"Enter"a basıp içeriğe geçin

Buhari 4462

4462- Bize Yahya ibn Bukeyr tahdîs edip şöyle dedi: Bize el-Leys. Ukayl’den; o da İbn Şihâb’dan; o da Abdurrahmân ibnu Abdillah ibn Ka’b ibn Mâlik’ten tahdîs etti ki, Abdullah ibnu Ka’b ibn Mâlik, babası Ka’b ibn Mâlik kör olduğu zaman oğulları içinde kendisini yeden kimse idi. İşte bu Abdullah şöyle demiştir: Ben babam Ka’b ibn Mâlik’ten işittim, kendisi Tebûk gazvesinden geri kaldığı zamanki kıssasını tahdîs ediyordu. Ka’b şöyle dedi: Ben Tebûk gazasından başka, Rasûlüllah’ın yaptığı gazvelerin hiçbirisinden geri kalmadım. Gerçi ben Bedir gazvesinde geri kalmıştım, fakat Rasûlüllah Bedir gazvesine gitmeyip geri kalanlardan hiçbir kimseyi azarlamadı. Rasûlüllah Bedir seferine (cihâd maksadıyle değil, Şam’dan gelen) Kureyş kervanını kasdederek çıkmıştı. Nihayet Allah müslümânlarla düşmanlarını, bir karşılaşma va’di olmaksızın yolda birleştirdi. Halbuki ben, Akabe gecesi İslâm üzere bey’at ettiğimiz zaman Rasûlüllah ile beraber hazır bulunmuşumdur. Hâlâ benim için Bedir’de hazır bulunmak, Akabe’de hazır bulunmak derecesinde sevimli değildir. Her ne kadar Bedir gazvesi insanlar arasında Akabe bey’atından daha çok zikredilirse de.

Benim Tebûk seferinden geri kalışım haberine gelince, hakîkaten ben o gazveden geri kaldığım sıradaki kadar hiçbir zaman daha kuvvetli ve daha kolaylıklı olmamıştım. Vallahi Tebûk seferinden önce hiçbir vakit yanımda iki devem bir arada bulunmamıştı. O gazve sırasında ise iki devem vardı. Bir de Rasûlüllah’ın âdeti bir gazaya gitmek isteyince tevriyeli bir ifâde ile maksadının aksini anlatmaktı. (Bu suretle hareket edeceği günü gizlerdi.) Fakat Rasûlüllah bu Tebûk gazasında (maksadını gizlemedi), şiddetli sıcak bir mevsimde sefer etmişti. Uzak ve tehlikeli bir yolculukla ve çok kuvvetli bir düşmanla karşılaşacaktı. Bu sebeble Rasûlüllah gaza ihtiyâçlarını ona göre hazırlasınlar diye, müslümânlara maksadını açıkladı. Ve gitmek istediği yönü onlara haber verdi. Rasûlüllah ile beraber sefer eden müslümânlar da çoktu. Mücâhidlerin künyelerini muhafaza edici hiçbir kitâb, yani dîvân defteri almıyordu.

Ka’b devamla dedi ki: Hiçbir kimse de gizlenmek istemiyordu. Ancak Allah tarafından vahiy inmedikçe Rasûlüllah’a kapalı kalır (bilemez) sanan kimseler saklanmışlardı. Rasûlüllah bu gazaya meyvalar olgunlaştığı ve ağaç gölgeleri de hoş olup tam gölgelenilecek bir zamanda çıkıyordu. Rasûlüllah ile müslümânlar gaza hazırlığı ile meşgul oldular. Ben de onlarla beraber yola hazırlanmak için sabahleyin (evden çıkıp) dolaşırdım. Hiçbir iş görmeden (akşam üzeri) döner gelirdim. Ve kendi kendime:

— Hazırlanmaya kudretim, vaktim müsâiddir! derdim.

Bu ihmalcilik bende durmayıp devam etmişti. Nihayet herkes gerçekten hazırlandı. Ve bir sabah Rasûlüllah ile müslümânlar sefere çıktılar. Halbuki ben sefer cihazından hiçbirşey hazırlamamıştım. Ve yine kendi kendime:

— O’nun ardından bir iki günde hazırlanır, sonra müslümânlara arkalarından katılırım! dedim.

Ordu Medine’den ayrıldıktan sonra yine ben sabah vakti hazırlık için çıktım. Fakat bir iş göremeden geri döndüm. Sonra ertesi sabah çıktım, yine boş döndüm. Bu hâl bende böyle devam etti. Nihayet mücâhidler sür’atle yol aldılar. Gaza da (elimden) kaçtı. Bununla beraber ben yine gideyim de orduya yetişeyim diye azmetmiştim. Keski bunu olsun yapaydım. Fakat bu da bana takdir edilmedi, yani müyesser olmadı.

Rasûlüllah gazaya gittikten sonra insanların içine çıktığım ve aralarında dolaştığım zaman, beni en çok üzen birşey vardı. O da insanlar arasında (îmânı yerinde, vücûdu sağlam) kimse görmemekliğim, ancak üzerinde münafıklık damgası vurulmuş kimselerden bir kişi yahut da zaîflerden olup da Allah’ın ma’ziretli kıldığı bir kimse görmekliğimdir.

Rasûlüllah Tebûk’e varana kadar beni hiç anmamış. Tebûk’te sahâbîleri içinde otururken beni hatırlayarak:

– “Ka’b ne yaptı?” diye sormuş.

Selime oğulları’ndan birisi:

— Yâ Rasûlallah! Ka’b’ı kıymetli iki bürdesi ve kibirle iki tarafına bakması Medîne’de habsetti! diye cevâb vermiş.

Bunun üzerine Muâz ibn Cebel, bunu söyleyen o kimseyi (yani Abdullah ibn Uneys’i):

— Ne fena söyledin! diye karşılamış. Ve Peygamber’e de:

— Vallahi yâ Rasûlallah, biz Ka’b ibn Mâlik hakkında hayırdan başka birşey bilmeyiz, demiş.

Bunun üzerine Rasûlüllah sükût etmiş.

Ka’b ibn Mâlik devamla dedi ki: Rasûlüllah’ın Tebûk’ten Medine’ye yönelerek gelmekte olduğu haberi bana ulaşınca, bütün hüzün ve kederim beni sardı. Artık yalan düşünmeye başladım. Ve (kendi kendime):

— Yarın Rasûlüllah’ın öfkesinden ne ile (yani ne söylemekle) çıkar kurtulurum? diyordum.

Ailem halkından re’y ve fikrinden istifâde edilen herkesten bu hususta yardım istiyordum. Bu sırada birden:

— Rasûlüllah’ın Medîne’ye gelmesi yaklaştı! denilince, artık benden böyle bâtıl ve yalan düşünceler gitti ve ben içinde yalan bulunan birşeyle asla bu kabahatten temize çıkamayacağımı anladım. Bunun için Rasûlüllah’a doğru söylemeye karar verdim.

Sonra Rasûlüllah bir sabah Medîne’ye geldi. Rasûlüllah bir seferden geldiğinde ilk iş olarak mescide girmek ve orada iki rek’at namaz kılmak, sonra insanlar için (onlarla konuşmak için) oturmak âdetinde idi. Bu defa da o âdetini yerine getirip mescidde oturunca, Tebûk seferine gitmeyip Allah tarafından arkada bırakılanlar Rasûlüllah’a geldiler ve yemîn (ile özürlerini te’yîd) etmeye başladılar. Bunlar seksen küsur kişi idiler. Rasûlüllah bunların zahir hâllerine göre özürlerini kabul etti, onlarla bey’at etti ve onlar için mağfiret istedi. Bunların içyüzlerini ve hakikatlerini Allah’a havale eyledi. Bu sırada ben de huzura geldim. Kendisine selâm verince öfkelenmiş bir kimsenin gülümsemesi ile gülümsedi. Sonra bana:

— “Gel!” buyurdu.

Ben de yürüyüp yanına vardım ve tâ önüne oturdum. Bana:

— “Seni nasıl bir mâni’ geri bıraktı? Sen (Akabe’de) arkana bey’at almış değil miydin?” buyurdu.

Ben de şöyle cevâb verdim:

— Evet, vallahi, yâ Rasûlallah! Sana yardım etmeye söz verdim. Vallahi Sen’den başka şu dünyâ halkından kimin yanında otursam (ona karşı söyleyeceğim) bir özürde muhakkak ben onun öfkesinden kurtulacağımı sanırım. Çünkü bana söz söyleme kuvveti ve fesahat verilmiştir. Lâkin ben vallahi şuna kanâat etmişimdir ki, şayet bugün ben Sizi benden hoşnûd edecek yalan bir söz söyleyecek olursam, çok sürmez muhakkak Allah (yalanımı bildirerek) Seni hakkımda öfkelendirir.

Eğer huzurunda Seni hakkımda öfkelendirecek ‘doğru söz söylersem, herhalde ben, bu hususta vâki olan kusurumu Allah’ın affetmesini umarım. Hayır, yâ Rasûlallah! Vallahi benim seferden geri kalışım hakkında arzedecek hiçbir özrüm yoktur. Vallahi ben, sizden geri kaldığım zamanki kadar hiçbir vakit daha kuvvetli ve daha kolaylıklı değildim.

Bu sözlerim üzerine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

— “Buna gelince, hakîkaten doğru söyledi. Ey Ka’b! Haydi kalk, Allah senin hakkında hükmedinceye kadar (bekle)” buyurdu.

Ben de kalktım. (Evime gelirken) Selime oğulları’ndan birtakım adamlar koşup geldiler ve benimle yürüyerek bana şöyle dediler:

— Vallahi biz seni bundan önce bir günâh işlemiş kimse bilmiyoruz. Şu kadar ki, (bu mes’elede) sen, seferden geri kalan öbür kimselerin özür beyân ettikleri gibi Rasûlüllah’a özür beyân edememiş olmandan dolayı çok âciz bir vaziyete düştün. Halbuki (özür beyân etseydin) Rasûlüllah’ın senin için mağfiret dilemesi, senin günâhına kâfî gelirdi!

Vallahi Selime oğulları bana serzeniş etmeye o kadar devam ettiler ki, hattâ ben eski fikrimden dönüp, kendimi yalanlamak istedim. Sonra onlara:

— Benimle beraber bu vaziyete düşen bir kimse var mıdır? diye sordum.

Onlar:

— Evet, iki kişi (Rasûlüllah’a) senin söylediğin gibi söylediler ve Rasûlüllah tarafından onlara da sana söylendiği gibi cevâb verildi! dediler.

— Onlar kimdir? dedim.

— Murâre ibnu’r-Rabî’ el-Amrî ile Hilâl ibnu Umeyye el-Vâkıfı, dediler ve böylece bana Bedir gazvesinde hazır bulunan ve kendilerinde güzel bir imtisal örneği bulunan iki zâtı zikrettiler.

Bu iki zâtı bana söyledikleri zaman ben de tereddüdden vazgeçtim (ve doğrulukta kalmak fikrimde sebat ettim).

Rasûlüllah, kendisinden seferde geri kalanlar arasından işte şu üçümüzle konuşmaktan müslümânları nehyetti. İnsanlar da bizden çekindiler ve bize yüzlerini ekşittiler. Hattâ bana yeryüzü yabancılaştı; bu hakîkaten benim tanımakta olduğum toprak değildi. Bu hâl üzere elli gece kaldık. İki arkadaşım insanlardan çekildiler ve evlerinde oturup ağlamakla vakit geçirdiler. Fakat ben onların daha genci ve daha salâbetlisi idim. Bu sebeble ben evimden çıkar ve müslümânlarla beraber namazda hazır bulunurdum. Sokaklarda, çarşıda dolaşırdım. Halbuki hiçbir kimse bana söz söylemezdi. Namazdan sonra Rasûlüllah’ın meclisine varır ve kendisine selâm verirdim. Ve içimden:

— Acaba Rasûlüllah selâmıma karşılık vererek dudaklarını hareket ettirdi mi yahut ettirmedi mi? derdim.

Sonra namazı Rasûlüllah’ın yakınında kılardım da gizlice O’nu gözetlerdim. Namazıma yöneldiğim sıra O bana doğru dönerdi. Fakat ben O’nun tarafına bakınca da yüzünü benden çevirirdi.

Nihayet insanların yüz çevirmelerinden de cefâsından ıztırâb çektiğim bu hâl uzayınca, birgün gittim. Tâ Ebû Katâde’nin bahçe duvarından aştım. Ebû Katâde amcamın oğlu ve insanlar arasında beni en çok seven bir kimse idi. Vardım ona, selâm verdim. Vallahi selâmımı almadı. Ben:

— Yâ Ebâ Katâde! Allah adına and vererek sana sorarım: Benim Allah’ı ve Rasûlü’nü sever bir kimse olduğumu bilir misin? Dedim. Sustu, cevâb vermedi. Ben tekrar and verip Allah aşkına sordum. Yine sustu. Ben üçüncü bir kerre daha Allah’a and verdim. Bu defa:

— Allah ve Rasûlü en bilendir! dedi.

Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı. Döndüm, duvardan aştım.

Ka’b ibn Mâlik devamla dedi ki: Ben birgün Medine çarşısında gidiyordum. Medine’ye zahîre satmaya gelen Şâm ahâlîsi ekincilerinden bir ekinci:

— Ka’b ibn Mâlik’i bulmağa bana kim delâlet eder? diye soruyordu.

İnsanlar ona beni göstermeye başladılar. Nihayet o Nebatî kişi bana geldi ve Gassân Meliki’nden bir mektûb verdi. Bakınca, “Amma ba’du”dan sonra bu mektûbda şöyle yazıldığını gördüm:

“Bana ulaşan habere göre sahibin sana cefâ ve ezâ ediyormuş. Allah seni hakaaret görecek ve hakkın zayi’ olacak bir mevki’de yaratmamıştır. Orada durma, bize gel! Sana sânına lâyık bir surette hürmet ve ihsanda bulunuruz!”

Ka’b ibn Mâlik dedi ki: Bu mektubu okuyunca:

— Bu da öbürüsü gibi bir belâdır! dedim. Hemen bu sahîfeyi ocağa attım ve yaktım.

Nihayet bu elemli elli geceden kırk gecesi geçtiğinde, birgün baktım ki, Rasûluîlah’ın gönderdiği bir zât (Huzeyme ibn Sabit) bana geliyor. Huzeyme gelip bana:

— Rasûlüllah sana kadınından ayrılmanı emrediyor! dedi. Ben de:

— Kadınımı boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım? dedim. Oda:

— Hayır, boşama, yalnız ondan ayrı bulun, kadına yaklaşma! dedi ,

Rasûlüllah o iki arkadaşıma da bunun gibi emir göndermişti. Bu emir üzerine kadınıma:

— Haydi, ehline (babanın ailesi yanına) git, Allah bu iş hakkında hükmedinceye kadar onların yanında bulun! dedim.

Ka’b dedi ki: Hilâl ibn Umeyye’nin karısı Rasûlüllah’a gelerek:

— Yâ Rasûlallah! Hilâl ibn Umeyye ihtiyardır, gücü kuvveti gitmiştir. Hizmetçisi de yoktur. Ona hizmet etmemi çirkin görür müsün? diye sormuş.

Rasûlüllah:

— “Hayır, çirkin görmem, fakat sana yaklaşmasın!” buyurmuş. Kadın:

— Yâ Rasûlallah, onda hiçbir hareket yok. Vallahi bu olan iş olalıdan beri bugüne kadar hiç durmadan ağlıyor! demiştir.

Ka’b dedi ki: Bunun üzerine akrabamdan bâzı kimseler bana:

— Kadının hakkında sen de Rasûlüllah’tan İzin istesen. Nitekim Hilâl ibn Umeyye’nin karısına, kocasına hizmet etmek için izin verdi, dediler.

Ben de onlara:

— Vallahi ben bu hususta Rasûlüllah’tan izin istemem! İzin istesem bile Rasûlüllah ne diyecektir bilemem! Hem ben genç bir adamım! dedim.

Bundan sonra on gün daha durdum. Nihayet Rasûlüllah’ın bizimle insanları görüşmekten men’ ettiği târihten i’tibâren elli gecemiz dolmuştu. Ellinci gecenin sabahında sabah namazını kıldım ve evlerimizden birinin damı üzerinde bulunuyordum. Ben orada Allah’ın (et-Tevbe: 118’de) zikrettiği hâl üzere oturuyordum: Nefsim yalnızlık ve gamdan dolayı bana daralmış ve yeryüzü bütün genişliğine rağmen başıma dar gelmişti. İşte bu sırada Sel’ Dağı üzerinde en yüksek sesiyle:

— Ey Ka’b ibn Mâlik, müjde! diye olanca kuvvetiyle bağıran birisinin sesini işittim.

Hemen secdeye kapandım. Ve anladım ki (darlık gitmiş) genişlik ve ferah gelmiştir. Rasûlüllah sabah namazım kıldırdığı zaman Allah’ın bizim üzerimize tevbesini (pişmanlıklarımızın kabulünü) i’lân etmiş ve insanlar bize müjdelemeye koşmuşlardır.

Arkadaşlarım tarafına da birtakım müjdeciler gitmişlerdi. Bana da bir kişi (Zubeyr ibnu’l-Avvâm müjdelemek için) atını sürmüştü. Ve Eslem kabilesinden bir müjdeci (Hamza ibn Amr) de koşup Sel’ Dağı’nın üstüne çıkmıştı. Bunun sesi attan sür’atli idi.

Beni sevindiren sesini işittiğim bu müjdecim bana geldiği zaman, üzerimdeki iki kat elbisemi hemen çıkarıp müjdelik olarak ona giydirdim. Vallahi o gün bunlardan başka elbiseye mâlik bulunmuyordum. (Ebû Katâde’den) eyreti iki kat elbise alıp giydim. Hemen Rasûlüllah’a gittim. Sahâbîler beni takım takım karşıladılar. Tevbemin kabulünü (günâhtan berâetimi) tebrik ediyorlar ve:

— Allah’ın tevbesi sana kutlu olsun! Diyorlardı.

Ka’b devamla dedi ki: Nihayet mescide girdim. Rasûlüllah oturmuş, insanlar etrafında çevrelenmişlerdi. Hemen Talha ibn Ubeydillah kalktı, koşarak geldi, elimi sıkıp tokalaştı ve beni tebrik etti. Vallahi Muhâcirler’den Talha’dan başka kimse bana ayağa kalkmadı. Talha’nın bu lûtfunu unutmam!.

Ka’b dedi ki: Rasûlüllah’a selâm verdiğim zaman, Rasûlüllah sevinçten yüzü şimşek gibi parlar bir hâlde:

— “Ananın seni doğurduğu zamandan beri üzerinden geçen günlerin en hayırlısı olan bir günün hayır ve saâdetiyle sevin!” buyurdu.

Ben:

— Yâ Rasûlallah! Bu müjde Senin tarafından mı yoksa Allah tarafından mı? dedim.

Rasûlüllah:

— “Hayır (benim tarafımdan değil) doğrudan Allah katından ” buyurdu.

Esasen Rasûlüllah, Allah tarafından sevindirildiği zaman yüzü parlardı, hattâ yüzü ay parçasına benzerdi. Biz de sevinçli bir vahiy geldiğini O’nun bu sevimli yüzünden anlardık. Rasülullah’ın huzuruna oturduğum zaman:

— Yâ Rasûlallah! Allah ve Rasûlüllah için hâlis sadaka olmak üzere malımdan sıyrılıp çıkmam tevbemdendir, dedim.

Rasûlüllah:

— “Malının bir kısmını kendinde tut, bu senin için daha hayırlıdır” buyurdu.

Ben de:

— Şu Hayber’deki hissemi kendimde alıkoyuyorum, dedim. Bundan sonra ben Rasûlüllah’a şunları söyledim:

— Yâ Rasûlallah! Allah beni bu sıkıntıdan ancak doğruluk sebebiyle kurtardı. Ve yine tevbemdendir ki, artık ben bundan böyle yaşadığım müddetçe doğru olandan başka bir söz söylemeyeceğim!

Ka’b dedi ki: Vallahi ben bunu Rasûlüllah’a söylediğim zamandan beri müslümânlardan hiçbirisini, doğru söylemekte Allah’ın bana yaptığı imtihandan daha güzel bir imtihan yaptığını bilmiyorum (yani imtihan mukaabilinde daha güzel in’âm ve ihsan yaptığını bilmiyorum). Rasûlüllah’a o sözlerimi söylediğimden bu günüme kadar yalan söylemek hatırımdan geçmedi. Bundan sonra yaşadığım zaman içinde de Allah’ın beni yalandan koruyacağını kuvvetle ümîd etmekteyim. Yüce Allah, Rasûlü üzerine: “And olsun ki Allah, Peygamber’ini, içlerinden birtakımının gönülleri hemen hemen eğrilmek üzere iken güçlük zamanında O’na tâbi’ olan Muhacirler’le Ensâr’ı da tevbeye muvaffak buyurdu ve sonra onların bu tevbelerini kabul eyledi. Çünkü o çok şefkat edici, çok merhamet eyleyicidir. Savaştan geri bırakılan üç kişinin tevbelerini de kabul etti. Çünkü yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’ın hışmından, yine Allah’tan başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anladılar da bundan sonra Allah onları da eski hâllerine dönsünler diye tevbeye muvaffak buyurdu. Şübhesiz ki Allah, tevbeyi en çok kabul eden, hakkıyle merhamet eyleyendir. Ey îmân edenler, Allah Han korkun. Bir de doğru olanlarla beraber olun!” (et-Tevbe: 17-19) kavline kadar indirdi.

Vallahi Allah’ın bana ihsan buyurduğu ni’metler içinde, beni İslâm Dîni’ne hidâyetinden sonra nefsimde Rasûlüllah’a doğru söylemekten daha büyük hiçbir ni’met asla ihsan etmemiştir. Evet, büyük ni’met, Rasûlüllah’a yalan söyleyip de helak olmuş bulunmamak ni’metidir. Nitekim Rasûlüllah’a yalan söyleyenler helak oldular. Çünkü Allah şu yalan söyleyenler hakkında vahyini indirdiği zaman, herhangibir kimse için söylediğinin en ağırını söyledi. Çok mübarek ve çok yüce Allah şöyle buyurdu:

“Onların yanına döndüğünüz zaman, kendilerinden vazgeçmeniz için Allah ‘a yemin edecekler. O hâlde onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardırlar. İrtikâb edegeldiklerinin cezası olarak varacakları yer de cehennemdir onların. Kendilerinden hoşnûd olmanız için size yemîn edecekler, fakat eğer siz onlardan razı olursanız, şübhesiz Allah o fâsıklar güruhundan razı olmaz” (et-Tevbe: 95-96).

Ka’b dedi ki: Biz şu üçümüz hani -bizden önce Rasûlüllah’ı ikna için yemîn ettikleri vakit Rasûlüllah’ın yeminlerini kabul edip onlara bey’at ve istiğfar ettiği şu birtakım kimselerin affından (elli gece)- arkaya kalmıştık. Rasûlüllah bizim vaziyetimizi tâ Allah’ın hakkımızda vereceği hüküm ve kazaya kadar geri bırakmıştı. İşte bu geri bırakma sebebiyle Allah: “Hani şu tevbeleri Allah ‘ın hükmüne kadar geri bırakılan üç kişiye…” (et-Tevbe: 119) buyurmuştur. Yoksa Allah’ın bu âyette zikrettiği yemîn etme ve geri bırakılma, bizim gazveden geri kaldığımızdan değildir. Bu ancak Rasülullah’ın bizim üçümüzü ve bizim tevbemizi, Rasûlüllah’a yemîn ve özür beyân edip de özürleri kabul olunanların tevbelerinden geri bırakmasıdır.