"Enter"a basıp içeriğe geçin

10. Tablet – Gılgamış Destanı

Sâkiye Siduri, denizin ıssız bir köşesine yerleşmiştir. O tahtında oturuyor. Sâkiye için ağaçtan ayaklar yapılmıştır. Bu ayaklar üzerine altından yapılmış şıra fıçıları konmuştur. Tanrıça sık bir duvak örtünmüştür. Yüzü görünmemektedir. Gılgamış koşup onun yanına geldi. Kirle örtülüdür. Bir posta bürünmüştür. Bedeninde tanrı eti vardır. Gönlü üzgündü. Yüzü uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne benziyordu. Sâkiye, onu uzaktan görünce içinden düşünerek kendi kendisine şöyle söylendi:

“Her halde bu adam bir yabanıl hayvan öldürücüsüdür; Ama yolu neden buraya düştü?”

Sâkiye onu görünce, kapıyı dışardan ve içerden sürgüledi. Ancak Gılgamış onun ne yaptığına iyice dikkat etti. O, çenesini kaldırıp bağırmaya başladı. Gılgamış ona, Sâkiye’ye seslendi:
“Sâkiye, ne gördün de kapını sürgüledin? Kapını sürgüleyip, sürgü üstüne sürgü vurdun. Senin iç kapını döverim ve sürgüsünü kırarım!”

“O, yabanıl hayvanları avlayıp postlarını giyiyor ve etlerini yiyor. Gılgamış şimdiye dek hiç kimsenin varamadığı hedefe ne zaman varacaktır? Ne zaman uygun yeli izleyecektir?”

Şamaş düş kırıklığına uğrayarak ona dönüp, Gılgamış’a dedi: “Gılgamış, nereye koşuyorsun? Sen aradığın yaşamı bulamayacaksın!” Gılgamış ona, yiğit Şamaş’a dedi:

“Kırlarda şuraya buraya koştuktan ve dolaştıktan sonra, Yerin altında başımı dayayıp bütün yıl uyuyacak mıyım? Hayır! Gözlerim güneşi görmek istiyor. Kendimi güneşin aydınlığına kandırmak istiyorum. Benim için karanlık, aydınlık kadar uzaktır. Fakat ölüm, ne zaman güneşin ışığını görebilmiştir?”

Gılgamış ona, Sâkiye’ye dedi:
“Ben gökyüzünden aşağıya inen boğayı yakalayıp yok ettim. Ben katran ormanının bekçisini vurdum. Katran ormanında oturan Humbaba’yı öldürdüm. Dağların geçidindeki aslanları öldürdüm.”

Sâkiye ona, Gılgamış’a dedi:
“Eğer sen bekçiyi vuran, Katran ormanında oturan Humbaba’yı öldüren, Dağların geçidindeki aslanları öldüren, Gökyüzünden aşağı inen boğayı yakalayıp yok eden Gılgamış’san, Ne diye yanakların erimiş? Ne diye yüzün çarpılmış? Ne diye gönlün hoş değil? Ne diye yüzün arıklamış? Ne diye gönlünde üzünç var? Ne diye yüzün uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş? Ne diye yüzün ayazdan ve güneşin sıcağından çökmüş? Ne diye krallığı unutup kırlarda dolaşıyorsun?”

Gılgamış ona, Sâkiye’ye dedi:
“Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim arkadaşım, Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim Engidu, İnsanlığın yazgısına kavuştu. Onun için gece ve gündüz ağladım. Onun gömülmesine razı olmadım. Acaba arkadaşım sesime uyanacak mı diye. Yedi gün yedi gece böyle yaptım. Burnundan kurtlar düşünceye kadar. O, oraya gitti gideli yaşamı bulamadım. Bir haydut gibi kırların ortasında dolaşıyorum. Sâkiye, şimdi senin yüzüne bakıyorum. Sonsuz derdim olan ölümü görmeyim diye!”

Sâkiye ona, Gılgamış’a dedi:
“Gılgamış nereye koşuyorsun? Sen aradığın yaşamı bulamayacaksın. Tanrılar insanları yarattığı zaman, Onlar insanlara ölümü verip yaşamı kendi ellerinde tuttular. Ey Gılgamış! Karnın dolu olsun, gece gündüz kendini eğlendir! Her gün bir şenlik yap! Gece gündüz hora tepip oyna! Üstün temiz olsun. Başın yıkansın. Suyla yıkanmış ol! Elindeki küçüğe bak. Karın kucağında gününü görsün!”

Gılgamış ona, Sâkiye’ye dedi:
“Şimdi, Sâkiye, Utnapiştim’e giden yol hangisidir? Haydi bana onun simini ver! Bana simi versene! Olursa denizi aşayım; olmazsa kırdan geçip gideyim!”

Sâkiye ona, Gılgamış’a dedi:
“Gılgamış, şimdiye dek böyle bir geçit yoktu. Eskiden beri denizi hiç kimse aşmamıştır. Denizi aşan yalnızca yiğit Şamaş’tır. Şamaş’tan başka, öte geçeye kim gider? Geçiş güçtür. Deniz yolu çetindir.

Bundan başka orada ölüm suyu da vardır. Bu, denizin önünü kapar! Gılgamış, şimdi denizi aşsan bile, Ölüm suyuna varsan bile, yine ne yapacaksın? Gılgamış orada bir Urşanabi var. O, Utnapiştim’in gemicisidir. Onunla birlikte Taştankiler var. Urşanabi, orman içinde kertenkeleyi toplar. Onu sen kendin bulmalısın. Olursa onunla birlikte aş; olmazsa geri dön!”

Gılgamış bunu duyar duymaz, satırını kaldırıp koluna astı Ve kemerine takılı kılıcını kınından sıyırıp ormanın içine dalarak, Taştankilerin yanına indi ve bir ok gibi onların arasına düştü.

O hırsla onları darmadağın etti. Bu sırada Urşanabi geri dönüp Gılgamış’ın tepesine dikildi. Ve onun gözlerine baktı. Urşanabi ona, Gılgamış’a dedi:

“Söyle bakalım senin adın nedir? Ben uzaktaki Utnapiştim’in kölesiyim!” Gılgamış ona, Urşanabi’ye dedi:

“Benim adım Gılgamış’tır. Ben, Anu’nun evi olan Uruk’tan gelenim. Ben, dağlarda iz güdenim. Uzun bir yoldan, güneşin çıktığı yoldan gelenim. Urşanabi, şimdi seninle yüz yüzeyim. Bana uzaktaki Utnapiştim’i göster!”
Urşanabi ona, Gılgamış’a dedi:

“Ne diye yanakların erimiş? Ne diye yüzün çarpılmış? Ne diye gönlün hoş değil? Ne diye yüzün arıklamış? Ne diye gönlün üzgün? Ne diye yüzün uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş? Ne diye yüzün ayazdan ve güneşin sıcağından çökmüş? Ne diye krallığı unutup kırlara düşüyorsun?”
Gılgamış ona, gemici Urşanabi’ye dedi:

“Urşanabi, yanaklarım erimesin mi, yüzüm çarpılmasın mı? Gönlüm üzgün olmasın mı? Yüzüm uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmesin mi? Yüzüm ayazdan ve güneşin sıcağından çökmesin mi? Krallığı unutup kırlara düşmeyim mi? Benim dostum, Dağlarda tek başına gezen yaban eşeğini kovalayan katırcığım! Ey çölün parsı! Dostum Engidu! Yoldaşım! Dağlarda tek başına dolaşan yaban eşeğini kovalayan katırcığım! Biz isteğimize kavuşmuş, dağlara tırmanmıştık. Gökyüzünün boğasını yakalamış ve onu öldürmüştük. Kimsenin girmediği yere girmiş, Humbaba’yı yok etmiştik.

Dağların yolaklarında aslanlar vurmuştuk! Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim arkadaşım; Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan aşırı sevdiğim Engidu’yu, İnsanlığın yazgısı yakaladı. Onun için altı gün yedi gece ağladım. Onun gömülmesine razı olmadım, burnundan kurtlar düşünceye kadar. Arkadaşımın başına gelenler, benim de başıma gelecek diye korktum. Ölümden korktuğumdan kırlara düştüm. Arkadaşımı düşünmek beni daha çok sıktığından, Kırlarda uzun yolculuk yapıyorum. Engidu’yu düşünmek beni daha çok sıktığından, Kırlarda uzun yollar yürüyorum! Ah, nasıl susayım? Ah, nasıl susayım?

Kırlarda şuraya buraya koştuktan sonra, Yerin altına başımı dayayıp bütün yıl uyuyacak mıyım? Hayır! Gözlerim güneşi görmek istiyor. Kendimi güneşin aydınlığına kandırmak istiyorum. Benim için karanlık, aydınlık kadar uzaktır. Ama ölü, ne zaman güneşin ışığını görmüştür?”
Gılgamış ona, gemici Urşanabi’ye dedi:

“Şimdi, Urşanabi, Utnapiştim’e giden yol hangisidir? Haydi bana onun simini ver! Bana simi versene! Olursa denizi aşayım; olmazsa kırdan geçip gideyim!”
Urşanabi ona, Gılgamış’a dedi:

“Ey Gılgamış, kendi ellerin geçişe engel oldular! Sen Taştankileri darmadağın ettin… sen kürekçileri yok ettin. Taştankiler darmadağın oldukları için geçit yoktur! Gılgamış, baltayı eline al! Hemen aşağı ormana geri git, karşına çıkacak olan Beş kez on iki endaze uzunluğundaki yüz yirmi küreği kes, Ve sonra onlara meme biçiminde ayna yapıp bana getir!”

Gılgamış, bunu duyar duymaz baltayı eline aldı ve belinden kılıcı sıyırıp aşağı, ormana geri gitti. Beş kez on iki endaze uzunluğunda gördüğü yüz yirmi küreği kesti. Ve onlara meme biçiminde ayna yapıp Urşanabi’ye getirdi. Gılgamış ve Urşanabi gemiye bindiler. Gemiyi dalgaların üzerine oturtup denize açıldılar. Bir ay on beş günlük yol üç günde kestirildi. Urşanabi, böylece ölüm suyuna dek vardı. Urşanabi ona, Gılgamış’a dedi:

“Sakın Gılgamış! Bir kürek al! Ölüm suyu eline değmesin. Gılgamış ikinci küreği, üçüncü ve dördüncü küreği al! Gılgamış, beşinci küreği al! Altıncı ve yedinci küreği al! Gılgamış, sekizinci, dokuzuncu ve onuncu küreği al! Gılgamış, on birinci küreği, on ikinci küreği al!”

Gılgamış, böylece bu yüz yirmi küreği kullanmıştı. O, bu sırada kemerini çözdü… Gılgamış, üstündeki giysiyi çıkarıp, Geminin anbarını (sintine) pençesiyle boşaltarak gemiyi yukarı kaldırdı. Utnapiştim, onu uzaktan görünce, içinden kendi kendine şöylece söylendi:

“Geminin Taştankileri niçin kırılmış? Geminin sahibi olmayan biri niçin gemiye bindi? Buraya gelen benim adamlarımdan biri değildir.”
“…gönlün benden ne diliyor?”

Gılgamış Utnapiştim’e vardı. Utnapiştim ona, Gılgamış’a dedi:
“Ne diye yanakların erimiş? Ne diye yüzün çarpılmış? Ne diye gönlün hoş değil? Ne diye yüzün arıklamış? Ne diye gönlün üzgün? Ne diye yüzün, uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş? Ne diye yüzün ayazdan ve güneşin sıcağından çökmüş? Ne diye krallığı bırakıp kırlara düşüyorsun?”
Gılgamış ona, Utnapiştim’e dedi:

“Utnapiştim, yanaklarım erimesin mi, yüzüm arıklamasın mı? Gönlüm üzgün olmasın mı? Yüzüm uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmesin mi? Yüzüm ayazdan ve güneşin sıcağından çökmesin mi? Krallığı unutup kırlara düşmeyim mi? Benim dostum, Dağlarda tek başına dolaşan yaban eşeğini kovalayan katırcığım! Ey çölün parsı! Dostum Engidu! Yoldaşım! Dağlarda tek başına dolaşan yaban eşeğini kovalayan katırcığım! Biz, isteğimize kavuşmuş, dağlara tırmanmıştık. Gökyüzünün boğasını yakalamış ve onu öldürmüştük. Kimsenin girmediği yere girmiş, Humbaba’yı yok etmiştik!

Dağların yolaklarında aslanları vurmuştuk! Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim Engidu’yu, İnsanlığın yazgısı yakaladı. Onun için altı gün yedi gece ağladım. Onun gömülmesine razı olmadım, burnundan kurtlar düşünceye kadar. Arkadaşımın başına gelenler, benim de başıma gelecek diye korktum. Ölümden korktuğumdan kırlara düştüm. Arkadaşımı düşünmek, beni daha çok sıktığından, Kırlarda uzun yolculuk yapıyorum! Engidu’yu düşünmek, beni daha çok sıktığından, Kırlarda uzun yollar yürüyorum! Ah, nasıl susayım? Ah, nasıl susayım? Sevdiğim arkadaşım toprak oldu! Sevdiğim arkadaşım Engidu toprak oldu! Ben de onun gibi yatmayacak mıyım Ve onun gibi sonsuza dek uyumayacak mıyım?”

Gılgamış ona, Utnapiştim’e dedi:
“Hadi gidelim. Herkesin ağzında dolaşan, uzaktaki Utnapiştim’i görmek istiyorum. Bütün ülkeleri yürüyerek geçtim. Sarp dağlar aştım. Bütün denizleri geçe geçe geldim. Gözlerim tatlı uykuya doymadı. Her zaman gecelemeden özeğim tükendi. Organlarımı sızı kapladı. Daha Sâkiye’nin evine varmadan üstüm başım paralandı. Ayı, sırtlan, aslan, pars, kaplan, yağmurça ve dağ keçisi öldürdüm. Bunların etlerini yiyip derilerini giyiyordum. Çektiğim bu yıkım, artık önüme kapısını kapasın. Zift ve katran bu kapıyı tıkalı tutsun. Artık bana çocuk sevinci verilsin.”

Utnapiştim ona, Gılgamış’a dedi:
“Ey Gılgamış, Sen bir tanrı çocuğu olduğun halde niçin yoksulluğa düştün? Niçin tanrıların ve insanların alınyazılarına karşı geliyorsun? Baban ve anan sana hep iyi şeyler gösterdi. Ey Gılgamış, niçin aptala döndün?”

“Kızgın ölüm, insanı sinsi sinsi hep arkadan izler. Herhangi bir zamanda bir ev yaparız, Herhangi bir zamanda bir belge damgalarız. Herhangi bir zamanda kardeşler arasında miras pay ederler. Herhangi bir günde bu kardeşler arasında kavga çıkar.

Herhangi bir günde ırmak taşar ve ülkeyi su basar. Balıkçıl kuşları ırmak boyunca uçarlar. Irmağın yüzü güneşin yüzüne bakar; Ama, eskiden beri hiçbir şeyde kararlılık görülmez. Çalınan da, ölen de birdir. Ölümün biçimi çizilmez! Be hey insan oğlu! Be hey adam! Beni kutsadıktan sonra, büyük tanrılar olan Anunnaki toplandı. Yazgıyı oluşturan And tanrıçası, Onlarla birlikte alınyazısını belirledi. Ölümü ve yaşamı onlarla birlikte saptadı; ama onlar ölümü bildirmediler.”