti olmasaydı, ya hakîkat Allah çok re’fetli, çok merhametli olmasaydı (hâliniz neye varırdı)? Ey îmân edenler! Şeytânın adımlan ardınca gitmeyin. Kim şeytânın adımlarına uyarsa, şübhesiz ki o, kötülüğü ve meşru’ olmayan şeyleri emreder. Eğer üzerinizde Allah’ın fadlı ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiriniz ebedî temize çıkamazdı. Ancak Allah ‘tır ki, kimi dilerse temize çıkarır. Allah hakkıyle işiten, hakkıyle bilendir” (en-Nûr: 11-21).

Allah işte bu âyetleri benim berâetim hakkında indirince, babam Ebû Bekr, akrabalığından ve fakirliğinden dolayı nafaka vermekte olduğu Mıstah ibn Usâse için:

— Kızım Âişe’ye bu iftirayı söyledikten sonra vallahi ben de Mıstah’a birşey vermem, diye yemîn etti.

Bunun üzerine Allah: “Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar hısımlarına, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere vermelerinde kusur etmesin, affetsin, aldırış etmesin. Allah ‘ın size mağfiret etmesini arzu etmez misiniz? Allah çok mağfiret edici, çok merhamet eyleyicidir” (en-Nûr:22) âyetini indirdi.

Bunun üzerine Ebû Bekr:

— Evet, vallahi ben Allah’ın beni mağfiret etmesini muhakkak severim, dedi ve Mıstâh’a veregeldiği nafakayı tekrar vermeye başladı ve:

— Ben bu nafakayı ondan ebediyyen koparmam, dedi.

Âişe dedi ki: Rasûlüllah zevcesi Zeyneb bintu Cahş’a da benim hâlimi:

— “Yâ Zeyneb! Âişe hakkında ne bilirsin, yahut ne gördün?” diye sormuş,

Zeyneb cevaben:

— Yâ Rasûlallah! Ben kulağımı, gözümü (işitmediğim, görmediğim şeylerden) muhafaza ederim. Vallahi Âişe hakkında hayırdan başka birşey bilmem, diye güzel şehâdet etmiştir.

Bu hususta Âişe: Zeyneb, Rasûlüllah’ın kadınları arasında güzelliği ve Rasûlüllah yanındaki mevkii i’tibâriyle bana rekaabet eden bir kadındı. Fakat Allah onu verâsı sebebiyle (iftiracılara katılmaktan) korudu. Kızkardeşi Hamne bintu Cahş ise Âişe ile muharebeye başladı da (yani iftiraya şiddetle tutunmaya ve iftiracıların söylediklerini hikâye etmeye başladı da) bu sebeble iftira sâhiblerinden helak olanlar içinde helak oldu.