2700- Bize Ebû’r-Rabi Süleyman ibnu Dâvûd tahdîs etti ve hadisin ma’nâlarından bâzıszısını (ve lâfızlarının maksadlarını) bana Ahmed anlattı. Ahmed şöyle dedi: Bize Fulayh ibnu Süleyman, İbnu Şihab ez-Zuhrî’den; o da Urve ibnu’z-Zubeyr’den, Saîd ibnu’l-Müseyyeb’den Alkame ibnu Vakkaas el-Leysî’den, Ubeydillah ibn Abdillah ibn Utbe’den; (bu dördü de) Peygamber’in zevcesi Âişe’den onun bu hadîsini, yani iftira sâhiblerinin Âişe için dedikleri yalanı dedikleri zamân Allah’ın Âişe’yi bu iftiradan temize çıkarmış olduğu hadîsi tahdîs ettiler.
ez-Zuhrî şöyle dedi: Ve bu râvîlerin her biri Âişe hadîsinden bir taifeyi hana tahdîs ettiler. Bunların bâzısı Âişe hadîsini diğer bâzısından daha iyi muhafaza edici ve hadîsi aynen getirip nakletmekte daha sağlam tesbît edicidir. İşte ben bu râvîlerin her birinden, onların bana Âişe’den tahdîs ettikleri bu hadîsi iyice belleyip muhafaza ettim. Bunlardan bâzısının hadîsi, diğer bâzısının hadîsini tasdîk etmektedir. Bunlar kesin olarak söylediler ki, Âişe (r.anha) şöyle demiştir:
Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) sefere çıkmak istediği zaman kadınları arasında kur’a çeker idi. Onlardan hangisinin kur’ası çıkarsa, Rasülullah ile beraber o yola çıkardı. (Huzâa’dan Musta’lık oğulları) Gazasına gitmek istediği zaman da Rasülullah kur’a çekti ve benim sehmim çıktı. Rasûlüllah’ın beraberinde sefere çıktım.. Bu sefer, Hicâb âyeti indirildikten sonra idi. Ben mahmil içinde yükletilir ve (konak yerinde) mahmil içinde indirilirdim. Bu suretle gittik. Nihayet Rasûlüllah bu gazasından ayrılıp da döndüğü ve Medine’ye yaklaştığımızda (bir konak yerinde indi. Gecenin bir kısmını orada geçirdi. Sonra göç edilmesini i’lân etti. Hareket emrini i’lân ettikleri zaman ben kalktım ve (ihtiyâcımı yerine getirmek için yalnız başıma) ordudan ayrılıp gittim. İşimi yerine getirince konak yerime geldim. Bu sırada göğsüme elimle dokundum. Birden Yemen’in göz boncuğundan dizilmiş gerdanlığımın koptuğunu anladım. Hemen geri döndüm ve gerdanlığımı aradım. Fakat onu aramak beni yolculuktan alıkoymuştu. (Ben, ordu bir ay eğlense de benim devemi, ben mahmilimde bulunmadıkça sürüp gitmezler diye düşünmüştüm.) Halbuki yolda bana hizmet edenler gelip mahmilimi yüklemişler ve mahfemi bindiğim deve üzerinde götürmüşlerdi. Onlar beni mahfe içinde sanıyorlarmış. O zaman kadınlar hafif hafif idiler; ağır vucûdlu değillerdi. Onları et bürümezdi. Çünkü onlar az yemek yerlerdi. Bu sebebden hizmetçiler mahfeyi yüklemek üzere kaldırdıklarında, mahfenin ağırlık derecesinin farkına varmayarak yüklemişler. Ben o zaman küçük yaşta bir kadındım. Bu sebeble deveyi sürüp yürümüşler. Ordu gittikten sonra ben gerdanlığımı buldum. Onların konağına geldim; orada hiç kimse yoktu. Orada evvelce bulunduğum konak yerine geldim. Onlar beni mahfilde bulamayacaklar da dönüp bana gelecekler diye düşündüm. Ben bu düşünce ile oturduğum sırada, gözlerim bana gâlib gelmiş de uyuyakalmışım.
Safvân ibnu Muattal es-Sulemî sonra Zekvânî (ki arkadan gelerek askerlerin bıraktıkları şeyleri toplamağa ve konaklama yerine götürüp sahiblerine vermeye me’mûr idi) askerin arkasından, sabaha yakın bulunduğum yere gelmiş ve uyuyan bir insan karaltısı görmüş ve benim yanıma gelmiş (ve beni tanımış). Bu zât beni kadınların perdelenmesi emrinden önce görmüştü. Safvân devesini çöktürdüğü sırada “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn = Biz Allah’ın mülküyüz ve biz ancak O’na dönücüleriz” (el-Bakara:156) istircâ âyetini söylemesiyle uyandım. Safvân devesinin ön ayağına bastı, ben de deveye bindim. Safvân bindiğim deveyi çekerek önde yürüdü. Nihayet kaafile konak yerine istirahat ediciler olarak indikten sonra, öğle sıcağında orduya yetiştik. Bu arada (hakkımda iftira ederek) helak olan helak olmuş. İftirayı ilk çıkaran ve başlatan ise Selûl kadının oğlu Abdullah ibn Ubeyy olmuş.
Medine’ye geldiğimizde ben bir ay hastalandım. İnsanlar iftira sahiblerinin sözlerini çoğaltıp yayıyorlarmış. (Ben bunlardan habersizdim.) Yalnız hastalığımda bana şüphe veren bir şey vardı: Peygamber’den, hasta olduğum başka zamanlarda görmekte olduğum yumuşaklığı, bu hastalığımda görmüyordum. Ancak yanıma giriyor, selâm veriyor, sonra (adımı söylemeden) “Hastanız nasıl?” diyordu. Benim (iftiracıların dedikleri) hiçbir şeyden haberim yoktu. Nihayet iyileşme devrine girmiştim. Bir gece ben Mıstah’ın anasıyla ihtiyâç giderme yerlerimiz olan Menâsı’ tarafına çıkmıştım. Biz buraya ancak geceden geceye çıkardık. Bu âdet, evlerimizin yakınında helâlar edinmemizden evveldi. O zamanlar bizim hâlimiz, çöldeki eski Arablar’ın (haceti gidermek için) çölde dışarıya çıkmalarına yahut (temizlenmek için) gezinmelerine benziyordu. Ben, Ebû Ruhm’ın kızı ve Mıstah’ın annesi (Selmâ) ile hacet giderme yerine doğru yönelip giderken, onun ayağı çarşafına takılmış, düşmüştü. Arablar arasında felâket zamanında söylenmesi âdet olan “Düşmanım helak olsun” bedduası yerine Selmâ kadın:
— Mıstah helak olsun! diye oğluna beddua etti.
Ben kadına:
— Ne fena söyledin! Bedir’de hazır bulunan bir kişiye mi sövüyorsun? Dedim.
Kadın bana:
— Hele şu saf teyzeye! Sen ortada dönen iftiraları işitmedin mi? dedi ve iftira sâhiplerinin sözlerini bana haber verdi. Bu yüzden hastalığımın üstüne bir hastalık daha arttı. Evime dönünce de Rasûlüllah yanıma geldi, selâm verdi ve:
— “Hastanız nasıldır?” diye sordu. Ben de:
— Yâ Rasûlallah! Anam ve Bâbamın yanına gitmek üzere bana izin ver! Dedim.
Âişe: Ben bu haberi anam ve babamdan sağlamca öğrenmek istiyordum, demiştir.
Rasûlüllah bana izin verdi. Ben de ebeveynimin yanına geldim ve annem Ümmü Rûmân’a:
— İnsanların konuşmakta olduğu bu sözler nedir? dedim.
Anam:
— Ey kızım! Kendini üzme, sen nefsini ve sağlığını düşün. Vallahi bir kadın senin gibi güzelliğe sâhib ve kocasının yanında sevimli olsun ve birçok da ortakları bulunsun da, aleyhinde dedikoduyu çoğaltmasınlar; bu pek nâdirdir, dedi.
Ben de:
— Subhânallah! İnsanlar hakîkaten bu sözleri söylüyorlar mı?
Doğrusu hayret olunur, dedim.
Âişe dedi ki: Ben o gece Bâbamın evinde yattım. Sabaha kadar gözümün yaşı dinmedi, gözüme uyku da girmedi. Sonra sabaha eriştim. Rasûlüllah da o sabah Alî ibn Ebî Tâlib’i, Usâme ibn Zeyd’i yanına çağırmıştı. Vahiy gecikince ehli ile ayrılması hususunda bunlarla istişare etmişti. Usâme, Ehlu Beyt için nefsinde bilmekte ve gönlünde beslemekte olduğu sevgiyi Rasûlüllah’a tavsiye ve işaret etti de:
— Yâ Rasûlallah! Ehlin Âişe hakkında biz hayırdan başka bir şey bilmeyiz, dedi.
Alî ibn Ebî Tâlib’e gelince, o da:
— Yâ Rasûlallah! Allah sana dünyâyı dâr etmemiştir. Âişe’den başka kadın çoktur. Bununla beraber Âişe’nin cariyesi Berîre’ye de sorunuz. O doğrusunu sana söyler, demişti. Bunun üzerine Rasûlüllah, Berîre’yi çağırıp:
— “Yâ Berîre! Sen hanımın Âişe’de sana şübhe veren bir hâl gördün mü?” diye sordu, Berîre de:
— Hayır görmedim. Seni hakk Peygamber olarak gönderen Allah’a yemîn ederim ki, ben hanım efendimden asla ayıp olarak çıkmış şundan büyük bir şey görmedim: Âişe küçük yaşta bir kadındı. Hamur yoğururken uyurdu da evin besi koyunu gelir, hamuru yerdi, demiş. Bunun üzerine Rasûlüllah o günü mesidde ayağa kalkıp bir hutbe yaptı da bu iftirayı en evvel ortaya atan Abdullah ibn Ubeyy ibn Selûl’den dolayı söz söylemekte ma’ziretli tutulmasını isteyerek:
— “Ehlim hakkında bana eziyet veren bir şahıs hakkında bana kim yardım eder de benim için ondan intikaam alır? Vallahi ben, ehlim hakkında hayırdan başka birşey bilmiş değilim. Bu iftiracılar bir adamın da ismini ortaya koydular ki, bu zât hakkında da ben hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Bu (faziletli) kimse şimdiye kadar ehlimin yanına girmemiştir, ancak benimle beraber girmiştir!” buyurmuştu.
Bunun üzerine (Evs kabilesinin başkanı) Sa’d ibn Muâz ayağa kalktı da:
— Yâ Rasûlallah! Vallahi sana ben yardım edeceğim. Eğer bu (iftirayı çıkaran) Evs’ten ise, biz onun boynunu vururuz. Eğer Hazrec kardeşlerimizden ise, ne yapmak lazımsa Sen emredersin, biz de emrini yerine getiririz, demiş.
Bu defa da (Hazrec’den) Sa’d ibn Ubâde ayağa kalkmış. Bu da Hazrec kabilesinin büyüğü idi. Ve bu vak’adan evvel sâlih bir kimse idi. Fakat bu defa kabile hamiyyeti ve kıskançlığı ile Sa’d ibn Muâz’a karşı:
— Sen yalan söylüyorsun. Allah’ın ebedîliğine yemîn ediyorum ki, sen onu (Abdullah ibn Ubeyy’i) öldüremezsin ve öldürmeye muktedir değilsin, demiş.
Bu defa da (Eşhelî ve Evsî) Useyd ibnu’l-Hudayr ayağa kalkarak Sa’d ibn Ubâde’ye karşı:
— Allah’ın bekaa ve ebediyetine yemîn ederim ki, sen yalan söylüyorsun. Vallahi biz elbette onu öldürürüz. Sen muhakkak münafıksın ki, münafıklar hesabına bizimle mücâdele ediyorsun! diye mukabele etmiş.
Bu suretle Evs ve Hazrec kabileleri ayaklanmışlar. Hattâ birbirleriyle muharebe etmeye kasdetmişler. Rasûlüllah ise henüz minber üzerinde bulunuyormuş. Hemen minberden inmiş ve bunları sükûnete kavuşturuncaya kadar onlara yumuşaklıkla davranmış, kendisi de başka bir şey söylemeyip, sükût etmiş.
(Bana gelince): Ben, o gün ağladım. Ne gözümün yaşı dindi, ne gözüme uyku girdi. Sabahleyin Bâbam ve anam yanıma geldiler. Ben bu suretle iki gece, bir gün ağladım. Hattâ ağlamaktan ciğerim parçalanacak sandım.
Âişe dedi ki: Bir ara ebeveynim yanımda oturdukları, ben de ağlamakta bulunduğum sırada Ensâr’dan bir kadın izin istemişti, ben de izin vermiştim. O da oturup benimle ağlıyordu. Biz bu vaziyette iken ansızın Rasûlüllah içeriye girdi. (Yanıma) oturdu. Halbuki Rasûlüllah bundan evvel hakkımda dedikodu başladığı günden beri yanımda oturmamıştı. Ve Rasûlüllah bir ay beklediği hâlde kendisine hakkımda bir şey vahyolunmamıştı.
Âişe devamla şöyle demiştir: Rasûlüllah Şehâdet Kelimesi’ni söyledi, sonra (iftiracıların iftirasından kinaye olarak):
— “Yâ Âişe! Hakkında bana şöyle şöyle sözler erişti. Eğer sen bu isnâdlardan beri isen, yakında Allah seni temize çıkarır. Yok, eğer böyle bir günâha yaklaştınsa Allah’tan mağfiret dile ve Allah’a tevbe et. Çünkü kul, günâhını i’tirâf ve sonra tevbe edince Allah da ona afv ile muamele buyurur” dedi. Âişe devamla dedi ki: Rasûlüllah bu hitabesini bitirince (musibetin ifrat harâretiyle) gözümün yaşı kesildi. Nihayet gözyaşından bir damla bulamıyordum. Hemen babama:
— Rasûlüllah’ın söylediği söze benim tarafımdan cevâb ver! dedim. Bâbam:
— Vallahi kızım, Rasûlüllah’a ne diyeceğimi bilmiyorum, dedi. Sonra anama:
— Rasûlüllah’ın söylediği söze benim tarafımdan cevâb ver! Dedim. O da:
— Vallahi ben de Rasûlüllah’a ne diyeceğimi bilmiyorum, dedi.
Âişe devamla dedi ki: Ben de küçük yaşta bir kadındım. Kur’ân’dan çok bir kısmını (ezberden) okuyamıyordum- Bu sebebden ben şöyle dedim:
— Vallahi ben bildim ki, siz insanların dedikodusunu işittiniz; o sizin nefsinizde yerleşti ve siz bu söze inanıp tasdik ettiniz. İmdi ben size: “Ben berî’im” desem -Allah benim muhakkak beri olduğumu bilmektedir-, benim bu sözümü tasdik etmezsiniz. Eğer ben size bir iş i’tirâf etsem -Allah kesin surette benim beri olduğumu biliyor-, Siz muhakkak beni tasdik edersiniz. Vallahi bu vaziyette benim ve sizin için bir mesel bulamıyorum; ancak Yûsuf Peygamber’in babası Ya’kûb aleyhi’sselâmı örnek buluyorum. Yûsuf’un kardeşleri, Yûsuf’un gömleği üzerinde yalan bir kan lekesi getirdikleri zaman, Ya’kûb, oğullarına: “Fe sabrun cemîlun. Vallâhu’l-mute’ânu alâ mâtasıfûn = Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp (böyle büyük) bir işe sürüklemiş. Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır. Sizin şu anlatışınıza karşı yardımına sığınılacak ise, ancak Allah’tır” (Yûsuf: 18) demişti.
Ben bu sözü söyledim. Sonra yatağıma doğru uzandım. Ben yalnız Allah’ın beni temize çıkarmasını umar dururdum. Lâkin vallahi hakkımda okunur bir vahiy indirmesini hiç düşünmezdim ve ben, bana âid bir mes’ele için Kur’ân diliyle kelâm edilmesinden elbette çok hakîr bulunuyordum. Fakat şunu muhakkak surette umardım ki: Rasûlüllah uykusunda bir ru’yâ görsün de Allah beni o ru’yâ ile temize çıkarsın! Vallahi Rasûlüllah yerinden kalkmamıştı ve oradakilerden hiçbiri odadan çıkmamıştı. Nihayet Rasûlüllah üzerine vahiy indirildi ve O’nu vahyin ağırlık ve şiddetinden terlemek gibi vahiy eserleri kapladı. Hattâ O’ndan vahiy esnasında kış günleri bile inci tanesi gibi ter dökülürdü. Rasûlüllah’tan vahiy eserleri gidince, O sevincinden gülüyordu. Ve bana ilk söylediği söz şu oldu:
— “Yâ Âişe! Allah ‘a hamd et! Allah seni (iftiracıların isnadından) kat’î surette temize çıkardı”. Bunun üzerine anam bana:
— Kızım kalk da Rasûlüllah’a teşekkür et! Dedi. Ben:
— Hayır, ben O’na kalkmam. Ben yalnız Allah’a hamd ederim, dedim.
İşte Yüce Allah! (Benim berâetim-hakkında) şu âyetleri indirdi: “O uydurma haberi getirenler içinizden bir zümredir. Onu sizin için bir şerr sanmayın. Bilakis o sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese kazandığı günâh vardır. Onlardan günâhın büyüğünü üzerine alan o adama da büyük bir azâb vardır. Ne vardı onu işittiğiniz vakit erkek mü’minlerle kadın mü’minler kendi kendilerine güzel zan etselerdi de; ‘Bu açık bir iftiradır’ deselerdi ya! Ona dört şâhid getirselerdi ya! Mademki bu şâhidleri getiremediler, o hâlde onlar Allah indinde yalancılardan ibarettirler. Eğer dünyâda ve âhirette Allah’ın fadlı ve rahmeti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu yaygaradan dolayı sizi herhalde büyük bir azâb çarpardı. O zaman siz o iftirayı dillerinizle birbirinize yetiştiriyordunuz. Hiçbir bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söylüyordunuz ve bunu kolay sanıyordunuz. Halbuki bu Allah yanında büyük bir vebaldir. Onu işittiğiniz vakit: ‘Bunu söylemek bize yakışmaz; hâşâ bu büyük bir bühtandır, deseydiniz ya! Eğer siz imân eden kimseler iseniz, böyle bir şeye hayatta bulunduğunuz müddetçe bir daha dönmeyesiniz diye Allah size öğüt veriyor. Ve sizin için âyetlerini açık açık bildiriyor. Allah hakkıyla bilen, tam hüküm ve hikmet sahibidir. Kötü sözlerin îmân edenlerin içinde yayılıp duyulmasını arzu edenler, dünyâda da âhirette de onlar için pek elemli bir azâb vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Ya üzerinizde Allah’ın fadlı ve rahmeti olmasaydı, ya hakikat Allah çok re’fetli, çok merhametli olmasaydı (hâliniz nereye varırdı)? Ey îmân edenler! Şeytânın adımları ardınca gitmeyin. Kim şeytânın adımlarına uyarsa şübhesiz ki o, kötülüğü ve meşru olmayanı emreder. Eğer üzerinizde Allah’ın fadlı ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiriniz ebedî temize çıkamazdı. Ancak Allah’tır ki kimi dilerse temize çıkarır. Allah hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir” (en-Nûr 11- 21).
Allah bu âyetleri benim berâetim hakkında indirince babam Ebû Bekr, hısımlığından ve fakirliğinden dolayı infâk etmekte bulunduğu Mıstah ibn Usâse için:
— Kızım Âişe’ye bu iftirayı söyledikten sonra vallahi ben de Mıs-tah’a bir şey vermem! Diye yemîn etti. Bunun üzerine Yüce Allah:
“Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar, hısımlarına, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere vermelerinde kusur etmesin, affetsin; aldırış etmesin. Allah’ın size mağfiret etmesini arzu etmez misiniz? Allah çok mağfiret edici, çok merhamet eyleyicidir” (en-Nûr: 22) âyetini indirdi.
Bu âyetin inmesi üzerine Ebû Bekr:
— Vallahi ben, Allah’ın beni mağfiret etmesini muhakkak severim, dedi ve Mıstah’a vere geldiği nafakayı vermeye döndü.
Rasûlüllah, Zeyneb bintu Cahş’a da benim hâlimden sorup:
— “Yâ Zeyneb! Âişe hakkında ne bildin ve ne gördün?” demişti. Zeyneb de:
— Yâ Rasûlüllah! Ben kulağımı, gözümü işitmediğim, görmediğim şeyden muhafaza ederim. Vallahi ben Âişe hakkında hayırdan başka birşey bilmem, diye güzel şehâdet etmiştir.
Bu hususta Âişe: Zeyneb (Peygamber’in kadınları arasında güzelliği ve Peygamber’in yanındaki mevkii bakımından) bana rekaabet eden bir kadındı. Fakat Allah onu takvası sebebiyle (iftiracılara katılmaktan) korudu, demiştir.