“Biz Davud’a oğlu Süleyman’ı ihsan ettik. Süleyman ne güzel kuldu! Çünkü o, dâima Allah’a dönendi. Hani ona öğleden sonra bir ayağını tırnağı üstüne dikip üç ayağı üzerinde duran sür’atli koşu atları gösterilmişti de: ‘Gerçek ben mal sevgisine (sırf) Rabb ‘imi zikretmek için düştüm’ demişti. Nihayet (bu atlar) perdenin arkasına gizlenmişlerdi. ‘Onları bana döndürün’ dedi. Hemen ayaklarını, boyunlarını okşamaya, taramaya başladı.
And olsun biz Süleyman’ı imtihan da ettik. Tahtının üstüne bir cesed bırakıverdik. Sonra o yine (eski hâline) döndü. Dedi ki: ‘Ey Rabb’im, beni mağfiret eyle, bana öyle bir mülk (ve saltanat) ver ki o, benden başka hiçbir kimseye lâyık olmasın. Şübhesiz bütün murâdları ihsan eden Sensin Sen!’ Bunun üzerine biz de ona rüzgârı musahhar ettik ki, bu, onun emriyle, onun dilediği yere yumuşacık akar giderdi. Şeytânları, (onlardan) her bina ustasını, her dalgıcı, bukağılara bağlanmış olan diğerlerini de (emrine ram ettik): Bu, bizim vergimizdir.
Artık (dilediğine) hesâbsız ver yahut tut (dedik). Şübhe yok ki indimizde onun mutlak bir yakınlığı ve dönüp geleceği yer güzelliği de vardır” (Sâd: 30-40).
“Süleyman’a da rüzgârı (musahhar kıldık) ki, sabahı bir ay (lık yol), akşamı bir aydı. Erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Önünde Rabb’inin izniyle iş gören bâzı cinnler de vardı. İçlerinden kim bizim emrimizden ayrılıp saparsa ona çılgın azabdan tattırırdık. O, kalelerden, heykellerden, büyük havuzlar gibi çanaklardan, sabit sabit kazanlardan ne dilerse kendisine yaparlardı. Ey Dâvûd Hanedanı, siz Allah’a şükr için çalışın. Kullarımdan (hakkıyle) şükreden azdır. Sonra biz ona ölüm hükmünü infaz edince (dayandığı) asâsını yemekte olan ağaç kurdundan başka birşey bunun ölümünü onlara göstermedi. Bu suretle yere kapanıp yıkıldığı zaman besbelli oldu ki, eğer cinnler gaybı bilmiş olsalardı, öyle horlayıcı bir azâb içinde kalıp durmazlardı” (Sebe: 12-14).
“Şeytânların, Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurup ta’kîb ettikleri şeylere (yalanlara) uydular. Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Fakat o şeytânlar kâfirdirler ki, insanlara büyücülüğü ve Babil’deki iki meleğe; Hârût ve Mârût’a indirilen şeyleri öğretiyorlardı… ” (el-Bakara: 102)
3460 Bize Şu’be, Muhammed ibn Ziyâd’dan; o da Ebû Hureyre (radıyallahü anh)’den tahdîs etti ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Cinn taifesinden bir ifrit, dün gece namazımı kesip bozmak için bana ansızm hücum etti. Allah beni gâlib getirip ona istediğimi yapma kuvveti verdi. Ben onu yakaladım ve hepiniz onu güresiniz diye mescidin direklerinden birine bağlamak istedim. Fakat kardeşim Süleyman Peygamber’in: Rabbim bana mağfiret et ve benden sonra kimseye lâyık olmayacak bir mülkü bana bağışla (Sâd: 35) duasını hatırladım da, ifriti köpek gibi kovdum”.
“İfrît”, insten ve cânn taifesinden mütemerrid yânı çok inadçı, isyancı, kibirli demektir. Bu “Zebîne” gibidir; bunun cem’i de “ez-Zebâniyetu”dur.